SİBEL ÖZBUDUN- TEMEL DEMİRER “Faşizm, kapitalist reaksiyondan başka bir şey değildir.” [1] “Tanımlar, çürütülebilmelerinin mümkün olma...
SİBEL ÖZBUDUN- TEMEL DEMİRER
“Faşizm,
kapitalist reaksiyondan
başka bir şey değildir.”[1]
“Tanımlar, çürütülebilmelerinin mümkün olmasının yanı sıra, dünya hakkında bildiklerimizi aydınlatmalıdır,”[2] vurgusuyla Kevin Passmore bir kez daha faşizm(ler) konusuna nasıl bakılması gerektiğini anımsatırken; haksız değildir.
Kolay mı?
Sürdürülemez kapitalizmin tüm şer güçleriyle insan(lık)ın üzerine saldırdığı bir dönemden geçiyoruz.
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere burjuvazinin yeni normali yükse(lti)len (neo-) faşizm iken, işsizler ordusu 1929 Büyük Bunalımı’ndaki rakamlara parmak ısırtırcasına büyümekte ve kapitalist soyguncuların serveti büyük bir hızla artmadır.
Örneğin ABD’nin en zengin 400 milyarderi, toplam hane halkının yaklaşık üçte ikisinin sahip olduğuna eşit bir zenginliği elinde tutuyorken; bir uçta inanılmaz bir zenginlik öte yanda ise büyük bir sefaletin eşitsizlik uçurumu!
Söz konusu eşitsizlik tablosu dünya ölçeğinde de aynen geçerlidir. Yüz milyonlarca insan sefalete itilirken dünyanın en zengin 25 milyarderinin serveti iki ayda 255 milyar dolar artarak 1.5 trilyon dolara ulaşmıştı.[3]
Bu tablo faşizm tehlikesini büyüyor; dünya ölçeğinde yüz milyonlarca emekçinin işsizliğe ve derin bir sefalete itildiği bu koşullarda, hoşnutsuzluğun, öfkenin ve tepkinin büyümemesi elbette düşünülemez.
Evet, faşizmin zemini de her geçen gün güç kazanıyor. Buna karşın düzen güçleri, “telaşa mahal yok” havasını pompalıyor; demokratik kurumların ne denli güçlü ve yerleşik olduğundan dem vuruyor, faşist girişimlerin destekçilerinin küçücük bir azınlık olduğunu vurguluyor.
(Neo-) Faşizm tehlikesi büyüyorken; liberal söylem, faşizmi, geçmişte çok istisnai koşullarda ortaya çıkmış istisnai bir totaliter rejim olarak resmeder. Bu anlayışa göre bu tarz faşist rejimlere modern dünyada artık yer yoktur.
(Neo-) Faşizm tartışmasının dünya gündemine oturmasında, 2016 ABD seçimlerinin büyük etkisi oldu. “Faşizm” kavramının hiçbir zaman çok revaçta olmadığı Amerika’da, Trump’ın 2016 seçim kampanyası sayesinde, ana akım medya birdenbire bir “faşist tehdit” keşfetti. Dünyanın en “liberal” görünümlü ülkesi faşizme mi yöneliyordu?
Bu düşüncelere ve sorulara anında itiraz eden de çok oldu. Ekonomik durum 1930’lar Almanyası’ndaki kadar kötü değildi çünkü. Üstelik Amerika’da içselleştirilmiş bir serbestiyetçi kültür ve bunu koruyan kurumlar vardı. Dolayısıyla faşizmin gelmesi imkânsızdı.
Trump’ın yenilmesiyle bu tartışmaların son bulacağı düşünülüyordu. Oysa 6 Ocak 2021’deki faşist kalkışmayla başlayarak, Trump ve çevresinin 2020 seçimlerini geçersiz sayma çabaları, faşizmi gündemde tutmaya devam etti.
Faşizm tartışması sosyalistleri de böldü. Ciddi bir kesim, birkaç yıldır büyüyen faşizan tehdidi inkâr ediyor, buna bu kadar odaklanılmasını “liberal” bir oyun olarak görüyor. Oysa ABD’indeki faşizan çevrelerin kat ettiği mesafeyi küçümsemek ahmaklık olur.
“Basına sızdırılan silahlı örgüt “Oathkeepers”ın üyelik listesi tekrar gösterdi: Şiddet yanlısı çevreler giderek büyüyor. Ve bir o kadar önemlisi, aktif ve emekli asker ve polisler, bu çevrelerin içinde giderek artan bir ağırlığa sahip. Alman ve İtalyan örneklerinden de biliyoruz. Hevesi kursağında kalan emperyal güçlerin morali bozuk kolluk kuvvetleri, faşizmin yükselişinde gayet önemli bir yer tutuyor. Bir süredir vurgulamakta olduğum “Amerika’nın emperyal düşüşü,” daha on yıllarca bu toplumu etkileyecek ve faşist potansiyelleri canlı tutacak”[4] gibi…
Söz konusu hâl ABD ile sınırlı değildir. Almanya’da olduğu gibi Hollanda, Fransa, Belçika, Macaristan, Polonya gibi AB ülkelerindeki aşırı sağ akımlar da hiç küçümsenmeyecek güçlere sahip duruma gelmişlerdir. Dünya genelinde ise siyasi gericileşmenin daha ileri noktalara taşındığı pek çok örnek vardır. Burjuvazi, genel olarak otoriter rejimlere ve faşizmin canlandırılmasına yönelmektedir. Bu tablo çok net biçimde gözler önündedir artık.
Bu yönelimin altında yatan temel sebep kapitalizmin tarihsel sistem krizidir. Yine aynı temelde gelişen dünya savaşı ve doğurduğu sonuçlar da bu eğilimi güçlendirici etkide bulunmaktadır. Faşizm ile kapitalizmin büyük krizleri ve emperyalist savaş dönemleri arasındaki bağ geçmişte yaşanan yıkımların deneyimleri ışığında kolaylıkla kurulabilir. Bugün de (neo-) faşizm bu nesnellikten köklenerek, burjuvazinin itinalı bakımıyla gelişmekte ve yaygınlaşmaktadır.
Son yıllarda ırkçı, faşist, aşırı sağ parti ve hareketlerin dünya genelinde güçlenmesi, seçim başarıları elde etmesi kapitalist sistemin güncel gerçekliğinin bir görünümünü oluşturuyor. Bu güncel gerçeklik onun tarihsel sistem krizi içinde olmasıyla belirleniyor ve bunun en asli öğeleri kuşkusuz kapitalist ekonominin süreğenleşen tıkanma hali ve sıklaşan aralıklarla patlayan krizleri ile emperyalist savaş sürecidir. Öte yandan bu derin kriz, toplumsal dinamikleri ve ülkelerin siyaset sahnelerini yeniden şekillendiriyor. Çalkantılar ve çelişkilerle dolu bir büyük çaplı değişim dönemindeyiz.
Sermayenin küresel ölçekte yürüttüğü neo-liberal haçlı seferinin emekçi kitleler üzerinde elde ettiği zaferlerle ilerleyen yaklaşık çeyrek yüzyılın ardından, yaklaşık olarak son yirmi yıldır dünyanın dört bir yanında emekçiler halk isyanları düzeyine varan kitle eylemliliği ile suskunluk ve geri çekilişlerine son vermeye başladılar. Bu süreçte başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, Yunanistan’dan Sri Lanka’ya, Mısır’dan İran’a, Haiti’den Kazakistan’a kadar birçok ülkede bu yükseliş dalgası devrimci durumları da ortaya çıkardı. Ama işler o düzeye ulaşsın ya da ulaşmasın, devrimci önderlik eksikliği her yerde kendisini yakıcı bir şekilde ortaya koydu. Bu eksiklik, yalnızca yükselişlerin başarılı devrimlerle sonuçlanmamasına değil, karşı-devrimci güçlerin prim toplayabilmesine de zemin hazırlamaktadır. Toplum ve siyaset sahnesi krizin etkisiyle giderek kutuplaşırken, diğer uçtaki ırkçı, faşist, gerici siyasi eğilimler de güçleniyorlar.
Çeşitli ülkelerin siyaset sahnesinde bu eğilimlerin siyasi partiler ve seçimler düzleminde de yansımalarını görüyoruz. Genel olarak söyleyecek olursak ikinci emperyalist dünya savaşı sonrasından itibaren yaklaşık 70 yıl boyunca merkez sağ ve merkez sol partilerin hâkimiyeti üzerine kurulu burjuva siyaset sahnesi sarsılmakta, dağılmaktadır. Esasen kapitalist yükseliş ve göreli istikrar döneminin ifadesi olan bu siyasi yapılanma, yükseliş ve istikrarın tarihe karışmasıyla krize girmiştir. Neo-liberal saldırı programlarının siyasal plandaki yürütücülüğünü yapan bu merkez partiler bir bütün olarak klasik/geleneksel konumlarından daha sağa kayarak zemin kaybetmeye ve kimlik değiştirmeye başladı. Buna koşut olarak daha sağ ve daha sol eğilimler gerek bu partilerin içinde gerekse dışında güç kazanmaya başladılar. Farklı ülkelerde bu gidiş farklı tempo ve biçimlerde yaşandı, yaşanıyor. İsveç ve İtalya’daki son seçimler de bu genel değişim sürecinin eğilimlerinden birini oluşturan faşist canlanmaya eklenen yeni halkalar oldular.
Şunda şüphe yok: İtalya’daki seçim sonuçları Avrupa’yı sarstı. Kıta genelinde aşırı sağ eğilimler son yıllarda yükselse de ilk kez bir ülkede resmen iktidar kurdu.
İtalya seçimlerinde Benito Mussolini hayranı Giorgia Meloni’nin başını çektiği neo-faşist eğilimli İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin yaklaşık yüzde 26’lık oy oranıyla en güçlü parti olması ülkenin politik hattı açısından yeni bir dönemece işaret ediyor. Bir önceki seçimde İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin yüzde 4’lük oy oranıyla küçük parti konumundayken şimdi en güçlü partiye dönüşmesi elbette tesadüfü değil…
Son yıllarda Avrupa genelinde aşırı sağ ve sağ popülist hareketlerin güç kazandığı bir gerçek. Polonya, Macaristan, Hırvatistan, Avusturya, Fransa ve İsveç gibi ülkelerde aşırı sağ ve neo-faşist partiler ivme kazandı. Almanya, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde de sağ popülist partiler daha da güç kazanıyorlar. Bu süreç de tesadüfi değil.
“Uluslararası arenada ve Avrupa boyutunda kapitalist sistemin daha da krize girmesiyle, toplum içerisinde milliyetçi ve ayırımcı politikaların güç kazanmasıyla ve sonuçta mevcut siyasal partilerin geniş kesimlere perspektif sunamamalarıyla birlikte yeni görünümlü aşırı sağ ve neo-faşist partiler daha da güç kazandılar. Avrupa boyutunda yeni bir sağ popülizm gerçekliğinden söz edilebilir. Bu politik hat popülist söylemlerle mevcut partilerin krizinden de nemalanmakta. Oysa sağ popülizm aşırı sağ, neo-faşist politikalarla merkezci sağcı politikalar arasında bir köprü vazifesi de görüyor.”[5]
Mikkel Bolt Rasmussen’in de ifade ettiği üzere, “XXI. yüzyılda antifaşizm, sokaklarımızdaki faşistlere direnmekten daha fazlasıdır: anti-kapitalist bir proje tasavvur ve inşa etmekle ilgilidir…
Çünkü ABD, Brezilya, Hindistan, Fransa, Danimarka, İtalya, Macaristan, Polonya ve ötesindeki aşırı sağ hareketlerin çarpıcı bir şekilde güçlenmesine ilişkin analizler bu güncel hareketleri 1930’ların faşist hareketleriyle karşılaştırma eğiliminde olmuştur. Günümüz politikacılarını ve fenomenleri faşist politikacılar ve onların 1930’lar Avrupa’sındaki eylemleriyle bağlantılı olarak kavramak elbette ki önemlidir, ancak bu, bugün ortaya çıkan yeni faşizm biçimlerini görmemizi ve bunlarla mücadele etmemizi engelleyebilir. İki savaş arası faşizmine odaklanan dar, Avrupa merkezli yaklaşımın ötesine geçmeli; faşizmi, faşist eğilimlerin krizlerle dolu çağdaş kapitalist toplumdaki işlevine bakarak tarihselleştirmeli ve analiz etmeliyiz.
Faşizm bugün eskisinden daha farklı. Hâlâ toplumsal olarak inşa edilmiş mülkiyeti dışlayarak özel mülkiyetin yapısını korumayı amaçlayan şiddetli bir aşırı milliyetçiliktir; ancak biçimleri, mitleri ve zamansallığı değişti ve farklı bir tarihsel duruma, krizle dolu, ağ bağlantılı bir geç kapitalizme uyarlandı…
Şu anda politik bir kırılma yaşıyoruz. 2007-2008 finansal krizi neo-liberal küreselleşmeye ağır bir darbe indirdi ve altta yatan 40 yıllık ekonomik daralmayı gün yüzüne çıkardı...
XXI. yüzyıl faşizmini temsil eden yeni parti ve hareketler, krizde olan ve ekonomik büyüme vaatlerini yerine getiremeyecek gibi görünen ulusal demokratik siyasi sisteme muhalif olarak ortaya çıktılar. Bunlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal devletin neo-liberal yolda uzun ve yavaş biçimde çözülüşüne karşı bir tepki, ya da o zamanın dünyasına dair belirli bir fikir teşkil ediyorlar. Trump’tan Salvini’ye, Messerschmidt’ten Orbán’a kadar siyasi liderler, işsizlikten, küreselleşmeden ve ataerkil düzeni tehdit eden yeni siyasi öznelerin ortaya çıkmasından önceki o efsanevi zamanın bir imgesini canlandırıyorlar.
Bu partiler, tarihsel ve ahlâki bir çöküşün nedenleri olarak görülen göçmenleri, Müslümanları, Yahudileri, beyaz olmayanları, solcuları, feministleri ve diğer grupları hedef alıp dışlama yoluyla yeniden oluşturulabilecek kayıp bir ‘orijinal’ etno-ulusal topluluk fikri etrafında toplanarak sisteme karşı koyuyor. Ve sözü edilen grupların hepsi, korunmaya muhtaç bir ulusal topluluğun düşmanları olarak lanse ediliyor. Michael Rogin’e göre bu bir ‘siyasi demonoloji’, yani siyasi sınıfın ulusu tehdit eden tehlikeli şeytanlar imgesi yaratması süreci. Bu süreç sayesinde kapitalist toplumun ekonomik bölünmelerini ırkçılık ve yabancı düşmanlığına dayalı toplumsal bölünmelere dönüştürmek mümkün hale geliyor.
Yeni faşist partiler devreye giriyor ve karşı çıktıkları iddia edilen siyasi kurumları paradoksal bir şekilde destekliyorlar. İtalya’da Lega ve İtalya’nın Kardeşleri; Danimarka’da Danimarka Halk Partisi ve Yeni Düzen Partisi; Fransa’da Eric Zemmour ve Le Pen’in Ulusal Cephe Partisi; Hollanda’da Geert Wilder’ın Özgürlük Partisi örneklerinde durum böyledir.
Çağdaş faşizm aynı zamanda kemer sıkma politikalarına ve yozlaşmış liderlere karşı toplumsal, ırksal ve çevresel adalet talebiyle 2008’den beri dünya çapında gerçekleşen sayısız protestoya, işgale ve ayaklanmaya yönelik de bir tepkidir. George Jackson’ın belirttiği gibi, faşizm, neo-liberal küreselleşmeye ve kapitalizm-ulus devlet bağlantısına karşı daha radikal bir muhalefetin ortaya çıkma olasılığının önlenmesidir. Faşizm, geçtiğimiz on yıllarda yaşanan birçok protesto, ayaklanma, işgal ve eylemde şekillendiğini gördüğümüz gerçek anti-kapitalist cepheyi engellemeyi amaçlıyor.
Burada faşizm kontrol listesinin ve dar bir siyasi faşizm anlayışının ötesine geçmek gerekiyor…
Açıkça belirtmek gerekirse faşizm, demokratik ulus devletlerden radikal bir kopuş değildir. Walter Benjamin’den biliyoruz ki devlet sadece hukuk üzerine kurulu değildir, bir kriz olduğunda aktif olarak hukuk dışı önlemlere başvurur. Bir kriz durumunda devlet kendi yarattığı ve onu korumak üzere tasarlanmış olduğu kanunu görmezden gelir; düzeni yeniden tesis etmek için bir istisna hâli dayatır…
Faşizm bugün belirli faşist partilerde tecrit edilmediğinden, günlük kültüre yayıldığından ve ulus devletin işleyişinin neredeyse zorunlu bir parçası haline geldiğinden, bu oluşuma karşı çıkmak için yapılacak herhangi bir girişim, anti-faşizmi anti-kapitalizm ve ulus devlet eleştirisi ile birleştirmelidir. Faşizmi eleştirmek, para ekonomisini ve mevcut devlet biçimini ortadan kaldırmak yönünde bir perspektifle otoriter ve ırkçı geç kapitalizme saldırmak anlamına gelir. Faşizme karşı kendimizi savunmamız elbette önemlidir, ancak sadece faşizmi mümkün kılan koşulları ele aldığımız durumda faşizmi alt edebiliriz.
Dolayısıyla anti-faşizm, sorunun köklerini irdelemek anlamında radikal olmak zorundadır: gerçek antifaşizm, faşist partilere ve toplumun faşistleştirilmesine yönelik muhalefeti, mevcut düzenden, yani krizlerce yönlendirilen kapitalist toplumdan radikal bir kopuşu öngören bir projeye içkin kılmak anlamına gelir. Görevimiz, faşizmin ortaya çıktığı koşulları ortadan kaldırmaktır. XXI. yüzyılda anti-faşizm, sokaklarımızdaki faşistlere direnmekten daha fazlasıdır: madunları, kapitalist egemenliğin sözde kaçınılmazlığını reddetme konusunda birleştiren radikal bir anti-kapitalist proje tasavvur ve inşa etmekle ilgilidir.”[6]
GENEL ÖZELLİKLERİ
Bunun için genel özellikleriyle teorik çerçeveye, yeni(lenen) unsurları da monte etmek “olmazsa olmaz” bir gereksinim olarak karşımıza dikiliyor.
Kökeni “Fasces” teriminden gelen ‘Faşizm’ sözcüğü, çevresi bir çubukla çevrili baltanın adıdır.
Faşizmin ortaya çıkışı I. Dünya Savaşı’nı izleyen kapitalist bunalım ile sıkı sıkıya bağlıdır; anımsayın, sistemin bunalımıyla birlikte, zincirleme devrim ve ayaklanmalar patlak verdi. Ülkeden ülkeye sıçrayan sistemik krizler, kaos, durgunluk, yokluklar, iflaslar, hiperenflasyon, işsizlik ve bunların hepsini gölgede bırakan dünya ekonomik krizi (1929-1933) herkesi, herşeyi terinden oynattı.
Tek tek ülkelerde ekonomik krizin politik krizle birleşmesi ve toplumsal çelişkilerin üst düzeyde şiddetlenmesi, solun eksik kaldığı ve uygun ortamı kendi lehine değerlendiremediği durumlarda faşizmin nesnel koşullarını hazırlamıştır. Dolayısıyla Avrupa’da beklenmedik bir hızla yayılan faşist hareketlerin, devrimci dalganın düşüşüyle (1918-1923) bağlantılı yükselişleri tesadüf değildir. En radikal karşıdevrim biçimi olan faşizm, en radikal devrim biçimi olan Sovyet devrimine karşı kapitalizmin kurtarıcısı olarak sahneye çıkmıştır.
İki dünya savaşı arasında en parlak yıllarını yaşayan faşizmin ilk ortaya çıktığı yer İtalya (1922), en vahşi olduğu ülke Almanya (1933), merkez üssü ise, Batı Avrupa’dır.
İktidara geldiği diğer ülkeler Bulgaristan (1923), Portekiz (1933), Avusturya (1933-1938), Yunanistan (1936), İspanya (1939), Japonya (1940), Fransa (1940), Romanya (1940), Slovakya (1939), Hırvatistan (1941), Ukrayna (1941), Macaristan’dır (1944).
Romanya ve Yugoslavya’daki kukla ve melez askeri faşist rejimler Alman işgalinden önce, Fransa’da Petain, Macaristan’da Horty, Hırvatistan’da Pavelic diktatörlükleri ise mihver güçlerinin doğrudan işgali sırasında kuruldu. Mussolini Hırvat Ustaşa’ya, Hitler Avusturya Nazilerine, Belçikalı Rexist harekete, Finlandiya Lapua hareketine ve Slovak faşistlerine, her ikisi birden Franko’ya doğrudan yardımda bulundular.
Faşizm anavatanı Avrupa’da baskın durumdayken, kıta dışındakilerin en gelişmişi II. Dünya Savaşı’nda Almanya ve İtalya’nın suç ortağı Japonya idi. Tepeden inme askeri faşist diktatörlük hızlı bir modernleşmeye, karizmatik imparatora, geleneksel siyasete ve saldırgan bir emperyalizme dayanıyordu. Mussolini faşizminde tüm standartların odak noktası devletti, Japon faşizminde ise “halkın doğal kan bağları” ile birleşmiş bir devlet ve ulus yaratarak sınıflı toplum yapısına son vermekti. Japon devletinde imparator mutlak irade ve söz sahibiydi.
Malum faşizmden söz edildiğinde başlıca üç olguya işaret etmiş olunur: i) Devlet, ii) ırkçı/milliyetçi ideoloji, iii) militan siyasal hareket! Bu özellikler tüm faşist hareketlerde merkezi bir yer tutup, yüceltilirken; “Faşist devlet, yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal devlettir: İster doğrudan doğruya ister dolaylı yoldan olsun, temelden otoriter olan pratiklerini, koşullara göre, artık gizleme gereğini duymayan mülk sahipleri birliği... Bu açıdan alınırsa, ‘demokratik’ görünüşlere vurulan her darbe, biçimsel bile olsalar, özgürlüklerin her türlü kısıtlanması (doğal haklar kavramı pek umursanmasa bile) rejimin faşistleştirilmesinin önemli belirtilerinden biri olarak kabul edilmelidir.”[7]
Tekelci kapitalizmin doğrudan ürünü olarak devleti yücelten faşizm, bunu da siyasal özgürlükleri ortadan kaldırmanın gerekçesine dönüştürür.
Onun için aslolan devletin “bekası” ile güçlenmesidir. Özgürlük yerine otorite ve disiplini, eşitlik yerine ise eşitsizlik ile hiyerarşiyi koyan faşist devlette, “hak yok, vazife var”ken faşizm, insan(lık)ın bir sürü hâline getirilmesidir.
İtalya’da 1920’lerde ortaya çıkan bir siyasi hareketi ve bu hareketin iktidara geldikten sonra kurduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeni ifade eden faşizm; bazı farklı yanlarıyla Alman Nazi rejimini de kapsar. Söz konusu iki pratik de faşizmin en olgun iki örneğini oluşturur.
Hitler’in iktidara gelmesinin nedenleri arasında Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle çıkması ve toplumda bunun yarattığı eziklik duygusu, sol hareketlerden duyulan endişe ve sermaye sınıfının kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi sayılabilir.
Faşist rejimler; eşitlik, özgürlük, akılcılık, ilerleme kavramlarını, iktidarlarını sürdürmekte engel görürler. Kendi rejimlerinin sürmesi için baskıyı, şiddeti, zorbalığı kullanırlar. Bireysel hak ve özgürlükleri şiddetle bastırırlar. Faşizmin insana bakış açısı biyolojiktir. Bu bakımdan akıldan çok duygulara, insanların en ilkel içgüdülerine seslenirler. Faşist liderlerin bir özelliği de çok yetenekli birer demagog olmalarıdır. İnsanı biyolojik varlık olarak ele aldıklarından, insanlar arasındaki eşitsizlikleri doğal karşılarlar.
Bu bakımdan cinsiyet eşitliğine karşıdırlar. Toplumu; ırk ve mezhep temelinde de ayrıştırarak egemenliklerini sürdürmek isterler. Bu kavrayış; insanı, başlı başına bir varlık olarak değil, toplumsal yapının işleyişini sağlayan mekanik bir dişli olarak ele alır. Faşizm, bireyselliği yadsır. Irkçılık ve şovenizm, rejimin devamı için şarttır. Faşist rejimler, özgür düşünceyi her zaman boğmak isterler. Onlara göre duygular kitleleri galeyana getirmeli, coşku yaratmalı, mümkün olduğunca düşünmemelerini sağlamalı ve fanatikleştirmelidir.
Nazilerin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, 1930’lar Almanya’sı için “Kitleler aklını yitirmiş bir sarhoşluk içinde. Bu böyle devam etmeli,” der[8] ve ekler: “Entelektüelizm her türlü propagandanın düşmanıdır.”
Faşizmin aydına bakış açısını özlü biçimde ifade eden Goebbels göre aydınlar; topluma, toplumun örf ve adetlerine yabancıdır, kullandıkları dil yapaydır. Faşistler, kitlelerin kültürel ve siyasal bilincinin yükselmesini, kendi zorba rejimlerinin sürekliliği için tehlike görürler. Faşizmin kullandığı dil; kaba, hoyratça, basit, somut, şiddeti ve nefreti körükleyen bir dildir. Derinliği yoktur. Güç ve iktidar hırsıyla dolu, saldırgan, hakaretamiz bir dildir.
Bununla bağıntılı olarak Benito Mussolini de, “İtalya’yı yönetmek istiyoruz. İtalya’nın sorunlarını çözmek için erkek adamlara ve irade gücüne ihtiyaç var,” derken düşüncenin yerini kaba gücün alacağına işaret eder.
Özetle faşizm; şiddetin kol gezdiği, güçlünün zayıfı ezdiği, adaletin gerçekleşmediği, eşitsizliğin doğal karşılandığı, bireyselliğin değil kitleselliğin, ilkelliğin, cehaletin kutsandığı demagoji rejimdir.
Ancak şurası da unutulmamalıdır ki faşist diktatörleri “şarlatan, hasta” diye nitelemek de pek doğru olmayacaktır.
Jorge Luis Borges, “Faşizmin bir ruh hâli” olduğuna dikkat çekerken; büyük ölçüde haklıdır. Çünkü faşizm sadece liderle açıklanabilecek bir hâl değildir.
O geniş kitleleri ortak bir duyguda birleştiren bir dünya görüşüdür; kitlelerin histerik biçimde öndere tapındığı, ürkütücü siyasal durumdur.
Liderlerin kararları asla sorgulanmaz, ağzından çıkan her cümle -çoğu zaman kendini değillerse bile- hakikât olarak benimsenir. Tanrısal güce sahip olduğu düşünülür, “ulus” için lütuftur. Bir zaman sonra lider de “kurtarıcı” kimliğine inanır, bürünür, yeni hakikât -hakikât ötesi- böylece tamamlanmış olur.
Federico Finchelstein’ın, “plana uygun mit” olarak tarif ettiği biçimde, yarattığı bu hakikât ötesi duruma uygun öyküler kurgulanır. Hiç olmamış bir tarihtir söz konusu olan. Sıkça yinelenen masallar, böyle bir geçmiş yaşam olduğuna inandırır toplumu.
Benzer şekilde yinelenen hayali başarılarla özdeşleşir yığınlar. “Dünyayı dize getirmek”, “hayali düşmanlar yaratmak”, “sahte iktisadi başarılar”, “uzaya gitmek ve orada egemenlik kurmak” gibi. “Faşistler mit ile gerçeklik arasındaki sınırları yeniden çizdiler. İnandıkları ırkçı yalanlardan yola çıkarak dünyayı yeniden şekillendirmeyi amaçladılar. Bunu yaparken de gerçeğin yerini mitler aldı.”[9]
Faşizm; kapitalist milliyetçiliğin tonudur; popülizm ile beslenip, “kendi ırkının üstün özellikleri” olduğu inancıyken; Federico Finchelstein ekler: “Faşist ideoloji, insanların hiyerarşik biçimde üstün ırklar ve aşağılık ırklar olarak bölündüğü yalanı üzerine kuruludur. Bu ideoloji, daha zayıf ırkların üstün ırklara hükmetmeye amaçladığına dair tamamen paranoyak bir fanteziye dayanır… Faşizmin mesihsel din yorumu düşmandan besleniyordu; hakikâtin karşısında olan ve bu yüzden de ezilmesi, nihayetinde yok edilmesi gereken bir düşmandan.”[10]
Burada şunun altını bir kez daha çizmekte yarar var: Nazi teorisyenlerinin, liderliğinin var olan yasalara ve haklar-özgürlükler sistemine, meşruiyet atfetmemelerinin, hiç çekinmeden onları yok hükmünde sayarak davranmalarının arkasında projelerinin mesihsel niteliği yatıyordu.
Toparlarsak: Faşizm, sadece tekelci sermayenin terörist ya da kural tanımaz bir diktatörlüğü değil, aynı zamanda bir kitle ideolojisi, bir burjuva devlet biçimidir ve öteki burjuva diktatörlükleriyle aynı sınıfsal içeriğe sahipken Roland Barthes’ın, “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir”…
Elias Canetti’nin, “Deneyimlediğimiz diktatörlükler tümüyle kalabalıklardan oluşmuştur... Büyüyen kalabalıklar -ki bu özellikle önemlidir- ve daha da büyük kalabalıkların kasıtlı ve yapay coşturulması olmasa, diktatörlüklerin gücü diye bir şey olmayacaktır”…
Sevgi Soysal’ın, “Faşizm yığınlar açısından düşünüldüğünde, düşünmeyen, sormayan insanların sürüklendiği bir ideolojidir”…
Emma Goldman’ın, “Faşizm, salt milliyetçi ve ırkçı değil, aynı zamanda da cinsiyetçidir”…
Jean-Paul Sartre’ın, “Faşizm, kurbanlarının sayısıyla değil, onları öldürme yöntemiyle tanımlanır!”
Noam Chomsky’nin, “Bir kez daha belirtmek istiyorum, ‘faşizm’ gaz odaları demek değildir. Faşizm, devletin sendikaları ve şirketleri koordine ettiği ve büyük iş çevrelerine büyük rol verdiği özel bir ekonomik düzenleme biçimidir”…
Franco Berardi’nin, “Faşizm belli bir ulusal, dini veya etnik bir kimlik savunusu değil, genellikle savaş ve katliamla sonuçlanan tehlikeli bir tarihsel oyuna neden olan bir ulusal, dini ve etnik kimlikleştirme sürecidir”…[11]
Benito Mussolini’nin, “Faşizmi korporatizm olarak tanımlamak uygun olacaktır, çünkü o devletin ve kurumsal (tüzel) gücün birleşimidir.” “Faşizm dini bir konsepttir”…[12]
Maurice Bardèche’nin, “Tüm faşizmlerde bir ahlâk ve estetik bulunur, ama bu ahlâk ve estetik fetihçidir ve bu yüzden her faşizm bir dindir”…
Federico Fellini’nin, “Faşizm her daim bir taşra ruhundan, gerçek sorunlara dair bilgi sahibi olmamaktan ve insanların kendi yaşamlarına daha derin anlamlar katmayı, tembellik, önyargı, açgözlülük ve kibir nedeniyle reddetmesinden doğar”…
Theodor W. Adorno’nun, “Akıl yoluyla bir faşiste ulaşmak mümkün değildir; çünkü o aklı başkalarının pes etmesi olarak görür”…[13]
Yalçın Küçük’ün, “Faşizm, tarihin kaydettiği önceki dikta uygulamalarından, korkudan kaynaklanmasıyla ayrılıyor. Korkunun hareketsizliği doğurması en çok faşizmde var,” diye betimledikleri faşizm ölümün yüceltilmesidir.
Aslı İspanyolca “Viva La Muerte” olan sloganın “yaratıcısı”, Franco’nun generallerinden José-Millán Astray’dir; faşist komutan, ilk kez askerlerini çarpışmaya sürerken kullanmış bu sloganı ve faşizme yakışan, betimleyen teorik-pratik çerçeve de buydu zaten.
TEORİK ÇERÇEVE
O hâlde kapitalizmin emperyalist hâlinin siyasi rejimi olarak ortaya çıkan faşizm(ler)in tarihsel deneyim(ler)den hareketle hızla aktaralım:[14]
Eduardo Galeano’nun, “Özgür olan tek şey fiyatlar. Bizim topraklarımızda Adam Smith’in Mussolini’ye ihtiyacı var. Yatırım özgürlüğü, fiyat özgürlüğü, kambiyo özgürlüğü: Piyasalar ne kadar özgürse, insanlar o kadar tutsak. Küçük bir kesimin refahı geri kalan insanları lanetliyor. Masum bir serveti bilen var mı? Kriz zamanlarında liberaller muhafazakâr, muhafazakârlar ise faşist olmuyorlar mı?”[15] sorusundaki üzere faşizm çürümekte olan kapitalizmdir.[16]
Faşizm büyük sermayenin çıkarlarının militan ve yasasız savunuculuğunu yapar, karşı koyan güçleri dağıtmayı, ezmeyi başardığında ise dizginsiz diktatörlüğünü kurar.
Faşizm, hâkim sermaye sınıflarının zorla iktidarda kalmaları düzenidir. İşçi sınıfının bilinçlenmesine karşı, haklarına sahip çıkmasına karşı, yokluklar ve yoksunluklar içinde bırakılmasını sağlayan bir tekelci terör rejimidir.[17]
“Ekonomik bunalımların yarattığı umutsuzluk ve bezginlik iklimi, faşizmin oluşmasında ne kadar önemli bir faktör olarak belirirse belirsin, faşizm ortamının hazırlanmasında, faşizmin iktidara getirilmesinde, faşizmin uygulanmasında bütün kuklaların ipleri, son tahlilde, emperyalist finans kapitalin elinde bulunur.”[18]
Kolay mı? “Faşizm, ekonomik, toplumsal ve politik bunalımın son derece geliştiği, sınıflar arası karşıtlıkların son derece arttığı koşulların iktidar biçimiydi.”[19]
Bu bağlamda da “Faşizm, bunalımın ve proletaryanın yol açtığı yıkımın tehdit ettiği burjuva ekonomisinin kendini aşırı bir şekilde savunmasıydı; sayesinde kapitalist toplumun kendini kurtardığı ve devleti, yönetimine yoğun bir şekilde müdahale ettirerek acil bir rasyonalizasyon sağladığı bir sıkıyönetimdi.”[20]
Ya da Clara Zetkin’in, “Faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeye mahkûm olduğu cezadır,” ifadesindeki üzere;[21] “Komünizme bir cevaptır, hem de korkunç bir cevap”![22]
“Faşizmi, aşırı siyasal gericiliği iktidara taşıyanlar doğrudan sefilleşen kitleler”ken;[23] Antonio Gramsci de, 1920’de ‘L’Avanti’de kaleme aldığı “Cos’è la Reazione?/ Gericilik Nedir? başlıklı yazısında, “Kapitalizm yalnızca İtalya’da değil, tüm dünyada üretici güçlere egemen olmaktan aciz hâle gelmiştir,” vurgusuyla “Faşizm kapitalist şiddetin yasadışılığı” ve “kapitalizmin, bir ülkenin üretici güçlerine artık hükmedemediği zaman”[24] olarak yorumluyordu.[25]
Evet “Faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir… Bağıra bağıra geldiği gibi sessiz sessiz de gelebilir faşizm...”[26]
“Faşist uygulamaların tüm yönlerine milliyetçilik ve ırkçılık egemendir… Faşistler kendi tanımladıkları biçimiyle ulusal birliğin gerçekleştirilmesini temel hedefleri saymışlardır. Faşist ulus fikri siyasetin her yönüne egemen olmuştur.”[27]
“Kiliseyi sadece eski tarz gericilere değil, faşistlere de bağlayan şey, XVIII. yüzyıl aydınlanmasına ve Fransız Devrimi’ne ve Kilise’ye göre bunlardan kaynaklanan her şeye, demokrasiye, liberalizme ve kuşkusuz daha acil olarak ‘tanrısız komünizm’e duydukları ortak nefret idi.”[28]
Özetin özeti: “Faşizm toplumun nevrotik hâli”yken;[29] “Yalnızca politik ya da tarihsel bir terim değil, aynı zamanda psikolojik bir terimdir de...”[30]
“Faşizmde muazzam bir kibir söz konusudur ancak faşizm boş, endişeli ve çaresiz olduğundan megalomanca vaatlere sıkı sıkıya sarılan insanlardan ortaya çıkar.”[31]
Boylu boyunca şiddet içeren söylemiyle faşizm sloganlar, marşlar, görsel semboller, ayinsel ritüellerle mitinglerde ruhani bir hava yaratıp, adeta “aklı” yok ederek, duygular ve içgüdüleri harekete geçirirken; faşizm tarihsel olarak kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin değil tekelci aşamasının bir ürünüdür. Bir diğer ifadeyle faşizm “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”na özgü bir olgudur.
Emperyalizm ve proleter devrimleri çağının olgusu olarak faşizm eğilimi, tekellerin siyasal gericilik ve dikte eğiliminin yoğunlaşmış ifadesinden başka bir şey değildir. Tekellerin egemenliği, koşulları oluştuğunda faşizme götürür. Faşizm ve faşist diktatörlük, tekeller ve mali sermaye egemenliğinin sömürü koşullarını savunma olarak ya da bu koşulları zedelemeye yönelik eğilim, davranış ve hareketler karşısında saldırganlıktır. Tekellerin egemenliğini zora sokma ve ortadan kaldırmaya yönelik eğilim ve hareketlerin başında işçi hareketi gelir. Ancak faşizm, mali sermayenin işçi hareketine karşı olmakla sınırlı bir eğilimi değildir, ama ileriden, ilerlemeden, demokrasi ve özgürlüklerden yana olan her şeye her ilerici ve az çok demokratik harekete, sınıf mücadelesinin kazanımlarına, bu kapsamda burjuva demokrasisinin kurumlarına ve işleyişine de karşı yöneltilmiş bir saldırganlıktır. Ancak kuşkusuz bundan tekel öncesi dönemde tanık olunan ilerici hareketlere yönelik gerici saldırganlığın faşizm olarak nitelenmesi sonucu çıkarılamaz.
Faşizm mali sermaye ve tekellerin bir eğilimiyken, faşist diktatörlük mali sermayenin halkı ve mücadelesini kana boğmaya yönelmiş, açık terörcü diktatörlüğü, burjuva devletin en gerici biçimidir.
TARİHSEL ÖRNEKLERDEN MÜLHEM BUGÜN(LER)
Yalçın Küçük, “Hitler yenildikten sonra faşizm, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika devletleri yapısına asimile olmuştur; Hitler ile birlikte faşizm, kapitalizmin siyasal formasyonu içine giriyor ve bunu değiştiriyor,” derken ekler Arundhati Roy da:
“Şu anda istisnasız hepimiz zehirli bir kupadan, içine dini faşizm katılmış kusurlu bir demokrasiyi içiyoruz. Saf arsenik...”[32]
Tarihsel örneklerden mülhem bugün(ler) de, hâl tam da buyken; faşizmle, onu küçümseyerek, “bir daha yaşanmaz” diyerek mücadele edilemeyeceği, bu zihniyetle ancak işçi sınıfının ezilmesine zemin hazırlanacağı açıktır.
Görmek, kavramak gerek: Faşist hareketler tüm dünyada güç kazanırken, işçi sınıfının tüm örgütleri bu canlı tehdit karşısında sınıfı bilinçlendirme ve “faşizme karşı sınıf cephesi” perspektifiyle mücadeleye hazırlama göreviyle yüz yüzedir.
Burjuva ideologların bilinçli bir çabayla olduğundan zayıf gösterdikleri ve “sağ popülist” gibi yumuşak kavramlarla normalleştirilmesine hizmet ettikleri faşist hareketler, bu örneğin de gösterdiği üzere zehirlerini tüm dünyaya saçıyorlar. Örneğin, hemen her ülkede tekrarlanan kitlesel katliamlarla gündeme gelen faşist saldırılarda, burjuva hükümetler ve medya genelde bunları psikopat kişilerin gerçekleştirdiği cani eylemler olarak nitelendirmekle yetinerek gerçekliği karartmaya çalışıyor. Göze batan faşist ritüel, söylem ve eylemlerle sivrilen irili ufaklı faşist örgütler de, benzer şekilde, “psikopatlar kulübü” olarak gösterilmek isteniyor. Oysa faşizm uzun süredir pek çok ülkede, dar bir militan tabanla sınırlı kalan neo-Nazi örgütlerin çok ötesine geçen, gerçek ve büyük bir tehdit olarak olgunlaşmış bulunuyor. Bugün kimi ülkelerde bizzat kurumsallaşmasıyla, kimilerinde faşist partilerin iktidarda oluşuyla, kimilerinde ise bu partilerin hızla güç kazanmasıyla hakiki bir olgu olarak karşımızda duruyor. Bu olguyu besleyen nesnel zemini ise, kapitalizmi çıkmaza sürükleyen tarihsel sistem krizi ve onun yarattığı emperyalist paylaşım savaşı oluşturuyor. Olağanüstü kriz koşulları, burjuvaziyi olağan burjuva demokratik işleyişten uzaklaştırıyor.
Faşizmin çoktandır etki alanı küçük birtakım neo-Nazi grupların eylemleriyle sınırlı bir olgu olmaktan çıktı. Nitekim bir zamanlar marjinal olarak nitelendirilen pek çok faşist parti bugün Avrupa parlamentolarında yüzde 20’ye varan oy oranlarıyla temsil edilir hâle gelmiş, hatta bazı ülkelerde iktidar ortağı olmuşlardır ve bu durum sadece Avrupa’yla da sınırlı değildir.
Özellikle 2008 krizinden sonra faşist partilerin sıçramalı bir yükseliş kaydetmelerinde, emekçi kitlelerin yaşadıkları yıkımın ciddi bir hayal kırıklığıyla ve umutsuzlukla birleşmesinin payı büyüktür.
Faşist partiler bir yandan harekete geçirdikleri sokak güçleriyle sosyalistlere, göçmenlere, homoseksüellere saldırıp terör estirirken, öte yandan parlamenter yüzleriyle “saygın”lık ve güç kazanmaya çalışmaktadırlar. Göçmen düşmanlığının ve AB karşıtlığının ortak paydalarını oluşturduğu bu partiler, söylemleriyle ve eylemleriyle faşist milliyetçiliğin tipik temsilcileri durumundalar.
İşte İtalya’da Giorgia Meloni modeli tam da bu küreselleşme karşıtı milliyetçiliğin dönüşüne örnekken; Nadia Urbinati, ‘Domani’ gazetesinde kaleme aldığı yazıda şunlara dikkat çeker:
“Meloni’nin konuşmalarında en sık geçen sözcüklerden biri ‘millet’. ‘Halk’, ‘yurttaşlar’ ve ‘ülke’ değil: Millet. Sağ ideoloji milliyetçidir. Halkın siyasi, stratejik yapısı üzerinde kendisini inşa etmez. Onun yerine ‘devlet’i siyasi amaçlara hizmet eden millet adına kullanır.”
İtalya’da “yurttaş”tan “milllet”e kayış muazzam bir değişim.
“Milliyetçilik geri dönüyor” diyen Urbinati şöyle devam ediyor:
“Milliyetçilik popülizmlerin rahminde büyüdü. Ebeliğini Brexit minvali küreselleşme karşıtı egemenlikçilikler yaptı...
Milletin yok olma tehdidine karşı milliyetçilik bir beka sorunu şeklinde egemenlikçiliği ikame ediyor. Brexit fiyaskosu AB entegrasyonundan kopuşların sonu oldu. Yerine etnik değer olarak milleti yücelten milliyetçilik aldı. Bahis bundan böyle Avrupa entegrasyonundan kopmak değil, AB’yi bir milletler-devletler Avrupası’na devşirmek şeklinde gelişecek.”
Satırlarına milliyetçiliğin yarattığı tehditlere işaret ederek son veren Urbinati, “Milliyetçilik geçmişte genişlemeciliğin, sömürgeciliğin, ırkçılık ve etnik temizliklerin, türdeş kültür ve din politikalarının şalı oldu,” uyarısını yapıyor.[33]
Haksız da değil! Kolay mı? Sağ, toplumsal çürüme ve İtalya toplumunun krizinin doğurduğu atmosferde büyüdü. Ülkede ekonomi yönetimi süreklileşmiş bir olağanüstü hâl içerisinde, çöküşün eşiğine gelmiş durumda…
O günden bu yana, 110 milyar euro ederinde kamusal varlık satıldı, kurtarma paketleri ve kredi faizleriyle dış borç 2.6 trilyon euroyu buldu. Eğitime harcanan paranın üzerinde bir miktar bu borcun faizlerine harcandı. Otuz yıldır, emekçiler ve gençlere eğer ağır ekonomik reformlara dayanırlarsa, sonucunda yeniden refaha ulaşabilecekleri vaat edildi. Fakat gerçek ücretler ve kişi başına gelir 1999’dan beri düşüşte, İtalya’nın sanayi kapasitesi de yüzde 25 düştü. Bir genç nesli çürüdü, birçokları iş bulabilmek için ülkeyi terk etti.
Sonuç, İtalyan işçileri için yükselen sefalet oldu. Ülkenin resmi işsizlik oranı yüzde 8,4, genç işsizliği bunun iki katı. Yoksulluk içerisinde yaşayan nüfus 5.6 milyona çıktı, enflasyon ise yoksul emekçilerin cüzdanında şişerek yüzde 8.4’e çıktı.[34]
Birçok yönden Macaristan’ın Viktor Orbán’ı ve ABD’nin MAGA Cumhuriyetçileri gibi diğer modern ulusal-muhafazakâr siyasetçilere benzeyen Meloni’nin bu çürüme tablosundan faydalandığı açık ve netken; düşman listesi tanıdık: “toplumsal cinsiyet kimliğini” yok ederek kadınlara ve aileye zarar vermeye çalışan “LGBT lobileri” ve “Uluslararası bir spekülatör” olan George Soros. Meloni, Soros’un beyaz, yerli İtalyanları Büyük Yerinden Edilme ile tehdit eden küresel “kitlesel göçü” finanse ettiğini söyledi. Meloni, otoriter güçlü adamlara yakınlık gösteriyor.
Ayrıca altını çizmeden geçmeyelim Meloni’nin İtalya’sı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın Nazilerden arındırılmasına eşdeğer bir süreçten asla geçmedi. Soğuk Savaş’ın başlangıcında, Müttefikler Batı Avrupa’nın en büyük komünist partisini iktidardan uzaklaştırmak istedi. Faşistlerin tasfiyesine ve İtalya’da toplumsal huzursuzluğa neden olabilecek diğer cezai önlemlere minimalist bir yaklaşım getirdiler. Giorgio Almirante ve Il Duce’ye hizmet eden diğer faşistler 1946’da MSI’ı kurduklarında da başka yöne baktılar. 1960’lara gelindiğinde MSI dördüncü en büyük parti hâline gelmişti.
Yani MSI’ın aşırı sağı yeniden iktidara getirme konusundaki siyasi iradesi hiçbir zaman azalmadı. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşü, sağın gelişmesi için yeni bir alan yarattı. Milyarder Berlusconi ve yeni partisi Forza Italia geldi.[35]
Sonrası da Meloni ile malum…
Ya sosyolog Oliver Nachtwey’in “Düşüş toplumu” tezinde siyasal sistemindeki merkezin çöküşü ve aşırı sağın yükselişine dikkat çektiği Almanya mı?[36]
Faşist hareketlerin dünya genelindeki yükseliş eğiliminin Almanya’da da güçlenmeye devam etmesi şüphesiz kapitalizmin krizinin yarattığı sonuçlarla doğrudan bağlantılı; içinden geçilen kesitin karakteri, Almanya için Alternatif (AfD) adlı faşist parti tipinde oluşumların semirtilmesini gerekli kılıyor.
Burjuvazinin yol verdiği AfD gibi faşist bir partinin göçmenlere karşı kabartılan ve çeşitli kanallardan sürekli işlenen tepkiler AfD’yi giderek daha güçlü bir parti hâline geliyor.
XX. yüzyılda yaşanan faşizm melanetinin yenilgiye uğramasının ardından bir daha belini doğrultamayacağı, hele hele faşizmle “yüzleşen” Almanya’da asla yeniden yükselemeyeceği iddialarının ham hayal olduğunu, AfD’nin ilerlemesi tartışmaya yer bırakmayacak biçimde göstermektedir.
Alman burjuvazisi faşizm döneminin hesabını gerçekten vermemiştir. Nazi ideolojisinin mahkûm edildiği izlenimi yaratan yüzleşme gösterileri de ikiyüzlücedir. Nazizmin tahribatının kitlelerde yarattığı öfkeyi yatıştırmak için bir dönem boyunca kullanılan söylem ve uygulanan yasaklar gerçek bir hesaplaşmanın ürünü olmadığı, aslında burjuvazinin iktidarı sürdüğü müddetçe de böyle bir hesaplaşma olamayacağı için, faşizme can suyu veren gerici düşünceler ve bu düşünceler temelinde örgütlenen yapılar yeniden güçlenmişlerdir.
Tam bu noktada (neo-) faşizm(ler)e ilişkin olarak Umberto Eco’nun uyarılarını anımsa(t)makta yarar var:[37] Görüş ayrılıkları kadar farklılıkları da sevmeyen ebedi-kök faşizm(ler), farlılıkların yarattığı korku ve tedirginliği abartarak körükler, korkuyla besler. Herkesin kendi istediği “aynılıkta” olmasını yani vatandaş değil ümmet ister.
Eco’ya göre, kök faşizmin ilk öğelerinden biri “gelenek kültü” olup, buna göre esas bilgelik geçmişimizdedir; hakikât açıklanmıştır ve artık bunun üzerine bir şey koymaya gerek yoktur.
Ülkedeki “gelenekçi” düşünürler aranır bulunur, özenle gündemde tutulur, her şeyin yerli ve millisi olmalıdır. Gelenekçilik Modernizm’e de karşıdır, ancak teknolojiye de şaşırtıcı derecede hayrandır. Aslında Modernizm’de karşı olduğu esas şey “Aydınlanma”dır. Onlara göre “Akıl Çağı modern çürümüşlüğün başlangıcıdır.” “Kültür” tekin olmayan bir olgudur, “entelektüel dünya” güvenilmezdir. Entelektüeller “radikal züppeler”, “üniversiteler komünist yuvasıdır”. Bu idarelerin kendi tayin ettikleri kendi resmi entelektüelleri, diğerlerini “...geleneksel değerleri terk etmekle suçlama...” ile görevlendirilmişlerdir.
“Kök faşizme göre görüş ayrılığı ihanettir.”
Her akşam ülkenin yarısını vatan haini ilan eden, isimlerini burada sayamayacağım kadar çok televizyon yorumcusu birden gözünüzde canlandı mı?
En çok “düş kırıklıkları yaşamış, bir şekilde aşağılandığını hissetmiş, ekonomik sıkıntı yaşamış” kesimlere hitap eder, bir toplumsal kimlik sunar. Hep birlikte bir şeylere tutunmak gerekir ve bu yüzden de bir “düşman” gerekir.
“Kök faşizm ideolojisinde -olasılıkla- uluslararası nitelikli bir komplo saplantısı vardır. Faşizmin yandaşları kendilerini kuşatılmış hissetmelidir. Komployu açığa çıkarmanın en kolay yolu da, yabancı düşmanlığına başvurmaktadır.”
Bu düşmanlar hep bizim peşimizdedir ve biz sürekli mücadele etmeliyizdir. “Düşmanlar hem çok güçlü, hem de çok zayıf” olarak tanıtılır. Koca koca ülkelere kafa tutuluyor gibi yapılır ama aslında tabii ki biz daha üstünüzdür, çünkü onlar manevi olarak zavallılardır. Dış düşman konusunda en önemli noktalardan biri de iç hedefler için de kullanışlı olmasıdır: “... komplonun köklerinden biri de içeride olmalıdır.”
Bu dış mihrakların yerli işbirlikçiliği de, tüm muhalifleri suçlamak için her an el altında, Demokles’in kılıcı gibi kullanıma hazır bulundurulur. İçerideki barışseverler ve “barışseverlik” de dış düşmanlarla bir olmak demektir ve tabii ki kötüdür.
Hep bir şeylerle, birileri ile savaşmak gerekir. Kitleler zayıftır ve “Bir egemene gerek duyulur”[38] ki, bu da faşizmdir!
“SONUÇ YERİNE”
O hâlde “Faşizmin bugünkü görevi proletaryanın bütün sınıf örgütlerini yıkmak, devrimci proleter öncüleri maddeten yok etmek ve milyonlarca emekçi için terör, kanunsuzluk ve karanlık bir kölelik rejimi kurmak,”[39] olduğunu göz ardı etmeyip, tarihten ders(ler) çıkartarak, vurgulamalı:
“Faşizme burjuva ‘demokrasisi’yle karşı koymaktan dem vurmak saçmalıktır. Burjuva ‘demokrasisi’ kapitalizmin bir başka adından başka bir şey değildir, faşizm de öyle; faşizme karşı ‘demokrasi’ adına savaşmak, bir kapitalizm biçimine karşı her an ilkine dönüşebilecek ikinci bir kapitalizm biçimi adına savaşmaktır. Faşizme karşı tek gerçek seçenek işçilerin egemenliğidir. Bundan daha aşağısını hedeflerseniz, ya zaferi Franco’nun ellerine teslim edersiniz ya da en iyi olasılıkla faşizmin arka kapıdan girmesini sağlarsınız. Bu arada, işçiler bugüne kadarki kazanımlarının her zerresine sıkı sıkıya sarılmalıdırlar, kazanımlarından herhangi birini bu yarı burjuva hükümete bırakacak olurlarsa, aldatılacaklarından kuşkuları olmasın. İşçi milisleri ve polis güçleri bugünkü biçimleriyle korunmalı ve onları “burjuvalaştırma” yolundaki bütün çabalara karşı konulmalıdır. İşçiler silahlı kuvvetleri denetim altına almazlarsa, Silahlı Kuvvetler işçileri denetim altına alacaktır. Savaş ve devrim etle tırnak gibidir.”[40]
Evet, “Faşizm ancak, öfkeli insanların ondan gördükleri zulme denk bir ölçüde toplumsal adalete bağlılık sergilemeleriyle püskürtülebilir. Depar atıp koşmaya başlamaya hazır mıyız? Milyonlarcamız, aldığımız her kararla, yaptığımız her tercihle yalnızca sokaklarda değil, aynı zamanda işyerlerinde ve okullarda da bir araya gelmeye hazır mıyız? Yoksa henüz hazır değil miyiz?”[41]
Mesele burada!
Yani Manuel Tiago’nun, “Mücadele uzun soluklu ve güç olacaktı. Büyük zaferler ve mağlubiyetler yaşayacaklardı. Pek çok parti üyesi mücadele etmelerinin bedelini uzun hapis cezaları çekerek, polis tarafından işkenceye maruz kalarak ve hatta faşizm tarafından katledilerek ödeyeceklerdi. Ancak öyle ya da böyle büyük gün gelip çatacaktı. Faşist diktatörlük yıkılacak, özgür olunacak ve parti devrimci bir dönüştürücü güç olarak ortaya çıkacaktı,”[42] ısrarıyla anti-faşist mücadeleyi kapitalist çılgınlıktan ayrı ele almadan Antonio Gramsci’nin, 1925’te İtalya’da faşist partinin iktidar yürüyüşüne karşı mücadelenin gereklerini değerlendirirken şuna işaret ettiklerini unutmamaktadır:
“Halklarımızın düşmanları güçlüdür, ellerinde pek çok araç ve ihtiyat kuvvet vardır (...) Onları yenmek için (...) onların cephesindeki her bir çatlaktan yararlanmamız, ne kadar kararsız, ne kadar sallantılı ve ne kadar geçici de olsalar mümkün her müttefiki değerlendirmemiz gerekir (...) Tüm devrim öncesi dönem esasen (...) yeni müttefikler kazanmaya, karşıtımızın saldırısını ve savunma yapılarını dağıtmaya ve ihtiyatlarını tüketmeye yönelik bir taktik etkinlik dönemidir...”
Öyleyse bir kez daha toparlayarak vurgulayalım:
- Faşizm, bir bütün olarak (“eski”siyle, “neo”suyla) kapitalizmin emperyalist evresinin çocuğudur. Kapitalizmin (kaçınılmaz) krizleriyle birlikte su yüzüne çıkar.
- Krizin yerinden ettiği/etmekle tehdit ettiği toplumsal katmanlar (küçük mülk sahipleri, esnaf, işçi sınıfının kimi kesimleri) korku, kaygı ve tepkisellikleriyle faşizme gövde olurlar. Ancak onun nihai tahlilde işlevi, sermaye egemenliğinin sürdürülmesidir.
- Faşizm ürkmüş kitlelerin en “ilkel” güdülerine (kabilecilik, “biz/ötekiler” dikotomisi, homofobi, machismo…) seslenerek onları mobilize eder. Bu anlamda her zaman bir “düşman”ı gereksinmektedir: iç ve/veya dış. İmal edilmiş “düşman”a karşı tektip bir reaksiyonu biçimlendirir/tetiklerken, kitlelerin öfkesini, yoksullaşma ve yoksunlaşmalarının gerçek nedeni olan sermaye egemenliğinden başka yönlere yönelterek manipüle eder. Bir başka deyişle, ekonomi-politik çatışmaları (sınıf mücadelelerini) kültürel (etnik, ulusal, dinsel) çatışmalarla ikame eder.
- Bunlar gözönünde bulundurulduğunda, faşizmin güncel versiyonlarını “sağ popülizm, aşırıcılık, milliyetçilik vb.” nitelemelerle hafifletmenin, onun tarihsel sürekliliğini ve sermaye egemenliğiyle ilişkisini gözlerden gizleyerek münferitleştirmenin ötesinde bir işlevi yoktur.
- Ve son vurgu: Faşizme karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleyi de içermek zorundadır.
11 Kasım 2022 14:21:32, İstanbul.
N O T L A R
[1] Lev Troçki.
[2] Kevin Passmore, Faşizm, çev: Sinem Gül, Dost Kitabevi, 2014, s.259.
[3] İlkay Meriç, “Burjuvazinin ‘Yeni Normali’ ve Yükselen Faşizm”, 3 Haziran 2020… https://marksist.net/ilkay-meric/burjuvazinin-yeni-normali-ve-yukselen-fasizm
[4] Cihan Tuğal, “Faşizm Meselesi”, 24 Eylül 2022… https://www.evrensel.net/yazi/91654/fasizm-meselesi
[5] İbrahim Varlı, “Dr. Kemal Bozay: Kimliklere Sıkışan Sol Kaybediyor”, Birgün, 28 Eylül 2022, s.11.
[6] Mikkel Bolt Rasmussen, “Geç Kapitalizm Çağında Faşizmle Mücadele”, 20 Mart 2022… https://www.politikyol.com/gec-kapitalizm-caginda-fasizmle-mucadele/
[7] François Châtelet, Faşizmin Analizi, çev: Cemal Süreya, Payel Yay., 1979, s.75.
[8] Faşist entelijansiyanın kitle duyarlılıklarını şekillendirme hareketi, partiyi inşa etme sürecinde bir “büyük yalan” ve “mağduriyet” iddiası belirleyici rol oynar. Almanya’da faşist hareket, “Aslında savaşı kaybetmedik, Yahudiler sırtımızdan bıçakladı” yalanıyla hem yaralanan ulusal onura “milliyetçilik merhemi” sürüyor hem de Yahudi düşmanlığını bir düzenleyici “ana gösterge” olarak “dünya görüşünün” merkezine yerleştiriyordu. Daha yakın bir dönemde, Türkiye’de siyasal İslâmın rejimi “Katı laikçi askeri vesayet demokratikleşmeyi engelledi, Müslümanları ezdi, dinlerini yaşatmadı” iddiasıyla bir hegemonya söylemi inşa etti; ederken de liberal entelijansiyanın orduyu ülke siyasetinde bir “bağımsız aktör” olarak gören, geçmişteki darbelerin ekonomi politiğini ve jeopolitik bileşenini gizleyen sakat yaklaşımına dayandı. (Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Yalan’, Mağduriyet ve Faşizm”, Cumhuriyet, 4 Mart 2021, s.11.)
[9] Federico Finchelstein, Faşist Yalanların Kısa Tarihi, çev: Zeynep Şarlak, İletişim Yay., 2021.
[10] yage, 2021.
[11] Franco “Bifo” Berardi, Kahramanlık Patolojisi/Toplu Katliam ve İntihar, çev: Nalan Kurunç, Otonom Yay., 2018.
[12] “Faşizm, hükümetin ve Ebedi Şehrin yanında, birçok İtalyan aydınının kalbini de fethetti. Bazıları onun kullandığı iki tekerlekli savaş arabasına bindi, hazine odasının önünde diz çöktü. Bazıları ise sessiz kalarak ona onay verdi. Kimi aydınlarsa daha ihtiyatlı bir tavır sergileyerek, faşizme karşı mücadelede tarafsız kalmayı seçtiler. Aydınlar, gücün kendilerini mülk edinmesini severler. Bilhassa faşizm örneğinde olduğu gibi güç, cüretkâr, savaşçı ve maceracı ise bu, daha fazla geçerli bir durumdur.” (José Carlos Mariátegui.)
[13] Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev: Nihat Ülner, Kabalcı Yay., 2014, s.275.
[14] “Tarihi, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açar.” (Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev: Ali Özer, Evrensel Basım Yay., 2010)
[15] Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Alan Yay., 1986.
[16] “Zenginlerin işçilerden korkması, küçük burjuvaların işçileşme tehlikesi karşısında içine düştükleri panik hâli, onların gözünde yoksul insanların ölüme daha yakın olmalarındandır.” (George Battaille, Edebiyat ve Kötülük, çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., 1997, s.51.)
[17] “Eğer faşizm muzaffer olabilseydi, kapitalizmin kötülüklerini düzeltmek için hiçbir şey yapmaz, tam tersine, kapitalizmin kötü yanlarını daha da beter hâle getirirdi… İşçiler gerçekte birer köle olurlardı.” (Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, çev: Mete Ergin, Cem Yay., 1990)
[18] August Thalheimer-Otto Bauer-Arthur Rosenberg-Angelo Tasca, Faşizm ve Kapitalizm/ Faşizmin Sosyal Kökenleri ve Fonksiyonu Üstüne Teoriler, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2019.
[19] Ernest Mandel, Marksist Ekonomi Kuramına Giriş, çev: Ali Ünlü,Toplumsal Dönüşüm Yay., 1998.
[20] Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev: Okşan Taşkent-Ayşen Ekmekçi, Ayrıntı Yay.,, 2017,1996, s.93
[21] “Faşist ideoloji, her ne denli sosyalist kökenli hiçbir izlekten esinlenmiyorsa da, buna karşılık, gerçek sosyalizmi faşizmin getirdiğini belirtme uğruna ideologların kaleminden sık sık saçılan sosyalizm sözcüğünden başlamak üzere, sosyalizmden yapılmış yüzeysel alıntılar bakımından çok zengindi. Burjuvaziye karşı sövüp saymalar da, ‘proleter ulus’ kavramı gibi kavramların kullanılması da, hep bu türlü şeylerdi. Devrim terimi dahil, her an faşist sözcük dağarcığında yer almayan sosyalist terim yoktu. Yeni bir düzenin kuruluş haberi de aynı ereklere bağlıydı. En açık bir biçimde tutucu izlekler, var olan toplumsal düzeni korumaya en yetkin çözümler, böylece faşizme kendini çeşitli burjuva düşünce akımlarıyla tam bir kopuntu içinde gösterme, hiç değilse söz yarıştırma düzeyinde Marksistlerin pabucunu dama atma, ve sosyalizmin etkisi altında kalmış bulunan yığınları elde etmeyi umma olanağını sağlayan devrimci bir sözcük dağarcığıyla süslenmiş bulunuyorlardı.” (Roger Bourderon, Faşizm-İdeoloji ve Uygulamalar, çev: Kenan Somer, Onur Yay. 1989, s.125.)
[22] Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, çev: Mete Ergin, Cem Yay., 1990.
[23] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi, çev: Yüksel Pazarkaya, Cem Yay., 2014, s.35.
[24] Antonio Gramsci, “Cos’è la reazione?”, Sul Fascismo, Enzo Santarelli (ed.), Roma: Editori riuniti, 1973, s.32.
[25] “Duçe,... hep korku duymayan, ümitsizlerden mürekkep bir ordu kurmak gayesi ile çırpınmıştır.” (Marsel Ussan, Faşizm, çev: Saffet Üçok, Töre Devlet Yay., 1976, s.120.)
[26] Umberto Eco-Bertolt Brecht-Samir Amin-Temel Demirer-Sibel Özbudun, Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları, Ütopya Yay., 2016.
[27] Kevin Passmore, Faşizm, çev: Sinem Gül, Dost Kitabevi, 2014, s.142-176.
[28] W. H. Auden, “Spain”-1937, Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.
[29] Rollo May, Kaygının Anlamı, çev: Aysun Babacan, Okuyan Us Yay., 2020, s.232.
[30] Gilles Deleuze- Felix Guattari, Anti-Ödipus - Kapitalizm ve Şizofreni 1, çev: Fahrettin Ege-Hakan Erdoğan-M. Yiğitalp,: Bilim ve Sosyalizm Yay., 2012.
[31] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, çev: Kerem Işık, Okuyan Us Yay., 2013, s.97.
[32] Arundhati Roy, Çekirgeleri Dinlemek-Demokrasi Üzerine Saha Notları, çev: Osman Akınhay, 2010, Agora Kitaplığı, s.40.
[33] Nilgün Cerrahoğlu, “Meloni Hasedi”, Cumhuriyet, 30 Ekim 2022, s.7.
[34] Luca Tavan, “İtalyan İşi Faşizm”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:812, 2 Ekim 2022, s.2.
[35] Ruth Ben-Ghiat, “İtalya’da Faşizmin Dönüşü”, Yeni Yaşam, 28 Eylül 2022, s.10.
[36] M. Sinan Birdal, “Enflasyon, Savaş, Faşizm”, Evrensel, 28 Eylül 2022, s.9.
[37] “Faşizm, çok amaçlı bir terim hâline gelmiştir, çünkü faşist bir sistemin bir veya daha fazla özelliğini tasfiye de etseniz, gene faşist olarak tanınabilir. Faşizmden emperyalizm öğesini çıkarın, geriye Franko ile Salazar kalacaktır. Sömürgeciliği de çıkarın, gene de geriye Ustaşların Balkan faşizmi kalacaktır…” (Umberto Eco, “Ur-Faşizm ya da Sonsuz Faşizm”, Özgür Üniversite Forumu Faşizm Dosyası, No:13, Ocak-Mart 2001.)
[38] Umberto Eco, Beş Ahlâk Yazısı, çev: Kemal Atakay, Can Yay., 1998, s.28-49.
[39] Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev: Ali Özer, Evrensel Basım Yayın, 2005.
[40] George Orwell, Selam Olsun Katalonya’ya, çev: Jülide Ergüder, Alan Yay., 1985, s.225.
[41] Arundhati Roy, Çekirgeleri Dinlemek-Demokrasi Üzerine Saha Notları, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2010, s.64
[42] Manuel Tiago, Mücadeleler ve Yaşamlar, çev: Canberk Koçak, Yazılama Yay., 2017, s.52.
Yorumlar