“Yargılayarak değil, sorgulayarak yaşa.” [1] ‘Bahri Hazer’i, ‘Açların Gözbebekleri’ni, ‘Kerem Gibi’yi, ‘Salkım Söğüt’ü okurken şiirin ...
“Yargılayarak değil,
sorgulayarak yaşa.”[1]
‘Bahri Hazer’i, ‘Açların Gözbebekleri’ni, ‘Kerem Gibi’yi, ‘Salkım Söğüt’ü okurken şiirin o çağlayan gibi akıp giden ritmini taşıyan sesin komünist şairiydi…
“Taşı yonttuğumuzdan beri,/ Yıkan da yaratan da biziz./ Bu güzelim, bu yaşanası dünyada”…
“Yaşamayı ciddiye alacaksın./ Hem de o derece, öylesine ki,// İnsanlar için ölebileceksin./ Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için./ Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken/ Hem de en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin hâlde”…
“çıldırasıya merak edeceğiz/ Belki de yıllarca sürecek olan savaşın sonunu”…
“O duvar/ o duvarınız,/ vız gelir bize vız!”...
“Genç kalmak/ Bir toprak yeşil/ Bir bayrak kızıl/ Bir güvercin ak,/ Lenin’le aynı türküden/ Aynı ırmaktan/ Aynı siperden, aynı yapı yerinden olmak”…
“Bahar geldi çocuklar/ Çıkın kırlara/ ÇiçekLENİN çocuklar çiçekLENİN/ Güneş bütün varlığıyla tezahür etti/ GüneşLENİN çocuklar güneşLENİN!”…
“açlık,/ hiçbir şey yememek değil,/ bağırsağı düğümlenene kadar/ yarma çorbası içmektir”…
“yeryüzünde/ doğar kaç milyon/ kaçı yaşadım diyebilirdi/ kaçı yaşadım diyebilecek/ kaçı günde üç öğün yemek yiyebilirdi/ kaçı yiyebilecek?”
“ve insanlar, ah, benim insanlarım/ yalanla besliyorlar sizi,/ hâlbuki açsınız,/ etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız./ ve beyaz sofrada/ bir kere bile yemek yemeden doyasıya,/ göçüp gidersiniz/ bu her dalı yemiş dolu dünyadan”...
“Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer/ ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak/ kabahat senin,/ -demeğe de dilim varmıyor ama-/ kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”…
“Ölüyor insanlarımız/ Hâlbuki nasıl hak etmişlerdi yaşamayı”...
“Yok öyle umutlar yitirip// Bir direniştir/ Yaşamak”…
“Şimdi çıplak ve merhametsiz/ bir çığlık oldu ümit…/ Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp koparılacaktır”…
“En güzel günlerimiz:/ henüz yaşamadıklarımız./ Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:/ henüz söylememiş olduğum sözdür”...
“Sabahın sahibi vardır./ Gün daima bulutta kalmaz./ Herhâl ilerdedir/ Yaşanacak günlerin en güzelleri”...”
“Sevgilim,/ bu ayak sesleri, bu katliamda/ hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,/ fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden/ güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan/ gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman”...
“Şarkılarımız/ varoşlarda sokaklara çıkmalıdır!/ Şarkılarımız/ bir tek yüreğin/ perdeleri inik/ kapısı kilitli evinde oturamaz!/ Şarkılarımız/ rüzgâra çıkmalıdır”...
“Güneşli günler göreceğiz/ Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar/ Işıklı maviliklere süreceğiz”…
“Ve elbette ki sevgilim elbet,/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle;/ işçi tulumuyla, bu güzelim memlekette hürriyet”…
“hoş geldin bebek/ yaşama sırası sende/ senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan”...
“dövüşebilirim,/ doğru bulduğum, haklı bulduğum,/ güzel bulduğum her şey için, herkes için./ Yaşım başım buna engel değil”…
“Tahir olmak da ayıp değil/ Zühre olmak da/ Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil/ Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte/ Yani yürekte”...
“Pişman değilim yaşadıklarımdan,/ öfkem belki de yaşayamadıklarımdan”…
“En sevdiğim memleket yeryüzüdür./ Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi,” dizeleri eşliğinde eklerdi: “Ben bir insan,/ ben bir Türk şairi Nâzım Hikmet/ ben tepeden tırnağa insan/ tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...”
‘Otobiyografi’sinde şöyle yazmıştı: “1902’de doğdum/ doğduğum şehre dönmedim bir daha/ geriye dönmeyi sevmem/ üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim/ on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği,/ kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve/ on dördümden beri şairlik ederim.”
Francis Scott Key Fitzgerald’ın ifadesiyle, “Sandalyenizi uçurumun kenarına yaklaştırın, size bir hikâye anlatacağım,” diyen bir hayattır onunki…
Evet, Nâzım Hikmet Ran, uçurumun kenarında ve ezilenlerin safındaki bir hikâye.
Onun uçurumun kenarında yaşadığı zamanlarda, uçurumun kıyısına yaklaşabilenler yok gibiydi.
“Uçurum” derken: Cemal Süreya’nın ‘Uçurumda Açan’ şiirindeki “Ne demiş uçurumda açan çiçek?/ Yurdumsun ey uçurum!” dizelerini anımsamamak, anlamamak, gör(e)memek mümkün mü?
Maalesef John Berger’in, “Görmemek de bir görme biçimidir,” sözlerinde ifade edildiği üzere, mümkün!
Şu satırladaki üzere: “Ve bundan böyle, başka ve uzak diyarlardaki işgal, ilhak edilenleri, Vietnam’ı, Habeşistan’ı, Srebrenitsa’yı, Cezayir’i, Ukrayna’yı, Filistin’i görüp ve savunup da Kürtlere ve Kürdistan realitesine dilsiz, hissiz, ilgisiz kalanlara, gözlerine mil çekilmişlere karşı ‘Nâzım Hikmet Sendromu’ tâbirini kullanacağım.”[2]
“Ne vakit Nâzım Hikmet’in gereğince, yeterince enternasyonalist bir şair ol(a)madığını dillendirsem Nâzım Severler Tarikatı’nın müritlerince onun şahsına ve mücadelesine küfreden, hakaret savuran biri olarak lanetlendim. ‘Eleştirecek ya da yargılayacak bir Nâzım kalmıştı,’ gibi son derece anti-entelektüel, hakikât karşıtı tepkilere maruz kaldım”![3]
Komünistler, bir “peygamber” ya da “sayın” veya “kusursuz bir güneş” olduğunu düşünmedikleri Nâzım Hikmet’e “Yoldaş” der;[4] Sezar’ın hakkını Sezar’a verirken; tarikatçıların bu duruşla ilgisi olmayan “mürit sol çocuklar” olduklarının da farkındadırlar.
Tekrarlıyorum: Nâzım’ın yoldaşlarının, “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,/ yok edin insanın insana kulluğunu,/ bu dâvet bizim.../ Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine,/ bu hasret bizim,” ya da “Ne zaman korkmayacak kimse kimseden,/ Ne zaman emretmeyecek kimse kimseye,/ Ne zaman umudunu çalmayacak kimse kimsenin./ Ne zaman,” dizeleriyle betimlenen Nâzım Hikmet’e atfettikleri bir “kutsallık” yoktur. Çünkü onlar için hiçbir şey kutsal değildir; yaratıcı/ eleştirel beyinler, otoriteden uzak olanlardır. Yani kutsal olan her şey insana zincirdir; boyunduruktur.
Ya “Nâzım Hikmet’i gereğince, yeterince enternasyonalist” bul(a)mayanların “sayınlı kutsal kuyrukçu”luğuna ne demeli; “Kişilik zedelenirse, dünya ele geçse neye yarar?” vurgusundaki üzere Max Stirner’in!
KİMİ NOTLAR
“Biliyorsunuz,/ verdim ömrümü,/ en güzel/ en olacak/ en olması lazım şey için./ Fakat çoktur/ -sayılmayacak kadar-/ aynı işi benden evvel/ belki de benimkinden büyük bir inatla yapanlar,” diyen Nâzım Hikmet, 1902’de Selanik’te doğdu. Sonra İstanbul’a gelip, Göztepe Taş Mektep’te okula başladı.
İlk şiirini 11 yaşında yazdı. Şiirin başlığına baktığımızda (‘Feryad-ı Vatan’ı, 3 Temmuz 1913) Nâzım Hikmet’in çocukluğunda toplumsal sorunlarla karşı karşıya kaldığını ve erken büyüdüğünü görebiliriz.
Aynı yıl Mektebi Sultani’ye yazılır ama maddi sorunlar nedeniyle Nişantaşı Sultaniye’ye nakil yaptırılır. 1914, I. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılıdır. Onu kuşatan sosyal ve politik olaylar ondan büyümesini beklemektedir.
1915’de denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya okuması ve beğenilmesi sonucu Bahriye Mektebi’ne kaydı yapılır.
Nâzım Hikmet’in karnesinde onu değerlendiren nitelikler şöyle sıralanmış: “Zeki; orta derece çalışkan, Ahlâkî tavırları iyi, elbisesi özensiz, sinirli.”
Bahriye Mektebi sonrası görevlendirildiği gemide zatülcenbe yakalanır ve uzun süren tedavinin ardından geri dönemez, çürüğe çıkartılır.
Daha sonra arkadaşı Vâlâ Nurettin ile 1921’de Anadolu’ya geçer. Bu geçiş onu gerçeklerle tanıştırır: Ve sonra “Hatırlıyorum./ On sekiz yaşımdayım./ Anadolu’dayım./ Anadolu savaşmakta./ Yol boyunca gidiyoruz./ Sıcak. Gölge yok./ Diyor ki yol arkadaşım/ köylü Mehmed:/ ‘Yakında acılarımız dinecek,/ Bolşevikler yardım ediyor bize,/ Lenin ve Stalin./ Dökeceğiz/ gavuru denize,”[5] dizelerinin heyecanıyla ver elini Sovyet Devrimi.
1921 Ekim’inde Tiflis üzerinden Moskova’ya gelen Nâzım Hikmet, burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) kaydolur. Böylece Kurtuluş Savaşına katılmak üzere Ankara’ya giderken Vala Nurettin ile geldikleri İnebolu’da tanıştıkları kırmızı atkılı genç, Sadık Ahi’nin kendilerine anlattığı ve iki arkadaşın da hayran olduğu komünizmi yerinde öğreneceklerdi.
Mutlu ve umutluydu. Gerek öğrendikleri ve gerekse V. İ. Lenin önderliğinde yaşadığı uygulamalar onun komünizme daha sıkı bağlanmasına sebep oldu.
1924’de İstanbul’a geri döner. Mücadelesini sürdüren çok yönlü sanatçı Nâzım Hikmet’in başı, dertten kurtulmaz; defalarca hapse girer ve çıkar. Önemli dizelerini bu süreçte kaleme alır.
Orhan Koçak’ın, “Tarihsel maddeciliği ve sosyalizmi şiirine özümlemişti,” notunu düştüğü Nâzım Hikmet’in ilk şiirlerinde görülen avangard form ve angaje politika birleşimi bir daha pek görülmedi… Onun gösterdiği şuydu: Asıl olan edebi avangardla siyasi avangardı birleştirmekti.
Çünkü O; “Ben ki herhangi bir proleter şairiyim/ Marksisto-Leninist şuur/ 30 kilo kemik/ 7 litre kan/ bir iki kilometre kadar/ damar/ adale et sinir ve deriyim...” diye tarif ederdi kendisini…
Bunlara ek olarak: “Dün seni sevdim./ Bugün de seviyorum./ Öbür gün borcum olsun yaşarsam,/ Söz yine seni seveceğim”…
“Sevgilim elini ver,/ öpecek değilim,/ götüreceğim onu/ yeni bir dünyayı işleyen ellerin arasına”…
“sen bahar toprağı gibisin sevgilim/ sana bakıyorum”…
“Sen yüreğinin sesini dinleyebilirsin./ Ve biliyorsun ki aslolan yürektir!”
“Akıl yorulabilir,/ ama yüreğin/ sırtı gelmez yere”…
“Alt tarafı bir çiçek koklayıp,// sevip gidecektik bu dünyadan./ Nasıl kötü biz zamana denk geldi ömrümüz”…
“Ve gözlerin.../ Hep aynı bakacaksa,/ Emin ol,/ Beklerim seni.../ Zaman tükenene kadar”...
“Gelsene dedi bana/ Kalsana dedi bana/ Gülsene dedi bana/ Ölsene dedi bana/ Geldim/ Kaldım/ Güldüm/ Öldüm”…
“Kitap okurum/ İçinde sen varsın/ Şarkı dinlerim içinde sen/ Oturdum ekmeğimi yerim/ Karşımda sen oturursun/ Çalışırım, karşımda sen”…
“Seviyorum seni/ denizi uçakla ilk defa geçer gibi./ İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık/ içimde kımıldanan bir şeyler gibi,/ Seviyorum seni/ ‘Yaşıyoruz çok şükür!’ der gibi”…
“Bir elmanın yarısı biz/ Yarısı bu koskoca dünya/ Bir elmanın yarısı biz/ Yarısı insanlarımız/ Bir elmanın yarısı sen/ Yarısı ben/ İkimiz”...
“Sen yoksun./ Yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı”…
“Ağırdır sevmelerim/ Her yürek taşıyamaz./ Büyüktür umutlarım/ Her Omuz kaldıramaz,” dizelerindeki aşk(lar)ıyla var oldu Nâzım Hikmet usta…
Örneğin “Gelelim yine yalnız sana ve bana... Şöyle yalnız ikimiz, göz göze, bir pencere önünde, yalnız ellerimizin fısıltısı, yıldızlarla dolu bir gecenin seslerini dinlesek, derim,”[6] satırlarındaki Piraye’den aile arasında “Mimi” diye anılan Münevver Andaç’a ve Galina ile Vera’ya uzanan aşklarıyla maruf Nâzım Hikmet’in öz dayısının kızı, 11 ay birlikte yaşayabildiği eşi, Mehmet Nâzım’ın annesi Münevver Andaç, hayatına girmiş kadınlar içinde en entelektüel ve etkili olanıdır.
Münevver’in kalbinde yaşattığı mahpus kuzeni herhangi biri değil, uluslararası üne sahip bir şairdi. Paris’te şair Tristan Tzara’nın başkanlığında Picasso, Dali, Aragon, Camus, Sartre, Simone de Beauvoir, Yves Montand gibi kişiler tarafından “Nâzım’a özgürlük imza kampanyası” başlatılınca Münevver, Ayşe Baştımar’la birlikte benzer bir kampanyayı Türkiye’de başlattı.
Nâzım Hikmet kaçmak zorunda kaldıktan sonra Münevver’in hayatı zorlaştı, 10 yıl polis tarafından fiilen gözaltında tutuldu, evinin önünde sürekli polis ekibi bekletildi. Gittiği her yerde takip edildi. Bu hukuk dışı gözaltı rejimi altında, anne olarak çocuklarını okuttu, çeviri yaparak hayatını kazandı.
Sertel’ler, Dino’lar yurtdışına çıktılar. Münevver de gidebilirdi. 1952’de Samet Ağaoğlu’na pasaport almak umuduyla gittiğinde “Sen Nâzım Hikmet’ın neyi oluyorsun” denildi, aşağılandı. 1956’ya dek Nâzım’la hiçbir insani temas kurmasına izin verilmedi. 1956’da Belçika Dışişleri Bakanı Paul Hery Spaak’ın ısrarı üzerine, mektuplaşma izni verildi. Münevver’in yazdığı 740 mektup, onun yalnızlığını ve Nâzım Hikmet’e bağlılığını gösterir.
Eğer Joyce Lussu adlı cesur İtalyan kadın ortaya çıkmasaydı, Münevver belki de Nâzım Hikmet’i asla göremeyecekti. Sosyalist Lussu, Münevver’i 1961 sonbaharında kaçırdı.
Nâzım’ın ölümü bir başka travma oldu Münevver’in hayatında. Nâzım; Novodevichy Mezarlığı’na defnedilirken üç kadın, Münevver, Dr. Galina ve Vera oradaydılar. Münevver, Paris’e gittiği 1973’ten vefatına dek geçen 25 yılda, emeğiyle geçindi. Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Pamuk gibi yazarları Fransızca’ya çevirdi.
Nâzım Hikmet’in “Gayrı bundan böyle vermem seni ellere” diye şiirler yazdığı eşi Münevver Andaç, 16 Mayıs 1998’de Paris’te öldü.
Nazım’a dönersek, 1938’de girdiği ve genel affa kadar süren 12 yıllık hapsin ardından, Menderes Hükümeti kendisine özel baskı uygular. Nâzım Hikmet sürekli takip edildiğinin farkındadır. Kendisini de Sabahattin Ali gibi bir sonun beklediği hissiyatındadır.
Serbest bırakıldıktan sonra -yasal yükümlülüğü olmamasına rağmen- askere çağrılır.
17 Haziran 1951’de -giderek kötüleşen sağlık durumu da göz önünde bulundurulduğunda- öldürülmek istendiği endişesiyle kayınbiraderi Refik Erduran’ın kullandığı sürat motoruyla İstanbul’dan Karadeniz’e açılarak Romanya üzerinden Moskova’ya gidecektir.
Nâzım Hikmet’in sürgündeki ilk uluslararası yolculuğu Ağustos 1951’de Doğu Berlin’deki 3. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivaline onur konuğu olarak katılmak oldu.
Sürgün yıllarında siyasal eylemlerinin ağırlıklı bir bölümünü oluşturan Dünya Barış Konseyi çalışmaları kapsamında Avusturya, Bulgaristan, Çin, Doğu Almanya, Fransa, Macaristan, Küba, Mısır’ın da aralarında olduğu birçok ülkeye yolculuk yaptı.
Konferanslar verdi; savaş ve emperyalizm karşıtı etkinliklerde yer aldı; ama özlem hiç bırakmadı yakasını… “Kimi insan otların/ kimi insan balıkların çeşidini bilir/ ben ayrılıkların/ kimi insan ezbere sayar yıldızların adını/ ben hasretlerin,” dizelerindeki üzere…
Ve en önemlisi dizelerindeki şu kararlı duruşla: “Bizi esir ettiler,/ bizi hapse attılar:/ beni duvarların içinde,/ seni duvarların dışında./ Ufak iş bizimkisi./ Asıl en kötüsü:/ bilerek, bilmeyerek/ hapishaneyi insanın kendi içinde taşıması.../ İnsanların birçoğu bu hâle düşürülmüş,/ namuslu, çalışkan, iyi insanlar/ ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık.”
ONA DAİR
Nâzım Hikmet usta bir duruş, bir mücadeledir; yani bütün yaşamın şiiri, aşkları, kavgasıdır…
Şiiri insan(lık)ı aydınlatan kızıl güneştir!
Sırça köşküne çekilmemiş; politikadan, işçi sınıfının kurtuluşu için çalışmaktan geri durmamış örnek devrimcidir.
Örneğin KUTV’un birinci sınıfında Ekim Devrimi önderlerinden Leon Troçki konuşma yapacaktır anfide. Yine devrimci önderlerden Stalin yanlısı öğrenci derneği, Leon Troçki’yi konuşturmamak için bir plan yapar. Buna göre, Leon Troçki sınıfa gelip konuşmaya başladıktan 1 dakika sonra bir öğrenci kalkıp sınıftan çıkacaktır. 1 dakika sonra biri daha, sonra biri daha... Böylece sınıf boşalacak ve Leon Troçki protesto edilecektir. Doğu halklarından gelen, içlerinde Nâzım Hikmet’le birlikte başka Türkiyeli öğrenciler de, Va-Nu, Şevket Süreyya vb vardır, tüm öğrenciler plana uyar, hepsi anfiyi terk eder. Sadece Nâzım Hikmet kalır sınıfı terk etmeyen ve Leon Troçki’yi sonuna dek dinleyen. (Bu duruş sonradan onun Troçkist olarak görülüp suçlanmasına da neden olacaktır.)
Bu duruş bir derstir. Ahlâk dersi, devrim dersi, tarih dersi, insanlık dersi. Bu kadarı bile büyük dersken Nâzım Hikmet yaşamıyla da ders vermeyi sürdürür. Bilinçle seçtiği sosyalizm yolunda insan(lık)a mahsus bir derstir onun yaşamı.
Hikmet Kıvılcımlı’nın demesiyle Türkiye aydınının, yazarı ve şairinin, solcusunun sık sık ziyaret ettiği, konakladığı üniversitedir hapishane. O hapishanelerde 22.5 yıl yatıp da “Bana mısın?” demeyen bir insandan söz ediyoruz. Sabahattin Ali’nin “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma” dediği, başını öne eğmeyen, kimsenin karşısında eğilmeyen yürekli devrimcilerdendi.
Yaşamının en güzel çağlarını memleketinin mahpuslarında geçirdi. Bundan yüksünmedi, şikâyet etmedi, kimseye sitem etmedi, feleğe kahretmedi. Aksine yurt sevgisini çakmalara, kendi milletinden başkasını tanımayan milliyetçilere, İslâmcılara, ırkçılara, vurdumduymazlara inat hapishanelere taşıdı; “Memleketimi seviyorum:/ Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım/ Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı/ Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi,” dizelerindeki üzere…
Örnek bir şairdir O. Önce geleceğin şiirini yazmış, düşüncede devrimci olduğu kadar şiirde de devrimci olduğunu göstermiştir. Sonra şiire kasket giydirmiş, “Ve elbette ki sevgilim, elbet dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla / bu güzelim memlekette hürriyet” demiştir. Şiir geleneğini devrimci bir biçimde dönüştürmenin en parlak örneğini de Şeyh Bedreddin Destanı’nda vermiştir. Cumhuriyet dönemi şiirinin kızıl güneşidir o!
Örnek bir devrimcidir. Ve örnek bir öğretmendir aslında, hep öğrenen ve öğrenci olmayı hiçbir şeye değişmeyen bir öğretmen...
Ve en güzel dersini de en etkileyici dizelerle vermiştir: “Esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele”![7]
Bunlarla bağıntılı olarak Onun çok yönlü sanatçı kimliğine değinmesek olmaz. Hapiste geçirdiği yıllarda pek çok sanatçı ile tanıştı, bir arada olamadığı durumda mektuplaştı, onların gelişmesine destek oldu. Yalnızca Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi yazarlar yoktu onun ilgi alanı içinde. Balaban’ı ressam olmaya yüreklendiren de oydu. Karikatürümüzün öncülerinden Cemal Nadir’le Akşam gazetesinden arkadaştılar. Nadir’den ‘Resimli Herşey’ dergisi için bir karikatür kişisi yaratıp, onun serüvenlerinden bir dizi yapmasını istedi. ‘Ak’la Kara’ dizisi böyle ortaya çıktı. Ressam Abidin Dino, en yakın dostlarından biri oldu. Bir başka dostu da Muhsin Ertuğrul’du. Oyunlar yazdı. ‘Ferhat ile Şirin’, ‘Yolcu’, ‘Kafatası’, ‘Ivan Ivanoviç Var mıydı, Yok muydu?’ dünyanın çeşitli kentlerinde en fazla sahnelen oyunları. ‘Ferhat ile Şirin’ oyunundan Rusya’da ‘Bir Aşk Masalı’ adıyla bir bale yapıldı.
Sinema alanında epey emeği vardır Nâzım’ın. “Bence filmcilik tıpkı yaratıcılık, ressamlık, ozanlık gibi bir ardır (sanattır) Bence dahası var, filmcilik birçok arları toplayan sentetik bir kafa, gönül ve göz ve bilgi verimlidir. Bu arın güttüğü son, yalnız eğlendirmek, vakit geçirtmek değil, duyurmak, öğretmek, düşündürtmektir de,” diyen Nâzım, sinema alanındaki düşlerini gerçekleştirme olanağı bulamadı ne yazık ki. Daha çok geçim derdiyle senaryolar yazdı, hatta seslendirme yönetmenliği yaptı. Nâzım’ın sinemacılık serüveninden söz ederken İpek Film ve Muhsin Ertuğrul’u anmamak olanaksız. “Bir Millet Uyanıyor” filminde başlayan işbirliği, ‘Karım Beni Aldatırsa’nın senaryo yazarlığı (Mümtaz Osman adıyla) ile sürer. ‘Düğün Gecesi - Kanlı Nigar’da yönetmenliğe adım atar, ardından ‘Naşit Dolandırıcı’ adlı bir kısa film yapar. Muhsin Ertuğrul’un ‘Milyon Avcıları’ ve ‘Leblebici Horhor’ müzikallerinin ve ‘Aysel Bataklı Damın Kızı’nın senaryo yazımına katılır. 1937’de ‘Güneşe Doğru’ filminin senaryosunu yazar ve yönetmenliğini üstlenir. Hapiste geçirdiği yıllarda da Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘Tosun Paşa’, ‘Şehvet Kurbanı’, ‘Kahveci Güzeli’, Vedat Ar’ın ‘Lale Devri’, Baha Gelenbevi’nin ‘Balıkçı Güzeli’ filmlerinin senaryolarını yazar. ‘Kızılırmak Karakoyun’ senaryosu Lütfi Akad tarafından beyazperdeye aktarılır. Yurt dışına çıktıktan sonra da sinema alanında çalışmalarını sürdürür, yapıtlarından filmler yapılır.
Müzik dünyasında, Nâzım’ın şiirinden besteler yapıldı. En ünlüleri, Yves Montand’ın ‘Akrep Gibisin Kardeşim’ (Mon Frère) ve ‘En Güzel Deniz’ (La Plus Belle de Mer). Pete Seeger’den Joan Baez’e, Arjantinli Dina Rot’dan, Yunan Manos Loizos’a, Türkiye’de Ruhi Su’dan Zülfü Livaneli’ye, Mesut Cemil’den Cem Karaca’ya, Edip Akbayram’dan Suavi’ye, Hümeyra’dan İlhan İrem’e, Grup Yorum’dan Onur Akın’a, Sümeyra Çakır’dan İlkay Akkaya’ya, Ezginin Günlüğü’nden Yeni Türkü’ye, Ahmet Kaya’dan Bulutsuzluk Özlemi’ne pek çok müzisyen Nâzım’ın şiirlerini yorumladı.[8]
Özetin özeti: O devrimci bir bütündür... Sosyalist ülküleri, düşüncesi, yaşamı, eylemleri, aşkları ve eseri bir bütündür. Bunların hiçbirini ötekinden ayıramayız.
Yerkürenin iki bloğa ayrıldığı II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş yıllarında o şiirde bir devrim gerçekleştirdi. Dünyanın barıştan, eşitlikten, özgürlükten, sosyalizmden yana değiş(tiril)mesi gerektiğine dair, çıplak ve çarpıcı bir dille şiirler yazdı…
Yaşamını enternasyonalizme adamış yurtsever şair, komünist bir gelecek umuduna hep bağlı kalan, asla ödün vermeyen şair bir bütündü.
Nâzım Hikmet komünistti. Sömürüsüz, baskısız, adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya istiyor, sınıfsız bir toplum özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Sosyalist bir gelecek inancından hiç vazgeçmedi. Marksist- Leninistti. Ve kendi deyişiyle “Canı, kanı, eti, sinirleri, kafası ve yüreği olan toplumsal bir insandı.”
Şiirde yeni şeyler söylemek için, yeni formlar gerektiğine inanıyordu. O şiirin hem içeriğini hem biçimini değiştirecekti. Bu yolda sözlü şiir geleneğinden, divan edebiyatı ve halk şiirlerinden yararlandı. Canlı, dinamik, çok renkli, derin, imge yüklü, müzik yüklü sözcüklerle, dili kullanarak eşsiz bir müzik yaratacaktı. Yarattığı bu “müziğe”, materyalizmi, diyalektiği, sınıf kavgasını kattı.
Hapiste ya da sürgünde, içeride ya da dışarıda hiç durmadan üretti. Şiir, destan, roman, tiyatro, senaryo, libretto, düz yazılar, mektuplar...
Nâzım Hikmet yaptığı her işe aşkla sarıldı. Aşkla yaşadı, aşkla yazdı. Bir kadına âşık olmakla, insanlığa âşık olmak, ideallerine âşık olmak arasında ayırım yapmadı. “Bir kadını sever gibi kâinatı sevmeye koyuldum” diyordu. Bir insanı sevmekten, toplumu, insanlığı sevmeye uzanıyordu.
Direncini ve umudunu aşkla biledi. Tüm tutkuları, tıpkı şiiri gibi, onun için bir “ölüm kalım meselesi”ydi.[9]
Gerçekten de dizeleri sadece yaşadığı dönemi değil, geleceği de anlatan Nâzım Hikmet’in her şiirinde, eşitlik, emeğe/ insana saygı, barış yani sosyalizm ile aşk vardır; devrimci bir ruhla kaleme alındığı için, hâlâ yeni ve hâlâ bahar kokulu…
Nihayet: Onca yasak, onca baskı, onca sansür, onca yıl hapse tıkmalar, idamla yargılamalar, hem kendisini hem de eserlerini yok etme çabası için verilen onca uğraş... Sürgünde peşine adam takmalar, dinmeyen düşmanlık, vatandaşlıktan çıkarmalar, ölesiye hasretini çektiği vatanından, dilinden, toprağından uzak tutmalar. Bitmeyen, eksilmeyen, eskimeyen bir zulüm.
Hepsi boşuna. Ne yapsalar boşuna! Şair yaşıyor! Eseri de yaşıyor! Zaten kendi de söylemişti. Kızıl saçlı bacısı Piraye’ye yazmıştı mektubunda:
“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuşlar umrumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti. Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.”
Sonucu Mehmet Özer’in satırlarıyla noktalayalım:
“Bu ülkede burjuvazinin bir politikası var. Bileğini bükemediği sosyalist aydınları ya kirletmeye çalışır ya da onu düzen içinde kabul edilebilir bir bireye dönüştürmeye çalışır. Bu, Nâzım Hikmet için de böyledir. Onu sıradanlaştırır, çamur atar kirletmeye çalışır ya da onu devrimci özünden kopartarak düzen içinde kabul edilir bir şey hâline getirir. Nâzım Hikmet’i kirletmeleri mümkün değil ama onu kabul edilebilir bir muhalif olarak sunabilir. Nâzım Hikmet’i sosyalizm fikriyatından, Marksizm-Leninizm düşüncesinden ve partili sanatçı fikrinden kopartarak aşk şairi, vatan şairi hâline getirir. Bunlar doğru, biz aşk, vatan şiiri de yazarız ama bizim bir ütopyamız var. Bizim tüm insanların eşitleneceği, özgürleşeceği, yeniden yaratacağı bir sosyalizm fikriyatımız var. Hikmet bizim topraklarımızda bu fikriyatın en önemli temsilcisidir. Soyut düşüncemizi somut olarak görünür hâle getiren, başkalarının anlayacağı bir dil üzerinden insanlara anlatmamızı sağlayan partili bir şairdir. 1956’da Fransa’da yaptığı bir röportajda da bunu ifade eder. Partili sanatçı olmayı Lenin gibi anladığını, ‘Parti bana bir şey verir ben de partiye bir şeyler veririm. Ben partinin tüzüğüne bağlıyım. Bunun dışında kimseden talimat almam’ diye açıklar. Bu tartışma, örgüt-sanatçı arasındaki ilişkiyi biçimlendirecek yeni bir tartışmanın nedeni olabilir. Bu ülkede burjuvazi uzun zamandır sanatçı ve aydınları örgütlü olmakla suçlayarak onu küçümseyerek, partili mücadelenin öznesi olmayı önlemeye çalışarak bunu yapmaya çalıştı. Ancak en değerli şey, işçi sınıfının partisinin yanında olmasıdır.”[10]
HEROSTRATUS’LUK/ ‘BEVVÁL-İ ÇEH-İ ZEMZEM’LİK MODASI
Herostratus’u,[11] ‘Bevvál-i Çeh-i Zemzem’i[12] anımsatan, Nâzım Hikmet saldırıları pek bir moda oldu!
Nâzım Hikmet’in eksikliklerini veya politik olarak öngöremeyişlerinin savunusunu yapıyor değilim. Lakin meseleye dair bir not düşeceksek, terazinin kefelerini adil doldurmak gerekir. Herkes gibi Nâzım Hikmet de bu adaleti hak ediyor.
Nâzım Hikmet’i yoldaş sayıp, mücadelesini geleneğimiz addediyorsak; ona yönelik eleştiriler aynı zamanda özeleştirimizdir de. Ancak karalamalar ya da pohpohlamalar yanılgısına düşmeden.
Malum, Onun kişiliğine, şiirine, politik duruşuna cepheden, ötekileştiren saldırılar, çoğunlukla öznel ve Nâzım’ı Nâzım yapan gerçekliği özümsememekten veya kasıttan kaynaklanıyor.
Malum, tarihsel bağlamından kopartılan bir kasıtla/ bilmeden “fikir sahibi olmak” kolaycı bir polemik üslup(suzluğ)u ve kolaycı bir basitliktir.
Nâzım Hikmet’e saldırıların sözünü ettiğim -nesnelliği kavrayamayan yanılgılı- kolaycılıkla ilgisi olduğu bir “sır” değilken; çoğu zaman da Nâzım Hikmet “iyi niyet” adı altında her türlü hakaretten nasibini almaktadır. Ama yağma yok; O yoldaşımızdır!
Bilinsin: Nâzım Hikmet’i anlatmak zordur; ama daha da zoru Onu anlamaktır. Çünkü Nâzım Hikmet’i komünistliğini görmezden gelerek yüceltip, devrimciliğini eleştirenlere hatırlatalım: O, şiirsel bir duygu fırtınası olmanın ötesinde ezilenlerin savaş narasıdır.
Onu okurken; Volokolomsk Şosesi’nde üzerinize gelen Alman tankının palet izlerini hissedersiniz bedeninizde… Ancak salt bunları hissetmekle kalmaz, aynı zamanda o tanka karşı savaşmak için müthiş bir özlem, bir istek duyarsınız…
Dedik ya O, “Topraktan, ateşten ve demirden hayatı yaratanların” şairidir.
Mesela bir ‘Akşam Gezintisi’nde “Mürettip Refik’le sütçü Yorgi’nin ortanca kızı/ Çıkmışlar akşam piyasasına,/ Parmakları birbirine dolanmış./ Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış./ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini./ Fakat seviyor seni,/ Çünkü sen de affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına,” derken; 15’lerin (ve Maria Suphi’nin) katledilmesiyle ilgili şunları da yazmıştır: “Trabzondan bir motor açılıyor,/ Sahilde kalabalık/ Motoru taşlıyorlar/ Son perdeye başlıyorlar/ Burjuva Kemal’in omzuna binmiş/ Kemal kumandanın kordonuna/ Kumandan kahyanın cebine inmiş/ Kahya adamların donuna/ Uluyorlar/ Hav.. hav… hak.. tü/ Yoldaş unutma bunu/ Burjuvazi/ Ne zaman aldatsa bizi/ Böyle haykırır/ -hav.. hav.. hak… tü”
Burada bu havlayanları tepesinde taşıyan, işte bu emperyalizmin uşağı sizce hangi Kemal’dir?
Burada bir çelişki görünmüyor mu? Kemalizm ile hesaplaşmış bir Nâzım (ki bu 1923 tarihli şiiridir) o dönem için şapka çıkarılacak bir durumdur.
Ayrıca “Mustafa Suphi ve yoldaşlarına Karadeniz’i makber eden Kemalistleri eleştiren Nâzım Hikmet’in şiirlerinde, Nâzım sadece yazdıklarından değil, yazmadıklarından da sorumlu ve kabahatlidir,”[13] diyenlere hatırlatalım: Nâzım Hikmet, Mustafa Kemal’in diktatörlük yıllarında, 1925 ila 1937 kesitinde tam dokuz defa yargılandı, çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Nihayetinde sene 1938’de Donanma Davası’ndan 28 yıl hüküm giydi; buncası “yazmadıkları”ndan mı oldu?!
“Devekuşu gibi kafalarını kanatlarının altında gömünce etraftaki her şeyin yok olduğunu sanıyor,”[14] olanlar için bir diğer mesele de Nâzım Hikmet’in Kürt sorununa yaklaşımıdır.
Öncelikle şunu söylemekte fayda var. Burada ilk önce Doğu Halkları Kurultayı’nın sonuç bildirgesine bakmalı. Birincisi, Bakû Kurultayı’nın “Doğu’nun Müslüman Halklarına Çağrı” başlıklı sonuç bildirisinde kendilerine seslenilen 12 Doğu halkı arasında Kürtlerin adı yoktu.
İkincisi bu bildirgeye uygun olarak TKP’nin de Kürtlerle ilgili bir “açılımı” yoktu. Nâzım Hikmet de gör(e)memişti. Bugün Kürt hareketi belli bir noktaya ulaştı elbet o yüzden soruyorlar Kürtleri niye görmedi? Peki ben soruyorum: Lazları niye görmedi? Çerkesleri neden görmedi? Pontosları neden görmedi? Yoksa siz gördünüz mü? Bunca yıldır Kürtleri neden görmedi diye Nâzım Hikmet’e eleştiri yapanları gördüm ama şimdiye dek Lazları, Pontosları, Gürcüleri, Ermenileri, Rumları, Çerkesleri, Arapları, Süryanîleri, Alevîleri vs. neden görmedi diyene rastlamadım. Ve inanın ne zaman ki bu halklardan biri tıpkı Kürtlerin 84 de yaptığını yapacaklar o zaman birileri çıkıp soracak Nâzım neden X leri görmedi diye…
Üstelik Nâzım Hikmet, sanıldığının aksine ne Kürt ne Laz sözcüğünü ağzına almaktan çekinmemiştir. Sadece bu halkların özgürlük hareketinin o halkların kendi dinamiklerinde yattığının esasiyeti ile sınıf savaşımının zaferini sınıfın içinde aramıştır. O dönem için bildiği yol budur
Herkes kendini şöyle bir yoklasın. Kürt kurtuluş mücadelesi başladığında Anadolu solu nasıl yaklaşıyordu meseleye. Başlayan hareket o dönemde yaktığı ateşle akılları aydınlatmadı mı? Kemalizm’le hesaplaşmanın ideolojik ön koşulunu oluşturmaya hiç mi katkısı olmadı bu pratiğin?
Nâzım Hikmet’in eksikliklerini veya politik olarak öngöremeyişlerinin savunusunu yapmak konumunda değiliz. Ama tarihe bir not da biz düşeceksek terazinin kefelerini adil doldurmak gerekir.[15] Kaldı ki Nâzım Hikmet, üyesi olduğu TKP’nin Kürt meselesindeki hatalı çizgisine açıktan itiraz edemiyordu. Böyle bir itiraz hem Komintern’e hem de ona yön veren Sovyet yönetiminin resmi politikasına karşı çıkmak anlamına gelirdi.
Yine de Nâzım Hikmet, bilincinin ve vicdanının sesine uyarak özel ilişkilerinde Türkiye’deki Kürt halkı ve meselesiyle samimi olarak ilgilenmiş, bazı Kürt şahsiyetlerine bu hususta yazılı veya sözlü olarak duygularını dile getirmişti.
YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) kurucu önderi ünlü Kürt siyasetçisi Celal Talabani, 1955 yılında Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde iken Iraklı üniversite öğrencileriyle birlikte Polonya’nın başkenti Varşova’ya gitmişti. Orada düzenlenen Uluslararası Öğrenci ve Gençlik Konferansı’na katılmış; Kürt halkı ve çektiği acılar hakkında bilgiler sunmuştu.
Festival davetlileri arasında Nâzım Hikmet de bulunuyordu. Celal Talabani’nin, “Kürt kıyafetleri hediye ettik, üstüne giydi, konuşmasında ‘Ben Kürtleri çok seviyorum. Onlar mazlum bir halk,”[16] dediğinden söz ettiği Nâzım Hikmet’e Iraklı Kürt öğrencilere büyük ilgi gösterdiler.
Nâzım Hikmet’te, Kürt halkının özgürlüğü ve kurtuluşu hakkındaki konuşmasında şunları söyledi:
“Kürt gençlerinden bir ricam var. (Irak’ta) Kürdistan bayrağını özgür topraklarında dalgalandırdıkları gün, lütfen beni unutmasınlar. O tarihi güne tanık olabilmem için beni de davet etsinler.”[17]
Gelelim, Nâzım Hikmet ile Kâmran Bedirhan’ın tanışıklığına: 1961 tarihli mektuplaşmalarından konu Kürt meselesi idi. O tarihte Bedirhan Paris Kürt Enstitüsü başkanlığını yapıyordu. (Bedirhan’ın Fransa’daki arşivinden alınan ve 1983’te ‘Hêvi’ adlı Kürtçe dergide yayınlanan bu mektup hâlen enstitü bünyesinde saklanmaktadır.)
El yazısıyla 8 küçük sayfaya yazılan mektupta Nâzım, iki kardeş halkın sadece birbirleriyle dayanışarak hürriyet ve insan haklarına kavuşabileceklerine dair inancını dile getiriyordu.
Mektubun özetini verelim: “Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini, Kürt milleti kardeşi sayar.
Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürt ve Türk derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir.
O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, ‘Vurun Kürt uşağı namus günüdür!’ diye başlar.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketine tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını inkâra kadar götürdü.
Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir.
Bugün Türkiye Cumhuriyetini Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri hâline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.
Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor.
Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor.
Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını istiyor.
Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı da öylece destekliyor.
Anadolu’da yaşayan Kürtlerle Türklerin arasına nifak sokmak isteyen gericiler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyor.
Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, halkları birbirine düşürüp dostlarıyla rahatça geçinenlere ve emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Türk ve Kürt halklarının elbirliğiyle kazanılacaktır.
Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet, hürriyete, milli ve insan haklarına kavuşabilir.”[18]
Şimdi sözü Herostratus’u, ‘Bevvál-i Çeh-i Zemzem’i anımsatanın, “Dünyadaki pek çok ulusal kurtuluş mücadelesini gayet haklı ve yerinde olarak mühimseyen, şiirlerinde konuklayan Nâzım’ın mesela Kürt direnişlerini, başkaldırılarını ve soykırımlarını işlemek şöyle dursun Kürtlere adanmış, ithaf edilmiş bir tek şiiri bile mevcut değildir. Jokond ile Si-Ya-U şiirinde Çin Bağımsızlık Savaşı’nı selamlayan, Taranta Babu’ya Mektuplar’da Habeşistan’daki Faşist Mussolini İtalya’sının işgâlini kınayan ve direnişi coşkuyla karşılayan, Benerci Kendini Niçin Öldürdü’de Hindistan’daki İngiliz İmparatorluğu’na karşı verilen bağımsızlık mücadelesini işleyen, “inci dişli Robeson yoldaşına” selam eyleyen Nâzım’ın saifelerinde her ne hikmetse ve nedense Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Nasturilere, Keldanilere, Alevîlere, Hıristiyanlara yer yoktur. Ne kadar da enternasyonalist bir tavır, değil mi!?”[19] satırlarını aktararak soralım: “Uyuşmazlıkları giderebiliriz, çelişki kalıcıdır,”[20] ikileminde ne taraftasınız?
Ben uyuşmazlıklardan söz ediyorum ya siz?!
Müslüm Yücel’in yanıtı, “Bütün bunların sorumlusu sensin Nâzım Hikmet, kimse bağışlamayacak seni… Siyasetten de MHP- CHP’nin ruhusun”dur”![21]
Kim kimin ruhudur; orası şaibeli…
Lakin, aradan biraz zaman geçip de koşullar MHP’nin Kürt hareketine göz kırptığı, bayram ziyaretlerinde ilk sıraya çıkardığı bir düzleme geldiğinde, “CHP-MHP ruhu”nu unutup, “Doğruyu söylemek” vurgusuyla, “Bahçeli, iktidar ortağı olarak taahhüt ediyor, toplumsal konumuna göre taahhüt ediyor,”[22] diyerek, hızını alamayan Müslüm Yücel şunları eklemekte de bir “beis” görmüyor:
“Devlet Bahçeli’nin söylediklerini kıymetli kılan, söylenmemiş olan değildir, bunu Bahçeli’nin söylemiş olmasıdır. Bahçeli hükümetin ortağıdır…
“Barışmak için ilk gerekli olan şey güvendir. Güven, medeniyettir, inanmaktır ve her şeyden önemlisi düellodan çıkıp diyaloga dönmektir...
“Meclis kapıyı açar. Bahçeli bu kapının anahtarlarından biridir”![23]
Hatırlatmadan geçmeyelim: Müslüm Yücel’in biraz düşünerek titreyip, kendine dönmesi gerekmiyor mu? Bir de şu cam evler darbımeseli var… Hani derler ya, “cam evlerde oturanlar sağı solu taşlamamalı”!
MÜSLÜM YÜCEL MESELESİ!
Karl Marx’ın, “Eleştirilerimiz ne doğuracağı sonuçlardan ne de mevcut güçlerle düşeceği çelişkilerden korkar,” vurgusuyla müsemma “eleştiri” ve “itiraz”(ımız) dostlar, mahkûm etmek de düşman(lar)ımız içindir.
· Bunu anımsatıp, tavrımızın da René Char’ın, “Ateşin söylemeye çekindiğini söyle,” ifadesindeki üzere olduğunun altını çizerek, “eleştiri” ve “itiraz”lara ilişki “Köpekler havlıyor Sancho, demek ki doğru yoldayız,”[24] göndermesinin düşmanca bir tavır olduğunu Serdar Taş’a belirtmeden geçmeyelim!
Devamla: “Bugün, inanılmaz silahlı güçlerle donatılmış ordulara karşı ‘mevzi savaşı’ ya da ‘barikat açmak’ mümkün değildir,”[25] deyip “beyaz bayrak” çeken; “Osman Kavala ancak cumhurbaşkanı olarak dışarı çıkar,”[26] diyerek liberallere göz kırpan (sahi niye SelçukKozağaçlı demiyor!); “Sahici sosyalistler, Kürtlerle birlikte hareket ederler; sahteler, ezilen ulusu sömürürler,”[27] ifadesiyle kendi tekzip eden Müslüm Yücel bir de “Nâzım, yaltaklanmayı sever… Türk aydını devleti içselleştirmiştir, iç dünyaları devletlerinden mürekkeptir; eserleri devletlerini korumak üzerinedir, devletlerinin dili, dini ve bayrağı en yüce değerdir,”[28] demesine diyor da; Edirne mahpusundaki eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Kürtler kendi ayrı devletlerini kuramadılar, Türkiye’nin her yerine yerleştiler, Türkiye’ye entegre oldular. Devlet de Kürtleri eritemedi. O hâlde Kürtlerin devlet talebini, devletin de bölünme korkusunu ortadan kaldıracak yeni paradigmanın en açık kavramsal içeriğini ortaya koyalım: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürtlerin de devletidir. ‘Zaten öyle değil mi’?”[29] ifadelerine yakıştıracağı bir sıfat var mı? Mesela Nâzım Hikmet’e “yaltaklanmayı sever,” çirkinliğini reva gördüğü türden! Sadece merak bizimki?!
Yeri geldi Selahattin Demirtaş’ın, “Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan… Allah hepsine uzun ve sağlıklı ömür versin ama hayatlarının son dönemecinde Orta Doğu barışı, tarihi Kürt - Türk barışı için inisiyatif almış bu üç liderin başarılı olabilmeleri için ben elimden gelenin fazlasını yapacağım,” ifadesinin altını çizerek Hüseyin Şenol’dan aktarayım: “Faşistlerin ‘hümanist’ gibi gösterilmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Faşizmin aklanamayacak kadar büyük suçlar işlemiş bir ideoloji olduğu unutulmamalıdır. Kürt meselesi, magazinsel söylemlerle sulandırılmaması gereken bir meseledir ve bu konuda MHP’nin, CHP’nin veya diğer devlet partilerinin samimiyetsiz yaklaşımlarına karşı uyanık olunmalıdır. Selahattin Demirtaş, Tuncer Bakırhan ve Sırrı Süreyya Önder’in, klasik faşizmin lideri, binlerce insanın katlinden sorumlu faşist partinin lideri Devlet Bahçeli’ye ‘geçmiş olsun dileklerinde bulunması’ ‘uzun ömürler dilemesi’, ‘halaya davet etmesi’ gereksizliktir. Dünyanın bir köşesinde devrimciler, yurtseverler ve genel olarak anti-faşistler, ırkçılara ve faşistlere uzun ömürler dilemezler”![30]
“Dileyenlere” ne demeli, Müslüm Yücel?![31]
Ya İsmail Beşikçi’nin, “1. Sırrı Süreyya Önder benim için olumlu bir kişi değildir. 2. Kürtlerin SS Önder için ağlaşmalarını yadırgıyorum. 3. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu politikasının, PKK’nin devlete yardımıyla ve teşvikiyle gerçekleşen bir politika olduğunu da unutmamak gerekir,”[32] satırları?!
Şu Nâzım Hikmet “uzmanlığı saplantısı”nı(!) bir kenara bırakıp burnunuzun dibini görebilmeniz mümkün mü?
Kaldı ki Müslüm Yücel’in ‘Türk Entelektüelleri’[33] bir hayli tepki çekti. Çok meşgul olduğundan mı nedir; “yanıt”lar Serdaş Taş’a havale edildi!
Hiç kimsenin hatasız olmadığının ayırdında ol(a)mayanlara bir kez -daha belirteyim: Eleştirilemeyecek kimse yoktur. Her insan gibi topluma mal olmuş sanatçılar da siyasi liderler de hata yapabilir ve de eleştirilebilir. Bu bağlamda Nâzım Hikmet’in kusursuz olduğunu, eleştirilemeyeceğini zanneden yargıların tamamen içi boştur.
Müslüm Yücel’in eleştirilerinin haklı olduğu yönler vardır. Lakin Nâzım Hikmet’i düşmanlaştırarak, “devletçi”, “yaltakçı” ilan etmek, kantarın topuzunu kaçırmak, hatta zırvalamaktır.
Kaldı ki bugünden geçmişi değerlendirmek yerine “yargılama”ya kalkışmak da ayrı bir yanılgıdır.
Enternasyonalist Nâzım Hikmet halkların eşit kardeşliği ve dünya devrimi için son anına kadar mücadele etmiş, tüm hapis cezalarının nedeni de komünistliği olmuştur.
O hâlde lafı uzatmayalım: Komünist bir şair olarak Nâzım Hikmet’e dönük hakikâtten çok kibirden kaynaklanan dili ve Kürt halkı ile diğer halklar, özgürlük hareketi ile sosyalist hareket arasında iletişimi değil önyargıları besleyen tarzı nedeniyle mahkûm edilmeyi hak eden; demagojiyi bilgi kılığına sokmaya kalkışan Müslüm Yücel’in deyişiyle ‘bütün belaların adresi, Nâzım Hikmet’tir!!!
Lakin Müslüm Yücel’in demagoji yüklü heybesindeki bayağılıklara “Hakikâte karşı aydın olur mu?”[34] tepkisine; Veli Saçılık “Yeni Yaşam gazetesinde böylesine rezil bir yazı yayınlanmamalıydı,”[35] diye eşlik ederken Pınar Gayıp da ekliyor:
“Uzun zaman sonra gerçekten çok üzülerek okuduğum bir yazı. Türk aydınları bizim siyasetimize yön vermiyor arkadaşlar. Ayrıca her “aydın”ı da bir tutmak nereden geliyor? Cemal Süreya, Ahmed Arif, Arkadaş Z. Özer, Nilgün Marmara gibi isimlerin olduğu fotoğrafın yanlış konduğunu, eleştirilerden sonra kaldırılacağını düşünmüştüm dün akşam yazıyı okuduğumda. Ama hayır kasti. Neden? Yürüttükleri mücadele yeterli mi gelmedi acaba? (…) Türkiye devrimci hareketinin Kürt özgürlük hareketine mesafesi ve dayanışmada “şovenizm”in etkisini eleştirmek istediğinizin ve mahkûm etmek istediğinizin farkındayız da herkesi aynı kefeye koyamazsınız. Bu mesafeyi kapamaz daha da açar.”[36]
Ve nihayet: “Böylesine sevilecek bu dünya/ ‘Yaşadım’ diyebilmen için...” diyerek rüzgâra karşı yürüyen; “Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,/ -öyle gibi de görünüyor-/ Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/ ve de uyarına gelirse,/ tepemde bir de çınar olursa/ taş maş da istemez hani,” vasiyetinin Nâzım Hikmet’i de; Paris’in Père Lachaise Mezarlığı’nda Komünarlar’ın yorganını örtünen Yılmaz Güney’den Ahmet Kaya’ya tüm değerler de bizimdir; bizimledir…
Gerisi laf-ı güzaftır; o kadar!
8 Haziran 2025 14:49:43, Muğla.
N O T L A R
[*] Güney Dergisi, No: 113, Temmuz-Ağustos-Eylül 2025…
[1] Sokrates.
[2] Serdar Taş, “Türk Aydınlarının Karanlığı ve Nâzım Hikmet’i Ne Yapmalı?”, 17 Eylül 2024… https://www.avrupademokrat3.com/turk-aydinlarinin-karanligi-ve-Nâzım-hikmeti-ne-yapmali-serdar-tas/
[3] Serdar Taş, “Nâzım Hikmet’i Nasıl Bilirdiniz?”, 16 Ocak 2024… https://www.avrupademokrat3.com/Nâzım-hikmeti-nasil-bilirdiniz-serdar-tas/
[4] Bkz: i) Temel Demirer, “Ölümsüz(ümüz)dür Nâzım Hikmet”,
Kaldıraç Dergisi, No: 236, Mart 2021…; ii) Temel Demirer, “Şiirleri ile Nâzım’ca Yaşa(t)mak”, Görüş, Temmuz 2022… https://temeldemirer.blogspot.com/2022/07/siirleri-ile-Nâzımca-yasatmak.html ; iii) Temel Demirer, “Şairler Galerisi”, Rojnameya Newroz, Eylül 2020… https://temeldemirer.blogspot.com/2020/11/sairler-galerisi.html; iv) Temel Demirer, “… ‘Bizim’ Şiirin Şairleri”, Kaldıraç Dergisi, No:111, Haziran 2010…
[5] Mehmet Perinçek’in Rusça’dan çevirdiği şiir: Türkçe ilk kez 1954’de Sofya baskısı ‘Seçilmiş Şiirler’ kitabında yer alıyor. Şiir, Türkiye’de Bulgaristan (Sofya) baskısı üzerinden biliniyor.
[6] Nâzım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar-Piraye’ye Mektuplar - Sana Gelince, YKY, 2012.
[7] Haydar Ergülen, “Teslim Olmamakta Bütün Mesele”, Birgün Pazar, 4 Haziran 2023, s.8.
[8] Vecdi Sayar, “Karanlığı Mavileştirenler”, Birgün, 15 Ocak 2023, s.14.
[9] Zeynep Oral, “Nâzım Hikmet 121 Yaşında”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2022, s.11.
[10] Nisa Küçük, “Mehmet Özer: Örgütlü Bir Şair Nâzım”, Birgün, 19 Temmuz 2022, s.15.
[11] Antik ‘Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan Efes’teki ikinci Artemis Tapınağı’nı MÖ 4. yüzyılda yakarak meşhur olmayı amaçlayan Yunanlı.
[12] Şöhret olmak için Zemzem Kuyusu’na işeyen, sadece yaptığı saçmalık hatırlanıp, ama ismi-cismi unutulan insan.
[13] Serdar Taş, “Nâzım Hikmet’i Nasıl Bilirdiniz?”, 16 Ocak 2024… https://www.avrupademokrat3.com/Nâzım-hikmeti-nasil-bilirdiniz-serdar-tas/
[14] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[15] Altan Açıkdilli, “Yani Bizim Nâzımımız Tıpkı Kendisinin Dediği Gibidir. ‘KOMÜNİSTTİR’…”, Kaldıraç Dergisi, Temmuz 2009… https://direnisteyiz31.org/topraktan-atesten-ve-demirden-hayati-yaratanlarin-sairi-nazim-hikmet-altan-acikdilli/
[16] İlhan Kızılhan’ın 1995’te Celal Talabani ile yaptığı söyleşi, @kurd_archive, 3 Haziran 2025, İlke TV @ilketvcomtr
[17] “Onun sözlerinden derinden etkilenen öğrenci heyetinin her bir temsilcisi kürsüye çıktığında; “Kürt halkıyla dayanışma içinde olacağını ve kurtuluş davasını destekleyeceğini” dile getirince, orada bulunan Çin heyeti, Irak’tan gelen bu öğrencileri -Arap ve Kürt karma heyeti olması şartıyla- Pekin’e davet etti.
Oluşturulan Arap-Kürt öğrenci heyeti arasında bulunan Talabani de Çin’e gitti. Başkentte ülkenin kurucu başkanı Mao Zedung ve başbakanı Çu Enlay ile görüştü.” (Dipnot 1-2-3: Erden Akbulut ve Erol Ülker, Komintern, TKP ve Kürt İsyanları, Yordam Kitap, 2022, s.86. Faik Bulut, Tarih Boyunca Kürtlerde Diplomasi, cilt 1, s.428-431.)
[18] Faik Bulut, “Nâzım Hikmet’in Kâmran Ali Bedirhan’a Kürt Meselesi Hakkında Yazdığı Mektup...”, 11 Mayıs 2025… https://www.indyturk.com/node/758341/
[19] Serdar Taş, “Nâzım Hikmet’i Nasıl Bilirdiniz?”, 16 Ocak 2024… https://www.avrupademokrat3.com/Nâzım-hikmeti-nasil-bilirdiniz-serdar-tas/
[20] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[21] Müslüm Yücel, “Bütün Bunların Sorumlusu Sensin Nâzım Hikmet, Kimse Bağışlamayacak Seni”,… https://nupel.tv/muslum-yucel-butun-bunlarin-sorumlusu-sensin-nazim-hikmet-kimse-bagislamayacak-seni
[22] Müslüm Yücel, “Doğruyu Söylemek ve Devlet Bahçeli”… https://nupel.tv/muslum-yucel-dogruyu-soylemek-ve-devlet-bahceli/
[23] Müslüm Yücel, “Öcalan ve Ömer”… https://nupel.tv/muslum-yucel-ocalan-ve-omer/
[24] Miguel de Cervantes Saavedra Don Quijote, çev: Roza Hamken, Yapı Kredi Yay., 2022.
[25] Müslüm Yücel,”Öcalan, Sosyalizm ve Savaş Üzerinden Barış Sorunu”… https://nupel.tv/muslum-yucel-ocalan-sosyalizm-ve-savas-uzerinden-baris-sorunu/
[26] Müslüm Yücel, “Osman Kavala Ancak Cumhurbaşkanı Olarak Dışarı Çıkar”,… https://nupel.tv/muslum-yucel-osman-kavala-ancak-cumhurbaskani-olarak-disari-cikar/
[27] Müslüm Yücel, “Sahici Sosyalistler”,… https://nupel.tv/muslum-yucel-sahici-sosyalistler
[28] Müslüm Yücel, “Türk Entelektüelleri”,… https://nupel.tv/muslum-yucel-turk-entelektuelleri
[29] “Demirtaş’tan Hem Öcalan’a Hem Bahçeli’ye Övgüler”, 13 Mart 2025… https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/demirtastan-hem-ocalana-hem-bahceliye-ovguler-risk-almaktan-2309095
[30] Hüseyin Şenol, “Faşizmle Halaya Durulmaz!”, 7 Mart 2025… https://www.avrupademokrat5.com/fasizmle-halaya-durulmaz-hesap-sorulur-huseyin-senol/
[31] Bkz: Müslüm Yücel, Abdullah Öcalan: Amara’dan İmralı’ya, Alfa Yay., 2015.
[32] İsmail Beşikçi, “Milliyetçilik, Bir Defa Daha”, 11 Mayıs 2025… https://m.nerinaazad2.com/tr/columnists/ismail-besikci/milliyetcilik-bir-defa-daha-6820540f665b9
[33] 24 Ağustos 2024… https://yeniyasamgazetesi9.com/turk-entelektuelleri/
[34] Deniz Bakır, “Çarmıha Gerilen Hakikât”, Yeni Yaşam, 29 Ağustos 2024, s.9.
[35] https://x.com/velisacilik/status/1827354250168410130
[36] https://x.com/pinargayip/status/1827616710062387256
Yorumlar