KATLİAM(LAR) TARİHİNDEN GEZİ’NİN HAZİRAN’INA .

KATLİAM(LAR) ALEVÎ KATLİAM(LAR)I DERSİM TERTELESİ MADIMAK’IN ÖNCÜLÜ KIRIKHAN MALATYA’DAN MARAŞ’A ÇORUM KATLİAMI 3-4 EYLÜL 1978’DEN 2 TEMMUZ ...





KATLİAM(LAR)



ALEVÎ KATLİAM(LAR)I



DERSİM TERTELESİ



MADIMAK’IN ÖNCÜLÜ KIRIKHAN



MALATYA’DAN MARAŞ’A



ÇORUM KATLİAMI



3-4 EYLÜL 1978’DEN 2 TEMMUZ 2013’ÜNE (MADIMAK’IN) SİVAS(’I)



GAZİ SALDIRISI



GÜNÜN GÜNDEMİ: ALEVÎLERE AYRIMCILIK!



GEZİ/HAZİRAN İSYANI VE ALEVÎLER



İSYANIN NİTELİĞİ



FIRTINALARA MUHTACIZ



KATLİAM(LAR) TARİHİNDEN GEZİ’NİN HAZİRAN’INA[1]



TEMEL DEMİRER



“Söylenmesi gereken bir şey,

her zaman

çekinmeden söylenmelidir.”[2]



Anadolu’daki katliamlar tarihi, Anadolu Selçukluları’ndan Osmanlı ve onun bakiyesi T.“C”ye bir “soru(n) çözme” yani “hâlletme” yöntemidir ki, bundan çokca “nasibini alanlar”, Alevîler, Ermeniler, Pontuslular, Süryaniler, Ezidiler, Kürtler vd’leridir…

Despotik iktidar(lar)ın tarihe kaydettiği korkunç zulme denk düşen seyr-ü seferin acılarına itirazın önemli başlıklarından biri olan Gezi’nin Haziran’ıyla acıları bal eyledik Abdullah(’ımız), Mehmet(’imiz), Ethem(’imizi), Medeni(’miz), Ali İsmail(’i miz), Ahmet(’imiz), Hasan Ferit(’imiz), Berkin Elvan(’ımız), Mehmet İstif(’imiz), Elif Çermik(’imiz), Uğur Kurt(’umuz) ile birlikte…

Aslı sorulursa acıları bal eylemek, ezilenler açısından tarihin diyalektiğinin kendisidir. Meseleyi Alevîler açısından ele alırsak, örneğin Anadolu Selçukluları’nda, II. Gıyaseddin’in Sultanlığı döneminde (1230’lar) ortaya çıkan Babaî Hareketi gibi…

Baba İshak önderliğinde Türkmenler, Kürtler, Ermeniler ile birlikte Alevîler’in Selçuklu’ya karşı başlattığı ayaklanmada isyancılar; Samsat’ta, Adıyaman’da, Gerger’de, Kâhta’da, Elbistan’da, Malatya’da, Sivas’ta egemenlerin ordusunu bozguna uğrattı.

Amasya’da Alevî mürşidi Baba İlyas’ın boğularak öldürülmesi üzerine Alevîler’in, Selçuklu ordusunu yenip, Konya’ya yürümesi sonucu, 1238’de Kırşehir’in Seyfe Gölü kıyısındaki Malya Ovasında, Gürcülerle, paralı Frenk askerleriyle ittifak yapan Selçuklulara karşı verilen savaş kaybedildi. Malya Ovasında binlerce isyancı katledildi.

Babaîler isyanı, tüm ezilenlerin eseriydi; Selçuklu’nun, Osmanlı’nın baskıcı politikalarına karşı Şeyh Bedreddin (1420), Şahkulu Sultan (1511), Kalender Çelebi (1527) bu güzergâhta ilerlediler.

Yavuz Sultan Selim’den, Kanuni Sultan Süleyman’a ya da 1826’da onlar, kadın-erkek-çocuk-yaşlı denmeden katledip, kuyulara dolduran II. Mahmut’a kadar, toplu kıyımlara, soykırımlara uğratıldılar.

T.“C” döneminde de yapısal bir değişimin söz konusu olduğu söylenemez. Alevî, Kürt katliamları Koçgiri’de, Dersim’de, Maraş, Sivas, Çorum ve Gazi’de olanca hızıyla sürdü gitti.[3] Demek ki 1238’den günümüze 800 yıllı aşan bir katliamlar tarihindir yaşadığımız…

Ancak resmî tarihte bunların kaydı siliktir, hatta yoktur veya “Ama”lı, “Fakat”lı “gerekçeler”(!?) ile estetize edilmiştir!

Albert Camus boşuna, “Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir,”  demez; ya da Stefan Zweig’ın, “Tarihin adil davranmaya hakkı yoktur. O, sadece galiplere bakar, mağlupları gölgede bırakır.” Çünkü “Bizim adaletimiz baştan sona adaletsizliktir, faziletimiz pislik, kahramanlığımız şerefsizliktir. Ve bizden doğan en iyi şeyler bile her zaman için etin kirliliğine bulaşmıştır ve fenadır, kirle yoğrulmuştur,”[4] saptamasıyla bu gerçeğin altını çizer…



KATLİAM(LAR)



Burada durup, “Katliam nedir?” sorusuyla bir parantez açarsak…

Arapça bir kelimedir. Manası: Katl: Öldürmek… Aam: Umumi… Birleştikleri zaman, “umumi öldürme” anlamına gelir.

Düşüncesi, istekleri ne olursa olsun, baskın bir grup (topluluk), milletin dişini geçirebileceği toplumlara yapabileceği çoğunlukla ölüm ile biten hareketleridir.

Katliam(lar), kendini savunma imkânı bulunmayan çok sayıda insanın acımasızca öldürülmesi olayıdır.

Toplu hâlde, acımadan, suçlu/ suçsuz ayırmadan öldürme, kırma, yok etmedir.

“Kırım”dır; bir “insanlık suçu”dur; sonu toplu mezar olan eylemdir katliam(lar)…

Katliam(lar), çoğunlukla ırk, din veya siyasi düşünce farklılığı nedeniyle yapılır; iktidar/ devlet eliyle gerçekleştirilir genellikle…

Katliam(lar) tekil olaylar olabileceği gibi bir etnik temizlik planının parçası olarak çoğul bir şekilde de gerçekleşebilir. Eğer katliamlar bir ırkı veya ulusu tamamen ortadan kaldırma amacı taşıyorlarsa bir soykırımın parçası olarak düşünülürler.

Etnik temizlik ve soykırımdan farklı bir anlam ifade eder; ama bunlara mündemiç veya onların mütemmim cüz’üdür…

Nihayetinde katliam(lar)ın, hep bir türü, ırkı ve cinsiyeti olmuştur.

Ermeni Tehciri/ Soykırımı, Pontus zulmü, Koçgiri, Dersim, Trakya Yahudi talanı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Kıbrıs işgali, Başbağlar, Ulukale, 1 Mayıs 1977, Maraş, Sivas, Çorum, Ankara-Balgat, İzmir-İnciraltı, Ulucanlar, Gazi Mahallesi gibi…



HATIRLAYIN (BİR KAÇ ÖRNEK)

16 ŞUBAT 1969 VEYA KANLI PAZAR

16 Şubat 1969’da, ABD’nin 6. Filosu’nun Türkiye’ye gelişini protesto eden devrimciler, faşistlerin ve dincilerin saldırısına uğradı. Sopaların birbiri ardına indiği, bıçakların hunharca insanları hedef aldığı olayları, Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan’ın öldürülüşünü izlemekle yetindi polis. Yüzlerce insan yaralandı. Olaylar durulduğunda sadece birkaç kişi çıkarıldı mahkemeye, onlar da birkaç ay tutuklu kalıp serbest bırakıldı. Oysa katliamın arkasındaki örgütlerde yer alan isimler şu an siyasetin aktif oyuncuları.

O dönem bu katliam girişiminin militer gücünü oluşturan bu gençlik örgütünün adı Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) idi.

Katliamın gerçekleştiği dönem ve sonrasında MTTB’deki isimlerin arasında Abdullah Gül de, Recep Tayyip Erdoğan da var. Erdoğan katliam gerçekleştiğinde 15 yaşında ancak MTTB’nin ortaöğrenim kolunda. Gül ise MTTB’nin etkin üyelerinden; o kadar ki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının “Faşisttir, okula giremez” diyerek afişini astığı kişilerden.

AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002 seçimlerinin ardından Meclis’in yüzde 50’sinden fazlasının MTTB geçmişi olduğu açıklanmıştı.

Katliamın diğer iki vurucu gücü ise Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Komando Kampları. Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni biraz araştırdığınızda karşınıza çıkan isimlerden biri Fethullah Gülen. Derneğin Erzurum’daki şubesinin kuruluşuna katılıyor. Komando kamplarıysa 1960’ların sonunda gelişen sol-sosyalist gençliğin önüne set çekebilmek için meydana çıkarılan oluşumlar…

Türkiye tarihinde öncesinde de organize linç girişimleri yaşanmış, Tan Matbaası baskını, 6-7 Eylül olayları bunların en bilinenleri, ancak gençliğin sağ-sol diye ayrışması ve sonrasında ölümlerin yaşandığı ilk katliam Kanlı Pazar. Bu düğüm ilk defa orada atıldı ve çözülemediği için sonrasında 77 1 Mayıs’ı, 16 Mart katliamı, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi katliamları yaşandı. Bu katliamcı çizginin izlerini Gezi’ye kadar takip edebilmek de mümkün. Düğümü atıldığı yerde çözmek gerek diye düşünüyorum.

İnsanlar katledilirken çekilmiş fotolar, katilin fotoğrafları olmasına rağmen sadece birkaç kişi göstermelik olarak yargılandı ve sadece birkaç ay tutuklu kaldı. Bunlar Gezi İsyanı sırasında yaşananlarla nasıl da örtüşüyor. [5]

16 MART KATLİAMI

İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde 16 Mart 1978 günü bombalı ve silahlı saldırı sonucu 7 öğrenci öldü, 41 öğrenci de yaralandı. Saldırının yapılacağı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinden bir istihbaratçı tarafından İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bilgi notu olarak iletilmesine rağmen hiçbir önlem alınmadı ve saldırı gerçekleşti. Terör nedeniyle o günlerde üniversitelerde sağ ve sol görüşlü öğrenciler olası bir saldırıya karşı okulu toplu hâlde terk etmekteydiler. Polis eşliğinde gerçekleşen okul çıkışına 16 Mart günü öğrencilere eşlik etmesi gereken polisler başka yere gönderilmiş, yerine de Reşat Altay’ın yönetiminde başka bir ekip görevlendirilmişti.

Öğrenciler okulun yan kapısından çıkmak için o yöne doğru hareket ettiğinde polisler onları ana kapıdan çıkmaya zorlarlar. Öğrencileri çıkmaya zorlayan Reşat Altay yönetimindeki polisler öğrencileri dışarı çıkartırken kendileri bahçeden dışarıya adım atmadılar. Dış kapıdaki görevli polisler de o sıra kapının karşısında toplanmış ve “Beyazıt komünistlere mezar olacak” sloganları atan ülkücü öğrencilerin olduğu grubun yanına gittiler. Böylece korumasız kalan öğrencilerin üzerine önce bomba atıldı, ardından da ateş açıldı. Saldırı sonrası Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerinden Cemil Sönmez, Baki Öz, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamdi Akıl ve Turan Ören yaşamını yitirdi. Saldırganların arkasından koşmak isteyen polisleri Reşat Altay’ın engellediği görgü tanıkları tarafından belirtildi. Bombayı atan ülkücü Zülküf İsot da olaydan günler sonra başka bir ülkücü tarafından öldürüldü. Olayın failleri arasında dönemin ÜGD ikinci başkanı Abdullah Çatlı’nın da bulunduğu söylenir.

Olaydan sonra Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Orhan Çakıroğlu, Mehmet Gül, Kazım Ayaydın ve Ahmet Hamdi Aksay ile Sıddık Polat gözaltına alındı. 1978 yılında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma başlattı. On beş ay süren yargılama sonrasında Sıddık Polat 11 yıl hapis cezasına mahkûm edilirken diğer sanıklar delil yetersizliğinden beraat etti. Polat da 1982 yılında Askeri Yargıtay tarafından aynı gerekçeyle serbest bırakılır. Saldırıya uğrayan öğrencilerden Cem Alptekin’in girişimleri sonucu 1988 yılında yeniden açılan dava 2008 yılında zamanaşımına uğratılarak düştü.

BAHÇELİEVLER KATLİAMI

8 Ekim 1978 günü Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Ünal Osmanağaoğlu, Bünyamin Adanalı, Ercüment Gedikli, Mahmut Korkmaz ve Kadri Kürşat Poyraz tarafından Ankara’nın Bahçelievler mahallesinde TİP üyesi 7 öğrenci katledildi. Ülkücüler arasında “Reis” lakabıyla tanınan Abdullah Çatlı’nın yönetimde gerçekleştirilen katliamda TİP üyesi öğrencilerden biri telle Haluk Kırcı tarafından boğularak, dördü evde kafasına kurşun sıkılarak, diğer ikisi de Çatlı’nın kullandığı otomobille Eskişehir yoluna götürülerek arazide öldürüldü. Katliamı gerçekleştiren Abdullah Çatlı, Kadri Kürşat Poyraz ve Mahmut Korkmaz yakalanamadı. Çatlı 1996 yılında Susurluk kazasında öldü. Haluk Kırcı’nın da aralarında bulunduğu diğer katillerin cezaları sık sık getirilen aflar nedeniyle kısa sürede tamamlandı ve tahliye edildiler.

BALGAT KATLİAMI

Abdullah Çatlı’nın bizzat yönettiği katliamlardan biridir. 10 Ağustos 1978 günü Balgat’ta solcuların gittiği kahvehanelerin taranması sonucu 5 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı. Olayla ilgili olarak yargılanan ülkücü eylemciler İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu ölüm cezasına çarptırıldı. Cezanın Yargıtay’da onanmasından 10 gün sonra Armağan ve Pehlivanoğlu Mamak Askeri Cezaevi’nden kaçırıldı. Kütahya’da yakalanan Mustafa Pehlivanoğlu 12 Eylül darbesinden sonra asıldı. Yurtdışına kaçan İsa Armağan bir süre İran’da Devrim Muhafızı olarak bir süre de Afganistan’da mülteci eğitim kampında çalıştıktan sonra Almanya’ya geçti. 1995’te Almanya tarafından Türkiye’ye iade edilen İsa Armağan’ın ölüm cezası Özal affı olarak bilinen Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişiklik nedeniyle on yıl hapse çevrildi. Cezasını tamamlayan Armağan serbest kaldı.

1 MAYIS 1977 KATLİAMI

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) tarafından İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlenen mitingde 500 bin kişi toplandı. O güne kadar Türkiye’de yapılan en kalabalık, en düzenli ve en görkemli miting olan 1 Mayıs 1977 mitinginde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in kürsüde konuşmasının bitimine yakın, saat 19.00 sularında alanda silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi ve o tarihte adı Intercontinental Oteli olan The Marmara Oteli’nin çeşitli katlarından açılan ateş arasında kalan kalabalık kaçışmaya çalıştığı sırada alana dalan polis panzerleri kitleyi Kazancı Yokuşu’na doğru sürükledi. Ama Kazancı Yokuşu bir kamyon tarafından tıkandığı için kaçışan kalabalık panzerle kamyonun arasında sıkışıp kaldı. Bu arada kalabalığın üzerine açılan ateş sürüyordu. İnsanlar birbirini ezerek canlarını kurtarma telaşına düşmüştü. Sonuçta 5 kişi, açılan ateş sonucu, 28 kişi de ezilme nedeniyle yaşamını yitirdi. Bir kişinin de polis panzerinin altında kalması sonucunda toplam 36 kişi ölmüş, 130 kişi de yaralanmıştı. Olaylar nedeniyle 470 kişi gözaltına alındı. Fakat gözaltına alınanların olayla bir bağlantısı bulunamadığı için serbest bırakıldı. Çeşitli katlarından ateş açılan Intercontinental Oteli’nden kimlerin ateş açtığı ve ateş açılan odalarda kimlerin kaldığı aradan geçen 35 yıla rağmen hâlâ tespit edilemedi. Çünkü otel kayıtları görünmez el ya da eller tarafından silinmişti. O odalardan kimlerin telefon görüşmeleri yaptığı da ne hikmetse belirlenemedi. Bu olay darbeye zemin hazırlamak amacıyla kontrgerilla ya da devlet içindeki resmi adıyla Özel Harp Dairesi’nce düzenlenen ilk olay olarak kayıtlara geçti. [6]



Hatırlatmadan geçmeyelim: 12 Eylül 1980 öncesindeki katliamları birçoğunda ABD izine rastlamak mümkündür. Maraş’taki ve Çorum’daki katliamlardan birkaç gün önce ABD’nin Adana konsolosunun ve bazı ABD’li istihbarat elemanlarının bu şehirlerde gözükmeleri herhâlde bir tesadüf olarak yorumlanamaz. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbe ve muhtıralarında hep ABD’nin izine rastlamak mümkündür…[7]

Özetle, “Dönemin şartlarında değerlendirilmeli” diye tutturulabilen katliamlar, insanlık suçlarıdır ve insanlık suçları dönem şartlarına göre değerlendirilip affedilemez. Toplu hâlde öldürme, kıyım ve sürgün politikaları hiçbir tarihsel süreç tarafından olumlanamaz ve dahi gündemden düşürülemez, düşürülmemelidir de…



ALEVÎ KATLİAM(LAR)I



Bu belirlemeler ardından Alevî katliam(lar)ına geçmeden önce, Evren Barış Yavuz’la birlikte şu önemli hatırlatmaların altını çizmekte büyük yarar var:

“Alevîler geniş bir coğrafyada, farklı topluluklardan ve kültürlerden oluşan çeşitli bir toplamı ifade ediyor. Fakat bu yazının konusu olan Anadolu Alevîliği başlı başına Alevîlikler içinde özgün ve gelişmiş bir düşünce-duygu-eylem biçemine sahip. Özgünlüğünü öncelinden aldığı kodları, İslâm içindeki göreli ilerici konumlanmalarla melezleştirme becerisine dayanıyor. Bu hâliyle Alevîlik İslâm içinde olduğu durumlarda bir ‘reform’ odağı, İslâm dışı olduğu durumlarda ise İslâm’ın bugün eriştiği manevi düzlemin çok üzerine çıkabilecek ontolojisiyle onun bir alternatifi durumunda.

Alevîlerin bildikleri diyalektik, doğacı ve komünalist bir mistizimdir. Bu mistisizm toplumun toplumsal maddi koşullarını kabul eden, dünyanın içinde bir manevi düzlem kuran ve bunu doğa ve öyküye yaslanarak inşa eden heterodoksidir.

Alevîler, Anadolu heterodokslarıdır. Anadolu’nun çitlenmesine, sömürgeleşmesine ve yağmalanmasına direnç gösteren halkların politik-etik motivasyonudur. Ve bu durum günceldir. Çitlenmiş, sömürgeleşmiş ve yağmalanmış Anadolu şimdi de yıkılmaktadır. Yıkılan coğrafyanın köklerini yine Alevîler sıkıca tutmaktadır.

Alevîlerin bu denli öfkeye mazhar oluşları, böylesine derin ve ipe sapa gelmez nefret suçlarına maruz kalmaları da yine bu iç içe yapıdan ötürüdür. Salt dinsel bir ayrım değildir bu. Alevîliğe duyulan nefretin kökeni sınıfsaldır. Egemen sınıf ve zümrelerin egemen fikir hâle gelmesidir. Tahakkümün ezilenlerce yayıldığı bir terbiye etme sistematiğidir Alevîlere yönelik ayrımcılık ve düşmanlık. Alevîler terbiye edilmez ise sadece egemenlerinin ‘dini’ değil, mülkiyetlerini koruyan ‘devletleri’ de tehdit altına girecektir.”[8]

Sünni-İslâm algısındaki devletler, tarih boyunca Alevîleri dışladı; ötekileştirerek, imhaya yöneldi. Yok sayma, baskı, ötekileştirme, inkâr, imha politikaları tam istim sürdürülürken; ne Alevîlerin devlete isyanları bitti, ne de devletin Alevî katliamları...

Babaîler ile başlayıp 1238’den günümüze uzanarak 800 yıllı aşan Alevî katliam(lar)ı tarihinde geriye gidersek, 1826’da Sultan II. Mahmud’un gerçekleştirdiği Alevî katliamının yanı sıra, 1606-1611 arasında Kuyucu Murat Paşa katliamı, 1533-1534 arası Kanuni dönemi, 1514’te kan dökmeyeceğini söyleyip 40 binden fazla Alevî’yi diri gömerek idam ettiren, kafalarını kesip kuyulara attıran Yavuz Sultan Selim’in katliamları öne çıkar… 1514’de Yavuz Sultan Selim Müftü Hamza’ya Alevîlerin katlinin vacip olduğu şeklinde fetva yazdırıp 40.000 Alevînin listesini çıkarttırmış ve Alevîler tek tek boğazlanarak ya da kılıçtan geçirilerek katledilmiştir... Ayrıca 1526 Baba Zünnun, 1527-1528 Şah Kalender Çelebi ve 1518 Bozoklu Şeyh Celal (Celali) isyanları-katliamları da zikredilebilmeli...

Burada bir parantez açıp, vahşetin boyutlarını sergilemek açısından Alevî katliamlarına ilişkin üç Osmanlı fetvasını hatırlatmak yararlı olur kanısındayım:



ÜÇ OSMANLI FETVASI[9]

1) EBUSSUUD’UN FETVASI (SENE: 955 (1548)

“Soru: Kızılbaş topluluğunun, dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu?

Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük, en kutsal savaştır… Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.

Soru: Kızılbaşların öldürülmesi, İslâm sultanına (Osmanlı padişahına) düşmanlık besledikleri için mi şarttır, yoksa başka nedenleri de var mıdır?

Cevap: Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler…

Soru: Kızılbaşların önderinin tanrı peygamberinin (Muhammet’in) soyundan olduğu söyleniyor. Bu durumda, Kızılbaşların öldürülmelerinin helal olduğundan biraz kuşku duyulamaz mı?

Cevap: Hâşâ, en küçük kuşku duyulmaz. Kızılbaşların yaptıkları kötü işler, o temiz peygamber soyuyla bir ilgilerinin olmadığını göstermeye yeter. Ayrıca babası İsmail (söz konusu Şah İsmail’dir) ortaya çıktığında, İmam Ali er-rıza İbn-i Musa el-Kazım’ın mezarının bulunduğu ve diğer yerlerdeki büyük seyyidleri zorlayarak kendi soyunu da onlarınkinden göstermek istedi. Direnenleri öldürttü. Bazı seyyitleri kıyımdan kurtulmak için bu isteğe boyun eğmişler, fakat dikkat edenlerin anlayabilmesi için de onun soyunu kısır bir seyyide bağlamışlardır.

Ayrıca, soyunun peygambere dayandığı doğru olsa bile, dinsiz olunca diğer kâfirlerden ayrımı kalmaz. Ancak ve ancak doğruluğu tartışılmayacak olan kutsal şeriat töresine uyanlar ve onun sağlam kurallarını koruyanlar peygamber soyundan olabilir. Örneğin, Kenan, Nuh peygamberin oğluydu ama onun yolundan çıkmıştı. Nuh peygamber, Kenan’ın kurtulması için yalvardığında, tanrı, “o senin soyundan sayılmaz…” demiş, Kenan da, öbür kâfirlerle birlikte boğulup cezalandırılmıştı…

Eğer büyük peygamber soyundan gelmek azabdan kurtulmaya yetseydi, âdem peygamber soyundan geldikleri için, bütün kâfirler bu dünyada ve öbür dünyada asla azaba düşmezlerdi…

Soru: Kızılbaşlar, Şii olduklarını söylüyorlar, “lailahe illallah” diyorlar. Kendilerine karşı uygulanan bu ölçüde sıkılığın nedeni nedir? Ayrıntılı ve geniş geniş açıklar mısınız?

Cevap: onlar Şii de değildir. Zaten, “yetmiş üç yoldan ehli sünnet dışındakiler yanacaktır…” diyen peygamberimiz durumu aydınlatmıştır. Kızılbaşlar, yetmiş üç yolun tam olarak birinden değildirler. Her birinden bir parça kötülük ve bozgunculuk alıp kendi isteklerine göre yarattıkları sapıklık ve küfürlerine katarak bir sapıklık ve dinsizlik mezhebi kurmuşlardır. Bu kötü durumlarını gün gün artırmaktadırlar. Bunların sürüp giden, bilinen suçlarına bakarak kutsal din yasalarına (şeriate) göre şu yargılara varırız:

O zalimler, ulu Kur’an’ı, kutsal şeriatı ve İslâm dinini hafife almakta, dinsel kitaplara söverek ateşe atmaktalar. Gerçek din bilgilerini (şeriat âlimlerini) bu bilgileri yüzünden kırmakta, önderleri olan sapık haini tanrı yerine koyarak ona secde etmekteler. Ayrıca haram olduğu sağlam ayetlerle saptanmış olan bütün yasakları da helal sayıyorlar. Ayrıca Ebi Bekr ile Ömer’e lanet ettiklerinden dolayı da kâfirdirler. Ayrıca, doğruluğu tartışılamayacak olan Ayşe’nin (peygamberin ailesi) erdemine ilişkin birçok ulu ayet inmişken, bunlar Ayşe anamıza dil uzatarak Kur’an’ı yalanlamakta ve böylece de kâfir olmaktalar. Ve yine Ayşe’ye yönelik suçlamaları ile peygamberimizin kutsal büyüklüğüne leke sürerek bu yolla peygambere sövmüş sayılırlar. Bu yüzden bütün Kızılbaşların, büyüğü küçüğü ile, kentleri ve eserleriyle yok edilmeleri şarttır. Bunların kâfir olduğundan kuşku duyanlar da kâfir olur…

Kızılbaşlar, İmam-ı Âzam ve İmam Süfyan-ı Servi’ye göre, eğer tam anlamıyla tevbe eder de İslâmiyete dönerlerse ölümden kurtulurlar. Fakat İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed Bin Hambel, İmam Leys Bin Sad, İmam İshak Bin Rahu’ya ve öteki din bilginlerine göre bunların tevbeleri de kabul edilmez. Elbette boyunlarının kesilmesi gerekir.

Hazret-i imam (Ebi Hanife) onların hangi yanın inancını benimserlerse o yandan olacaklarını söylemiştir. Bu yargı bilinir…

Kızılbaş askerleri için ne yapılması gerektiği konusunda bir ikilik yoktur. (öldürülmeleri gerekir.) Fakat köylerde ve kentlerde kendi hallerinde doğrulukla oturup Kızılbaşların nitelik ve davranışlarından arınmış, dışları da buna uygun kimselerin, yalanları ortaya çıkmadığı sürece, diğerlerine uygulanan uygulamalardan (katliamdan) kurtulmaları gerekir.

Kızılbaşların öldürülmeleri, diğer kâfirlerin yok edilmelerinden daha önemlidir. Örneğin Medine çevresinde kâfir çokken ve Şam henüz ele geçirilmemişken, Ebi Bekir kâfirlere saldırmayı değil, yalancı müseyleme’ye bağlı bu döneklere saldırmayı yeğlemiştir. Hazreti Ali zamanında haricilerin kırılması da böyle olmuştur. Bu kesimin kötülükleri çok büyüktür. Bunların kötülüklerini yeryüzünden silmek için çok çaba harcamak, ne gerekirse yapmak lazımdır.

“Kendisinden yardım istenilen ve kendisine bağlanılan Allah’tır. Ey tanrım, günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı affet. Ayaklarımızı sağlam yere bastır. Kâfirlere karşı bize yardımcı ol.”

“Bunu, efendimiz ve en üstünümüz, zamanın büyüğü, İslâm ve zafer diyarının müftüsü Ebussuud yazdı. Sene: 955 (1548).”

II) YAVUZ SULTAN SELİM’İN ŞEYHÜLİSLÂMI MÜFTÜ EL HAMZA’NIN KIZILBAŞLARLA İLGİLİ FETVASI (1512)

“Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail’dir. Peygamberimiz aleyhisselâmın şerîatini ve sünnetini ve İslâm dinini ve din bilgisini ve Kur’ânı küçümsedikleri ve de Allah tâlâ’nın haram kıldığı günahlara helâldir dedikleri ve Kur’ân’ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını tanrı sayıp secde ettikleri ve de hazreti Ebu Bekir’e ve hazreti Ömer’e sövüp ,halifeliklerini inkâr edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatını ve İslâmı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların şeriata karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevatürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahi şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetva verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar-kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine razı ve yardımcı olurlarsa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları dahi öldürüp, toplumlarını darmadağın etmek tüm Müslümanlara vacip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup cennete girer ve onlardan ölen aşağılık cehennemin dibindedir, bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zira bunların kestikleri ve avladıkları ister doğan’la ister ok ile ve av köpeği ile olsun murdardır ve nikâhları gerekse kendilerinden ve gerekse başkasından alsınlar bâtıldır ve de bunlara kimseden miras yoktur. Bir bucak halkı bunlardan olsa da, Allah yardımcısı olsun Osmanlı padişahına gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını İslâm gazilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilayette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vaciptir. Ey Allahım dine yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvayı veren) sanı görez adıyla meşhur el-müftü hamza” (Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislâmı müftü El Hamza’nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası - 1512)

III) YAVUZ SULTAN SELİM’İN VEZİRİ ŞEYHÜLİSLÂM İBN-İ KEMAL’İN ÇALDIRAN SAVAŞIYLA İLGİLİ FETVASI(1514)

“Bu yerde adı zikri dolaşan, bütün zamanlarında tanındığından dolayı varlığının açıklanmasına gerek duymayan, rahman ve rahim adıyla; Şah İsmail’in ve din gününe (kıyamet) kadar lanetlenmiş guruplarının ve tebalarının yenik zelil askerlerinin küfrü hususunda hamd kerim, kuvvetli büyük olan Allah içindir. Övgü doğru yola rehberlik eden Hz. Muhammet’i ve doğru dinde ona uyanlar (övgüler olsun) şianın (Şah İsmail ve tebasının) kendi imanlarından başka doğru yola götüren imam, imamlığını ilk dört halifenin halifeliğini inkâr ettikleri, İmam Ebu Bekir’le, İmam Ömer’e, İmam Osman’a (yüce Allah hepsinden razı olsun) açıkça küfür ettikleri Sünnî memleketlerinden bir çok yere hâkim oldukları, oralarda boş mezheplerini ortaya koydukları, haberleri ard ardına geldi, Müslüman ülkelerde bu durumun etkileri çoğaldı. Şeriatı ve ona uyanları küçümsüyorlar, bu şeriatla içtihat edenlere kendi mezheplerinin tersine, müctehatlarının mezheplerinde zorluk olduğunu ileri sürerek (şeriate tabi olanlara) sövüyorlar. Tarikatlarının liderine de Şah İsmail adını verdiler.

Onlar Şah İsmail tarikatının metodunun son derece kolay olduğunu ileri sürüyorlar. Şah İsmail’in “helaldir” dediğini helal, haramdır dediğini haram sayıyorlar… Şah şarabı helal kılsa, şarap helal oluyor. Özetle, küfürlerinin çeşitleri, dinden dönmeleri küfürlerinde şüphe etmiyoruz. Sürekli gelen haberlerle bize ulaşmıştır. Ülkeleri dar’ul-harb’tır. Erkeklerinin ve kadınlarının nikahı geçersizdir. Onların çocuklarının her biri zina çocuğudur. Onlardan birinin kestiği hayvan (ölü) mundar olur, kadınları ve çocukları helal olur. Adamlarına gelince, onlar Müslüman olmadıkça öldürülmeleri zorunludur. Müslüman olduklarında, zındıklıklarının tersine, diğer Müslümanlar gibi hür olurlar. İnsanlardan birisi (darüs-selâmı)-(şeriatın hüküm sürdüğü) terk etse bile, onların dinini seçse, onun da kesinlikle katli vaciptir.” (Yavuz Sultan Selim’in veziri Şeyhülislâm İbn-i Kemal’in Çaldıran Savaşıyla ilgili fetvası(1514)



Ardından da 1921 Koçgiri’si, 4 Mayıs 1937 Dersim’i, 11 Haziran 1967 Elbistan’ı, 5 Mart 1971 Kırıkhan’ı, 17 Nisan 1978 Malatya’sı, 4 Eylül 1978 Sivas’ı, 19-26 Aralık 1978 Maraş’ı, 27 Mayıs-4 Temmuz 1980 Çorum’u, 2 Temmuz 1993 Sivas/ Madımak’ı, 12 Mart 1995’in Gazi Mahallesi... Vd’leri!

1921 yılında, Sivas bölgesini de içine alan bölgede, yüzlerce Alevî-Kürdün yaşamını yitirdiği Koçgiri Katliamını gerçekleştiren devlet güçleri arasında, “Sakallı Nurettin” lakaplı Nurettin Paşa’nın komutasındaki Merkez Ordusu’nun emri altında, daha önce Pontus-Rum katliamlarını da gerçekleştiren Topal Osman’ın Giresun Alayları da bulunuyordu.



DERSİM TERTELESİ



Alevî ve Zaza/ Kürt nüfusu barındıran, sarp bir coğrafyaya sahip Dersim, tarihi boyunca “devlete kapalı” bir yapı olarak bilindi. Etnik ve dini yapısıyla hep “farklılık” gösteren, çok sayıda aşiret ve oymaktan oluşan Dersim’de Ermeniler de yaşıyordu.

Dersim’e Cumhuriyet’ten önce, Osmanlı döneminde de harekâtlar düzenlendi. Üzerine 1907, 1908, 1909, 1916, 1926, 1930, 1931, 1935, 1937 ve 1938’de büyük çaplı 10 askeri harekât düzenlenen Dersim’de bu harekâtlar sonucunda kaç insanın öldüğü, kaçının başka bölgelere sürüldüğü, kaç kişinin yaralandığı hâlâ tam bilinmiyor. Ancak bilinen bir gerçek var: “Asi”leri bastırmak için gerçekleştirilen harekâtlarda günahsız halk katledildi.

Osmanlı döneminden beri merkezi otoriteden özerk bir statüde yaşayan Dersim’e, 25 Aralık 1935’de çıkarılan “Tunceli Kanunu” ile “özel bir statü” getirildi.

Buna göre bölgenin adı, iki yıl sonra T.“C” devleti tarafından başlatılacak “Devletin Tunç Eli” harekâtına ithafen, Tunceli olarak değiştirildi; Dersim “yasak bölge” ilan edildi.

6 Ocak 1936’da ise, şimdiki Elazığ, Erzincan, Dersim ve Bingöl illerini kapsayan bölgede, “Genel Valilik” statüsü uygulamaya geçirildi. Ankara, askeri vali sıfatıyla Abdullah Alpdoğan’ı bölgeye atadı.

Devletin bölgeye askeri yığınak yapması ve ablukaya alması karşısında direnişe geçen Dersim’liler 20-21 Mart 1937’de Pah köprüsünü yaktılar. 1938’de devletin ikinci kez askeri gücünü kullanarak, karadan ve havadan bomba yağdırması sonucu on binlerce insan yaşamını yitirdi. Daha sonra, 1936 yılında çıkarılmış olan ve kısaca, devlete Türk olmayanları başka yerlere sürme yetkisi veren “Zorunlu İskan Kanunu” uyarınca, on binlerce insan da topraklarından sürüldü.

Evet, evet Dersim tertelesi, Alevîlerin Kemalistlerce katledildiği bir toplu kıyımdır.[10]

Unutan/ unutturan Kemalistlerin elindeki kan lekesidir; binlerce insanın T.“C” eliyle katledildiği, Sabiha Gökçen’in de baş bombacı olduğu kanlı, çok kanlı zorbalıktır; ama asla isyan değil…

Kolay mı? 1937-1938 Dersim Soykırımı, kuşaklar boyu resmî ideolojinin “es” geçtiği bir trajedidir. Toplumdan saklanan, birçok yönüyle saptırılan Dersim harekâtı, gerçekte toplu bir kırımdır. Binlerce sivil katledildi, sürgün edildi. Yüzlerce kız çocuğu ise Türk ve Türkçü yaşam kültürüne kazandırılmak üzere ailelerinden kopartılarak evlatlık verildi. Bu kızlar hiç bilmedikleri bir dilin içinde yaşadılar, bilmedikleri bir dine mensup oldular, tanımadıkları insanların arasında kendilerine ait olmayan hayatlar yaşadılar. Söylenmemiş bir tarihin eksik birer parçası olarak yaşlandılar…



IRKÇILIĞIN TÜRKÇESİ

Yıl 1925… Şark Islahat Planı’ndan:

“Vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacaktır. Dersim bir an evvel Kürtlüğe karışmaktan kurtarılmalıdır.”

Yıl 1930… Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt der ki:

“Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”

Yıl 1925… Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’nın Doğu Raporu’ndan:

“Fırat’ın batısındaki vilayetlerin bir kısmında dağınık vaziyette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak... On sene müddetle bölgede sıkıyönetim ilan etmek...”

Yıl 1926… Mülkiye müfettişi Hamdi Bey Raporu’ndan:

“Dersim gittikçe Kürtleşiyor. Tehlike büyüyor. Dersim, cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir.”

Yıl 1930… Başvekil İsmet Paşa, 31 Ağustos 1930 tarihli ‘Milliyet’e der ki:

“Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”

Yıl 1931.. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın raporundan:

“Dersim cahildir. Zorunlu iskan uygulanmalıdır. Yüksek memurlara koloni (sömürge) yönetimlerindeki yetkiler verilmeli. Türklük telkini yapılmalı. Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi, Dersimliye daha çok tesir yapar ve iyileştirmenin esasını oluşturur. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmelidir.”

Yıl 1932… İçişleri Bakanı Şükrü Kaya raporunda der ki:

“Kuzey Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri harekât başlamadan önce tüm silahlar toplanmalıdır. Yerli memurlar, (yani Kürtler) casustur. Dersimlilere kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Uçakların talim uçuşları Dersim üzerinde yapılmalıdır.”

Yıl 1940… Bir CHP raporundan:

“Kürtler Türkleştirilmelidir! Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir.”

Yıl 1961… 27 Mayıs Darbesi’nin lideri Orgeneral Cemal Gürsel Diyarbakır’da der ki:

“Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm.”

Yıl 1986… Demirel döneminin dışişleri bakanlarından, yıllar yılı valilik, emniyet müdürlüğü yapan İhsan Sabri Çağlayangil, kendisi de Dersimli, bugünkü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun teybine der ki:

“Dersim’de mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu, zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”

Yıl 1986… Muhsin Batur Paşa, 12 Mart Muhtırası’nın altında imzası olan hava kuvvetleri komutanı, anılarında, genç bir havacı subay olarak Dersim’deki ‘özel görevi’nden söz ederken şöyle der:

“Elazığ’ın biraz uzağında, Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk. Bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik. Ve iki ayı aşkın süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.” [11]

Yıl 1991… Demirel, şubat ayında bir akşam Ankara’da, Anadolu Kulübü’ndeki yemekte der ki:

“Asker 1980 öncesi benden ‘Dersim Kanunu’ istedi. Vermedim. Dersim’de korkunç şeyler olmuştur. Renkli bir mozaiktir Anadolu... Yirmi küsur dil vardır. ‘Ne mutlu Türküm diyene...’ gelince, bakmayın ‘olana’ dememiş falan, biraz ırkçılık kokar.”[12]



Gezi/ Haziran’da “Terörist bunlar” diyerek, insan(lar)ı katledenlerle, aynı dili konuşan Dersim Katliamı, 4 Mayıs 1937 tarihli bakanlar kurulu kararıyla başladı.

“Umulmadık bir gün olabilir bugün / Kan var bütün kelimelerin altında,” dizelerinde ifade ettiği üzere, 1938 Dersim Soykırımı’ndan payına düşeni alan, 1931 Pülümür doğumlu, 1938’de ailesiyle birlikte Bilecik’e sürgün edilen Dersimli Cemal Süreya, henüz yedi yaşındayken yaşadığı sürgünü, “Bizi bir kamyona doldurdular/ Tüfekli iki erin nezaretinde/ Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar/ Tarih öncesi köpekler havlıyordu” mısralarında anlattığı Dersim Tertelesi’ne ilişkin olarak 4 Mayıs 1937’de olağanüstü bir gündemle toplanan Bakanlar Kurulu, “çok gizli” bir karar aldı. Karar “gizli” idi ama sonuçları ve yol açtığı acılar gizlenecek gibi değildi. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı ve alınan kararı imzaladığı bu toplantıda, orduya Dersim’e “tenkil” emri verildi...

Bu, aslında hazırlıkları uzun süredir devam eden bir harekât idi. Daha 1926 yılında Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in görevli olarak hazırladığı ve hükümete sunduğu raporda, Dersim “çıbanbaşı” olarak nitelenmiş, askerî harekâtın “şart” olduğu söylenmişti. Farklı “ıslah” önlemleri öneren görüşler ortaya çıkınca, Fevzi Çakmak’ın “mütalaa”sı, “Dersimli okşanmakla kazanılmaz, silahlı müdahale şarttır,” şeklinde olmuştu. Mustafa Kemal de, 1936’da yaptığı Meclis’i açış konuşmasında, Dersim’in en önemli “dâhili mesele” olduğunu ilan etmiş ve “çıbanın kökünden kesilip atılması” için hükümete istediği yetkilerin verilmesini istemişti.

1935 yılında kanunla adı “Tunç Eli” yapılan Dersim müşkülesini “hâlletmek” göreviyle 4. Umum Müfettişlik kuruldu ve başına da Kürt celladı Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı Korgeneral Abdullah Alpdoğan getirildi. Alpdoğan “koloni valisi” yetkileriyle donatılmış olarak bölgeye geldiğinde, ilk işi aşiretlerin elindeki silahları toplamak olmuştu. Bunlar eski ve çoğu Osmanlı-Rus harbinden kalma silahlardı.

1937 yazı boyunca Dersim coğrafyası kana boyandı. Seyit Rıza ve Koçgiri katliamından sağ kurtulup Dersim’e sığınan Alişêr Efendi’nin kelleleri isteniyordu. Alişêr ve eşi Zarife Hatun’un kelleleri Temmuz ayında Alpdoğan’ın önüne konuldu. Dersim’in “tılsımı” ilk o zaman bozuldu belki. Dersim’in evliyaları belki bu yüzden sırt çevirdiler Dersimlilere...

Seyit Rıza 1937 Eylül’ünde, Erzincan’a teslim olmaya giderken yakalandı. Elazığ’a götürüldü. İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarından biliyoruz; eşi benzeri görülmemiş bir yargılama sonucunda 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan bir gece vakti asılarak öldürüldü. Asılan yedi kişiden biri, Seyit Rıza’nın 17 yaşındaki oğlu Resik Hüseyin idi.

Seyit Rıza, yürütülen katliamın kendisinden dolayı olduğunu söyleyenlere devletin bununla yetinmeyeceğini söylemişti. Haklı çıktı. Dersimliler harekât bitti diye düşünürken, asıl toplu katliam ve sürgünler 1938 yılında yaşandı ve yer yer 1940 yılına değin devam etti. Munzur, kan ağladı...

1938’de Mustafa Kemal’in geleneksel Meclis’i açış konuşmasını hasta olduğu için Başbakan Celal Bayar okudu. Bu konuşmasında Mustafa Kemal “Dersim müşkilesinin” hâlledildiğini duyuruyor, hükümeti tebrik ediyordu.

Dersim, cumhuriyet tarihinin en kanlı harekâtıdır. İnkârcı resmî ideoloji zihniyetinin giriştiği toplum mühendisliği projesinde ne denli gaddar olabileceğinin en kanlı gerçeğidir.[13]

İki yıl boyunca süren “tarama seferleri”nde sivil, savunmasız, masum on binler katledildi.

“Cenet ceneme na dinadero, urze şime mekane Duzgin, şime mekane Munzur bava/ Cennet de cehennem de bu dünyadadır. Kalkın gidelim Düzgün Baba’ya, gidelim Munzur Baba’ya” haykırışları eşliğinde insanlar mağaralara sıkıştırılıp öldürüldü, kimyasalın da kullanıldığı bombardımanlarda…

Dersim’in pek çok bölgesi insandan arındırıldı. 18 bin kişi zorunlu sürgüne gönderildi.

Türkiye’nin pek çok şehrinde 1938’de sürgüne gidip bir daha dönemeyenlerden oluşan ‘Dersimliler Mahallesi’ ortaya çıktı.

Bunlar müthiş bir devlet terörü ve yanılgılar,[14] suskunluklar ile gerçekleştirildi.

Örneğin Tanju Cılızoğlu hazırladığı ve Bilgi Yayınları’ndan çıkan ‘Çağlayangil’in Anıları: Kader Bizi Una Değil, Üne İtti’ başlıklı kitapta olanlar, o dönemde Malatya emniyet müdürü olan, sonradan Demirel hükümetlerinde İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’in kendisinden şöyle aktarıyor:

“Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden… Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti… Atatürk olayla ilgileniyor ve ilgililere kesin talimat veriyor: ‘bu meseleyi kökünden hâllediniz’…”[15] Çağlayangil’in böyle resmettiği katliam öncesinde, 1936 TBMM açılış konuşmasında Mustafa Kemal şunları da diyordu:

Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir… Dersim’de ki iskân politikası işe yaramamış ve ıslahat politikalarına geçmek icap eder.”

Mareşal Fevzi Çakmak ne mi demiş?

Dersim evvela koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır. ”

Sabiha Gökçen’in anılarında da anlattığı üzere, Mustafa Kemal, onu Dersim’i bombalaması için uğurlarken “Bu çıbanı sen yok edersin” diyor...

1937’de Dersim üzerinde uçaklarla atılan bildirilerde de şöyle haykırılıyordu:

“Cumhuriyet hükümeti sizi şefkat ve merhametle kucağına almak, sizi mesut etmek istiyor... Cumhuriyet hükümeti... Sizlere son ihtarını yapıyor. Onun size son şartları şudur, sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar... Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi cumhuriyetin adil muamelesinden başka bir şey görmeyeceklerdir. Bu suretle siz kıymetli vatandaşlarımızdan hiçbirinin burnu kanamayacaktır. Aksi taktirde yani dediklerimizi yapmazsanız her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz. Cumhuriyet hükümetinin şefkat ve merhametini bildiren bu bildirisini 24 saat çoluk çocuğunuzla beraber okuyun, düşünün ve çabuk cevap verin. Yoksa hiç istemediğimiz hâlde sizi mahvedecek olan kuvvetler harekete geçeceklerdir. Devlete itaat gerekir.”

Bunların yanında dönemin başbakanı İsmet İnönü, hârekatın bitiminden beş gün sonra yaptığı konuşmada, “Yaşananların diğer vatandaşlara ibret olması” vurgusuyla ekliyordu:

“Kanun götüren ordu, jandarma neferlerinin, ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur...

“Bilerek, bilmeyerek, muhalefet yoluna sapıp kanunun şiddetli tedibatına maruz kalmış olarak hayatlarını kaybedenler hakkında da büyük millet meclisi’nin teessürlerini ve bunun diğer vatandaşlara ibret olması temennilerini ifade ediyorum...

“Cumhuriyet idaresinin kuvvetli olduğu kadar şefkatli ve adaletli olduğunu göstermek itibarıyla Tunceli hadisesi en son ve en mukni, bir misal olmuştur.”

Çayan Demirel’in ‘Dersim 38’ belgeselinde aktardığı trajedi konusunda, Trabzon’daki İngiliz temsilciliğinin 27 Eylül 1938 tarihinde İngiltere’ye gönderdiği belgenin son bölümünde şu görüşlere yer verilmekteydi:

“Kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere binlerce Kürt katledildi. Pek çok kişi de Fırat Nehri’ne atıldı. Daha az kötü muameleye tabi tutulan bölgelerde yaşayan binlercesi ise malları, mülkleri ve hayvanları alıkonularak orta Anadolu’nun çeşitli illerine yollandı. Artık söylenen şu: Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir.”[16]

“Nasıl” mı?

İşte bunun somut verileri!

Hüseyin Aygün, ‘Dersim 1938 ve Zorunlu İskân’ başlıklı yapıtında “1938 katliamı, nitelik ve nicelik olarak modern Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük kitle kırımıdır” derken “40-70 bin kişinin öldürüldüğünü, 7-12 bin kişinin zorunlu iskâna gönderildiğini” ifade edip, ekler:

“1938 yılında Dersim’den zorunlu iskâna gönderilenlerin sayısı 7-12 bin arasındadır. 1937 ve 1938 yıllarında Dersim’de 40 ila 70 bin arasında kişinin öldürüldüğü tahmin edildiğine göre kalan ‘kılıç artıkları’nın 12 bininin sürgün edildiği ortaya çıkar…

Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kadar Dersim’e yapılan ve sonuç alınamayan ‘108 seferden sonra ‘ en büyük askeri harekâtlar 1937 ve 1938 yıllarında yapılır. 1938 Dersim katliamında kimi kaynaklara göre, 40-70 bin kişi civarında insan öldürülür. 1938 katliamı, nitelik ve nicelik olarak modern Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük kitle kırımıdır.”[17]

Geçerken bir not: TBMM Dilekçe Komisyonu’nun bünyesinde oluşturduğu Dersim Alt Komisyonu’na yapılan başvurular 1000’i geçerken, 1927 doğumlu Nadide Şirin’in ağlatan dilekçesi, yaşanılan dramları gözler önüne serdi. Nadide nine, askerlerin köy baskınında kadınların dağlara kaçtığını vurgularken, “Mağaralara saklananları bulup öldürdüler. Biz ağaçlıkların içine gizlenmiştik. Kadınlar, ağlayıp da yerimizi belli etmemeleri için küçük bebeklerini boğuyordu,” dedi![18]

Gerçek(ler) bu merkezdeyken; Devlet, Dersim katliamının yaşandığı 1938’de Tunceli’de kayıtlara geçen resmî “ölü” sayısını 6 bin 868 olarak açıkladı. Kayıtlara göre aynı kentte bir yıl önce ölenlerin sayısı ise bin 737’ydi…

1935’deki nüfus sayımına göre nüfusu 101 bin olan kentte 1937’de yaşanan ölüm vakalarının 1938’de çok ciddi bir şekilde arttığını gösteriyor. Ölüm olaylarının özellikle bebek ve çocuklarda yüksek olması dikkat çekiyor.

Verilere göre, Tunceli’de 37 ile 38 yıllarında toplam 8 bin 605 kişi kayıtlara ölü olarak geçti. 1937’de 903 erkek, 843 kadın olmak üzere toplam bin 737 ölüm yaşandı. Ciddi bir artışın gözlendiği 1938’de ise kayıtlara 3 bin 454 erkek, 3 bin 414 kadın kayıtlara ölü geçti.

Verilerin kadın ve erkek, yıllara ve yaşlara göre dağılımı ise şöyle: 1937’de ölü olarak kayda geçen erkeklerin yaşa göre dağılımı: 0-9 yaş arası 238. 10-19 yaş arası 108. 20-29 yaş arası 60. 30-39 yaş arası 95. 40-49 yaşarası 102. 50-59 yaş arası, 123. 60-69 yaş arası 88. 70 ve üzeri 89.

1937’de kadın dağılımı: 0-9 yaş arası 226, 10-19 yaş arası 137. 20-29 yaş arası 63. 30-39 yaş arası 109. 40- 49 yaşarası 92. 50-59 yaş arası, 91. 60-69 yaş arası 65. 70 ve üzeri 71.

1938 erkek ölüm dağılımı: 0-9 yaş arası 840, 10-19 yaş arası 535. 20-29 yaş arası 250. 30-39 yaş arası 332. 40-49 yaşarası 419. 50-59 yaş arası, 382. 60-69 yaş arası 284. 70 ve üzeri 393.

1938’de kadın ölüm dağılımı: 0-9 yaş arası 707, 10-19 yaş arası 729. 20-29 yaş arası 354. 30-39 yaş arası 421. 40-49 yaşarası 387. 50-59 yaşarası 329. 60-69 yaş arası 228. 70 ve üzeri 258.[19]

Bu veriler önemlidir. Çünkü Tuncelili Avukat Barış Yıldırım’ın ifadesiyle, “Bu tablo Dersim’de bir isyanın olmadığının, aksine devlet tarafından sistematik bir yok etme planının icra edildiğinin en büyük delili durumundadır.”

Ancak bu kadar da değil elbet…

Bugünden de birkaç şeyi hatırlatmadan geçmeyelim:

i) TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı Mehmet Daniş, Dersim olaylarına ilişkin bugüne kadar komisyona yapılan başvurunun 2 bin 500’e ulaştığını bildirdi. Komisyona birçok belge geldiğini bildiren Daniş, “Adalet Bakanlığı arşivini Ankara metrosunun yapım çalışması sırasında 3 kez su bastığını, binlerce dosyanın okunamayacak hâle geldiğinden imha edildiğini, bu nedenle ellerinde Dersim olaylarına ilişkin herhangi bir belge bulunmadığını bildirdi” açıklamasını yaptı…[20]

ii) Halazur Geviş, TBMM Dilekçe Komisyonu’na başvurarak, ailesinin öldürülmesinin yanında, onlara ait tüm nüfus ve tapu kayıtlarının da silindiğini belirterek, gerekli işlemlerin yapılmasını istedi. Gelen yanıt ibretlikti: Onlar hiç varolmadılar…[21]

iii) Hozat Belediye Başkanı Cevdet Konak’ın en başlarda yer aldığı fişlenenler listesinde, yasal siyasi partilerin ilçe yöneticileri ve aktif üyeleriyle, tamamen yasal etkinliklere katılan yurttaşlar bulunuyor.

Hozat Jandarma Komutanlığı ve Hozat İlçe Emniyet Amirliği tarafından yapılan fişleme, iddiaya göre Kaymakam talimatıyla gerçekleşti…[22]

Cemal Süreya’nın, kısa ve öz olarak, “şelaleye/ düşmüştür zeytinin dalı;/ celaliyim/ celalisin/ celali,” dizeleriyle ya da Seyid Rıza’nın,[23] “Ayıptır, zulümdür, cinayettir,” feryadıyla betimlenen Dersim’le yüzleşmek, resmî ideolojiyle, Kemalizm ile yüzleşmektir.

Dersim harekâtında bir Dersimli’nin kellesini kesip, onunla fotoğraf çektiren, o çok mutlu ve gururlu beş Türk zabitinin siyah beyaz karesini görmemiş olamazsınız…

Onların ortalarında tuttukları bir “düşman”nın kellesi; yani Dersimli bir Kürdün kesik başıdır.

O fotoğraftaki yüzlere iyice, bir kez daha bakın; o ışıl ışıl gözlere; gülen yüzlere!

Aynı şeyi yıllarca sonra Kürdistan’da öldürdüğü gerillanın kafasına basarak poz veren gülen çehrelerde de görmeniz mümkündür.

Tıpkı, Hrant’ın katiliyle gurur pozu veren polisleri mutlu yüzlerinde de görebileceğiniz üzere…

Bu kadar benzerlik, elbette “tesadüf” değildir!

Çünkü 1876’dan 1935’e kadar 11 askeri harekâtın düzenlendiği Dersim’in yaşadıkları unutulmaması gereken bu tarihin bir ortak tarih olduğudur. Yani yalnızca bir gruba, partiye yüklenerek geri kalanların kendilerini sıyırabilecekleri bir durum yoktur ortada. Ermeni meselesi gibi, Maraş/Çorum katliamları, 6-7 Eylül felaketi, Varlık Vergisi faciası, 1990’ların faili meçhulleri, Sivas utancındaki üzere…

Buradan öteki Alevî katliamlarına geçecek olursak…



MADIMAK’IN ÖNCÜLÜ KIRIKHAN



5 Mart 1971 tarihli Kırıkhan Katliamı, yıllar sonra yaşanacak Madımak katliamı’na benzerliğiyle dikkat çeken Alevî katliamından biridir. 2 kişi ölmüş, 17 kişi yaralanmış, Kırıkhan’da Alevîler’e ait onlarca ev ve iş yeri yıkılıp yağmalanmıştır. Daha da önemlisi Kırıkhan, 70’li yılların sonlarına kadar devam eden öteki Alevî katliamlarının da öncülüdür.



KATLİAM TANIKLARININ AĞZINDAN KIRIKHAN[24]

1. TANIK ŞABAN BAKIR

“Kırıkhan, farklı etnik köken ve mezheplerde insanların birbirine kırdırılma politikasının ilk denendiği yerlerden birisidir. 70’li yıllarda sivil faşistler eğitim kampları açarak buralarda silahlı eğitim görüyorlardı. Bu komando kamplarında eğitilenler, insanlar arasında ikicilik yaratarak yapmayı düşündükleri katliamın zeminini hazırlıyorlardı.

1 Mart 1971’te Alevîler’in çoğunlukta olduğu bir mahalledeki Hamidiye Camisine ses bombası atıldı. Bu saldırıyı başlatmak için hazırlanmış bir provokasyondu. Olayın ertesi günü faşistler çevre il ve ilçelerin sağ partilerinin il başkanlarına çağrı telgrafları çektiler. Belediye hoparlörlerinden saldırıyı teşvik eden “cuma günü miting yapılacağını, bugünün cihad günü olduğunu” belirten propaganda ve anonslar yaptılar. Bu anonsları emniyet ve jandarma yetkilileri de duyuyordu ama önlem alan yoktu. Saldırı hazırlıklarını Ali Göçmen öncülüğünde valiye ve emniyet müdürlüğüne iletmek üzere partili arkadaşlarımızla Antakya’ya gittik.

Ayrıca durum Kırıkhan Kaymakamlığı’na ve garnizon komutanlığına da iletildi. Bize “devlet güçlüdür, her türlü önlem alınmıştır,” diyorlardı. 5 Mart günü çevre il ve ilçelerden gelen 20-30 bine yakın saldırgan Kırıkhan’a yığıldı. Aynı gün sabahın ilk ışıklarıyla Ali Göçmen’in yanında olmak için matbaasına gittik. İlk ve kesin hedef burasıydı zira. Ali Göçmen, akrabalarından Hüseyin Tepe, Hasan Atalan, Hüseyin Tayyar, ben ve 5 arkadaşımız daha matbaadaydık. Biraz sonra Arap Alevîleri’nden de 40 kişi oraya geldi. Az sonra da Sünnîlerden TİP üyesi birkaç arkadaşımız daha yanımıza geldi.

Kırıkhan çarşısı kaynıyor, cihad çağrıları ve faşist sloganlar yankılanıyordu. Cuma namazından çıkanlar ve dışarıdan gelenlerle 30 bin kişiyi aşkın bir topluluk oluştu. Önlerinde rehberleri olmak üzere üç koldan saldırıya geçtiler. Liseye giden öğretmenlere saldırıyorlar, dövüyorlardı. Küfür ve hakaretler ederek bayan öğretmenlerin etek ve saçlarını, erkek öğretmenlerin de bıyıklarını kesiyorlardı.

Saldırganlardan bir grup Alevî mahallelerine yöneldi. Evleri, iş yerlerini yakıp yıkıyor; tekbir çekiyor; “bunları öldürüp cennete gideceğiz,” diye çığlık atıyorlardı. Bir başka grup ise bulunduğumuz matbaaya ve Dağyeli gazetesine saldırdı. Diğer bir grupta yörede yardımseverliğiyle, hastalarına yakınlığıyla ünlenmiş Sünnî kökenli ve TİP ilçe üyesi İzzettin İyiel’in muayenehanesine ve eşine ait eczaneye saldırıyorlardı. Her taraf yakıldı, yıkıldı. Saldırıdan korunmak için Türk bayrağına sarılan İzzettin İyiel buna rağmen yaralanmaktan kurtulamadı.

Öte yandan biz matbaaya saldıran grubu püskürtmeye çalışıyorduk. O sırada bir bomba atıldı ve matbaa yanmaya başladı. Dışarı çıksak saldırganlar öldürecekti hepimizi; içerde kalırsak da cayır cayır yanacaktık. O sırada yanımızdaki arkadaşlardan Kasım İnal arka taraftan dolanıp kamyona yetişirse eğer kamyonu kalabalığa sürebileceğini ve saldırganlar etrafa kaçıştığı sırada bizim kendimizi dışarı atabileceğimizi söyledi. Kasım dışarı fırladı ve kamyona yetiştiği anda gözümüzün önünde taş ve sopalarla kafası parçalanarak öldürüldü. Kanlar sağa, sola sıçrıyordu. Ve matbaa göz gözü görmez hâldeydi. Çareyi çatıya çıkmakta bulduk. Askeri birlik geldi ve çatıda bulunan Ali Göçmen’i ve beni alıp iskan taburuna götürdüler. Ertesi gün savcılığa çıkardılar ve bizim adımıza hazırlanmış ifadeleri imzalamamızı istediler. Biz bu ifadeleri reddettik. Savcı “Komünistler, dinsizler! Her şekilde sizi içeri atacağım, imzalayın ifadeleri!” dedi. Ben savcının odasındaki daktiloyu savcının hakaretlerine ve düşmanca tavrına dayanamayıp fırlattım. Bizi Antakya savcılığı’na gönderdiler. Aynı oyun orda da dönüyordu. “Bu komünist ve dinsizleri içeri atmak için ne yapılması gerekiyorsa yapın!” diye bağırıyorlardı. Hasan Atalan, Ali Göçmen ve ben orada da direndik ve bizim için hazırlanan ifadeleri reddettik. Savcı, “Bu komünistleri neden halkın eline vermediniz de getirdiniz, kurtulmuş olurduk bu dinsizlerden,” diyordu. Bir gün sonra Adana’ya götürüldük. Ali Göçmen’i Adana’da; beni ve Hasan Atalay’ı Bursa cezaevi’ne gönderdiler. Tam 11 ay bizi içerde tuttular.”

2. TANIK ALİ HAS

“Kırıkhan’da olaylar esnasında henüz çocuk denecek yaştaydım ancak olayları anlayacak durumdaydım. O tarihte Aktil’li Hamza ve İlyas Çiftçi’nin iş yerleri yağmalandı. Ekonomik olarak gelişme potansiyeli taşıdıkları için bu aileler ve iş yerleri hedef alınmıştı. Bunlara benzer başka Alevî ailelere de zararlar verildi. Ama asıl hedef Göçmen ailesi ve Bektaş Göçmen’di. Saldırganlar amaçlarına o tarihlerde yeterince ulaşamamış olsalar da bu katliamlara devam ederek 77-78’e kadar sürdürerek Alevîler’in Kırıkhan’dan ayrılmalarını sağladılar. 1978’de bir cenazeyi bahane eden MHP ve ülkü ocakları yine saldırdılar, yağmaladılar ve dağıttılar. Bu saldırılarda benim de iş yerimi de yağmaladılar. Saldırılar üzerine can güvenliği nedeniyle iş yerimi bırakıp gitmek zorunda kaldım. Sabah geldiğimde iş yerimin yağmalandığını gördüm. Bu saldırıdan iki gün sonra gecekondu mahallesinde tüp patlaması sonucu yedi kişinin can vermesi o dönemde akıllarda soru işaretleri oluşmasına sebep oldu çünkü bu aile saldırganların hedefi olan Alevîler’dendi. Keşanlı olan bu ailede anne, dede ve dört çocuk yanarak can verdiler. Bu ailenin ölümü görgü tanıklarının anlattıkları dikkate alındığında şaibeli bir olay olarak tarihe geçti. Bizim oralı çok sayıda arkadaş mağdur oldu Kırıkhan saldırılarında.”

3. TANIK ALİ YUMUŞAK

“Büyük olayların patlamasından bir hafta önce 28 Şubat’ta camiye pislik atıldığı haberi yayıldı. Bu propagandayı bütün çevre il ve ilçelere yayarak güç toplamaya, ortam hazırlamaya çalıştılar. Gerekli hazırlıklardan sonra camiye bomba attılar. Arkasından 5 Mart cuma günkü saldırılar yaşandı. Tahminen 250-300 kişilik kamyonlardan oluşturulmuş bir konvoyla ellerinde saldırı araçlarıyla Alevî mahallelerine saldırdılar. Çarşıda bulunan Ali Göçmen’e ait matbaanın önünde toplandılar. Matbaanın arkasındaki boş arazide otlayan Ali Göçmen’e ait 200 koyunu kurşunlayarak ve keserek telef ettiler. Matbaa içerdekilerle birlikte yansın diye üstüne benzin döktüler. İçerde bulunanlar saldırılara karşılık vererek çatıştıkları için kurtuldular.”



MALATYA’DAN MARAŞ’A

18 Nisan 1978’de, dönemin Adalet Partisi’nden belediye başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle öldürülmesi sonucu, “Hamido” provokasyonuyla Alevî mahalleleri ateşe verilip, bin kadar işyeri ve evin kundaklanarak, üç liseli Alevî gencin katledildiği, 30 kişinin de yaralandığı Malatya Katliamı’nda, saldırı başladığı saatlerde belediye hoparlöründen Kur’an okumaya başlanır.

Kur’an’ın okunmasından sonra bir grup hoparlörden “Din elden gidiyor. Camilere de bomba konuluyor” anonsları yapar. Böylece halkın dini duyguları kışkırtılarak katılımın çoğaltılması, saldırıların yaygınlaştırılması sağlanır.

Malatya, 1978 Aralık’ındaki Maraş güzergâhında ileri bir adımdı…

Siyasal nedenlerle körüklenen Alevî-Sünnî ayrılığı Maraş’ta gerginliği tırmandırmak üzere iyice kışkırtılmıştı. Sonuçta silahlı ve sopalı kalabalık gruplar Alevî mahallelerine saldırdı. Saldırılar sonucunda resmi verilere göre 105 (111) kişi öldü, 176 kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi olmayan beyanlara göre ise ölü sayısı 500’e yakındır.

19 Aralık 1978’de başlayan olaylar 26 Aralık 1978 günü katliama dönüştü. Bir hafta süren ve Alevî mahallelerinde sürdürülen katliamda 111 kişi katledildi, binin üzerinde kişi yaralandı. Alevîlere ait 200’ün üzerinde ev, 100’ün üzerinde işyeri tahrip edildi. CHP’nin iktidarda bulunduğu bu dönemde MHP ısrarla ülke çapında sıkıyönetim ilan edilmesi için bastırıyordu. Hükümet ise sıkıyönetime karşı direniyordu. Nisan ayından itibaren MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, “Maraş’a dikkat, bu ilde her an bir şeyler olabilir” açıklamaları yaptı. Başbakan Ecevit ise kentte gereken önlemlerin alındığını açıklıyordu.

Maraş’ta 19 Aralık’ta Çiçek Sineması’nda ülkücülerin izlediği ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ başlıklı filmin gösterimi sırasında salona atılan tahrip gücü düşük patlayıcı olayların fitilini ateşlemiştir. Ökkeş Kenger tarafından atıldığı söylenen patlayıcı bahane edilerek CHP il merkezi, TÖB-DER binası ve PTT binası ülkücülerin saldırısına uğradı. Ertesi gün Alevîlerin yaşadığı Yörük Selim Mahallesi’nde bir kahvehaneye bomba atıldı. Bomba şans eseri kahvehane penceresinin altındaki betona isabet etti ve kahvehanenin içine düşmedi. Patlama sonucu Alevî dedesi Gıjgın Dede yaşamını yitirdi. Bir gün sonra da Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adında iki sol görüşlü öğretmen silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi.

22 Aralık’ta öğretmenlerin cenazeleri kaldırılacaktı. Katledilen öğretmenlerin otopsisi kasıtlı olarak uzatıldı ve cenazeler namaz saatinde teslim edildi. Cenazelerin getirildiği camiye ülkücüler önceden gelip yerleşmişti. Cenaze törenini engelleyen ülkücüler, törene katılan solculara saldırdı. Kalabalığın dağılması sonucu cenazeler ortada kaldı. 24 Aralık’ta ülkücülerin yaptığı çağrı üzerine Maraş’ın ilçe ve köylerinden kamyonetler ve traktörlerle kent merkezine taşınan sağ gruplar Alevî mahallelerine karşı saldırıya geçti. 26 Aralık gününe kadar süren olaylarda 111 kişi katledildi.

Ecevit hükümeti uzun süreden beri direndiği sıkıyönetimi ilan etmek zorunda kaldı. Toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi.

Maraş davası 1991 yılına kadar sürdü. Çoğunluğu sağ görüşlüler olmak üzere 804 kişi hakkında dava açıldı. Sanıklardan 29 kişi idam, 7 kişi müebbet, 321 kişi de 1-24 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı.

Sıkıyönetim Mahkemesi’nin bu kararı Yargıtay tarafından bozuldu ve yeniden yapılan yargılama sonucu ölüm cezaları uygulanmadı. Hapis cezası alanların cezaları da 1991 yılında çıkan Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ertelendi ve sanıklar serbest bırakıldı. Katliamın 1 numaralı sanığı Ökkeş Kenger, yargılanıp beraat ettikten sonra soyadını Şendiller olarak değiştirdi ve daha sonra BBP’den seçilerek XIX. Dönem TBMM’de milletvekili olarak görev yaptı.

Özgür Mumcu’nun, “Katliam, Ecevit iktidarı zamanında oldu. Katliamı engelleyememekten onlar sorumludur,” saptamasını yaptığı olaylar için Süleyman Demirel, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz,” diyor ve Alpaslan Türkeş de ekliyordu: “İktidar yarından da yakın”![25]

Maraş Katliamı’nı anlamak için öncelikle Maraş’ı doğru tanımak gerekiyor. Maraş doğru tanınmadan Maraş Katliamı yeterince anlaşılamaz. Bu amaçla Maraş’ın tarihsel ve toplumsal yapısına kısaca da olsa yakından bakmak gerekiyor. Maraş 1920’lere kadar çok dilli ve çok dinli sosyal bir yapıya sahiptir. Dahası Maraş yine aynı tarihe kadar toplumsal direnişlerin yoğun olarak yaşandığı bir yerdir. Ortaçağ’da bu coğrafyada otoriteye ve iktidarlara karşı yaşanmış en büyük ve etkili birleşik halklar isyanı olan Babaîler İsyanı, Maraş ve çevresinde yaşanmıştır. Daha sonra özellikle 1520’li yıllar ve devamında yine otoriteye karşı yaşanan Kalender Çelebi İsyanı, Zennun Baba İsyanı, düzmece Şah İsmail İsyanı ve Celali İsyanları gibi başkaldırılar ya Maraş’ta ya da yakın çevresinde yaşanmıştı.

1800’lere kadar bölgenin etnik ve dinsel yapısının bu çeşitliliği devam etmiş, bunun sonucu olan direnişçi özellikler varlığını korumuş ve sürdürmüştür. 1800’lerin ikinci yarısında Maraş’a Rusya’dan sürgün edilen Çerkesler yerleştirilmişlerdir. Çerkesler, Osmanlı’nın, daha sonra İttihat ve Terakki’nin ve devamında cumhuriyetin askeri kadroları olarak değerlendirilmişlerdir. O tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu dönemin özel ordusu olan Fırkai İslahiye bölge halklarına yönelik sistemli ve kapsamlı saldırılarda bulunmuştu. Bunun sonucunda bölgenin devlete tabii olmadan yaşayan halkları zorla yerleşik hâle getirilmişler, bugün bildiğimiz Osmaniye gibi şehirler bu şekilde kurulmuştur. Bu şekilde devlete tabii hâle getirilen bu toplumsal kesimler, daha sonra İttihat ve Terakki tarafından geliştirilen asimilasyon politikalarına tâbi tutulmuş, ilk olarak İslâmî olmayan topluluklar hedef alınmıştır.

Maraş’ta yaşayan Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar sistemli olarak asimilasyon amaçlı saldırılara maruz kalmışlardır. Bu saldırılara karşı özellikle Ermenilerin 1870’lerde geliştirdiği direnişler, 1915’lere kadar devam etmiştir. 1915’te başlayan tehcir ve daha sonra geliştirilen katliamlarla o güne kadar varlıklarını korumuş olan Ermeniler topyekûn olarak ve bir daha adı anılmamacasına Maraş’ta yok edilmişlerdir. Böylece gayri müslim topluluklar olarak Süryaniler, Rumlar ve Yahudilerle birlikte Ermeniler de Maraş’tan yok edilerek, asimisyon politikası bir adım daha ileri götürülmüştür. Adı geçen toplulukların yerine onların topraklarına ve evlerine, yaşadıkları travmalar sonucu toplumsal kimliklerini yitirerek, Türkleştirilen ve Sünnileştirilen göçmenler yerleştirilmiştir. Böylece 1870’lerde Fırkai İlahiye adlı özel ordunun faaliyetleri ile başlatılan ve Maraş’ın sosyal dokusunun tahrip edilmesini amaçlayan süreç yeni bir aşamaya geçmiştir.

Ermenilerin ve diğer toplumsal kesimlerin tasfiyesinden sonra, Maraş ve çevresinde, Kürtlerin ve Alevîlerin tasfiye edilmesi stratejik bir ihtiyaç olarak egemenlerin gündemine girdi. Egemen siyasal güçlerin Maraş’taki Kürtlere ve Alevîlere yönelik tasfiye amaçlı stratejik planları 1960’larda başlayıp 1978’e kadar yükselerek devam etmiştir. 1960’lardan itibaren kentte ve çevresinde gelişin devrimci toplumsal mücadelenin bastırılması egemenler için stratejik bir zorunluluk olmuştur. Bu zorunluluk egemen güçleri Maraş Katliamı’nı planlamaya itmiştir. Yani Maraş Katliamı, dönemin toplumsal mücadelesini bastırmanın ve aynı zamanda asimilasyonun bir sonucu olarak gerçekleştirilmiştir. Maraş Katliamı politik bir harekâttır.[26]

Bu çerçevede 1978 yılının aralık ayında Maraş’ta katledilen iki kişinin yakınları belediyeye başvurup mezarların yerini öğrenmek istemesi üzerine Belediye’nin “Biz de bilmiyoruz” yanıtını verdiği ve olaylarda katledilen birçok Alevî yurttaşın mezarlarının da kayıp olduğu[27] tabloda kimi tanıklıkları da aktarmadan geçmeyelim:

i) Maraş’ta 19-26 Aralık 1978’de yaşanan katliamda resmi rakamlara göre, 111 Alevî öldürüldü…

Resmi olmayan kayıtlara göre ise 150’ye yakın Alevî yurttaş katledilmişti. Katliam sırasında kentte sıkıyönetim uygulanmasına karşın Alevî yurttaşlara ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın işyeri tahrip edildi. Katliam nedeniyle açılan ve yirmi üç yıl yıl süren davalar sonunda 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında ceza aldı ancak cezaların hiçbiri uygulanmadı. Katliamda önemli rol oynayan 68 kişiye ise ulaşılamadı. Katliamın en önemli sanıklarından Ökkeş (Kenger) Şendiller daha sonra milletvekili olarak TBMM’ye girdi…[28]

ii) Dr. Alaittin Gültekin Yazıcıoğlu, katliamın bir hastane ortamında nasıl yaşandığını bir cerrahın gözünden çarpıcı bir şekilde şöyle anlattı:

“Tam üç gün üç gece ameliyathanede bütün gücümle çalıştım. Hastanenin bodrum katı ölüm tarlasına dönmüştü. Kurtarabildiğim yaralılar da oldu, kurtaramadıklarım da. Bir hastamı kanımı vererek kurtardım. Bu olayların acısı yıllarca bir zift gibi beynimden çıkmadı, çıkmıyor. Bazıları kurşun yarasıyla gelmişti, bazıları ise keserle, baltayla yaralanmış hâlde. Gördüğüm vahşet bugün de içimi acıtıyor”…[29]

iii) Maraş Katliamı hâkimi Kerim Günay’ın anlattığına göre, oğlu ve gelininin evden kaçarak yalnız bıraktığı 90 yaşındaki kadın büyük bir saldırıya uğradı. Acılar içinde kıvranan kadının hâlâ yaşadığını fark eden saldırganlar ise, kadını başaşağı çevirerek bahçede bulunan hela çukuruna kafasını soktular…[30]

iv) Belediye hoparlörü, “Üç din kardeşimizi komünistler öldürdü”; Askeri telsiz de, “Alevîler askeri kışlayı bastı” diye haykırıyordu…

Maraş’taki vahim tabloyu en çarpıcı biçimde gösteren fotoğraflar Suna ailesine aitti. Esma Suna, karnında bebeğiyle beraber kurşunlanarak öldürüldü. Esma Suna’nın karnındaki 8 aylık bebeğini doktorlar ameliyatla çıkararak göstermişti. Katliamdan sonra gazetelere yansıyan haberlerde, Musa Suna’nın sözleri yaşanan trajediyi gözler önüne seriyordu: “Kapıyı kırarak eve girdiler. ‘Size bu dünyada yer yok’ diye bağırıp üzerimize saldırdılar. Evimizi ateşe verdiler. Sonra silahlarını ateşlediler. Gözümü hastanede açtım.”

Suna ailesine yönelen saldırganların işlediği cinayetler, daha sonra Maraş Davası gerekçeli kararında şöyle anlatılacaktı: “Esma Suna’nın ‘Kardeşler yapmayın bu vicdansızlığı, biz de Müslümanız, yarın pişman olursunuz, bizim ölümümüzde ne var, biz ölürüz, geri kalanlar yine beraber yaşayacak, yapmayın bunu’ dedikçe saldırganların ‘Neren Müslüman senin, besmele çek bakalım’ dediklerini; besmele çekmesine rağmen inanmadıkları; bu şekilde saat 16.30’a kadar eve saldırdıklarını; saldırganların ‘Size bir şey yapmayacağız, dışarı çıkın, teslim olun’ diye bağırmaları üzerine kızı Fidan Suna ve yeğeni Aziz Tüzün’ün balkona çıktıkları sırada vuruldukları...”[31]

v) Olayları bire bir yaşayan Hatun Köse, “Hem aşağıdan hem yukarıdan yağmur gibi kurşun yağdığını, çok sayıda kişiyi yaraladıklarını, “vurun komünistlere” diye bağırdıklarını, kendilerinin Magaralı deresini geçerek Molla Tabak’ın evine sığındıklarını, daha sonra da bu evi de yaylım ateşine tuttuklarını evin önünde Hüseyin Baz ve Zeynep Aydoğan’ın öldürüldüğünü anlattı…

Kamil Berk de, tabancalar, otomatik tüfekler, benzin şişeleri ile evlerine saldırdıklarını; ellerindeki benzin şişelerini pencereden içeri atarak evlerini yaktıklarını, bu grubun elinde üç hilalli bayraklar olduğunu ve “Maraş Komünist Alevîlere mezar olacak,” “yaşasın Türkeş yaşasın MHP” diye bağırdıklarını, yoldan geçenlere uzun menzilli tüfeklerle ateş ettiklerini, Cemal Bayır ve Ali Ün’ü öldürdüklerini..

Ayşe İşbilir ise, 50-60 yaşlarında sakallı bir saldırganın durmadan küfür ederek, et keseri ile başına vurduğunu, yere düşerek bayıldığını; sol elini bileğine kadar kestikten sonra öldü diye bırakmış olduklarını; kızı Sabahat İşbilir’i öldürerek kendi üzerine attıklarını, oğlu Mehmet İşbilir’i de aşağıda caminin orda öldürmüş olduklarını, kaynı polis memuru Hacı Veli İşbilir’i de saldırganların öldürmüş olduğunu…

Nursel Metin de, 300-400 kişilik büyük bir topluluğun “Müslüman Türkiye, Kahrolsun Komünistler, Komünistler Moskovaya, Alevîlere ölüm” diye bağırarak saldırdıklarını, babaları kanlar içinde yerde yatarken küçük kardeşi Hürriyet’in babasına sarılmasına saldırganların gülüştüğünü, ve saldırganların evin her tarafına gaz dökerek yaktıklarını…

İsmail Yılmaz, pazar günü hastaneden çıkıp eve geldiğinde, annesinin babasının ve ağabeyinin cesetlerini evin kapısı önünde gördüğünü, saldırganların babasının parmaklarını keserek, kanını bir kazana attıklarını, annesinin kafasını briketle parçaladıklarını ve yüzünün tanınmaz hâlde olduğunu…

Nihayet Ali Korkulu da, burada üzerinde yazı bulunan evleri yakın diğer evlere dokunmayın diye bir ses geldiğini, bunu söyleyeni göremediğini, olay öncesinde evlerin duvarlarında böyle yazılar gördüğünü…[32]



ÇORUM KATLİAMI



Çorum Katliamı’nda 1980 yılının Mayıs ve Temmuz aylarında, kentte Alevîlerin yaşadığı Milönü Mahallesi’ne yapılan faşist saldırılar sonucu 57 Alevî öldürüldü. Katliam, devletin televizyonu TRT’den, Alaaddin Camii’ne bomba atıldığı şeklinde yayımlanan yalan haber sonucu başladı. Kentteki devlet destekli faşist gruplar harekete geçirildi.

Yaşanan saldırılardan dolayı mahallelerinin girişine barikat kuran Alevîler ve devrimciler, daha sonra 12 Eylül darbesini yapan generallerden biri olan Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun tarafından tanklarla taranmakla tehdit edildi.

57 Alevî ve sol görüşlü yurttaşın öldürüldüğü katliam sonrasında açıklama yapan dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Gürcügil, “Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır,” dedi…

Ayhan Bozkurt’un, ‘Barikattaki Çocuk’[33] başlıklı romanında 12 Eylül öncesinde, Alevîlerin yoğun olarak yaşadığı Çorum’daki Milönü Mahallesi’nde 1980 Mayıs-Temmuz aylarında yaşanan kanlı olayları, 10 yaşındaki bir çocuğun gözlerinden, otobiyografik olarak okurken; dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Gürcügil’in nasıl yalan söylediğini de olanca açıklığıyla görürüz…

Gerçekten de “Polis korumam ayrıldıktan hemen sonra bir kişiyi öldürmüştü,” diyen dönemin Çorum Başsavcısı Ertem Türker, katliamda devletin aymazlık içerisinde olduğunu, polislerin sağcılarla birlikte Alevîlere ve solculara karşı silahla çatıştığını ve katliamın etnik/ mezhepsel amaçlı olduğunu belirtti.[34]

Dehşet verici özellikleriyle Çorum Katliamı yıllar boyunca kasıtlı olarak unutturulmak istendi. Katliamdan bahsedilince de sanki orada yaşananlar birkaç basit taşkınlıkmış gibi “Çorum Olayları” denilerek geçiştirildi…

Oysa yaşananlar düpedüz katliamdır. 1980’in Mayıs’ında başlayıp Temmuz’una kadar devam eden sağ-sol ayrımı temelinde gelişip mezhep kavgasına dönüşen bir katliam. Onlarca Alevî vatandaş öldürülmüş, yüzlerce ev ve işyeri zarara uğratılmıştır.

4 Temmuz 1980 ise bu acı katliamın doruğa ulaştığı gündür. 4 Temmuz günü Çorum’da Alaaddin Camii’nin Alevîler tarafından bombalandığı söylentisi -ki gerçek dışıdır - bir anda tüm şehri sarmış, halk galeyana getirilmiş ve kentte bir kaos ortamı yaratılmıştır. Öyle ki “Camiyi Alevîler yaktı. Biz de onları keseceğiz” bağırışlarının duyulduğu belirtilmiştir. Birçok Alevî dövülmüş, onlarcası rehin alınmıştı. Alevîlere ait evler ve işyerleri yağmalanmıştı. Çorum merkeze getirilen bazı Sünni köylüler de ülkücü bir grup tarafından olaylara karıştırılmış.

Aynı gün biri kadın sekiz Alevînin bir grup ülkücü “maskeli” tarafından bir tarlada vahşice öldürülmesiyle doruğa ulaşan Çorum katliamı nedense bir türlü engellenememiştir. Üstüne üstlük devletin sesi TRT’nin radyo haber bülteninde caminin bombalandığı konusundaki yalan haberin verilmesi olayların körüklenmesinde önemli bir etken olmuştur. Çorum’da yaşananlar sırasında Vali ve Emniyet Müdürünün sesinin çıkmaması bir yana, birtakım polislerin saldırganlara yardımcı olduğu da biliniyor. Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Gülcigil ise, “İdare olaylarda kusursuzdur…” diyordu…

Olaylar Alaaddin Camii’ne yoldan geçen bir arabadan patlayıcı madde atılması, bunun sonucunda da halkın tahrik edilmesi ile çıkmıştır” diyerek asılsız bir olayı kullanarak bizzat kendisi kışkırtıcılık yapmıştır.

Vatandaşlardan “devletlerine güvenmelerini ve tahriklere kapılmamalarını” isteyen içişleri bakanı kendisinin tahrik dolu söylemlerde bulunduğundan bihaber midir acaba? O dönemde yaşanan olaylardan dolayı Sünni çoğunluğun yaşadığı mahallelerden Alevî vatandaşların göç etmeleri sonucu hangi mahallelerde Alevî nüfusunun toplandığına dair gazetelerde haritalar bile yayınlanmıştı.

Bu haritalar sayesinde Çorum’da yaşayan ve Çorum dışından gelen faşistlerin belirli mahallelere saldırması ve onları ateşe vermesi oldukça kolaylaşmıştır. Bu tür durumlar yapılan katliamların önceden planlanmış olduğunu bize göstermektedir. Fakat bunlara karşı yeterli önlemler hiçbir şekilde alınmamıştır.

Çorum’da yaşanan trajedinin insanların kolektif hafızalarından silinmemesi gerekiyorken hızla aktaralım:

i) Milönü semtine uzanan olaylarla ilgili dönemin tanığı Muharrem Özünel, “Beni 30 Mart günü gözaltına alan polisler, “Çorum’u Maraş’a çevireceğiz” dediler ki, bu da devletin bilgisi ve kontrolünde olduğunu gösteriyor,”[35] dedi…

ii) ‘Anadolu’da Alevî Katliamı’nın yazarı Sadık Eral etnik bir temizliğe dönüşen Çorum katliamını tanıklarından hareketle aktarır:

“Kızılkaya Köyü Alevîdir. Çorum katliamının acılı haberini radyoda duyarlar. Çorum’dan gelen komşularından öğrenirler. Çorum’da yakınları bulunmaktadır. Yakınlarının durumunu öğrenmek için Çorum’a gidenlerin yolu kesilir, rehin alınırlar. Bir daha da haber alınamaz. Köyün her evinde ağıt ve gözyaşları dinmiyor. Ama kayıplarını arayamıyorlardı. Çünkü yollar işgal altında. Jandarmaya başvururlar. Köylülerin yanına 10 kadar jandarma verilir, tarlalarda ölülerini aramaya çıkarlar.”

Karşılaştıkları durum şöyle:

“Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacı’lara (Ali Paçacı) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktörün tekerleklerinden bir kısmı yanmış, yakıt deposu patlamış, arka göbek toprağa oturmuştur. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış durumda baba Ali Paçacı’nın cesediyle karşılaşırlar. Cesedin birçok yerinde kesici aletlerle meydana gelmiş yaralar mevcuttur. Özellikle boyun arka kısmında bulunan, boyuna yarı yarıya indirilmiş bir darbe kafayı öne düşürmüştür. Oğlu Veysel’in de işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur. Arpa tarlası içinde başka bir ceset daha bulunur. Çorum’un birinci olayından beri kayıp olan Yoğunpelit Köyü’nden Musa Kireçli’nin her tarafına kurt düşmüş ve kokuşmuş cesedi bulunur. Yaydığı Köprüsü civarında şoför Ali Gündoğdu ile tarla sahibi Rıza Ayvaz’ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Ali Tekel’in bacanağı Selman Eser’in kafası kesilmiş, ayaklarından asılmış cesedini bulurlar...”

Bir başka tanık Hatice Kaltakçı da anlatır:

“Kalabalık bir grup evimin önüne geldi. Kocamı alıp götürdüler, önce bir bakkala, sonra bir kahveye soktular. Başına bir torba geçirip önlerine kattılar. Sopalarla vurdukça düşüyordu. Ben korktum, bayıldım. Böyle devam edip şehir dışına kadar gitmişler, hapishanenin arkasına çıkınca orada ölmüş, otların içine atmışlar. Kocamı beş gün aradım. Hastane morguna getirmişler, tanıyamadım. Tanınacak hâl koymamışlardı ki. Ama katilleri iyi tanıyorum...”[36]

iii) Ve nihayet Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Çorum katliamında yaşamını yitiren Ali Paçacı ve oğlu Cihan Paçacı’nın ailesinin yaptığı başvuruyu karara bağladı. Katliamın ayrıntısına girmeyen mahkeme, yetkili ulusal mercilerin katilleri bulmak için gerekli ilgiyi göstermemeleri nedeniyle soruşturmanın sonuçsuz kaldığına kanaat getirerek bu durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) yaşam hakkıyla ilgili maddesine aykırı olduğuna hükmetti…[37]



3-4 EYLÜL 1978’DEN 2 TEMMUZ 2013’ÜNE (MADIMAK’IN) SİVAS(’I)



3 Eylül 1978 sabahı semt pazarı kurulan Sivas’ın Alibaba Mahallesi’nde, ertesi gün ramazan bayramıydı.

Sabah saatlerinde, biri Alevî ve öteki Sünni iki çocuk kavgaya başlamış, yaşlı bir Alevî, çocukları ayırmak istemiş, ama çevresini bir anda 18-20 kadar ülkücü sarmıştı. Kadınlar da karışmıştı olaya. Çocuklarını Ülkücüler’den korumaya çalışırken, silahlar patlamış, Gülsüm Keklik ve Müslime Gülmez adlı kadınlar öldürülmüştü.

Bu olaydan sonra pazar dağılmış, Alevîlerin yoğun olarak yaşadığı Alibaba Mahallesi kuşatılmış, ellerinde benzin bidonlarıyla mahalleye dalan komandolar evleri ateşe vermişti.

“Kanımız aksa da zafer İslâm’ın!” diye bağıran ve yüzlerine mendil bağlayan ülkücüler, bir yandan demir çubuk ve sopalarla çarşı içindeki ve caddelerdeki bazı dükkânları ve işyerlerini tahrip ederken, kent merkezinde, çarşı içinde ve çeşitli mahallelerde, “Alibaba Camisi bombalandı!”, “Ölenler var!” diyerek çarşı esnafını ve kahvelerde bulunanları harekete geçirmişlerdi. Saldırganlar, belediye binasını taşlamışlar, Alevîlere ait işyerlerini yakıp yıkmışlardı. Silah sesleri kesildiği zaman, 5 ölü ve 50 kadar da yaralı vardı. Ölüler arasında saldırıyı örgütleyen ve başlatan Ülkücüler de bulunuyordu.

Camilerde, “Komünistler, solcular ve Alevîler bize Ramazan Bayramı’nı kutlatmadılar!” türünden anonslar, Alevîlerin önemli bir kısmının Sivas’tan ayrılmasına neden oldu.

Daha sonra soruşturmayı yürüten Sivas Cumhuriyet Savcısı Tümer Ünver, raporunda, “Kanımız aksa da zafer İslâmın! Milliyetçi Türkiye! Müslüman Türkiye! Komünistlere ölüm! Sivas kâfirlere mezar olacak!” gibi sloganların kullanıldığı olay günü, Sivas’a, çevre illerin plakasını taşıyan çok sayıda aracın geldiği, “Sünni-sağcı topluluk içinde yüzleri maskeli kişilerin de bulunduğu”, “Olayların genel karakterinin mezhep ve siyasal görüş ayrılığı nedeniyle hasım tarafın can ve malını hedef alan Sünni-sağcıların daha baskın oldukları bir imha hareketi” olduğu görüşüne yer vermişti…

Bundan 15 yıl sonra, 2 Temmuz 1993 Sivas’ındaki ‘Pir Sultan Abdal Anması’ esnasında Madımak Oteli’nin kuşatılıp, oradaki 33 yazar, ozan, aydının yakılarak katledildi.

O gün anma etkinlikleri çerçevesinde kente birçok yerden insanlar gelmişti. Sivas’a gelenler arasında Aziz Nesin de vardı.

Hintli yazar Salman Rüşdi’nin ‘Şeytan Ayetleri’ başlıklı yapıtını, gazetesinde yazı dizisi olarak basan Aziz Nesin, bir süredir radikal İslâmcı kesimden tehditler alıyordu. Kitap tüm dünyadaki Müslüman camia tarafından yasaklanmış, yazarı hakkında ise ölüm fetvası çıkarılmıştı.

O lanetli gün Madımak Oteli önünde toplananlar, oteli ateşe verip, 33 kişiyi yakarak öldürdüler. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, “Otel çevresinde toplanan vatandaşlarımıza herhangi bir şey olmamıştır,” dedi.

Olayların failleri olarak, daha sonra göstermelik olarak yargılanan sanıkların avukatlarından 8’i daha sonra AKP’den milletvekili oldu. Refah-Yol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan, sanıkları cezaevinde ziyaret etti.

Sivas davası, 13 Mart 2012 tarihinde zaman aşımından düştü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, davanın düşmesiyle ilgili olarak; sanıkların “mağduriyetine” dikkat çekerken, “Bu karar milletimize hayırlı olsun,” diye ekledi!

Olup-bit(mey)enler, “2 Temmuz 2013 günü öyle bir sürece girdik ki, iktidar, yangını sanki yanan insanlar çıkarmış gibi hareket ediyor. Gerçeğin üzerini örtmeye çalışan bir anlayış var,”[38] diyen avukat Şenal Sarıhan’ın saptamalarını doğrularken; tarih 2 Temmuz 1993’ü gösterdiğinde “Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ın yareni, yoldaşıyla birlikte Hızır Paşa’nın emriyle taşlanarak öldürülmesinin üzerinden 433 yıl, Alibaba Mahallesinde Alevî katliamının üzerinden ise 15 yıl geçmişti.”

“Koca kentte, Anadolu’nun orta yerinde, bunca teknolojinin, iletişim araçlarının; uçağın, trenin, otomobilin olduğu bir dünyada; sayısız askerin, jandarmanın, polisin olduğu bir kentte, emniyet müdürlüğüne, il jandarma alay komutanlığına, askeri tugaya ve valiliğe beşer dakika uzaklıktaki bir otelde çapulcunun, yobazın insafına terk edilmiş, yapayalnız bırakılmıştı.”[39]

Tıpkı Madımak katliamının yaşandığı dönemde Sivas Valisi olan ve önlem almadığı için uzun yıllardır eleştirilen Ahmet Karabilgin’in, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 28 Şubat-27 Nisan Alt Komisyonu’na çarpıcı açıklamalarındaki üzere…

“Sorumluyum; başaramadığım, engelleyemediğim için insanların yanmasını ama arkamda devlet var sanıyordum” diyen Karabilgin, Başbakan’dan Genelkurmay Başkanı’na kadar tüm yetkililerle konuşmasına rağmen gerekli güvenlik takviyelerinin kente gönderilmediğini, askerin itfaiyenin otele ulaşması için yolu bile açmadığını söyledi.

MİT’in zafiyetinin de bulunduğunu kaydeden Karabilgin, Sivas’ta cumhuriyete karşı önceden hazırlanmış, kademe kademe uygulamaya konulmuş örgütlü bir saldırının yapıldığını vurguladı.[40]

Sivas Katliamı, polis kayıtlarına göre 15 bin kişinin bir otele kıstırdığı sanatçı ve aydınları gözler önünde seriat çığlıkları atarak ateşe vermesi sonucu meydana gelirken; söz konusu katliamda 33 aydın ve 2 otel görevlisi can verdi.

“İki kişi de Madımak’ı yakarken öldü. Olaya güvenlik güçleri müdahale etmedi, tüm devlet yetkilileri bilgilendirilmiş olmasına rağmen 8 saat soyunca bu gözü dönmüş güruhun saldırısına devlet müdahale etme gereği duymadı!

Şimdi 19 yıl sonra, bu gözler önünde yaşanan katliamı ‘derin devlete havale’ ederek ‘dahili olmayan masum insanların yargılandığı’ gibi bir komplo teorisi üzerinden aklama kampanyası başlatıldı,”[41] der (Madımak’ta katledilen Metin Altıok’un kızı) Zeynep Altıok Akatlı…

Kolay mı?

Almanya’nın, Madımak katliamı firarisine vatandaşlık vermesi kararına tepki gösteren Yeşiller Partisi Federal Meclis Milletvekili Memet Kılıç, “Vatandaşlık, Alman güvenlik birimlerine yardımcı olduğu ve istihbarata çalıştığı için verilmiştir,” derken, hatırlatalım: Sivas davasından yargılanıp mahkûm olan firarilerden 9’u Almanya’da yaşıyor. Türkiye’nin şimdiye kadar 9 hükümlü için 10 kez iade dosyası gönderdiğini belirten Memet Kılıç, Türkiye’nin iade dosyalarını eksik gönderdiğini Almanya’nın da iade etmemek için direndiğini belirtti.

Firarilerin isimleri şöyle: 1) Adem Ağabektaş (Stuttgart yakınlarında); 2) Mehmet Yılmaz, Murat Songür (Münih); 3) Vahit Kaynar (Berlin); 4) Sedat Yıldırım; 5) Muhammed Nuh Kılıç (Mannheim); 6) Ömer Demir; 7) Adem Bayrak; 8) Eren Ceylan…[42]

Buraya kadar değindiklerim bağlamında “Sivas Davası”, toplumsal açıdan “bitmemiş bir dava”dır. 2 Temmuz 1993’teki kanlı kıyımın gerçek sorumluları ve saldırının ardındaki örgütler, aradan geçen yirmi yıl içinde ortaya çıkarılamamıştır. Olaydaki “derin devlet” parmağı araştırılmamış, cezalandırılanlar ise maşalar ve piyonlar olmuştur.

Gerçekte “insanlık suçu” kapsamında ele alınması gereken bu topluöldürümün siyasal boyutunun inatla göz ardı edilmek istenmesi; sanıklara olabildiğince alt sınırdan ceza kesilmesi; ceza alanların da daha sonra çeşitli düzenlemelerle salıverilmesi vicdanları yaralamış; Madımak yangınının yüreklerde açtığı büyük yarayı daha da derinleştirmiştir…

Sivas’ta yaşanan kanlı olayın ardından, hemen Aziz Nesin hedef tahtasına oturtuldu. “Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalktığı” söylenerek “başkışkırtıcı” ilan edildi. Günümüzün “demokrat” geçinen birçok kalemi de saldırganları bırakıp Nesin’i suçladı.

Ayrıca Sivas Katliamı, yandaş basın eliyle de aklanmaya çalışılıyor. 19 yıl önce Sivas’taki Madımak Oteli’nde Pir Sultan Abdal Şenlikleri için bulunan 33 aydını ve iki otel çalışanını, yetkililerin tepkisizliği eşliğinde yakarak katleden gerici kitleden başka herkesi suçlayan gerici basın, tarihi yeniden yazma çabasında.

Daha önce “Sivas Katliamı’nı PKK’lilerin yaptığı”nı iddia eden(!) ‘Sabah’ gazetesi, Ergenekon’u fail gösteren ‘Yeni Şafak’ gazetesine 23 Temmuz 2012’de bir destek de ‘Yeni Akit’ten geldi.

Gazete, “19 yıldır bitmeyen dava Madımak olayında şok gelişme” diye sunduğu haberde, hem bugüne kadar ortaya çıkarılmış su götürmez gerçeklerle, hem de kendi mantığıyla çelişiyor. Madımak Otel’inde katledilenlerin yanarak değil kurşunlanarak öldürüldüğünün belgelerine ulaştıklarını iddia eden gazete, bunun ispatı olarak ise çok anlaşılamayan bir fotoğrafı sunuyor.

Madımak’ta katledilenler için “Madımak’takiler” ya da “Madımak’ta ölenler” ifadelerinin kullanıldığı haberde, oteli ateşe veren katiller içinse “yüzlerce masum insan hiçbir somut delile dayanmadan tutuklanıp zindanda çürütüldü” deniliyor,[43] denilmesine de; kazın ayağı hiç de öyle değil!

Mesela… 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nin yakılarak 33 aydının katledilmesine ilişkin üç firari sanık Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş’ın yargılanmasına 28 Eylül 2012’de Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Ancak 28 Eylül 2012’deki duruşma bir dizi “garipliğe” sahne oldu. Mahkemeden 19 yıl sonra kırmızı bülten çıktı![44]

Mesela… Sivas katliamının 20. yıldönümünde firari üç sanığın yargılanmasına devam edilen davada gönderilen olay gününe ait yeni ortaya çıkan fotoğrafların hâlâ incelenmediği belirlendi. Bu davanın zamanaşımıysa 26 Aralık 2014’te dolacak!

Özetle Sivas cankırımının üzerinden uzun yıllar geçse de, ne suçlular hesap verdi ne de adalet yerini buldu! Tam tersine, cinayetin sanıkları da aklandı! Ama kimse sevinmesin, Madımak’ın hesabı “Divan’a kalmayacak”tır!

Çünkü Sivas katliamında öldürülen Nurcan Şahin’in annesi Fidan Şahin’in, “Sivas’ın ateşi sönmedi, sönmeyecek de. Ne zaman ki müze olur, suçlular cezasını bulur o zaman belki acımız biraz hafifler. 20 yıl değil 100 yıl geçse geleceğiz. Katiller elini kolunu sallayarak gezdikçe bu acı dinmez. İrade katilleri yakalamak için çaba harcamıyor. Cafer Erçakmak karakola 300 metre uzaklıkta evinde öldükten sonra bulundu. Devlet katilleri koruyor. Şimdi aynı devlet Ethem Sarısülük’ün katilini koruyor. Başbakan katilleri kahraman ilan etti,”[45] haykırışları eşliğinde aradan yıllar geçmiş olsa da Sivas Katliamı yangının külleri hâlâ orta yerdedir! Katliamın failleri hiçbir biçimde cezalandırılmazken; “Zaman Aşımı” denilerek dava kapatıldı, firari sanıklar da cezalandırılmaktan kurtuldu.

Siyaset hayatına katliamcıların avukatlığıyla başlayanlar artık iktidardaydı. Katillerin serbest bırakılması “hayırlı olsun” denilerek kutlandı. Sivas Katliamı’yla başlayan süreç bütün hızıyla devam etti. Yavuz Sultan Selim’in köprü ismi olması, sokağa dökülmekle tehdit edilen yüzde elliler, Gezi Parkı’nda ve bütün Türkiye’de halka yönelik saldırılar hep bu zihniyetin ürünüdür. Kısacası Sivas’ta harlanan ateş tütmeye günümüzde de devam etmektedir…[46]



GAZİ SALDIRISI



Nihayet, 12 Mart 1995 tarihinde gerçekleşen Gazi ve Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi katliamları!

“Faili polis olan katliam”[47] olarak anılan İstanbul Gaziosmanpaşa mahallesinde iki gün süren saldırılarda 13 kişi öldürülüp, 195 kişi yaralandı.

12 Mart 1995 tarihinde, Gazi Mahallesi’nde 4 kahvehanenin taranması sonucu, 67 yaşındaki Alevî dedesi Halil Kaya öldürüldü.

Olayın duyulması üzerine, Alevîlerin çoğunlukta olduğu binlerce kişi, meselenin bir Sünni- Alevî çatışmasından ziyade devlet provokasyonu olduğunun farkındalığıyla, “Düşman camide değil, karakolda.” şiarıyla, Gazi Polis Karakolu’na doğru yürüyüşe geçti.

Karakoldaki polisler tarafından, kalabalığın üzerine ateş açıldı ve bir kişi daha hayatını kaybetti. Ertesi gün, İstanbul’un çeşitli semtlerinden Alevîler ve devrimciler Gazi Mahallesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Kolluk kuvvetleri doğrudan hedef gözeterek kalabalıkların üzerine ateş açtı.

İlerleyen günlerde, devlet; mahallede sokağa çıkma yasağı ilan etti. Fakat bu, gösterilen direniş sayesinde fiilen hayata geçirilemedi. 15 Mart günü direniş ve beraberinde devlet şiddeti, Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne sıçradı.

Burada da kolluk kuvvetlerinin insanların üzerine ateş açması sonucu, 5 kişi yaşamını yitirdi. Gazi Mahallesi’ndeki olayların yatıştığı 16 Mart günü, 17 kişinin hayatını kaybettiği öğrenildi. Daha önce OHAL valiliği de yapan Hayri Kozakçıoğlu, katliam sırasında İstanbul valisi idi.



GÜNÜN GÜNDEMİ: ALEVÎLERE AYRIMCILIK!



Ve günün gündemine ya da bugüne gelince: Devlet’in katliam geleneğini sürdüren AKP hükümeti döneminde, Alevîlere yönelik birçok yeni politika geliştirildi elbette. Ve devletin Alevîlerini yaratma çalışmaları yapıldı. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, kimliklere Alevî yazılması, cemevlerinin ibadethane olduğunun kabul edilmesi gibi talepler görmezden gelindi.

Devletin, “Dersim ile yüzleşme”si adı altında katliam meşrulaştırıldı. Sivas’ı yakanlar yargılanıyor denildi, dava zamanaşımına uğratıldı. 29 Mayıs 2013 tarihinde temeli atılan Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevî katliamlarıyla bilinen, Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği açıklandı.

Taksim Direnişi, tam da bu süreçte gerçekleşti. Sonrasında, “o paket!” açıklandı. Demokrasi Paketi’nde bahsi geçen Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi, Alevîlere ağır bir hakaretti. Bir üniversite kurulacak, o üniversitenin bir İlahiyat Fakültesi olacak ve bu fakültede Sünni İslâm okutulacak. Alevîlere hediye paketinde sunulan bu haber, alenen hakaretti. Bunlar dışında Cami-Cemevi projesi, İzzettin Doğan& Fethullah Gülen ilişkisi, Alevîlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki rantsal dönüşüm projeleri, Maraş’ı anımsatacak bir şekilde Alevîlerin dönem dönem kapılarının işaretlenmesi ve saymakla bitmeyecek ayrımcı uygulamalar, AKP hükümeti taşeronluğunda sürüyordu.

“Ayrımcı uygulamalar” dedim; işte birkaç örnek!

i) Adıyaman’da, Alevî vatandaşların ikamet ettiği mahallede 13 evin kapısı, bir otomobil ile bir sokak lambası direği kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce işaretlenirken, mahalle sakinleri yaşanan olayda huzursuz olduklarını belirterek, yetkililerden olayı gerçekleştiren şahıs ya da şahısların yakalanmasını istediler…[48]

ii) İstanbul’un Sultangazi ilçesindeki Pirsultan Abdal Cemevi Başkanı Zeynal Odabaş’ın imara aykırı cemevi yaptırdığı iddiasıyla yargılandığı davada, savcı, Odabaş’ın 5 yıla kadar hapisle cezalandırılmasını istedi…[49]

iii) Başbakan Erdoğan, Alevîlerin sorunlarının içeride ve dışarıda istismar ve tahrik aracı olarak kullanılmasına izin vermeyeceklerini belirterek “Hızır Paşa’lar, ‘Açılın kapılar şaha gidelim’ diye umutsuzca başka yerlerden medet arama dönemleri asırlar öncesinde kalmıştır,” deyip, Alevî yurttaşların sağdan soldan toplanarak Soma’ya götürüldüğünü, amacın Soma’yı karıştırmak olduğunu ileri sürdü…[50]



GEZİ/HAZİRAN İSYANI VE ALEVÎLER



Gezi/ Haziran İsyanı bir halk ayaklanmasıydı.

Gezi/ Haziran İsyanı ezilen, ötekileştirilen, hakları elinden alınan insanların itirazıdır.

Gezi/ Haziran “bir haysiyet protestosu/ ayaklanması”dır...

Evet, Ethem Sarısülük’ün, Ali İsmail Korkmaz’ın, Abdullah Cömert’in, Medeni Yıldırım’ın, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Ahmet Atakan’ın, Berkin Elvan’ın etnik kimliği Alevî idi. Ancak Gezi/ Haziran İsyanında hiçbir dinsel yan olmadığı da açıktır. Yani Gezi, bir Alevî ayaklanması değildir. Ama, Alevîlerin çoğunlukta olduğu bir ayaklanmadır.

Gezi/ Haziran isyanına katılanların yüzde 100’ü, temel hak ve özgürlüklerinin derdinde olan, düşünen ve sorgulayan insanlardı; ve muhakkaktır ki içlerinde Alevîler de vardı.

Kimse inkâr edemez: Gezi/ Haziran İsyanı’nda Alevîler etkindir; büyük kesimdir; fakat bu Gezi/ Haziran İsyanı’nı bir Alevî ayaklanması yapmaz. Çünkü mezhepsel değil, siyasal-toplumsal bir hareketti Gezi/ Haziran İsyanı.

Gezi/ Haziran İsyanının, Alevî ayaklanması olarak nitelenmesi sadece AKP’nin çevresinde birleşenlerin hayata ne denli mezhepçi bir açıyla baktıklarını gösteren bir beyandır.

Ya da “Gezi olayları bugünkü Türkiye’den memnun olmayanların ayaklanmasıydı… Ön planda üniversiteliler ve Beyaz Türkler görünse de o kalabalıkların içindeki en büyük kitleyi Alevîler oluşturdu… Türkiye değişirken mağduriyetlerini koruyan tek kesim, kitle hâlinde Alevîler kaldı. O nedenle mutsuzlar. Gezi olaylarında kitlesel olarak sokaklara çıkmaları bu yüzden,”[51] diyen Nagehan Alçı’nın “egemen akıl” dolu(!) tespitindeki üzere bir devlet politikası olarak, Alevîleri ötekileştirmenin başka bir versiyonu olan bir söylemdir.

Aynı biçimde Mehmet Ali Bulut’un, “Bu kalkışmalara post modern bir Celali İsyanı dense yeridir. O isyanların karakteristiği de ısrarcı ve uzun soluklu olmaları idi. Ve genelde yerel yöneticilere isyan ile başlardı ama sonunda saklı öfkelerin tatminine dönüşürdü,”[52] deyişi de Nagehan Alçı’nın “maksadı”yla paraleldir.

Bunun bir artısı daha vardır: “Gezi protestosu, bir Alevî ayaklanmasıdır,” şeklindeki açıklamalara neden olan ve öncesinde güvenlik birimleri hazırladı denilerek örtbas edilmeye çalışılan Emniyet Müdürlüğü’nün “gezi analizi” raporu, aslında her bireyin devlet tarafından nasıl fişlendiğinin bir göstergesi daha oldu.

‘Gezi Analizi’ raporunda, 28 Mayıs’ta başlayıp 2013 Eylül’ünün ilk haftasına kadar gerçekleştirilen Gezi Parkı eylemlerin değerlendirmesinin yapıldığı belirtildi. Raporun diliyle “Gezi Parkı olayları çerçevesinde”, 80 kentte (Bayburt hariç) 5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirildi. Eylemlere yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katıldı. 5 bin 513 kişi gözaltına alınarak soruşturma kapsamına alındı. Soruşturmalarda 189 kişi tutuklandı. 1 polis öldü, 697 polis yaralandı. 4 bin 329 direnişçi yaralandı, 5 direnişçi katledildi. Analizde tabi ki, Lice’de kalekol yapımına direnirken askerlerin açtığı ateş sonucu katledilen Medeni Yıldırım yok. Gözaltına alınanlar üzerinden hazırlanan raporda; kadın-erkek yüzdeleri, eğitim düzeyleri, ekonomik göstergeleriyle ilgili veriler de mevcut.

Analizin en dikkat çekici bölümü ise şudur:

“Yine şüphelilerin yüzde 78’si Alevî kökenli olup bazı sendikalar/sivil toplum örgütleri, taraftar grupları içinde yer alanlar, ulusalcı, laik kesimler. Yüzde 12’si siyasi partilerle ilişkili, yüzde 6’sı marjinal sol oluşumlar içinde, yüzde 4’ü ise terör örgütleri ve yasal uzantıları içinde yer alıyor.”

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yapmış olduğu analiz, yıllardır “asılsız iddia” olduğunu ileri sürdüğü fişleme uygulamasına aleni kanıt niteliğindeyken;[53] Gezi/ Haziran gerçekte Alevîlerin tetiklediği ve yürüttüğü bir olay ve direniş değil.

O zaman, Gezi/ Haziran’a katılanların yüzde 78’inin Alevî olması, neyi gösteriyor ya da ifade ediyor? Alevîler yaşadıkları Türkiye’de ve ortamda mutlu değiller…

Gezi olayı, otoriteleşmeye karşı tarihi bir direniş olarak yıllarca unutulmayacak toplumsal bir isyan ve ayaklanmanın adıdır…



İSYANIN NİTELİĞİ



Çınar Oskay’ın, “Gezi ile birlikte çok etkili bir itiraz kültürü doğdu. Gezi, sesleri mağrurca bastırılan insanlara müthiş bir kendine güven duygusu verdi”; Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yüksel Taşkın’ın, “Sokağa çıkmayı göze alan bir birikim ortaya çıktı”; Cemal Dindar’ın, “AKP iktidarında kendi temsilini bulmuş olan ‘Lider’in ruhsallığı’na karşı hayatın bir savunusudur,”[54] diye betimledikleri “Gezi ile çaresizlik yenildi”![55]

Çünkü isyancı Gezi Parkı yeşildir, doğadır, çevredir... İktidar ise, beton, AVM, yağma ve rant!

Gezi Parkı özgürlüktür... İktidar ise baskı, korku ve zulüm!

Gezi Parkı demokrasidir... İktidar ise otoriter, totaliter bir kibir!

Gezi Parkı çoğulculuktur... İktidar ise üniformalı bir tek tipçilik!

Gezi Parkı dayanışmadır... İktidar ise bencil bir tekelcilik!

Gezi Parkı eşitliktir... İktidar ise hiyerarşik bir buyurganlık!

Gezi Parkı paylaşımdır... İktidar ise acımasız bir sömürü!

Gezi Parkı bütünleşmedir... İktidar ise ayrışma, düşmanlaşma ve bölünme!

Gezi Parkı gerçektir... İktidar ise, yalan, dolan, talan!

Gezi Parkı gençliktir... İktidar ise geçen yüzyılda kalmış, örümcekli bir yapı!

Gezi Parkı pırıl pırıl bir gelecektir... İktidar ise küflü ve paslı raflarda kalmış bir geçmiş!

Gezi Parkı bütün zihinlere ve yüreklere nüfuz etti... Kimine korku saldı, kimine umut verdi.

Gezi Parkı hem bugünü etkiliyor... Hem de geleceği biçimlendiriyordu...[56]

Unutulmasın: Gezi’nin Haziran’ı gökten zembille inmedi…

2008’de ekonomileri iflas eden İzlanda ve Yunanistan’da ilk sinyallerini veren, 2010 sonu itibariyle Tunus, Mısır başta Kuzey Afrika olmak üzere Arap Baharı’nda gözlemlediğimiz, ABD’de Occupy Wall Street (OWS) ile yayılan, Avrupa’ya sıçrayan, hangi meydandan ne zaman patlak verecek diye beklenen küresel direniş zamanlarındayız. Halklar, dünya üzerindeki önemli meydanları birer agoraya çevirip itiraz ve isyanlarını seslendirirken taleplerini (genel ve/veya özgül) de dile getirmekteler. Her biri kendi sorunlarına odaklanmış, kiminde demokrasi ve özgürlük talepleri, kiminde despotik rejimler, kiminde işlemeyen temsili demokrasi, kemer sıkma politikaları, yoksulluk ve yoksunluk olsa da, hepsinin ortak yanı neo-liberal sisteme karşı çıkışlarında.

Sosyal devletin çöküşüyle, şirketleştirilmiş iktidarların yaşam alanlarını, müşterekleri ve kentleri metalaştırarak, yağmalayarak kurdukları serbest piyasacı düzen, tüketim ve tüketicilik değerleri üzerinden şekillenen gayri insani neo-liberal etik, kolektif değerler ve dayanışmaya prim vermeyen, aksine, altta kalanın canı çıksın şiarı üzerinden inşa edilen bireycilik ve rekabetçilik, katlanan yoksulluk, yoksunluk, sosyo-ekonomik bağlamda apartayda ulaşan kentsel ayrışma, tıkanan temsili demokrasi, neo-liberal iktidarların tutunacakları tek dal polis devleti, despotik rejimler…

Bu gidişatın dünya halklarını “Artık Yeter” noktasına getirdiği aşikâr. Gezi, böyle bir çerçevenin içinde doğdu ve elbette meramı 3-5 ağaç değildi. Gezi öncesi, her hafta İstiklal boyu yapılan yürüyüşler ve basın açıklamalarına göz atmak bile gidişatı öngörebilmek için yeterli; kaldı ki, meydanların işgal ile agoralara dönüştürülerek sisteme itirazların haykırılması zamanın ruhunda var.

Öte yandan, Gezi’nin, kendine has özellikleriyle beslendiği bir evveliyatı var. Maden şirketlerine, termiklere, HES’lere karşı ekoloji mücadelesi bu geçmişin kilometre taşlarından. İş makinelerine traktör barikatları, başta kadınlar olmak üzere yaşam alanları gasp edilmeye çalışılan köylülerin yaratıcı direniş taktiklerini hatırlayalım. Occupy Wall Street’ten çok önce önemli bir işgal hareketini, Tekel direnişini de unutmayalım. Kavşaklaştırılarak yok edilen bir kentsel kamusal alana çadırlarını kuran ve uzun bir süre hak ihlâllerini seslendiren Tekel işçileri, orayı bir Agoraya çevirerek Kızılay’a kamusal alan itibarını iade etmişlerdir. Cumartesi Anneleri’nin düzenli işgal eylemleriyle, her kesimin taleplerini seslendirdikleri bir demokrasi meydanına dönüşen GS Lisesi önü de sayılmalı. Gezi öncesi 1 Mayıs mücadeleleri, Emek, Beyoğlu mücadelesini, Taksim Dayanışması öncesi Haydarpaşa Dayanışması’nı, 3. Köprüye Karşı Yaşam Platformunu, mücadelelerini ortaklaştıran mahalle derneklerini… Gezi’ye giden kilometre taşları olarak görebilirsek, Gezi o kadar da spontan değildi diyebiliriz. Gezi lidersiz ve örgütsüzdü ancak böyle bir geçmişe sahip olduğunca da örgütlüydü. Örgütlü olduğu için farklılıklar yan yana durabildi, bir diğerini sindiremedi.[57]

Devam edersek: AKP iktidarının otoriter, zorba, adaletsiz ve “Ben yaptım oldu” anlayışına, ezilenlerin, emekçilerin taleplerine kulaklarını tıkayan, onları görmezden gelen ve hep azarlayan kibrine karşı toplumda biriken öfke bir halk isyanına dönüştü.

Emek Sineması protestosundan 1 Mayıs’ta Taksim’in yasaklanmasına ve sonrasında Taksim başta gelmek üzere coğrafyanın kavga ve tarih yüklü meydanlarında ezilenlerin sesinin duyulmasını engellemek amacıyla yapılan saldırılar, yasaklamalar, halkı yok sayan burjuva kibir ve aşağılayıcı söylemler iyice gerilen zembereğin boşalmasına, ezilenlerin devrimci öfke patlamaları ile alanlara akmasına yol açtı.

Taksim Gezi Parkı direnişiyle başlayan eylemler, coğrafyanın bütününe yayıldı. Bütün illerde, başta merkezi meydanlar olmak üzere sokaklar, caddeler yüz binlerin isyanına sahne oldu, oluyor. Ezilenler, Gezi Parkı ile dayanışmanın yanı sıra biriken diğer toplumsal çelişkilerden (ulusal, mezhepsel, dinsel vb.) doğan sorunlar karşısında iktidarın kayıtsızlığı ve pervasızlığına karşı öfkelerini sokaklara yansıtıyorlar. Polis barikatlarını dağıtıyorlar, meydanları zapt ediyorlar.

Bu isyanın politik bir önderliği yok. Heterojen ve kendiliğinden bir halk isyanı olarak coğrafyamızın bütün muhalif renklerini kendi talepleriyle sokağa çekti. Bu eylemlerde yer alan ve barikatlarda geceli gündüzlü çarpışanların çoğunluğu genç ve yine bunların çok büyük bir çoğunluğu herhangi bir siyasi yapıyla ilişkili değil; böylesi eylemlerde de ilk kez yer alıyorlar.

Bu halk isyanının geniş toplumsal dayanaklarından birini Alevîler oluşturuyordu. Alevî gençleri, bu hareket içerisinde belki de en kitlesel bölüğünü oluşturuyor. Alevîler, bugün bu eylemlerde öncelikli olarak Alevî sorununun temel taleplerini; mesela cemevlerini, sorunlu din derslerini vs. öne çıkartmıyorlar. Ancak şurası bir gerçek ki; Alevîler, Alevî gençleri, AKP Hükümetinin genel olarak bütün toplumu, özel olarak Alevîleri hedef alan uygulamaları ve tavırlarına karşı sokağa dökülüyorlar. AKP Hükümetinin, Suriye üzerinde oynadığı gerici savaş siyaseti ve bu siyaset üzerinden Alevîleri hedef gösteren ayrımcı, mezhepçi söylemlerine öfke duyuyorlar. AKP iktidarının, Ortadoğu’daki bölgesel gerici siyasetinin Yavuz Selim ve döneminde bugünü özdeşleştiren çağrışımlarla (Suriye’nin fethi, İran’a seferler, Kürdistan’ı denetime alması) yürütmesi, Alevî kitlelerinin tarihsel ve güncel öfkelerini kışkırtıyor. Ve en son, tarihte Alevî katliamlarıyla nam salmış, coğrafyamızda Alevîler başta olmak üzere ezilenler tarafından lanetle anılan, büyük tarihsel ve toplumsal yaralar açmış Yavuz Selim adının AKP tarafından yüceltilerek 3. Köprü’ye verilmek istenmesi tuz biber olmuş, Alevîlerin öfkesini alevlendirmiştir. Nitekim bu isyan günlerinde Alevî kitlesi ağırlıklı olarak bu konudaki öfkeleriyle barikat savaşına yüklenmiştir.

Anadolu coğrafyasında, kendiliğinden de olsa patlayan devrimci bir öfkedir Gezi’nin Haziran’ı… Bu bir halk isyanıdır. Kimse bu isyanın bir Alevî isyanı olduğunu iddia etmiyor. Ancak bu isyan, ezilenlerin bütün renklerini taşıyor. Diğer muhalif toplumsal dinamiklerin yanı sıra, geniş ve kitlesel katılımıyla Alevîlerin öfkesinin de yansıdığı bir ayaklanmadır bu.

Alevîler yok sayılmaya, inkâr edilmeye, inançlarının aşağılanmasına, dışarıdan kimlik dayatılmasına, kendi kimlikleri ve varoluşları üzerinde söz sahibi olmalarının engellendiği dayatmalara, demokratik taleplerinin karşılanmamasına karşı öfke biriktiriyorlar. Güncel siyasal gelişmelerin Alevîleri hedef alan biçimlere büründürülmesi bu öfkeyi alevlendiriyordu.

Bu cepheden bakınca açıkça görülüyor ki, Alevîler de temel hak ve özgürlükler mücadelesinde kendi talepleri ve siyasal refleksleriyle harekete geçmiş, en geniş ezilenler cephesinin bileşeni olarak sokaklarda saf tutmuştur.

Eylemlerde ulusalcıların yer alması ve de CHP başta gelmek üzere burjuva partilerin Kemalist grup ve bireylerin bulunması, bu isyanın meşru zeminini ve niteliğini zayıflatmazken, keza isyanı onların siyasi kulvarında bir eyleme de dönüştüremedi.[58]

Şimdi burada bir parantez açarak, The College of William and Mary (Virginia-ABD)’den Ayfer Karakaya-Stump’in saptamalarını aktaralım: “Alevî kimlikli insanların yoğun olarak katılmış olması -bu katılım gerçekten de polisin yaptığı açıklamadaki orantısız yüzdeyle örtüşse bile- Gezi’yi bir Alevî ayaklanması yapmaz. Alevîler, Gezi direnişinin tetikleyici unsuru olmadıkları gibi, Gezi’de örgütlü bir şekilde de yer almadılar. Çoğu salt, hatta esas olarak Alevî kimliği ile veya Alevîlere özgü bir gündemle değil, çevreci, kentli hakları savunucusu, sendikacı, demokrat, seküler, Atatürkçü, sosyalist veya Kürt kimlikleri ile veya aynı anda bunların ikisi veya daha fazlasıyla sokaklara döküldü. Yani Gezi’nin genelinde gözlemlenen çoğulculuk, Alevî katılımcıların kendi içinde de aynı renklilikte mevcuttu.”[59]



FIRTINALARA MUHTACIZ



Kolay mı? Güney Çeğin ve İbrahim Şirin’in ifadesiyle, “İktidarlar kendi meşruiyetlerini ürettikleri tehditler üzerinden kurar”larken;[60] diyeceklerimi tamamlıyorum: Birinci yılı sonunda Gezi/ Haziran bilançosu: 7 beden, 77 ilde 7.748 yaralı, 91 kafa travması, 10 gencin gözünü, bir gencin de dalağını kaybetmesi, 150 bin gaz fişeği, 7 intihar, direnişçilerin üzerine fışkırtılan 3 bin ton basınçlı su iken;[61] “Paris Komünü Fransız burjuvazisinin, Gezi Komünü de Erdoğan’ın İslâmi burjuvazisinin gerçek yüzünü en az üç açıdan ortaya çıkardı: Sistematik yalan, sistematik şiddet ve mazlum-zalim ilişkisi…”[62]

Alevîler de, sistematik yalan ve sistematik şiddette karşı çıktılar; hem de Babaîler’den, Şeyh Bedreddin’den, Pir Sultan’dan yadigar dirençleriyle, geçmişten bugüne José Martí’nin, “Özgürlük, çok pahalı bir kazanımdır. Ya onsuz yaşamaya boyun eğmek ya da bedelini ödemek gerekir,” sözlerini doğrulayarak…

Paul Klee’nin ‘Angelus Novus’ başlıklı resmi için Walter Benjamin’in dedikleriyle tamamlıyorum diyeceklerimi:

“Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarih Meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir.

Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp onun ayakları dibine fırlatan bir felaket.

Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.”

Alevîlerin de, ezilenlerin de kurtarıcısı işte böylesi fırtınalar olacaktır…



27 Haziran 2014 08:20:21, Ankara.



N O T L A R

[1] 28 Haziran 2013 tarihinde Dersimliler Derneği’nin (Ankara) düzenlediği panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:164, Şubat 2015…

[2] Maksim Gorki.

[3] Erdal Yıldırım, “Malya’dan Madımak’a, Baba İshak’tan Koray’a, Berkine...”, 20 Haziran 2014... http://eyildirim.de/index.php/makaleler/187-malya-dan-mad-mak-a-baba-ishak-tan-koray-a-berkine

[4] Stefan Zweig, Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’e, Çev: Zehra Kurttekin, Can Yay., 2014.

[5] Esra Açıkgöz, “Sosyolog Mustafa Eren: Kanlı Pazar Düğümü Çözülseydi...”, Cumhuriyet Pazar, No:1428, 4 Ağustos 2013, s.3.

[6] “16 Mart Katliamı”, “Bahçelievler Katliamı”, “Balgat Katliamı”, “1 Mayıs 1977 Katliamı”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2012, s.9.

[7] Miyase İlknur, “Yaşar Okuyan: Terör Olaylarında ABD’nin İzi Var”, Cumhuriyet Pazar, No:1410, 31 Mart 2013, s.1-3.

[8] Evren Barış Yavuz, “Zalimlerin Devletini ve Dinini Harabeye Çevirecek Alevî İsyanı”, http://fraksiyon.org/zalimlerin-devletini-ve-dinini-harabeye-cevirecek-Alevî-isyani/

[9] “Hakkında Yazılmış Üç Fetva”, 27 Aralık 2012 http://canercelik.net/2012/12/27/osmanli-devletinde-Alevîler-hakkinda-yazilmis-uc-fetva/

[10] Dersim katliamını anlayabilmek için dönüp 1921’e, Koçgiri katliamına bakmamız gerekmektedir. Koçgiri de Osmanlının yaptığı katliamın meşrulaştırması şekli aynı şekilde 1937-1938 yıllarında Dersimde de yapılmıştır.

[11] Muhsin Batur, Anılar ve Görüşler: Üç Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yay., 1985.

[12] Hasan Cemal, “Dersimli Okşanmakla Kazanılmaz!”, Milliyet, 20 Kasım 2011, s.19.

[13] Cafer Solgun, “… ‘38 Xo Vira Mêke”, Taraf, 5 Mayıs 2014, s.8.

[14] Komintern Belgeleri’nde (1937) Dersim ayaklanmasına neden olan ortam şöyle anlatılıyor:

“Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır.”

“İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.” (Komintern Belgelerinde Türkiye - Kürt Sorunu, Kaynak Yay., 1994.)

Ayrıca Komintern yayın organlarından ‘Rundschau’da yayınlanan “Yeni Bir Kürt Ayaklanması” başlıklı makalede şunlar deniyor:

“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye, geçtiğimiz yıl, Tunceli adı verilmişti. Dersim’in hâkim tabakaları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir.”

“Halk Partisi (Kemalistler), iç pazarın genişletilmesini isteyen ulusal burjuvazinin baskısıyla, geçen yıl cumhuriyetçi devletin bütün ağırlığını ortaya koyarak bu çağdışı duruma bir son vermeye karar verdi. Bugüne kadar Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Az gelişmiş olan ticaret, tamamen aşiret reislerinin ve onların adamlarının aracılığıyla yürütülüyordu. Öyle ki, başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı, çünkü mahalli mütegallibenin silahlı çeteleri tarafından haraca kesilmesi veya yağmaya uğraması kesin gibi bir şeydi. Bu çeteler bununla da kalmaz, barışçı komşu köylere yağma seferleri düzenlenirdi.”

“Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üstünde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri, her fırsatta, devleti hiçe sayarlardı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması bugüne kadar mümkün olmamıştır. Bu iki sorun, daima, şeyhler ve ağalar tarafından toptan hâllediliyordu. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor ve bunun ancak küçük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor, yani aslında çeteleri oluşturuyordu.”

“Kitleleri kendi peşlerinden sürükleyebilmek için feodal unsurlar, hükümetin silahlı kuvvetinin zayıf olduğu lafını yaydılar. Yaydıkları söylentiye göre, hükümet, ayaklanmayı bastırmak için silahlı birliklerini göndermeye cüret ettiği takdirde, İngilizlerle Fransızlar Türkiye’ye hemen savaş açacaklardı. Ayrıca Arapların da isyancılardan yana olduğu şeklinde haberler çıkardılar.”

“Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz.” (Kaynak: Rundschau, No:32, 1937.)

[15] Tanju Cılızoğlu, Çağlayangil’in Anıları: Kader Bizi Una Değil, Üne İtti, Bilgi Yay., 2007, s.72-73.

[16] Yakın Tarih Ansiklopedisi, 10. cilt, s.94.

[17] Hüseyin Aygün, Dersim 1938 ve Zorunlu İskân, Dipnot Yay., 2010.

[18] Önder Yılmaz, “Yakalanmamak İçin Bebekleri Boğdular”, Milliyet, 19 Mart 2012, s.16.

[19] Burhan Ekinci, “Dersim Katliamının Resmî Ölüm Kayıtları”, Taraf, 22 Ekim 2010, s.12.

[20] “Adalet’i Su Basmış!”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2012, s.4.

[21] Tarık Işık, “Dersim’de Ölenler Hiç Yaşamamış!”, Radikal, 21 Mayıs 2012, s.16.

[22] “Dersim’de Fişleme Neyin Hazırlığı?”, Birgün, 17 Kasım 2012, s.9.

[23] Son isteğinin de yerine getirilmemesi üzerine idam edilirken Seyit Rıza, “Sizin yalanlarınızla, hilelerinizle başedemedim. Bu bana dert oldu. Ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun,” der ve ardından da kafasını kendi ilmeğe geçirir, kürsüsünü kendi yıkar.

[24] Kaynaklar: Ali Göçmen, Olaylar, Tanıklar, Alevîler, Vesta Yay., 2012… Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, Mephisto Yay., 2005…Aziz Tunç, “Katliamlar Kader mi?”, Ak-El Vakfı Dergisi, Nisan 2010.

[25] Abdullah Kılıç-Ayça Örer, “Hedefe Varıldı: Sıkıyönetim”, Radikal, 24 Aralık 2011, s.16-17.

[26] Bayram Balcı, “Maraş Katliamı’nın Tarihsel Kökleri”, Gündem, 23 Aralık 2013, s.10.

[27] İsmail Saymaz, “Maraş Kurbanlarının Mezarları Kayıpmış”, Radikal, 26 Haziran 2013, s.16.

[28] “Hesabı Sorulamadı”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2012, s.8.

[29] Sedat Ergin, “Maraş Katliamının Hastanedeki Tanığı Anlatıyor”, Hürriyet, 28 Aralık 2011, s.18.

[30] “Maraş Hâkimi Katliamı Anlattı”, Radikal, 28 Aralık 2011, s.19.

[31] Abdullah Kılıç-Ayça Örer, “Katliama Çağıran Anonslar”, Radikal, 23 Aralık 2011, s.16-17.

[32] Muzaffer İlhan Erdost, 12 Eylülün İki Yüzü, Onur Yay., 2010, s.187-194.

[33] Ayhan Bozkurt, Barikattaki Çocuk, Everest Yay., 2011.

[34] İsmail Saymaz, “Dönemin Çorum Savcısı: Korumam da Katliamcıydı”, Radikal, 5 Temmuz 2011, s.10.

[35] Hasan Akbaş-Birkan Bulut, “Polis, Bize ‘Çorum’u Maraş’a Çevireceğiz’ Dedi”, Evrensel, 5 Temmuz 2013, s.2.

[36] Eyüp Can, “Kocamı Tanıyamadım Katilleri İyi Tanıyorum...”, Radikal, 29 Aralık 2011, s.6.

[37] “AİHM Çorum’u Görmedi”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2011, s.8.

[38] Zeynep Oral, “Katliam Devam Ediyor Hâlâ...”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2013, s.16.

[39] Murtaza Demir, Ateş- i Aşk - Sivas Katliamının Gerçek Hikâyesi, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013, s.73-63.

[40] Bahar Atakan, “Sivas Olayı Örgütlüydü”, Milliyet, 11 Ekim 2012, s.21.

[41] Zeynep Altıok Akatlı, “Babam Boğularak Öldü”, Birgün, 4 Aralık 2012, s.6.

[42] Ali Varlı, “Madımak Firarisi Artık Alman”, Hürriyet, 8 Haziran 2013, s.6.

[43] “Yakanlardan Başka Herkes Suçlu!”, Birgün, 24 Temmuz 2012, s.9.

[44] “Sivas’ta Son Skandal”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2012, s.6.

[45] Mehmet Menekşe, “Katilleri Yakalamak İstemiyorlar”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2013, s.9.

[46] Halil İbrahim İzmirli, “Sivas’ı Hatırlamak Neden Önemli?”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:642, 5 Temmuz 2013, s.17.

[47] “Faili Polis Olan Katliam: Gazi”, Sol, 12 Mart 2013, s.5.

[48] “Evleri İşaretlenen Mahalle Halkı Sokağa Döküldü”, Milliyet, 1 Aralık 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/evleri-isaretlenen-mahalle-halki/gundem/detay/1800785/default.htm

[49] “Alevîler Topluca Yargılanıyor”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2014, s.3.

[50] “Açık Açık Tahrik”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2014, s.4.

[51] Nagehan Alçı, “Alevîler ve Gezi”, Milliyet, 1 Aralık 2013, s.18.

[52] Mehmet Ali Bulut, “Post Modern Bir Celali İsyanı mı?”, Haber 7, 18 Haziran 2013... http://www.haber7.com/yazarlar/mehmet-ali-bulut/1039782-post-modern-bir-celali-isyani-mi

[53] Mercan Doğan, “Devletin Katliam Alevîlerin İsyan Geleneği Var”, Meydan Gazetesi, No:15… http://meydangazetesi.org/gundem/2014/01/devletin-katliam-Alevîlerin-isyan-gelenegi-var-mercan-dogan/

[54] Cemal Dindar, #Direnlibido-Gezi Direnişi’nin Psikodiyalektiği, Telos Yayınevi, 2013

[55] Sinan Tartanoğlu, “Çaresizlik Yenildi”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2014, s.9.

[56] Emre Kongar, “Gezi Parkı Ruhu Bir Yaşında!”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2014, s.2.

[57] Cihan Uzunçarşılı Baysal, “Gezi ve Kent Hakkı”, Evrensel, 1 Haziran 2014, s.5.

[58] Ali Haydar Saygılı, “Halk İsyanı ve Alevî Hareketinin Devrimci Rolü”, http://www.atilimhaber.org/2013/06/13/halk-isyani-ve-Alevî-hareketinin-devrimci-rolu/

[59] Ayfer Karakaya-Stump, “Gezi’yi Alevîleştirmek”, 18 Mart 2014... http://birdirbir.org/geziyi-Alevîlestirmek/#sthash.SFeemZjV.dpuf

[60] Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları, Derleyen: Güney Çeğin-İbrahim Şirin, İletişim Yay., 2014.

[61] Ertuğrul Özkök, “Bu Çocuklar Niye Gülüyor”, Hürriyet, 31 Mayıs 2014, s.21.

[62] Baskın Oran, “Gezi Komünü”, Radikal İki, 1 Haziran 2014, s.17.



Yorumlar

BLOGGER

/fa-star-o/ Öne Çıkanlar$type=three-tab$sn=0$rm=0$m=0

Ad

1 mayis,24,12 eylul,11,18 mayis,1,6 mayis,1,afis,3,akp,36,aktuel,15,aktüel,29,ask,13,aydinlar devrimciler,189,baris,7,bilim,4,cevre,12,cinayetler,14,davalar,31,demokrasi,18,demokratiklesme,2,dersim,2,devlet,17,devrim,24,dinleti,2,duyuru,8,dünya,172,egitim,11,ekoloji,26,ekonomi,53,emek,50,emperyalizm,11,etkinlik,29,felsefe,2,futbol,6,genclik,44,grafik,6,güncel,4,gündem,26,hukuk adalet,111,ibrahim kaypakkaya,2,ideoloji,2,iktidar,9,iletisim,2,inanc,23,isci-sendika,5,islam,4,isyan,51,kadin,15,kapitalizm,32,katliamlar,54,kesk,1,kitap,37,komünizm,3,kriz,115,kutlama,8,kültür sanat,244,latin amerika,1,marksizm,2,mart ayi,1,materyalizm,1,medya,4,milliyetcilik,2,mizah,3,mucadele,9,mücadele,34,newroz,2,Ortadoğu,1,öteki,88,özgürlük,11,panel,8,politika,52,protesto,9,röportaj,15,savas,10,secim,19,seçim,5,sempozyum,3,sibel özbudun,1,sinifsal bakis,65,sosyalizm,7,soykirim,3,spor,1,tanitim,19,tarih,42,temel demirer,16,tercüme,4,türkiye,168,üniversite,7,video,54,yasam,50,yeni yil,5,
ltr
item
temel★demirer: KATLİAM(LAR) TARİHİNDEN GEZİ’NİN HAZİRAN’INA .
KATLİAM(LAR) TARİHİNDEN GEZİ’NİN HAZİRAN’INA .
https://anfturkce.net/uploads/tr/articles/2017/11/20171115-s-1c848c4c115c7dcfab40224099fee29f92620ab3c5fa63-image.jpg
temel★demirer
https://temeldemirer.blogspot.com/2015/02/katliamlar-tarihinden-gezinin-haziranina_23.html
https://temeldemirer.blogspot.com/
https://temeldemirer.blogspot.com/
https://temeldemirer.blogspot.com/2015/02/katliamlar-tarihinden-gezinin-haziranina_23.html
true
2640787830945118992
UTF-8
Loaded All Posts Not found any posts Diger devamını oku Yanıtla Cancel reply Sil Ana Sayfa Sayfa Posta Hepsini Gör BUNA BENZER Etiket Arsiv Ara Bütün Yayinlar İsteğiniz gönderi bulunamadı Ana Sayfaya Dön Sunday Monday Tuesday Wednesday Thursday Friday Saturday Paz Pts Sal Car Per Cum Cmt January February March April May June July August September October November December Oca Sub Mar Nis May Haz Tem Agu Eyl Eki Kas Ara simdi 1 dakika önce $$1$$ minutes ago 1 saat önce $$1$$ hours ago dün $$1$$ days ago $$1$$ weeks ago more than 5 weeks ago Followers Follow THIS CONTENT IS PREMIUM Please share to unlock Copy All Code Select All Code All codes were copied to your clipboard Can not copy the codes / texts, please press [CTRL]+[C] (or CMD+C with Mac) to copy