“Alteri vivas oportet, si tibi vis vivere.” [1] Zaman sonsuza dek doymayacak kadar açgözlüdür; durmadan yer, yutar ve tüketirken...
“Alteri vivas oportet,
si tibi vis vivere.”[1]
Zaman sonsuza dek doymayacak kadar açgözlüdür; durmadan yer, yutar ve tüketirken; zaman bizim umutlarımızı gerçekleştirmekle meşgul olmaz; işini yapar…
Ancak ona karşı direnen, onun teslim alamadığı eski(meyen)ler de vardır ki, onlara “ölümsüz” ya da “klasik” deriz.
Ernest Renan’ın, “Ölümsüzlük, zamanı ebedi (kalıcı) bir eser üzerinde çalışarak geçirmektir,” diye tarif ettiği klasikler, tarihsel hafızada/ imgelemimize unutulmaz bir biçimde yerleşip, belleğimizin kıvrımlarında bireysel/ ortaklaşa bilincinde yaşayarak, kalıcı etkiler yaratan/ bırakandır.
Biz keşif duygusuyla tanıştırıp, öğreten onlar hepimize “Exemplis discimus/ Örnek öğreticidir” ve “Docendo discitur/ Öğreten öğrenir” gerçeğin anımsatır(lar); tiyatroda Anton Çehov, Bertolt Brecht, Muhsin Ertuğrul, Dikmen Gürün, Beklan Algan ve Erkan Yücel gibi…
* * * * *
“İnsan inandıklarıdır”...
“Aşılmasına imkân olmayan hiçbir duvar yoktur”...
“Hayata karşı ilk küskünlüğümüz; yanınızda sandığınız kişileri, karşınızda görmenizle başlar”...
“Birileri arkanızdan konuşuyorsa, onlardan öndesiniz demektir”...
“Sen sevdiğin için sakın utanma, bil ki utanması gereken; sevildiğini bildiği hâlde sevmesini bilmeyendir aslında”...
“Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsınız”...
“Doğru zamanda gelen yanlış insana tanıdığın şansı, yanlış zamanda gelen doğru insana tanımadığın sürece üzülen hep sen olursun”...
“Eğer bir hastalığa bir sürü tedavi öneriliyorsa, o hastalığın tedavisi yok demektir,” diyen Antov Pavloviç Çehov (1860-1904) hakkında yeni ne söylenilebilir ki?
“Neredeyse bir asrı geçen zamandır okunan, sevilen, hakkında araştırmalar yapılan, herkesin bir şekilde adını duyduğu bir yazar o. Fakat şöhretinin altında ezilmemiş, bir tohum değeri taşıyan sembolik yazar kimliğiyle her kuşağın sevgilisi olmayı sürdürüyor. Bir tür yazıyla gelen mutluluk ikisiri. Ne Rus ne de belki de dünyanın gelmiş geçmiş en acıklı yazarı olmasının da bir önemi yok. İnsanı tam da en ironik yanından çekip çıkaran zekâsıyla Çehov aslında tam da bir insanlık yazarıdır. Bıkmadan usanmadan, döne dolana ısrarla anlattığı tipler en doğal hâlleriyle herkese dokunacak bir yolu mutlaka bulurlar. Abartılmamış bir yazardır Çehov.”[2]
Rus hikâye ve oyun yazarları arasında önemli bir yeri bulunan Çehov’un edebi kişiliği 1880’li yılların başında şekillenmeye başladı. Devrim öncesi Rusya’sının sınıfsal katmanlarını keskin bir gözle gözlemlemesini bilen Çehov, “Vişne Bahçesi”nde soyluluğun kaçınılmaz çöküşünü, burjuvazinin iktidarı ele geçirmesini, bununla birlikte anlam dolu başka yaşama kavuşma çabasını anlatmıştı.
Aralarında ‘Ayı’, ‘Teklif’, ‘İvanov’, ‘Martı’, ‘Vanya Dayı’, ‘Üç Kızkardeş’, ‘Vişne Bahçesi’ gibi unutulmazların yer aldığı “Çehov’un oyunları, her şeyin olup bittiği yerde başlar, kişilerin eşiği geçemediği yerde biter. Son durakta kendini açığa vuran, “Yaşamak, uzaklara gitmek, çalışmak çalışmak...” isteği asla bir kanala akamaz. Geçmiş günlere duyulan özlemin ardında kaybedilmiş zamana tanık oluruz.”[3]
* * * * *
Marksizm-Leninizm etkilenimiyle oluşturduğu ve seslendiği seyirci kitlesini de emekçi sınıf olarak belirleyen kuramı ve pratiği yani “Epik Tiyatro”suyla Bertolt Brecht’in asıl amacı; tiyatronun, toplumun elitlerine hitap etmekten kurtarılıp, sıradan insan(lar)ın, halkın sorunlarını mesele ediyor olabileceğini göstermektir.
Marksizmin felsefi, siyasal ve ekonomik tahlillerini tiyatro sahnesine yansıtan Brecht’in epik tiyatrosu, kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisi yapar; oyunlar bir devrimin gerekliliğini çoğu kez doğrudan işaret etmese dahi, varolan sistemin olumsuzlanması yoluyla, seyircisini başka alternatifler üzerine düşünmeye çağırır; ‘Adam Adamdır’, ‘Cesaret Ana ve Çocukları’, ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’, ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’, ‘Önlem’, ‘Puntila Ağa ve Uşağı Matti’, ‘Galilei’nin Yaşamı’, ‘Schweyk’, ‘Dilenci veya Ölü Köpek’, ‘Lukullus’un Sorgulanması’, ‘Ova’, ‘Şeytan Kovma’, ‘Karanlıkta Işık’, ‘Gecede Trampet Sesleri’, ‘Üç Kuruşluk Opera’, ‘Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü’ yapıtlarında yaptığı gibi…
Kolay mı “Gerçekten de karanlık bir dönemde yaşıyorum!/ İyimser sözlerin aptallık: kırışıksız bir alnın/ Duyarsızlık belirtisi olduğu,” derdi ‘Bizden Sonra Doğanlara’ da…
“Berbat bir zamanda yaşıyoruz/ Özgürlük ve güç peşinde koşuyoruz/ Her parça, ne kadar küçük olursa olsun/ Özgür ve kendisi ve özel olmak istiyor./ Bilgi ve akıl zafer kazanmıyor her yerde/ Bilakis kol ve güç ve beden muzaffer/ Şiirin ve mizahın durumu/ Her zamankinden kötü/ İnsanlar gülmek istiyor gerçi hep/ Ama zahmete girmiyorlar hiç mi hiç/ İstiyorlar ki her şey getirilsin önlerine/ Hatta ağızlarına konsun mümkünse,” diye eklerdi ‘Zamanımız Hakkında Dizeler’inde eleştirelliğiyle…
Nihayet “Tankınız ne güçlü generalim,/ Siler süpürür bir ormanı,/ Yüz insanı ezer geçer./ Ama bir kusurcuğu var;/ İster bir sürücü// “İnsan dediğin nice işler görür, generalim,/ Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin./ Ama bir kusurcuğu var;/ Bilir düşünmesini de,” diye uyarırdı insanlara ve geleceğe inancıyla Brecht…
* * * * *
Ve “Yarın kıyamet kopacağını bilsem yine tiyatro açardım,” diyen Muhsin Ertuğrul…
O, tiyatronun, sinemanın coğrafyamızdaki en önemli isimlerindendi. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın, Devlet Tiyatrosu’nun, Konservatuvar’ın kurulmasında öncü olmuş, ilk sesli filmi çekmiş, Türk filmlerinde ilk defa “Müslüman” kadınları oynatmış, ilk çocuk tiyatrosunu kurmuştu: Sanat yaşamındaki ilkler ve yenilikleri aynı zamanda Türkiye’nin ilkleri ve yenilikleriydi de…
Efdal Sevinçli’nin, “Bir militan olarak her yerde her şeyi tek başına yapmıştır. Kendi kendini yetiştirdi. Bir havari kimliğiyle çevresinde topladığı gençlere ilham oldu,” diye betimlediği Ertuğrul 1892’de İstanbul’da doğdu.
Çocukluk yıllarında tiyatro ile ilgilenmeye başlamış. 13 yaşındayken sahneye çıkmış. Tiyatrocu olmasına karşı çıkılınca ailesinden ayrılmış ve bir daha onlarla görüşmemiş. Beş parasız, yoksul günler geçirmesine rağmen tiyatrodan caymamış. 1911’de tiyatroyu yerinde öğrenmek için Paris’e gidince sanat anlayışı oluşmaya başlamış. 1912’de İstanbul’a döndüğünde Paris’te görüp öğrendiklerini sahnede uygulamaya başlamış. Çocukluk arkadaşı Galip Arcan’la kendi tiyatrosunu kurup Türkiye’de ilk kez Hamlet’i sahnelemişti.
Ertuğrul, ezberi, dramaturjiyi, yönetmenliği, sahne düzenini, makyajı yani tiyatronun temel gereklerini uygulamaya sokarak geleneksel anlayışı kırıyor. Darülbedayi’nin (Şehir Tiyatroları) kurulması ve orada hangi tiyatro anlayışı ile oyunlar sahneleneceği tartışmalarında Ertuğrul en önemli taraflardan biri oluyor. Birinci Dünya Savaşı’nın da etkisi ile Darülbedayi’nin bir tiyatro okulundan sıradan bir tiyatroya dönüşmesi üzerine 1916’a Berlin’e gidiyor.
Ertuğrul her yurtdışı çıkışını tiyatro bilgisini artırmak için fırsat olarak kullanıyor. Berlin gezisi onu sinema sanatıyla tanıştırıyor, filmlerde rol alıyor. Yurda dönüşünde tekrar Darülbedayi’de görev alacak, Berlin deneyimini tiyatro sahnesine aktaracaktır. 1917’de sahneye koyduğu Halit Fahir Ozansoy’un Baykuş’unda canlandırdığı ihtiyar köylü ile yıldızı parlıyor ama onun gönlü hep Avrupa’da. 1917’de askerlik görevini yaparken izin alıp tekrar Berlin’e gidiyor. Filmlerde rol alıyor. Darülbedayi bu seyahate karşıdır ve izin almadan gittiği gerekçesi ile kurumla ilişkisi kesilir.
1918’de İstanbul’a dönünce Berlin deneyimini sahneye aktarmak için kendi tiyatrosunu kuruyor Muhsi Ertuğrul. Darülbedayi’ye çağrılıyor ama onun çağdaş tiyatro anlayışı kurumun anlayışı ile bağdaşmıyor. Ertuğrul’un Darülbedayi ile gitgellerle dolu bir ilişkisi var. Darülbedayi onsuz da yapamıyor onunla da...
Afife Jale’nin ve onu izleyerek birçok Müslüman/Türk kadınının sahneye çıkışındaki Darülbedayi’nin ve geleneksel tiyatrocuların yaklaşımı bu çelişkiyi örneklemek açısından önemli.
1920’lerde Ertuğrul tiyatronun bitmeyen tartışmalarından kopup Türkiye’de çok yeni olan bir sanat dalına sinemaya yöneliyor. Berlin’de filmlerde rol almış, yapımcılık yapmıştır. Berlin deneyimi ile ilk Türk filmlerini çekiyor. 1923’te Halide Edip’in ‘Ateşten Gömlek’ini sinemaya uyarlıyor. Kurtuluş Savaşı henüz kazanılmışken bağımsızlık mücadelesinin ilk filmini çekmiş oluyor.
Kurtuluş Savaşı yaşanırken Ertuğrul İstanbul’dadır. Çektiği filmlerden bağımsızlık mücadelesine sempati duyup, destekliyor. 1925’te Moskova’ya gidişinde komünizmle tanışıyor. O zamanlarda her isteyenin Sovyetler Birliği’ne gitmesi mümkün değilken, Ertuğrul gibi sanat çevreleriyle sıkı ilişkiler kurabilmesi için de siyasi açıdan kabul edilmiş olması kaçınılmazdı.
Eklemeden geçmeyelim: “1925-1927 yılları arasında Sovyet Tiyatrosu’nu yöneten dünyaca ünlü sanat adamlarının uygulama çalışmalarını görmek amacıyla Moskova’ya gelen Ertuğrul Muhsin’in, en iyi koşullarda ağırlanması, özlediklerini elde etmesi için Nâzım büyük çaba harcamış, onu Lunaçarski ile tanıştırmış, filmler çekmesini sağlamış, çok değer verdiği bu sanat adamını hiç yalnız bırakmamıştı.”
Ayrıca 1930’larda komünistlik suçlamasıyla aranırken Nâzım Hikmet’e ‘Kafatası’nı yazdırıp, 1932’de, Nâzım’ın deyimiyle “antikomünist terör havası içinde” Darülbedayi’de sahneye koyuyor ve oyun beş kez sahnelendikten sonra komünist propagandası yaptığı gerekçesiyle kaldırılıyordu.[4]
Unutulmasın O; “Muhterem münevver arkadaşlar, aziz yarım münevverler, cahil olup da münevver gibi görünmek isteyenler, sevgisiz snoplar, züppeler, iyiler ve fenalar, büyükler ve küçükler, gençler ve ihtiyarlar, kadınlar ve erkekler, hanımlar ve beyler... Bütün millete lâyık muazzam bir tiyatro kurmak için hep elele verelim, hiç olmazsa bir defa olsun hepimiz bir kültür hareketinin etrafında omuz omuza, göğüs göğüse, elele birleşelim, itiraz yok, İstemek var ve istemek yapmanın başlangıcı, başlamak başarmanın yarısıdır,” derdi ve bu çığlık 1932 yılında yükseltmişken; bugün hâlâ geçerlidir!
Yine “Tiyatronun sahnesi sabun gibidir. Sabun nasıl kir tutmazsa, sahneye de öylece ahlâksızlık kondurulmaz,” dediğinde de 1940’lı yıllardı…
1972’deki bir röportajında da, “Her deniz teknesinin olduğu gibi, herkesin de bir pusulası vardır. Bu pusulanın ibreleri çeşitli yönleri gösterir. Kiminde banka hesabını, kiminde çıkar sağlamayı, kiminde koltuk hırsını, kiminde ün salmayı... Benim pusulamın ibresi hep tiyatro sevgisini gösterir,”[5] derdi…
Ne diyebiliriz bunlardan sonra Onun hakkında?
* * * * *
Sonra, “Ancak bir ‘sanat düşünürü’ diye nitelendirilebilirdi. Anlatılabilirdi. Yalnızca tiyatroyla sınırlandırılmaksızın. Hele oyunculuk ile örtüşüp örtüşmediğine hiç bakılmaksızın. Çünkü o, tiyatroyu her zaman sanatın bütünlüğü içerisinde kavradı ve o bütün içerisinde yeri doğru saptanmamış bir tiyatro kavramıyla hiç işi olmadı,”[6] diye anılan Beklan Algan…
* * * * *
Ve Ayşegül Yüksel’in, “Küçük Dev Adam” sıfatına layık gördüğü; hepimiz, herkes için çok önemli Erkan Yücel…
Kendini, hayatını, mücadelesini şöyle anlatırdı: “1944 Ankara doğumluyum. 18 yaşıma kadar Ankara’nın Hacıdoğan mahallesinde oturdum. Hayat şartlarımız vasatın altındaydı. Atatürk Lisesi’nde okudum. Lise döneminde gelişen tiyatro hevesi nedeniyle tahsilimi yarıda bırakarak tiyatrocu oldum.
Nerden geliyor bilmiyorum, daha küçük yaştayken sinema ve tiyatronun hastasıydım. On yaşlarımda falan mahallede çocuklara kukla ve tiyatro gösterileri yapardım. O zamanlar hiçbir düğünü kaçırmazdım. Geline atılan birer kuruşları toplayıp sinema parasını denkleştirirdim. Elli tane bir kuruşu gişecinin önüne koyduğumda, hep gülerdi bana gişeci. Gençlik Parkı, açık hava tiyatrosundaki oyunları hiç kaçırmazdım. Muammer Karaca, Naşit, Muzaffer Hepgüler, Toto Karaca’nın oyunlarını hiç kaçırmaz, her birini defalarca izlerdim. Bir kez gazetecilere tiyatronun serbest olduğunu duymuştum, gündüz satamadığım iade gazeteleri koltuğumun altına sıkıştırıp Küçük Tiyatro’ya gittim. Bilet sordukları zaman çok şaşırdım ve ‘gazeteciyim’ dedim. Güldüler ve durumu anladıktan sonra, balkonun arkasından oyunu seyrettirdiler. Okulda düzenlenen bir monolog yarışmasında Zeki Müren ve Sıkışan Kekeme taklitleri ile birincilik alınca iyice güvenmeye başladım kendime. Boş derslerde hep taklitler falan yapar, sınıfı eğlendirirdim. Sonra okulda tiyatro kolu kurduk.
‘Cimri’, ‘Vatan Yahut Silistre’, ‘Pusuda’ adlı oyunları sahneledik. Müdürümüz bana ‘seni konservatuara verelim’ dedi. İki kez konservatuar sınavına girdim, kazanamadım. 27 Mayıs sonrası Refik Koraltan’ın evi Halkevi olarak kullanılıyordu. O evin salonunu da tiyatro sahnesi yaptık. Burada iki yıl boyunca çok kapsamlı bir kurs düzenlendi, birçok oyunlar oynadık. Tiyatro Sevenler Gençlik Cemiyeti’ne üye oldum, oynadım.
Sonra Meydan Sahnesi’nde profesyonel oldum. Artık ekmeğimi tiyatrodan kazanıyordum. Asaf Çiğiltepe beni AST’a (Ankara Sanat Tiyatrosu) aldı ve önemli roller verdi. Oynadığım oyunlar ve bu yeni çevre dünya görüşümü belirlememe de yol açtı. Özellikle Anadolu turneleri nasıl bir sanat yapılması gerektiğini kavrattı bana. O zamandan bu yana toplumcu bir çizgi izliyorum…”
Bu hikâyedeki Erkan Yücel’in 1959 yılında Halkevlerinde başlayan tiyatro yaşamı, Deneme Sahnesi ve Meydan Sahnesi’nin ardından 1964-1971 arasında AST’da sürdü. AST’da reji asistanlığı, grup yöneticiliği gibi görevler de üstlendi. 12 Mart döneminde birçok sanatçı gibi Yücel de tutuklandı ve uzun bir hapislik dönemi yaşadı. O sırada AST’da hem yönetim anlayışı hem de ideolojik açıdan sorunlar ve ayrışma yaşanıyordu. Yücel AST’dan ayrılarak 15 Temmuz 1975’te Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kurdu. Adı daha sonra Ankara Halk Tiyatrosu olacak topluluğuyla Anadolu’nun birçok şehrini, kasabasını, köyünü kapsayan uzun turnelerde onlarca oyun sergiledi.
AST’dan ayrıldıktan sonra kurduğu Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (DAST) Vatandaş Hamdi, Halkın Gücü, Deprem ve Zulüm, Toprak, Güneyden Mektuplar oyunlarını sahneledi ve rol aldı. Daha sonra Ankara Halk Tiyatrosu’nu (AHT) kurarak sanat yaşamına burada sanat yönetmeni, yazar ve oyuncu olarak devam etti.
Erkan Yücel, tiyatro çalışmalarının yanı sıra sinemada ‘Endişe’, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’, ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ filmlerinde, televizyonda da ‘Yorgun Savaşçı’, ‘Çekiç ve Titreşim’, filmlerinde rol aldı.
Yücel tiyatro ve sinemadaki çalışmaları ile pek çok ödül aldı: ‘Nafile Dünya’, ‘Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti’, ‘Linç’, ‘Sarı Pınar 1914’ ve ‘72. Koğuş’taki oyunları ile övgüye değer erkek oyuncu seçilen Erkan Yücel, ‘Tiyatro 72 Dergisi’ tarafından da yılın en iyi erkek oyuncusu ödülüne layık görüldü.
1974’te ‘Endişe’ filmindeki oyunuyla 1975 Antalya Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Altın Portakal Ödülü’nü kazandı. Aynı filmle 1977’de İtalya’da San Remo Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu seçildi. ‘Müfettişler Müfettişi’, ‘Düş ve Gerçek’ adlı oyunlardaki başarısı ile 1981’de Sanat Sevenler Derneği tarafından yılın sanatçısı seçildi…
Ardında müthiş bir kalıt bırakan Onun hakkında Şükran Yücel, “Bugün Erkan yaşasaydı, açlıktan ölse reklamlara çıkmazdı. Sanatsal çizgisinden ödün vermez, para kazanmak için inanmadığı projelerde yer almaz, düzeysiz filmlerde oynamazdı… Bugün Erkan yaşasaydı, Roboskî katliamını duyduğunda Roboskî’ye; Gezi olaylarını öğrendiğinde Gezi Parkı’na koşardı. Coşkuyla eyleme katılır, hemen doğaçlama bir oyun sergilerdi,”[7] derken oğlu Fırat Yücel de ekliyordu:
“Genelde bir mitten, efsaneden bahsettiğimizde, değişmez olduğunu varsayarız. Benim gözümdeki Yücel ise sürekli değişiyor. Bazen, postmodern görecelik öğretileriyle büyüyen benim ve arkadaşlarımın hiç taşıyamayacağını düşündüğüm bir kararlılığın, davaya bağlılığın figürü oluyor. Bizim yaşadığımız kafa karışıklığının (her şey muğlak ya, ne siyah ne beyaz, ikircikli) tam karşısında duruyor. Şu an çok gerekli gördüğüm, kendimde hep eksikliğini çektiğin net bir angaje olma/örgütlülük hâlini temsil ediyor. ‘Bağzı şeyler’ demek yerine, şu şu şu diyen, şu’ları teker teker sayabilen bir ses. Bazense, tıpkı Nasreddin Hoca fıkralarında olduğu gibi, kafa karışıklığı hâlinden bile müthiş bir memleket eleştirisi çıkarabilen bir sesi temsil ediyor. Hem kırılganlığını hissettiren hem de alaycı olabilen bir ses bu. Devrimci imajından çok daha farklı gibi görünse de eşit derecede devrimci bir ses...”[8]
Nihayet “Tiyatro Che’sinin oğlu olmak” vurgusuyla diğer oğlu Doğu Yücel de, “Hem sanatıyla, hem de politik duruşuyla saygınlık uyandıran, halkın pür dikkat kulak verdiği, her açıdan tutarlıydı,” diyordu babası için…
* * * * *
Bir de M. Sadık Aslankara’nın, “Eleştirinin ‘cefa’lı, ama ‘vefa’sız bir iş olduğu söylenir. Oysa eleştiri, sanatta var olma bilinci, kendini gerçekleştirme ülküsü taşıyan aday ya da sanatçı bu yola gönül koymuş kişinin ilkin kendisi için sağlam bir dayanak sayılmalıdır.
O, doktorasını bile tiyatro eleştirisi alanına özgüleyerek gerçekleştirmiş, ‘erbabı kalem’ olmanın ötesinde, eylemli bir aydın aynı zamanda. Bugüne dek yüzlerce yazısı içinden bir araya getirdikleriyle ortaya koyduğu seçkisi ‘Tiyatro Yazıları’[9] bunu ele vermeye yeter.
O, tiyatro sanatını ahlâksallıkla taçlandırır,” dediği Dikmen Gürün…
* * * * *
Onlar için diyeceklerim Dostoyevski’nin, “Başkaları için kendinizi unutursanız, o zaman sizi daima hatırlayacaklardır,” sözleriyle noktalıyorum…
25 Haziran 2015 19:59:34, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:174, Ocak 2016…
[1] “Kendin için yaşamak istersen, başkaları için yaşamalısın.”
[2] Ömer Erdem, “Abartılmamış Bir Yazar: Çehov”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:547, 9 Eylül 2011, s.19.
[3] Ülkü Ayvaz, “Çehov Kimleri Yazdı?”, Cumhuriyet, 26 Mart 2012, s.2.
[4] Ayşegül Çelik, Ölmeyi Bilen Adam, Can Yay., 2013, s. 77 ve 111.
[5] Zeynep Oral, “İyi ki Doğdunuz Muhsin Ertuğrul!”, Cumhuriyet, 6 Mart 2015, s.17.
[6] Ahmet Cemal, “Bir Sanat Düşünürü: Beklan Algan”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2011, s.17.
[7] Şükran Yücel, “Umudu Korur, Ödün Vermezdi”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2013, s.15.
[8] Fırat Yücel, “Devrimci, Kırılgan ve Alaycı”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2013, s.15.
[9] Dikmen Gürün, Tiyatro Yazıları, Mitos-Boyut, 2000.
Yorumlar