“Adını değiştir, öykü seni anlatsın.” [1] “Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine...
“Adını değiştir,
öykü seni anlatsın.”[1]
“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem,” vurgusuyla ekler Jean Paul Sartre:
“Dünya edebiyat olmadan da varlığını pekâlâ sürdürebilir. Ama insan olmadan varlığını çok daha kolay sürdürebilir…”
Bu yaşamsal meseleye ilişkin olarak Semih Gümüş de, “Edebiyat olarak hayat” ve “Yaratıcılık olarak edebiyat” kavramının altını çizer.
Ahmet Telli’nin, “Edebiyat başlı başına sorun yaratıcı bir sanat pratiğidir,” notunu düştüğü konuda “Adasında yalnız yaşayan Robinson olsaydım yazmazdım” diyen Jorge Luis Borges, “Niçin yazıyorsunuz” sorusunu, “Ben acil bir soruna, bir iç gerekliliğe cevap vermek için yazarım” diye yanıtlar.
İlginçtir, Jorce Amado da hemen hemen aynı cümleyle karşılık verir böyle bir soruya. Ancak bu iki yazar aynı ağızdan çıkmışçasına yanıtlarına karşın kimler için yazdıkları konusunda farklı yaklaşımlar gösterirler.
Borges, bir kitle için değil, yalnızca gerekli olduğunu hissettiği için yazdığını belirtir. Amado ise halk için, ülkesinin gerçekliğini değiştirmeye yardımcı olmak için yazdığını söyler.
Yani yazmak, her yerde olduğu gibi Latin Amerika’da da özgürlükçü bir eylemdi.
Gerçekten de bu güzergâhta Latin Amerika edebiyatının XX. yüzyıldaki en büyük olayı 1960-1970 yılları arasında gösterdiği etkinliktir. Bu etkinlik, büyük bir edebiyat verimi ve onu izleyen kıta dışında yayımlanma patlamasıdır. Avrupa ve Kuzey Amerika’da bu olaya “Latin American Boom” dediler. Latin Amerika kültür ortamında bu İngilizce niteleme benimsendi, fakat kısaca “El Boom” olarak yerleşti.
El Boom denilince, yazarlar olarak, Arjantin’den Julio Cortázar, Kolombiya’dan Gabriel García Márquez, Meksika’dan Carlos Fuentes ve Peru’dan Mario Vargas Llosa isimleri akla gelir.
Dünyada Latin Amerika Boom’u, bir indirgeme ile “büyülü gerçekçilik” (realismo magico) akımı olarak görme gibi yaygın bir kanının olduğunu söyleyebiliriz. Bu kanının oluşmasındaki başlıca sebep, büyülü gerçekçiliğinin Boom’un sürükleyicisi olmasıdır. Boom’un içinde, (1920’lerde başlayan) indigenismo Juan Rulfo, José Maria Arguedas), criollismo (Ricardo Güiraldes), sosyal gerçekçilik (Jorge Amado), politik edebiyat (Miguel Otero Silva), gerçeküstücülük (Ernesto Sabato), yenibarok (José Lezama Lima), Meksika Devrimi edebiyatı (Mariano Azulea) akım ve eğilimleriyle birlikte o günlerin başkaca eğilimleri de vardı. Dönem itibariyle büyülü gerçekçilik, bütün bu akım ve eğilimleri etkilemiştir. Böyle olunca da büyülü gerçekçiliğin alanı genişlemiştir. Güçlü bir virüs olduğu kuşku götürmeyen bu akım, pek çok yazarın akım bağlantıları konusunda kıtadaki araştırmacı ve eleştirmenleri dahi içinden çıkılması güç olan bir atlas gerçeğiyle karşı karşıya bırakır: Jorge Luis Borges, Juan Carlos Onetti, Mario Benedetti gibi yazarlar bunlardan birkaçıdır.
Latin Amerika Boom’unun merkezinde yer alan Kolombiyalı Gabriel García Márquez aynı zamanda büyülü gerçekçiliğin de merkez kişisidir. Yine kıta dışından bir kanı olarak, bu akımının onun tarafından başlatıldığına inanılır. Oysa Márquez’den önce bir üçlü vardır ki büyülü gerçekçilik adına ilk bilinçli tutum onlardan gelmiştir: Alejo Carpentier (Küba), Arturo Uslar Pietri (Venezüella) ve Miguel Ángel Asturias (Guatemala)’dır bunlar. Büyülü gerçekçiliği kavram olarak ilk ifade edenin de Alejo Carpentier olduğunu ekleyelim... Ne var ki etkinliliği itibariyle büyülü gerçekçiliğin merkez kişisi yine de García Márquez olmuştur. Belirttiğimiz gibi Boom’un da...
XXI. yüzyıl vizyonunda Latin Amerika’daki yeni edebiyat akımlarını konu ederken Boom olayına geri dönmemiz gerekir. 1960 sonrası kuşaklar onun devasa gölgesi altında yazdılar. Gerçekten de olağanüstü verimlilikte bir dönemdi bu, onun 1969’dan bu yana kıtaya dört Nobel Edebiyat Ödülü (Asturias, Neruda, García Márquez ve Llosa) taşıdığını anımsamak yeter…
İleri sürdükleri ve eğilimleri:
a. Meta-literatür peşinde koşmak gibi zorlayıcı bir eğilimi terk ettiler. Cortázar, Llosa, Márquez ve Fuentes’in böyle bir dertleri olduğuna inanıyorlardı zira.
b. Okumak için daha doğrudan bir tarz yaratılması gereğine kanaat getirdiler. (Burada özellikle Cortázar’ın varoluşçu tarzına karşı çıkıyorlardı.) Bunun da yolu gerçekçiliğe dönmekti.
c. Ayakları yere sağlam basan tarihi anlatı kurmak istediler,
d. Tarihi anlatı niteliğinin tarihi kesinlik ile desteklenmesi gereğine inandılar. Bu da gerçekçiliği destekleyici bir tavır oluşturdu; Dönem ve mekân bütünlüğünde sorunları dile getirmek.
e. Kıta gerçekliğine ait olan sürgün konularının işlenmesi.
f. Kadın edebiyatı ve cinsellik...
Bu çerçevede 1980’li yıllar Latin Amerika edebiyatında bir ara dönemdir; ilk post-modernist dalganın hızı kesilmiştir. 90’ların canlı ortamına kadar şiir ve feminist edebiyatta bir çıkıştan söz etmek mümkündür.[2]
Söz konusu tabloda Carlos Fuentes’ten Mario Vargas Llosa’ya uzanan ufuk oldukça önemliydi.
FUENTES’TEN LLOSA’YA
“Yaratmak tek gerçek eylemdir…
“Kimsenin nedensiz sevilmeye hakkı yoktur…
“Hayal edilen, yaşanandan her zaman daha iyidir…
“Yazmak şişenin içine mesajı koyup denize bırakmaktır, o şişeyi kim bulup çıkarırsa kitabın kaderini de o belirler…
“Edebiyat, tarihin unuttuğunu gerçek kılar…
“Biz ölümün hayatı için birer bahaneyiz. Yaşam hakkında unuttuğumuz her şeye varlık kazandıran ölümdür,”[3] derdi Carlos Fuentes…
‘Fuente’ sözcüğü, İspanyolca da “pınar, çeşme, kaynak” benzeri anlamlar taşırdı. 83 yaşında yitirdiğimiz Carlos Fuentes de soyadının çağrıştırdığı cömertlikte bir yazardı. Altmış yıla yayılan yazarlık uğraşında, romancı, öykücü, denemeci, oyun yazarı ve eleştirmen Fuentes’in gür pınarı altmıştan fazla yapıtla sulamıştı edebiyatın engin topraklarını... [4]
Kolay mı? “Edebiyat olmadan ben bir hiçim” sözünün sahibi, Latin edebiyatının en önemli isimlerindendi…
‘The Washington Post’a söyleşisinde “Nasıl ölmek isterdiniz” sorusuna verdiği cevaptaki gibi “Huzurla, uykuda...” bırakıp gitti bizi…
1960’lı ve 1970’li yıllarda çağdaş İspanyol edebiyatında görülen patlamanın da temelini attı. Fuentes, çağdaşları olan Kolombiyalı Gabriel García Márquez ve Perulu Mario Vargas Llosa ile birlikte Latin Amerika’nın diktatörlerce yöneltildiği bir dönemde, bu kültüre dünyanın her kesiminden ilgi ve okuyucu çekmeyi başardı.
Mehmet Güreli’nin, “Octavio Paz, Emilio Fernández derken Luis Buñuel’in de pekâlâ bir Meksikalı olduğunu düşünürken, geniş bir şapkanın altında Carlos Fuentes de alır götürür sizi, Eisenstein’ın Meksika’sına, Elia Kazan’ın Viva Zapata’sına, Sam Peckinpah’ın Vahşi Belde’sine bırakır,” diye betimlediği Fuentes, tüm yüceltici, övgü yüklü nitelemeleri bir an için bir yana bırakacak olursak, iyi bir yazardı. Edebiyatın sahicisiyle uğraştı yıllar boyunca. Sıkı romanlar, öyküler yazarken, ülkesinin günümüzdeki kimliğinin ruhsal ve kültürel köklerini, Meksika Yerlileriyle Hispanik dünyanın tarihsel dolambaçlarında aradı.[5]
Panoromik romanlarıyla ülkesinin karmaşık gerçekliğini dünyanın hemen hemen her yerindeki okurlar için anlaşılır kılan Meksika’nın nazik entelektüeli ve büyük edebiyatçısı Carlos Fuentes, dünyanın ilgisini Latin Amerika edebiyatına çeken yazarlar arasında yer aldı.
Fantezilerine temel olarak tarihi kullanan Fuentes, kültürel öğeleri, masal ve mitleri toplumsal eleştiriyle birleştirirdi. Zengin, şiirli dili, sağlam, geniş bakışı ve kurgu ustalığı ile roman sanatına yenilikler getirmişti.
Semih Gümüş’ün, “Çok ciddi sorunları olan romanlar yazdı… Hem kendi ülkesinin tarihini sorguladı, hem de Batı kültürünü… İyi entelektüeldi…” diye betimlediği Fuentes, sadece Mekasika’nın, Güney Amerika’nın değil, sömürü çarkları altında ezilen bütün yoksul ülkelerin ve halkların trajedisini yakalamıştı eserlerinde.
Marquez, Austrias, Vasconzelos, Amado, Llosa, Cortázar, Juan Rulfo ile birlikte o kuşağın büyük ustalardan biriydi.
Külleri, Paris’in meşhur Montparnasse mezarlığına serpilen Meksikalı yazar Carlos Fuentes Macías, Latin Amerika romanının yaptığı büyük atılımın öncülerinden olmakla kalmamış, yirminci yüzyılın ikinci yarısında roman sanatına damgasını vurmuştu.
Türkçeye çevrilen - ‘Koca Gringo’, ‘İnez’in Sezgisi’, ‘Diana: Yalnız Avlanan Tanrıça’, ‘Laura Diaz’lı Yıllar’, ‘Cam Sınır’, ‘Doğmamış Kristof’, ‘Kutsal Bölge’, ‘Yanık Sular’, ‘Sefer’, ‘Körlerin Şarkısı’, ‘Deri Değiştirmek’, ‘Artemio Cruz’un Ölümü’, ‘Kartal Koltuğu’, ‘Bütün Mutlu Aileler’- romanları, yarattığı karakterleriyle, dünyamızı zenginleştirdi.
Edebiyatın sınırlarını aşan, mesafeleri daraltan, toplumları ve kültürleri birleştiren bir etkinlik olduğunu kanıtlamıştı.
Fuentes, 50’li, 60’lı yıllarda sosyalistti. Sanatçı ve entelektüel çevreleriyle yakınlık kurduğu Avrupa’da 68 Mayıs’ının havasını solumuştu. Ülkesine döndüğünde, Meksika olimpiyatlarından az önce öğrenci olaylarının kanlı biçimde bastırılışını protesto edenler arasında ön sıralardaydı. Bu nedenle sürgüne gönderildi. Ancak Güney Amerika siyaseti o kadar kaygandı ki bir yıl sonra yasağı kaldırılacak, siyasi görüşleri eski keskinliğini yitirdiğinde Meksika’nın Paris büyükelçiliğine atanacaktı (1977).
Siyaset sahnesinde sesi daha ılımlı çıkmakla birlikte kalemi eline aldığında eleştirisi keskinliğini koruyordu. Mesela büyükelçiliğe atandığı yıl tamamladığı başyapıtı ‘Terra Nostra’ tam da böyle bir bakışın ürünüdür; eski çağlardan başlayıp XX. yüzyılın sonuna kadar uzanan, bu zaman içinde Meksika tarihini ve devrimini didikleyen, Meksika’nın kimlik sorununu tartışan bir roman. Fethedilen toprakların bir yazarının, fetihçi ulusun tekmil tarihine, uygarlığına, inanış ve yaşam biçimlerine entelektüel bir başkaldırısı...
Fuentes’in yazarlığını -kapsamlı incelemesinde- Eva Chávez çok iyi özetlemişti: “Meksika halkının ruhu hakkında derinlemesine bilgi, burjuvaziye ve sosyal alışkanlıkları açısından yanlışlarla dolu yaşam tarzlarına karşı dizginleyemediği eleştiri, edebi teknikleri ustaca kullanım, yapısal odaklamalar, zamanda atlamalar.”[6]
Fuentes’in dönemdaşı olan Mario Vargas Llosa da, “Edebiyat Ne İşe Yarar?” sorusunu “Kitap okumayan, edebiyata el sürmemiş bir insanlık, kaba ve ilkel dili yüzünden ürkütücü iletişim sorunları yaşayan bir sağır-dilsizler topluluğuna döner. Aynı şey bireyler için de geçerlidir. Hiç okumayan, az okuyan ya da yalnız süprüntü okuyan insan, engelli bir insandır.”
“Gerçekte olup biteni anlamak olanaksız olduğundan, biz Perulular yalan söyler, uydurur, düş görür ve yanılsamaya sığınırız. Bütün bu tuhaflıklardan dolayı, aslında pek az kişinin kitap okuduğu Peru’daki yaşam edebî bir nitelik almıştır,” vurgusuyla yanıtlarken eklerdi:
“Önemli olan gerçek dünyada olup bitenler değil, insan hafızasının deneyimleri depolayıp hatırlama biçimi, insan zihnini işleten bu geçmişi ayıklayıp kurtarma çabasıdır.”[7]
BORGES-AMADO-COELHO GÜZERGÂHI
Jorge Luis Borges-Jorge Amado-Paulo Coelho güzergâhına gelince…
“Evrensel tarih, birkaç metaforun tarihidir…
“Bazıları yazdıklarıyla övünebilir, bense okuduklarımla gurur duyuyorum…
“Cenneti hep bir tür kütüphane olarak hayal etmişimdir…
“Aşık olmak, hata yapabilen bir tanrısı olan bir din yaratmaktır…
“Hayatın kendisi bir alıntıdır…
“Unutmak en iyi intikamdır…
“En büyük intikam kayıtsızlıktır…
“Hiçbir yıldız kalmayacak gecede. Ne de gecenin kendisi kalacak. Öleceğim ve benimle birlikte ölecek Çekilmez, katlanılmaz evrenin tümü…” derdi epey çalkantılı ve eleştirilerin hedefindeki yaşamıyla bilinen Jorge Luis Borges…
Jason Wilson’un kaleme aldığı biyografisinde, kendini “dünya edebiyatında bir dipnot”[8] olarak niteleyen Onun kendine özgü gizemi, şakacılığı, sadeliği ve karanlığı, “herkes bir başkasına dönüşebilir” ya da “hiç kimse gerçekte kim olduğunu bilmez, kimse belli bir kişi değildir,” sözlerinde yakalanabilir mi?[9]
“İnsanın anayurdu çocukluğudur,” diyen Jorge Amado, “Çoğul kimlik ve kültürün yazarı” olarak anılırdı.
Komünist Parti militanı, hapislikler ve sürgünler yaşamış Amado’nun yaşamı, uzun yıllar siyasetle edebiyatın iç içe geçtiği bir yaşam olmuştu.
“Evet, daha önce bir militandım,” vurgusuyla ekliyordu Amado: “Çok yıllar önce. Çok zor bir ortamda yaşadım. Sekiz yıl yazarlıktan uzak kaldım. Sonunda, kendi kendime, ya militan olmalısın ya yazar, dedim. Belki birçokları militan olmayı seçerdi. Herkes militan olabilir, ama herkes yazar olamaz. Ben de yazar olmaya karar verdim. Ama her zaman politik yaşama katılacak biçimde”…
Amado’nun en önemli yanlarından biri, ülkesinin toplumsal yaşamının “görgü tanığı” olarak, Marxçı bir bakış açısıyla, Brezilya’nın “ulusal kimliği”ne çoğulcu bir yaklaşım getirmiş olmasıdır.
Onun, kimilerince “kaba” diye nitelendirilen, günlük konuşma diliyle kaleme aldığı romanlarının kahramanları, Afrika kökenli Siyahlar, melezler ve beş parasız Beyazlardan oluşan balıkçılar, sokak çocukları, ırgatlar, kapıcılar, orospular, göçmenler ve işçiler ile onların sırtından geçinenler, acımasız toprak ağaları, kiralık katiller, muhabbet tellallarıdır.
Bir bakıma, “sıradan insan”ı Brezilya romanına katan, bir Siyah’ı roman kahramanı yapan ilk yazarlardan biridir Amado…
Bir diğer Brezilyalı’ya, Paulo Coelho’ya gelince…
O da şunları diyendi:
“Çocukken; her şeyin sahibi olmak için büyümek isterdik. Büyüdük; Şimdi her şeyden uzak olmak için hep çocuk kalmak istiyoruz...
“Eğer birgün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın. Çünkü bir çocuğun bir erişkine her zaman öğretebileceği üç şey vardır: nedensiz yere mutlu olmak, her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak ve elde etmek istediği şeyi var gücüyle dayatmak...
“Gerçek sen, içindeki sen, başkalarının biçimlendirmediği sendir...
“Dalından şüphe ettiğin ağacın, gölgesinde soluklanmayacaksın…
“Kişiye göre davranacaksın, küçükle küçük olacaksın hatta; ama seviyesizin seviyesine inecek kadar düşmeyeceksin hayatta...
“İnsanların yaptıklarıyla değil, giydikleriyle marka oldukları bir çağda; aşkların sahteliğinden yakınmak yanlış olur...
“Acı çekmemek için, aşkı reddetmek gerekiyordu. Bu da hayattaki kötülükleri görmemek için kendi gözlerini çıkarmak gibi bir şeydi...
“Her insan kaybeder; ama sevmeyen vazgeçer unutma. Bil ki aşk; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde biter aslında...
“Yüreğini dinlemek zorundasın; çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın. Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da o gene oradadır, göğsündedir; hayat ve dünya hakkında ne düşündüğünü sana tekrarlamayı sürdürecektir. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek… Düşlerinin peşinde olduğu sürece hiçbir yürek kesinlikle acı çekmez...
“Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır...
“Seni seviyorum. Çünkü, aşkın hiçbir gerekçesi yoktur...
“Bir ilişkide güvensizlik varsa oradaki sevgi yalandır. Ve güvenilmek, sevilmekten daha büyük bir iltifattır!” (Paulo Coelho.)
“Bütün günler birbirine benzediği zamanlarda, insanlar hayatlarında karşılarına çıkan güzel şeylerin farkına varamaz olurlar...
“Kendime eziyet etmiyorum. Yaralarımın üzerlerine ancak cesaretle gidersem, iyileşebileceğini uzun zaman önce öğrendim...
“Bugün cesaret edemediğin için yapamadığın şeyleri, yarın zamanın olmadığı için yapamayabilirsin...
“İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanın gelmesini. Fırsatlar bekler, insanlar bekler: Kazanan hep mazeret olur...
“Eğer bir hikâyeyi anlatıyorsan, ondan hâlâ kurtulamamışsın demektir...
“Hayatın her anında, bir ayağımız bir peri masalının içinde, diğeri de uçurumun kenarındadır...
“Bir şey, bir insanın başına, bir kez gelirse, ikincisi olmaz ama iki defa gelmişse muhakkak üçüncüsü de olacaktır...
“İnsanlar hile ve üç kağıtçılıkta o kadar ustalaşmışlar ki, şeytanın bu konudaki şöhreti unutulup gitmiş...”
MÁRQUEZ İLE MUTİS
“Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun? dedi. Öleceğini bildiği hâlde yaşadığını unutmuştu...
“Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için her şeyi yaparlar...
“Kendini çok zorlama, en güzel şeyler onları en az beklediğinde olur...
“Bir insanın en büyük hatası; gereğinden fazla değer vermek değil, kendine hak ettiğinden daha az değer vermektir...
“Gerçek arkadaş, elini tutan, kalbine dokunandır...
“Önemli olan, hayatta başına ne geldiği değil, neyi nasıl hatırladığındır...
“Her an gülümse, boşver ne düşündüğünü bilmesinler. Ve her şeye rağman patlat bir kahkaha, bırak neden güldüğünü merak etsinler...
“Birlikte gülüyorsanız mutluluktur, Birlikte ağlıyorsanız dostluktur; ama birlikte susuyorsanız bu aşktır.....
“Ne kadar yaşayabileceğini biliyor musun? O hâlde sarıl sevdiğine son nefesin gibi...
“Her zaman sevecek bir şeyler kalmıştır...
“Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin; zaman geçmişse ‘dön’ demenin ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin; hiçbir anlamı yoktur...
“Bitti diye üzülme, ‘yaşandı’ diye sevin...
“İnsanı sadece sözler ele vermez, Gözler de içinde birşeyler gizler. Hatta sözler ne kadar inkâr etse de; gözler her şeyi söyler...
“Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse...
“Fakirlik, elini cebine attığında boş olması değil; elini çıkardığında tutacak birinin olmamasıdır...
“Yaşanan her şeyin bir sebebi vardır...
“Yazarlığını sürdürmek isteyen ünlü bir yazar, kendini üne karşı durmadan korumak zorundadır,” derdi Gabriel García Márquez…[11]
Biraz eskilere gidersek: Luisa Santiaga, henüz memeden kesilmemiş ilk çocuğu Gabriel García’yı büyütsünler diye annesiyle babasına bıraktı ve hayırsız kocasının peşinden tekrar yollara düştü. Albay Nicolás Márquez ve karısı Tranquilina Iguarán’ı bu onaylamadıkları evlilikte mutlu eden tek şey belki de bu çocuktu. Luisa kısa bir süre sonra yeniden hamile kalıp ikinci oğlunu dünyaya getirince, küçük Gabriel’i adeta annesiyle babasında unuttu ve altı yaşına gelene dek onu neredeyse hiç görmedi.
Márquez’in hayatının ilk döneminde kendine örnek aldığı ve büyük hayranlık beslediği dedesi Albay, onu sinemayla ve kelimelerin büyülü dünyasıyla tanıştıran ilk insandı; küçük çocuk her şey için sözlüğe bakmalıydı çünkü sözlük “her şeyi bilir”di. Albay’ın önünde açtığı bu dünyaya, evini rüyalarına ve batıl inançlarına göre çekip çeviren anneannenin gerçeküstü hikâyeleri eklenince, Gabriel García Márquez “büyülü” bir çocukluk geçirmiş oldu.
Böylesi bir çocukluğun ardından esas ailesine dönünce, babasının ticari başarısızlıklarına tanık olup durmasının Márquez’de nasıl bir hayal kırıklığı yarattığını tahmin etmek zor değil. Yine de çocuğun aileyle geçirdiği bu yıllar uzun sürmez, çünkü ilkokuldan sonraki öğrenim hayatını başka bir şehirde, yatılı olarak tamamlar. Babasıyla yaşadığı çatışmaların doruk noktası ise üniversite seçiminde kendini gösterir: Annesinin de desteğini arkasına alarak, tıp okumasını isteyen babasına resti çeker ve Kolombiya Ulusal Üniversitesi’ne hukuk okumaya gider. Üniversiteye girdikten kısa bir süre sonra tanıştığı gazetecilik hayatı, eskiden beri edebiyatla nasıl sıkı bir bağ kurduğunu açık seçik ortaya koyar ve genç adam, hukuktan asla mezun olamayacağını anlar.
Márquez’in ilk yazmaya başladığı ama asla tamamlayıp yayınlamadığı ‘Ev’ adlı roman, işte bu büyülü çocukluğun ve ilkgençliğin izlerini taşıyordu. Üniversiteyi bırakıp bir anlamda kendini bulmak üzere gittiği Barranquialla’da tanıştığı çevre, genç adamın önünde yeni ufuklar açtı. Hatta ‘Yüzyıllık Yalnızlık’taki yaşlı Katalan kitapçı, o dönemde arkadaşlarıyla sıkça toplaştıkları Librería Mundo’nun (Dünya Kitabevi) sahibi Ramón Vinyes’ti. Aslında Márquez’in kitaplarındaki karakterler büyük oranda, yazarın kendi hayatından çıkmadır ve yayınlanan ilk hikâyesinden itibaren görülebilir bu. 1947’de yayınladığı ilk hikâyesi “Üçüncü Teslimiyet”te de çocukken gördüğü, intihar etmiş bir adamın cesedini konu edinmişti.
Edebiyatla bağını koparmadan sürdürdüğü gazetecilik kariyerinin dönüm noktası, 1955’te yaptığı bir haber olur. Bir denizciyle yaptığı röportaja dayanan haber, tüm ülkenin gözünden kaçan bir gerçeği açığa çıkararak büyük ses getirir ve özel bir ek çıkararak bütün hikâyeyi yeniden basan El Espectador gazetesi, 28 Nisan 1955 tarihinde “bir Kolombiya gazetesinin ulaştığı en yüksek baskı rakamı”na ulaşır.
1955 aynı zamanda, Márquez’in Avrupa topraklarına ilk kez ayak bastığı tarihtir. Çeşitli ülkelerde geçirdiği bu üç yıllık dönemin en çarpıcı bölümünü, neredeyse iki yıl kaldığı Paris’te geçirir. Yaşadığı tüm zorluklar, çektiği para sıkıntısı, onu yazmaktan bir gün bile alıkoyamaz ve ‘Şer Saati’ romanını yazmaya burada başlar. Bir defasında, sadece musluktan akan suyu içerek, hiçbir şey yemeden iki gün geçirdiğini anlatır.
1958’de Kolombiya’ya dönünce, ta çocukluğundan beri kendine eş olarak seçtiği Mercedes Barcha’yla evlenir. Márquez’e göre, Mercedes’le evlenmeye kız daha dokuz yaşındayken karar vermişti. Mercedes ise, 1955’te Avrupa’ya gitmesinden hemen öncesine dek Márquez’in farkında olmadığını söylüyordu.
Gazeteci olarak Küba Devrimi’ni izlemek üzere Küba ‘ya gitmesi ve orada Fidel Castro’yla tanışması, yakın bir dostluğun temellerini attı. Márquez’in Castro’ya duyduğu inanç hiçbir zaman sarsılmadı ve Küba’ya yaptığı bu yolculuk onda, siyaset sahnesinde daha etkin rol oynama isteği doğurdu. Öyle ki 1974 yılında, “Şili’de General Pinochet liderliğindeki cunta iktidardan devrilene kadar edebiyat alanında ‘grev’ yapacağını ve kendini tam zamanlı olarak siyasete adayacağını” açıkladı.
Büyülü gerçeklik adı verilen akımın temel taşlarından olan Márquez’in kitapları arasında belki de en önemlisi ‘Yüzyıllık Yalnızlık’tır. Onun ortaya çıkış hikâyesi ise en az romanın kendisi kadar “büyülü”. Temmuz 1965’te ailece çıktıkları tatilde, Meksika’nın Acapulco’ya inen virajlı yollarında Opel’ini süren Márquez’in aklına aniden bir “ilk cümle” gelir. Yazar o ilk cümlenin arkasında duran koca bir romanı da büyük bir açıklıkla görünce arabayı gerisingeri çevirip eve döner, çalışma masasının başına oturur ve 1966 yılının Temmuz ya da Ağustosuna kadar bu romanı yazar. Yazdığı 1300 sayfanın 490’ını gönderir yayınevine. Bunu yazabilmek için 30 bin sigara içtiğini ve 120 bin peso borçlandığını da ekler. Romanı postalamak için Mercedes’le postaneye gittiklerinde tamamını göndermeye paraları yetmez. Yanlarındaki paranın karşılayabileceği kadar bir kısmını bir zarfa koyup gönderirler. Sonra eve dönüp bir yerlerden borç bulurlar ve kitabın ikinci yarısını da hemen birincinin peşinden postalarlar.
‘Yüzyıllık Yalnızlık’ın getirdiği büyük şöhret, Márquez’in önce gazetecilik ve sonra sektör dergiciliği gibi çeşitli işler yaptıktan sonra, tam zamanlı bir yazar olmasına imkân sağlar. Bu kadar büyük bir romanın ardından bir süre, yeni ve onun kadar iyi bir şeyler yazıp yazamama huzursuzluğu hissetse de ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’, ‘Kırmızı Pazartesi’, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ gibi kitaplarıyla daha anlatacak çok hikâyesi olduğunu ispatlar. 1982 yılında gelen Nobel Ödülü ise, onun hâlihazırda tüm dünyayı etkisi altına almış olan edebiyatını bir kez daha taçlandırır.
Nihayet kalp ve solunum yetersizliğinden Meksiko City’deki bir hastanede 22 Eylül 2013 gecesi, 90 yaşında hayata veda eden Kolombiyalı şair ve yazar Alvaro Mutis…
Nobel ödüllü Gabriel García Márquez’den sonra Latin Amerika’da kendi kuşağının en önemli şair ve öykücülerinden biri kabul edilen Mutis, aralarında Asturias ve Cervantes ödüllerinin de bulunduğu çok sayıda ödüle değer görüldü.
İlk şiir kitabı ‘Denge’yi 1948’de henüz 25 yaşındayken yayımlayan Mutis, 1953’te çıkan ‘Felaket Öğesi’ kitabı ile uluslararası düzeyde ün kazandı.
İspanyol yönetmen Luis Buñuel’in yazdığı tavsiye mektubu ile 1956’da Meksika’ya giden Mutis, bir daha bu ülkeden ayrılmadı. Deniz, kahve kokusu ve ülkesinin tropikal ormanlarına duyduğu hayranlığı yapıtlarına yansıyan Mutis, 1986’da en ünlü yapıtı kabul edilen “Maqroll’ün Maceraları ve Bahtsızlıkları”nı yayımladı.
Mutis’in 7 kitaptan oluşan ve maceraperest, romantik, idealist bir gemicinin öyküsünü anlatan bu yapıtı çok sayıda dile çevrildi. Yayıncılık, film yapımcılığı ve köşe yazarlığı da yapan Mutis, 1988’de emekli olduktan sonra tüm zamanını edebiyata adamıştı.[12]
“NİHAYET”
Onlar, edebiyatta bir ütopyayı, belki de daha yaşanılabilir bir dünya hayalini canlı tuttular…
Bu edebiyatın her yerde yapması gerekendi…
Kolay mı? Edebiyat, toplumsal hayatın içinden doğar. Bu anlamda açık ya da örtük ilişkileri nedeniyle her zaman siyasi bir faaliyet olarak şekillenir. Edebiyatçı bu işi yaparken ister istemez yelpazenin bir tarafında yer almak zorundadır. Ya yukarıda tanımını verdiğim ve adına saf edebiyat, estetik kaygılar gütme, hümanist olma gibi içi boş sözlerle tanımlanan edebiyat yapma işiyle uğraşacaksın, ya da marjinal olmayı ve tehlikeliler sınıfına girmeyi; siyasi olmayı, halkın taleplerini savunan, yıkıcı fikirlere(!) sahip olmayı, gelenekle savaşan, geleceği kurgulayan olmayı seçeceksin.
Unutulmamalı ki ‘edebiyat sanatsal bir etkinliktir’ der apolitik sanat ve edebiyattan yana olanlar. O hâlde edebiyatçı sanatsal kaygılar dışında başka bir kaygı duymamalıdır. Oysa bunu söyleyenlerin unuttuğu bir gerçek vardır; edebiyat aynı zamanda insani bir ekinliktir. Ve her insan belli değerlerle donatılmıştır.
Bu değerler doğrultusunda yaşamla iletişime geçer. Bu değerlere göre bazı insanlar ile yan yana gelirken, bazıları ile de ters düşer. Bu değerler doğrultusunda aldığı tavır, onun sanat anlayışı ve hayata bakışını da özetler. İşte, edebiyatçı neyi seçip neyi reddettiğiyle sanatsal faaliyette bulunurken durduğu yeri de belirlemiş oluyor. Çünkü neyi seçip neyi reddettiğimiz, aynı zamanda pratik olarak ne yapacağımızı da belirler. Tam da burada iktidarın haksız uygulamalarına ses çıkarmayıp, dikkatini ülke içi-dışı sorunlara yöneltmek yerine saf edebiyat gibi içi boş şeylerin peşinde koşmak mevcut iktidara destek olmaktan başka bir şey değildir.
Gerçekliğe ve yaşanan haksızlıklara sırt çevirmek de resmi söylemle uyum içinde olmak demektir. Her iktidar, düzenini kendi çıkarlarına göre dizayn etmek ister. Oysa edebiyat ve edebiyatçının görevi gerçeğin üzerindeki sis perdesini kaldırmak ve onu olması gereken kurallar üzerine oturtmaktır.[13]
23 Kasım 2013 10:33:56, Ankara.
N O T L A R
[*] Patika Dergisi, No:84, Ocak-Şubat-Mart 2014…
[1] Horatius.
[2] Adnan Özer, “G. G. Márquez’den Sonra Latin Amerika Edebiyatı”, Notos, No:31/ 2011/06, Aralık 2011-Ocak 2011-12, s.19-21.
[3] Carlos Fuentes, İnes’in Sezgisi, çev: Pınar Savaş, Can Yay., 2013.
[4] Celâl Üster, “Meksika’nın Kültür Simyacısı”, Cumhuriyet Kitap, No:1162, 24 Mayıs 2012, s.6.
[5] Celâl Üster, “Kendimce Bir Fuentes Seçimi”, Cumhuriyet Kitap, No:1164, 7 Haziran 2012, s.6.
[6] A. Ömer Türkeş, “Yoksul Halkların Trajedisini Yazdı”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:584, 25 Mayıs 2012, s.12-13.
[7] Mario Vargas Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar, Çev: Emrah İmre, Can Yay., 2012.
[8] Jason Wilson, Jorge Luis Borges, Çev: Tonguç Çulhaöz, Yapı Kredi Yay., 2011.
[9] Ali Bulunmaz, “Merhaba Ben Borges; Hiç Kimseyim”, Cumhuriyet Kitap, No:1128, 29 Eylül 2011, s.3.
[10] Celâl Üster, “Çoğul Kimlik ve Kültürün Yazarı”, Cumhuriyet Kitap, No:1176, 30 Ağustos 2012, s.6.
[11] Gerald Martin, Gabriel García Márquez, Çev: Zeynep Alpar, İş Bankası Kültür Yay., 2012.
[12] “Denizlerin ve Ormanların Tutkunuydu”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2013, s.16.
[13] Berken Bereh, “Edebiyat ve İktidar”, Evrensel, 2 Kasım 2013, s.12.
Yorumlar