I. AYRIM: SOSYALİZM: NEDİR, NASILDIR, NE YAPAR, NEYE YARAR? I.1) ZORUNLU BİR UYARI PARANTEZİ I.2) LENİNİST SOVYET PRATİĞİ II...
I. AYRIM:
SOSYALİZM: NEDİR, NASILDIR, NE YAPAR, NEYE YARAR?
I.1) ZORUNLU BİR UYARI PARANTEZİ
I.2) LENİNİST SOVYET PRATİĞİ
II. AYRIM:
DEVRİMİN ESASLARI
II.1) ZIRVALARA İNAT SOSYALİZMİN VAADİ
II.2) “REEL SOSYALİZM” VE POST-SSCB
III. AYRIM:
GERÇEK(LER) VE SOSYALİZM
III.1) “NASIL” MI? ŞÖYLE!
III.1.1) DERİNLEŞEN EŞİTSİZLİK
III.1.2) İŞÇİLER İLE KADINLARIN HÂLİ
III.1.3) EKOLOJİK FELAKET “EŞİĞİ”NDE!
III.2) BUGÜNDE BİÇİMLENEN GELECEK
IV. AYRIM:
SOSYALİZM ISRARDIR; ISRAR İYİDİR; ISRAR EDECEĞİZ!
KOMÜN’DEN EKİM’E ESKİ(MEYEN) SOSYALİZM[1]
TEMEL DEMİRER
“Bir şarkı ne zaman güzel değildir
Sonu olduğu zaman
Sonu yoktur çünkü güzel şarkıların
Kimse bir şarkıyı sonuna kadar söyleyemez.”[2]
Radikal sosyalizmin, sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz yeni dünya yolunda, inşa hâlindeki tarih olduğuna ve bu nedenle de “sonu olmayan”, “kimsenin sonuna kadar söyleyemeyeceği” bir insan(lık) marşı olduğuna; ve Gabriel Celaya’nın, “Yeryüzünde şarkı söyleyen sonuncu insan yaşadıkça, umutlanmaya hakkımız vardır,” saptamasına inananlardan; ve de “Bugünü kurtarmak için öncelikle, geçmişin gerçekleşmemiş umutlarını kurtarmamız lazım,” diyen Walter Benjamin’in uyarısına kulak verenlerdenim.
Bu kadar da değil! Dört yanımızı kuşatan post-modern zırvalara karşın hâlâ Komün’den Ekim’e eski(meyen) sosyalizmi; Blaise Pascal’ın, “Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için de yeterince karanlık vardır,” uyarısının altını çizerek savunanlardanım…[3]
Beni “dogmatik”, “dinozor” vb’i bulabilirsiniz; bu sizin görüşünüzdür! Önemli olan ise, öznel “dogmatik”, “dinozor” nitelemelerinize rağmen ne dediğim, neyi savunduğumdur…[4]
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların lanetlemekten çok mutlu olduğu sosyalizmin “varolmaması” dünyayı daha iyi bir yer yapmamıştır.
1991’de “Komünizm yıkıldı. Yaşasın özgür dünya” diye göbek atanlar (Dikkat: XX. yüzyıl sonlarında yıkılan sosyalizm değil, SSCB deneyiydi!), aradan geçen onca zaman ve yaşanlardan sonra ne diyorlar acaba?
Liberalizmin en liboş hâlinin ilüzyonu Atilla Yayla’yı referans göstererek çürütülmeye kalkışılan sosyalizmi, “Yüz milyon insanı katleden bir sistem” olarak eleştirip/ itiraz edenler, kapitalizm karşısında -sanki kavun karpuz kesmekle meşgulmüş gibi- sus pusken; kimileri de, “Bir zamanlar ihtimaldi ve güzeldi,” demekle iktifa ederler![5]
“Devrim mevrim olmayacağına göre, bu sistemde en fazla demokrasi gelebilir,” diyenlerin anlaması mümkün değildir Onu…
Hayır; devrimci Marksizm yerine II. Enternasyonal deformasyonunun, Karl Kautsky’nin ikame edildiği düşünsel iklimin boğucu atmosferinde yaşadığımızı görmezden gelmiyorum.
Oysa insanın insanı sömürmediği dünyada kardeşçe yaşamanın ilk adımıdır; insan(lık) aklının, vicdanının ulaştığı en ileri yerdir O; kimileri “Hayal” dese de…
Hayalden bahsedenler, onu eleştirenlere sormadan geçmeyelim: Sürdürülemez kapitalist vahşetin bugününde sosyalist hayal neden kötü olsun ki?
“Reel deneyim(ler)i”yle yıkılan komünizmden söz edip, “Bitti” diyen kimilerinin unuttukları, sosyalizm gereksinimini var edenin bizatihi kapitalizm olduğudur.
Köleci dönemdeki “Ekmek ve Sirk”in yerini “Orta Sınıf ve Kitle Kültürü” söylencelerinin aldığı sürdürülemez kapitalizmin insan(lık) için bir deli gömleği olduğunu yani binlerce ton prozac üretip sattığını bilmeyen var mı hâlâ?
Hakkındaki en yaygın saçma yorumlar: “Teoride iyi, pratikte kötü” ile “Dünyada hiç başarılı bir örneği yok, sen hâlen neyin peşinden koşuyorsun” olan sosyalizm “ölmedi”... Sadece, hayvanca içgüdülerimizin, köleliğin, manipülasyonun, yabancılaşmanın, sömürü ve tahakkümün önüne geçemedik o kadar!
Bunlarla birlikte kapitalistlerin sosyalizm imgesini çürütmek için kullandıkları tezlerden biri de, “Güzel ama insan iradesi var olduğu sürece asla gerçekleşemeyecek tatlı bir düş,” cümlesinden oluşsa da; zamanında uçmak isteyenler için de, “Güzel ama uçmak mümkün olsa insanın kolları yerine kanatları olurdu,” dendiğini anımsamanız yeter de artar bile…
Öncelikle bir ekonomi-politika ya da devrimci praksis olduğunu asla unutmadan; insan(lık)ı, insanlaştıran vicdan ve dik duruş[6] olduğunu düşünürüm sosyalizmin…
Çünkü insan olmak ahlâkı, başkasının/ ötekinin sorumluluğunu kendi üzerinde hissetmektir.
Bu böyle olmazsa, sosyalizm de sosyalizm olmaz/ olamaz…
Sosyalizm; kâr odaklı ekonomik düzenin yarattığı yozlaşmayı ve insanlık dışı hayat koşullarının değişmesi için çaba sarf etmek yanında; bir ahlâk, adalet ve vicdan meselesidir.
Bir matematik problemine indirgenemez; içinizde hissetmeniz gerekir.
Ahlâkınla, cesaretinle, nefretinle, sevginle, onurunla, tutarlılığınla velhasıl bilincinle eğilip bükülmemektir sosyalist olmak.
Bu yanıyla da, “Hayatı ve insan(lık)ı seviyorum,” demenin en kısa yoludur; kapitalizme başkaldırının ifadesidir. Sürdürülemez kapitalizmin dünyasında sosyalizmi istemek, umudun ve insan olmayı istemenin en belirgin göstergesidir.
Gerçekten de Tuncel Kurtiz’in dediği gibi: “Komünizmden başka İnsan(lık)ın insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalkmamasını öneren bir yol var mı?” Elbette yoktur!
İnsan(lık) için ödül, barbar sömürgenler için “suç” olan sosyalizm: Prometheus’dur; Spartaküs’dür!
Ya da Jean Paul Sartre’a göre, “Marksizm çağımızın aşılamaz felsefesidir.”
O; milyonlarca insanı ayağa kaldıran ideolojidir.
Emekçileri büyük burjuvaziye, emperyalizme ve faşizme karşı seferber eden sosyalizm konusunda durup düşünmeli: Hangi fikir insan(lık)a bu kadar fedakârlık yaptırabilir?
Hayatın gerçeklerine dokunan politik bilinç/görüş olan sosyalizm hakkında konuşmak, aslında sürdürülemez kapitalizme karşı alternatif önerisi sunmak ve olmaktır.
‘The New York Times’ yazarı Ross Douthat’in, 19 Nisan 2014’te (İsa’nın göğe yükseldiğine inanılan dönem-Paskalya’da) yazdığı makalesinde, “Yeniden doğuş mevsiminde, O’nun yeniden aramızda olması anlamlı. Sakallı, mesihvari, ahlâklı, fakiri yücelten, iktidarı koltuğundan eden… Evet öyle. Marx yeniden canlandı,” saptamasını anımsatıp eklemeliyim:
Marx’ın 11. Tezi’ne göre, Bugüne kadar felsefeciler dünyayı anlamakla yetinmişlerdir, artık onu değiştirmenin vakti gelmiştir. Bu da insan(lar)ın “Altınçağ” mücadelesiyle mümkündür; tabii, “İnsan gerçek olarak olduğu şeyi ide’yle bağlantılı olarak da olmak zorundadır,”[8] uyarısını atlamadan F. Hegel’in…
I. AYRIM: SOSYALİZM: NEDİR, NASILDIR, NE YAPAR, NEYE YARAR?
“yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim!”[9]
Öncelikle sosyalizmin ne olduğu kadar, ne olmadığını tanımlamak lazım…
Sosyalizm, “iyileştirilmiş kapitalizm” değilken; özgürlüksüz olduğu zaman, şiddet ve köleliktir.
Özetin özeti ne olup, olmadığı ve olamayacağı tarihinde kayıtlı olandır.
Deneyimlerinden öğrenip, dersler çıkaran radikal sosyalizm için -yaklaşık 70 gün süren- 1871 Paris Komünü tarihteki ilk girişimdir. Bir sonraki sosyalizm deneyimi ise -yaklaşık 70 yıl süren- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği girişimidir.
Paris Komünü ve Sovyetler Birliği gibi geçmiş sosyalizm deneyimleri kadar Çin Halk Cumhuriyeti, Vietnam, Küba Cumhuriyeti’ndeki deneyimler de (artısı ve eksisi ile!) önemli birikimlerdir. Ancak sosyalizm tarihi “reel sosyalist deneyim”le özdeşleştirilemez.
Çünkü söz konusu deneyler, bir model olmanın ötesinde, son noktası konulmamış inşa girişimleri olarak ele alınmalı ve de ne yüceltilip ne de nihilistçe inkâr edilmelidir. Yani mezhebe dönüşmüş bir “iman”/veya “imansızlık” konusu olamaz sosyalizm.
İnşa hâlindeki bir tarih olarak sosyalizm Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao, Che vd’lerinden bağışık değildir. Doğru ve yanlışlarıyla onlarladır.
Hayır, Marx ve Marx sonrası biçiminde bir dönemlendirme bize ait olmaz; Marksist literatürün inşası sınıf mücadelelerinin özeti olarak, Komünist Manifesto’dan beri (artısı eksisi ile!) bizimdir.
Bir şey daha: Marksizmin kendini meşrulaştırmak, doğruluğunu mutlaklaştırmak için kutsal kaynakları, referansları yoktur.
Ve bir uyarı: Marksizmin muhtelif yorumları (eko-sosyalizm, sosyalist feminizm, post Marksizm, yapısalcı Marksizm vb’leri gibi.) Marksizm ile özdeşleştirilmemelidir.
Tüm bunların yanında sınıfsal adaletsizlik var oldukça, burjuvalar sosyalizmin nefesini ensesinde hissedecektir; bundan kurtuluş yoktur.
Bu bağlamda sosyalizmin, bir yandan felsefe, bir yandan da adaletsizlikler karşısında isyan, molotof kokteyli, taş ve barikat olduğu bir an dahi unutulmamalı/ unutturulmamalıdır.
Sosyalizm, “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır,” söylemi ve işçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütlemesidir. Rosa Luxemburg’un deyişiyle, “Kitleler tarafından, her bir proleter tarafından yaratılmak zorundadır. Sosyalizm ancak bu şekilde kurulabilir.”
Özetle sosyalizm işçi sınıfının siyasal bir devrim yoluyla iktidarı burjuvazinin elinden almasını ve böylece kapitalist üretim ilişkileri yerine toplumsal üretim ilişkilerini geçirerek sınıfsız bir toplum ve dünyayı yaratmayı amaçlayan i) bir öğreti, ii) bir siyasi hareket ve iii) devrimden sonra bu amacın gerçekleşmesi için kurulması planlanan veya kurulan toplumsal düzenin adıdır.
Bir siyasi hareket olarak sosyalizm, bugün de geçerliliğini koruyan genel ilkesini, ‘Komünist Manifesto’da şöyle ifade eder: “Proletaryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi.”
Sosyalist hareketin tarihinde önemli tartışma başlıkları olan bu üç önerme ‘Komünist Manifesto’da ayrıntılı bir biçimde ele alınır:
i) Proletaryanın bir sınıf olarak oluşması “bir sınıf olarak ve bunun sonucunda bir siyasal parti olarak örgütlenmesi”dir.
ii) Burjuva egemenliğinin yıkılmasının yolu “komünist devrim”dir.
iii) Siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi ise proletarya diktatörlüğü yoluyla gerçekleşecektir.
Che’nin, “Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur,” yolundaki yalın tanımlaması yanında aynı konuda Leo Huberman da şunları ekler:
“Sosyalizmi savunanlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesiyle dünyadaki tüm problemlerin hâlledileceğini iddia etmiyorlar. İddia edilenler, sosyalizmin, kapitalizmin başlıca olumsuzluklarına çözüm bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağıdır.
Bireysel kâr için bireysel çaba yerine, toplum yararı için kolektif çaba harcanması temel prensiptir. Üretilen tüm mallar para kazanmak için değil, insanlara yarar sağlamak için yapılacaktır.
Sosyalist toplum düzeninde ücret eşitsizliği olmakla birlikte fırsat eşitliği vardır. Herkese yetenekleri ile orantılı ‘ücretsiz’ eğitim sağlanır.
Sosyalistler, halkın özel mülkiyetini elinden almak şöyle dursun, daha çok, insanın, eskisinden daha fazla özel mülkiyeti olmasını isterler. İki tür özel mülkiyet vardır. Niteliği gereği kişisel olan mülkiyet vardır: kişisel tatmin için kullanılan tüketim malları. Bir de kişisel nitelikte olmayan özel mülkiyet türü vardır: Üretim araçları mülkiyeti. Bu tür mülkiyet, kişisel tatmin için değil, tüketim mallarının üretimi için kullanılır. Sosyalizm, birinci tür özel mülkiyeti, diyelim ki, giydiğiniz elbiseleri elinizden almak değildir, ikinci tür özel mülkiyeti, yani elbiseyi yapan fabrikayı almak demektir.
Sosyalizm, uluslarüstü bir harekettir. Barbar rekabet sistemi yerine, işbirliğine dayanan ortak zenginlik için uygar işbirliğini koymaktır.
Sosyalizm gerçekleşmeyecek bir düş değildir. Toplumsal evrim sürecinde bir ileri adımdır.”
Bu adımlar atılırken; kimsenin bir kusursuzluktan söz etmesi ya da böylesi bir beklenti içinde olmasının hiçbir karşılığı yoktur ve olmaz da!
Şu örnekteki üzere: CNN muhabiri devrim sonrası bir Küba köyüne gider. Sırtında küfeyle tütün tarlasından dönen Kübalı yaşlı kadını durdurup, sorular sormaya başlar:
“- Ülkenizde devrim olalı beş yıl oldu ve görüyorum ki yaşam biçiminizde çokta bir değişiklik olmamış. İnsanlar yoksullukla boğuşuyor, yiyecek sorunu yaşıyorsunuz en basitinden elektrik bile yok şu an evinizde...”
Kübalı yaşlı kadın gülümseyerek ekler:
“- Evet devrim sonrası ambargodan kaynaklı çeşitli sıkıntılar yaşıyor olabiliriz. Şu an evimizde elektrik olmayabilir. Ama eminim şu an Fidel’in evinde de elektrik yoktur. Eşitlik böyle bir şey olsa gerek...”
Unutulmasın sosyalizm, şu ya da bu dâhinin kusursuz bir tasarımı, son şeklini almış projesi falan değildir. Marx ve Engels’e göre, komünizm “gerçek hareket”tir: “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır.”[10]
Engels daha sonraları ekler: “Artık komünizm denilince, bir imgeleme çabasıyla, olabildiğince yetkin bir toplumsal ülkünün kurulması değil, ama proletarya tarafından yürütülen savaşımın doğasının, koşullarının ve upuygun genel ereklerinin kavranması anlaşılıyordu.”[11]
Demek ki, komünizm ve onun birinci aşaması olarak sosyalizm, ulvi bir tasarım değil, tersine mevcut maddi ilişkilerce konulmuş tarihsel bir görevdir. O, bu nedenle, kapitalizmin üstesinden gelemediği çelişkilerinin somut çözümüdür. Soyut teorik bir ilke üzerine kurulu bir doktrin olmayan komünizm, toplumsal üretimin tarihsel eğiliminin doğrultusudur.
Kısacası, “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne köleleştirici bağımlılıkları ve bu arada zihinsel emek ile bedensel emek arasındaki karşıtlık sona erdiği zaman; emek artık yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi yaşamsal gereksinim olduğu zaman; bireylerin çokyönlü gelişmeleri üretken güçlerini de artırdığı ve kooperatif zenginliğin bütün kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılabilir ve toplum bayraklarının üstüne şunu yazabilir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!”[12] diye formüle edilen, işçi sınıfının amaçladığı “sosyal dönüşüm”, Marx’ın ifadesiyle “mevcut sistemin kendisinin zorunlu, tarihsel, kaçınılmaz ürünüdür.” Bu nedenle de sosyalizm, kapitalizm var oldukça, tarihin gündemindedir.
Her şeyi metalaştıranların toplumsal olanı lanetleyip, özelleştirildiği vahşet karşısında insan(lık)ın kurtuluşu için “olmazsa olmaz”ken; Terry Eagleton’ın tanımıyla da, “Başkasının mutluluğundan mutlu olma hâlidir.”
Bu çerçevede bilinçle inanmaktır, bağlanmaktır sosyalizm; aşık olmaktır, kara sevdadır ve tüm dünyaya bu bilinci/ inancı yaymaya çalışmaktır…
“Çünkü sosyalizm insanın içindeki son gizli barınağa kadar ulaşmayı bilecek ve orada yüzyıllar boyu damla damla birikmiş irini akıtacaktı; aksi takdirde yeni bir şey gelemezdi,”[13] diye tarif ettiğidir Andrey Platonov’un.
O; başkaldıran insan(lık)ın daha iyiye, daha güzele, daha yüksek ahlâka gitme serüveninde mihenk taşıdır, olmalıdır.
‘Birgün’den Barış İnce’nin ifadesiyle, “Tüm ağaçların yemiş vermesi ama tek bir dalın bile eğilmemesidir,” sosyalizm; insan(lık)ın insan olma gereğidir.
Yani Nevzat Çelik’in dizelerindeki üzere: “türkiye’de kürt olacağız/ kürtlerde ermeni/ ermenilerde süryani/ gidip almanya’da türk olacağız
hollanda’da surinamlı/ fransa’da cezayirli/ iran’da azeri/ amerika’da zifiri zenci olacağız/ çoğalan zencide mutlaka kızılderili/ israil’de filistinli
köpeğin karşısında kedi/ kedinin karşısında kuş olacağız/ kuşun karşısında börtü böcek
hakemler hep karşı takımı tutacak/ ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
çiçeklerden kamelya olacağız/ az kolumuzun tarafında/ solda olacağız,” diyebilme cüretidir.
Yani, “Eğer sen de istiyorsan, devrim yakındır,” denilen gelecektir; insan(lık)ın kurtuluşudur, lamı cimi yok…
Enternasyonalist bir hareket olan/ olması gereken sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulmasıdır.
Birisinin özgürlüğünün, diğerinin mahkûmluğuna yol açmadığı sistem olarak, paranın diktatörlüğü karşısında eşitlikçi iktisadi sistem ve aynı zamanda da yeni bir ahlâki duruştur.
“Gerçekçi ol imkânsızı iste” duruşundan asla vazgeçmeyen sosyalizm üretim araçlarında özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti sağlar, insanın insanı sömürmesini önler. Üretimi kâr amacı ile değil, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik örgütler.
Bireyin özgürleşmesi temel ilkesiyken; bakan gözlerimiz; duyan kulaklarımız; anlayan kalbimizdir. Motorları maviliklere sürmek; “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler” diyebilmek cüretidir.
Beraber yaşamanın matematiğiyken; “melekler topluluğu” falan da değildir; böyle sunulmamalıdır!
Sosyalizm (ya da, komünizm) Lenin’in ‘Devlet ve Devrim’de ifade ettiği gibi, sınıfların, devletin, sınırların ve ayrımcılığın olmadığı dünya çapında bir sistemdir. Sosyalizmin ölçeği evrenseldir. Sosyalizmin zaferi ancak dünya çapında mümkündür. Bunun temel nedeni, sosyalizmin ortadan kaldıracağı kapitalizmin bir dünya sistemi olmasıdır.
Komünizmin alt aşamasını ifade eden sosyalizm ile üst aşamasını ifade eden komünizm arasında aslî bir fark yoktur. İşçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırıp komünist topluma varabilmesi için bir ara aşamadan geçmesi gerekir ki bu geçiş döneminin adı proletarya diktatörlüğüdür (ya da, aynı anlama gelmek üzere, işçi demokrasisidir). İşçi sınıfı, devrimle birlikte burjuvazinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş olan devlet aygıtını yıkacak, onun yerine kendi ihtiyaçlarına uygun bir devlet (sönümlenen yarı-devlet) kuracaktır.
Bu devletin idaresinde, kapitalizmde egemen olan demokrasi baş aşağı çevrilecek ve gerçek bir demokrasi hâline getirilecektir: işçi ve emekçilere demokrasi, burjuvaziye diktatörlük! İşçi sınıfı bu demokrasiyi kendi özyönetim organları olan Sovyetler aracılığıyla işletecek, üreten olduğu gibi yöneten de olacaktır.
Sosyalizm için Lenin şöyle der: “İşte kapitalizmin bağrından henüz çıkmış bulunan ve bütün alanlarda eski toplumun izlerini taşıyan bu komünist toplumu, Marx, komünist toplumun ‘birinci’, ya da alt evresi olarak adlandırır. Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün almak hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır…
Fakat burada geçerli olan ‘eşit nitelikte emeğe eşit nicelikte ürün’ ilkesi esasen birçok bakımdan eşit olmayan bireyleri bir tuttuğu için henüz burjuva hukuku geçerlidir. ‘bir yandan üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyetini korurken, bir yandan da emek eşitliğini ve ürünlerin bölüşümündeki eşitliği korumakla yükümlü bir devletin zorunluluğu, bu nedenle sürer. Bundan böyle, kapitalistler olmadığı, sınıflar ve dolayısıyla tepesine binilecek bir sınıf olmadığı için, devlet sönümlenir. Ama edimsel eşitsizliği onaylayan ‘burjuva hukuku’ korunmaya devam edildiğine göre, devlet henüz büsbütün yok olmamıştır. Devletin büsbütün sönmesi için, tam komünizmin gerçekleşmesi gerekir.”
‘Beynelmilel’deki üzere, “İncir zamanı incir yemektir. Ama herkesin incir yemesi,” olarak tariflenen sosyalizm, toplumsal kurtuluş için gerekirse sefalette de eşitliktir. Çünkü sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır.
Şeyh Bedreddin’ce, “Yarın yanağından gayri herşey de ortaklık”tır ve elbette (sosyalist) planlamadır.
İnsan(lık)ın yaşamında vazgeçilemez eğitim, sağlık ve barınmayı esas görevi sayarak, hiçbir kâr hırsına feda etmeyen ortaklıktır.
İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle başlar; gücünü otoriteden ve katı devletçilikten almaz; onu vareden, yığınların siyasete doğrudan katılımıdır; reformist olamaz/ olamaz ya devrimcidir ya da hiç…
Sosyalizmi var eden eşitlikçi/ özgür insan(lık)ın yaratıcı/ yıkımıdır. Çünkü O, özünde insan(lık)ın özgürleşmesidir.
Sosyalizmin ölçeği yerel değil, evrenseldir. Kapitalizm’den komünizme geçiş sürecidir.
“Sosyalizm=komünizm” varsayımı yanlıştır; değerin paraya değil, insana verilmesi; faydanın kişiye değil, topluma ait olmasıdır.
Sosyalizm sadece bir program değil; devrimci praksis meselesiyken; Marksist ekonomi-politik açısından sosyalizm, “maximization of leisure time” yani “özgür/ boş zamanın en fazlalaştırılması” diye özetlenebilir.
Sosyalizm, toplumsal mücadelelerin kesintisizliğiyle inşa edilebilir.
Sosyalizmin sonsuz ve sınırsız bir faaliyettir; insan(lık)a dayatılan onursuzluğa, adaletsizliğe itirazdır. Yani günde 18 saat yeraltında çalışan Bolivyalı maden işçisinin “Sosyalizm nedir” sorusuna verdiği “Güneşi hergün görebilmektir,” yanıtına mündemiçtir sosyalizm...
Eşitlik olmadan özgürlük, özgürlük olmadan eşitlik olmazken; ekmek ve özgürlük dengesidir; birinin diğerine feda edilmemesidir; çöplükte açan çiçektir sosyalizm ya da Nâzım Hikmet’in dizelerindeki anlatımla:
“sosyalizm,/ yani şu demek ki, dayı kızı,/ sosyalizm,/ senin anlayacağın yani,/ el kapısının yokluğu değil de/ imkânsızlığı.
ekmeğimizde tuz,/ kitabımızda söz,/ ocağımızda ateş oluşu hürriyetin,/ yahut, başkası yel de,/ sen yaprakmışsın gibi titrememek,/ bunun tersi yahut...
sosyalizm,/ devirmek dağları elbirliğiyle,/ ama elimizin öz biçimi,/ öz sıcaklığını yitirmeden.
yahut, mesela,/ sevgilimizin bizden ne san, ne para,/ vefadan başka bişey beklemeyişi...
sosyalizm,/ yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,/ yahut, mesela,/ -bu seni ilgilendirmez henüz-/ esefsiz,/ güvenle,/ emniyetle,/ gölgeli bir bahçeye girer gibi/ girebilmek usulcaçık ihtiyarlığa.
ve hepsinden önemlisi,/ çocukların ama bütün çocukların,/ kırmızı elmalar gibi gülüşü”dür…
“Nasıl” mı?
Sosyalizmde “her şey insan içindir” ve insan(lık) sosyalizmle yeniden yaratılır.
İnsan(lık) yeniden yaratılırken doğrudan katılım-örgütlülük ilişkisi kurmak, sosyalizmin “olmazsa olmaz”ıdır.
Görüş ayrılıklarının şiddetle bastırılması ilkesel olarak reddetmesi gereken sosyalizmde kitlelerin inisiyatifi ve doğrudan demokrasi esastır; Leon Troçki’nin, “İnsan’ın oksijene olan ihtiyacı gibi sosyalizm’in de demokrasi’ye ihtiyacı var,” saptamasında dile getirdiği üzere çoğulcudur…
Hangi neden, gerekçe ve biçimle olursa olsun, doğrudan demokrasinin karar ve yönetim süreçlerinden uzaklaş(tırıl)ıp ona yabancılaş(tırıl)an işçi sınıfı ve kitlelerin, sosyalizme de yabancılaşmaları kaçınılmazken; radikal sosyalizm kendini hiçbir zaman ve hiçbir konuda kapitalizme göre değil, komünizm idealine göre tanımlamakla mükelleftir.
Başka bir ifadeyle, “kendini amaçlaştırmak”tan ve “öznel gerekçeler” üretmekten özenle kaçınması gereken sosyalizmin, tüm karar süreçlerinde işçi ve emekçi kitlelerin inisiyatifini, doğrudan katılımlarını esas alması “olmazsa olmaz”dır.
Bunlarla birlikte, çalışmayı değil emekçilerin kendilerine ayıracakları boş zamanların çoğaltılmasını esas alan, bu anlamda “tembellik hakkı”nı yücelten bir sistem olmalıdır.
Ancak unutulması gerekmektedir ki, sosyalizm, kapitalizmden komünizme gitmek için asılan uzun, zahmetli ve eziyetli bir yoldur.
Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, devletin devlet olmaktan çıkartılarak insanın insanal özüne dönüşü dünya devrimiyle gerçekleşecek isyan(lar) ve devrim(ler) ile mümkündür.
Dünya (veya bölgesel) devrim(ler)e bağlanması gereken sosyalizm kendini asla amaçlaştırmamalıyken; devletçi-milliyetçi savruluşlardan uzak durmalıdır.
Sosyalizmi bir geçiş aşaması olarak tarif etmekle beraber Marx’ın, nihai hedef olarak belirlediği sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya, yani komünizmdir. En nihayetinde sınırlar ve sınıflar kalktığında devlet mekanizması da eski anlamıyla yok olacaktır.
I.1) ZORUNLU BİR UYARI PARANTEZİ
“İnsanı savunuyorum,
çünkü düştüğünü gördüm.”[14]
Albert Camus’nün, ‘Direniş, İsyan ve Ölüm’ündeki, “Burjuvazi aldatmasını artırmaktadır. Mutlak adalet sözüyle, daimi adaletsizliğin, sınırsız uzlaşmanın ve saygısızlığın kabulü için bir yol bulmaktadır”; Jean-Paul Sartre’ın da, ‘Materyalizm ve İhtilal’indeki, “Baskı gören kişi, kendi aslî mümkünlüğünün dışında yaşar ve ihtilalci felsefe, bunu anlamak zorundadır,” sözlerinin altını çizerek açtığım paranteze iki önemli not eklemeliyim:
i) Aydınlanma düşüncesiyle ilintili olan sosyalizm ile, “sosyal demokrasi”nin ve “liberalizm”in kardeşliği asla abartılmamalı ve olsa olsa, “düşman kardeşler” ekseninde ele alınmalıdır.
ii) Sosyalizm bir “ekonomik kalkınma modeli” olmadığı gibi, “ilerlemeci tarih anlayış(sızlığ)ı”nın pozitivizmi, ulus-devletçiliği, sanayileşmesi falan da değildir...
Bu bağlamda sosyalizm, -ki bunun “XXI. yüzyıl” versiyonu olmaz, olamaz!- ne Aydınlanma’nın “evlatlağı”na ne de Sovyet pratiğine ya da onun eleştirisine eşitlenmemelidir.
Sosyalizm, nihai kertede bir burjuva düşüncesi olan Aydınlanma ile hesaplaşmayı/ aşmayı “olmazsa olmaz” kılarken; Sovyet pratiği şahsında da sosyalizmi, bir an veya yakın gelecek meselesi olarak düşünüp/ formüle edenlerin hayal kırıklığına eşitlenmemelidir.
Leo Huberman’ın da işaret ettiği üzere sosyalizm, “İlk adımında bir cennet yaratmayacaktır. İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunların tümünü çözmeyecektir.”
Günahkârların evliya oluvermesi, cennetin yeryüzüne inivermesi, tüm sorunlara bir çözüm bulunuvermesi, ütopyacı sosyalistlerde olduğu gibi, sadece sunî olarak yaratılmış hayalî toplum sistemlerinde olur. Marksist sosyalistlerin böyle hayalleri yoktur.
Sosyalizmin, sadece, insanlığın belirli gelişme aşamasındaki belirli sorunları çözümleyeceğini bilirler. Bundan daha fazlasını iddia etmezler. Ama bu kadarının bile hayat düzenimizi geniş ölçüde iyileştireceğine inanırlar.
Dalgalar hâlinde gelişecek olan sosyalizm, dünya (ya da bölgesel) devrim dışındaki “kalkınmacı” ekonomik determinizme, “tarihin şaşmaz yasaları”na indirgenmemelidir.
Marksizm, aşağıdan işçi hareketiyle örgütlenen devrimle üretim araçlarına el konulması ve yönetimin doğrudan demokrasiyle sürdürülemez kapitalizme özgü kâr, ticaret, rekabet, artı değer ve insan(sızlık)ının bertaraf edilmesidir…
Umudu dahi insan olanı (ve kalanı) ayakta tutmaya yeterken; Mahir Çayan’ın ifadesiyle, “İnancın, eylem olarak ifadesini bulduğunu iyi anlamak gerekir…”
“Marksizmin bilinen doğrularından biri insanın kendi faaliyetinin, eylemde bulunan öznenin faaliyetine ilişkin kendisinin ne düşündüğüne bakılarak değil de, o faaliyetin nesnel olarak toplam bağlamlılık içinde neyi temsil ettiğine bakarak yargılanabileceğidir,”[15] formülasyonuyla Georg Lukacs’ın altını çizdiği şey, sosyalizm Engels’in, “İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler,” diye tarif edip; Marx’ın da, “Tüm tarihin sınıf mücadelelerin tarihidir… İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar,” notunu düştüğü tarihsel praksisle ilintilidir…[16]
Yani sosyalizm üzerine ahkâm kesilen bir teorisisizm değil; “11. Tez”ci bir eylem kılavuzudur ki, onun teorisine son şeklini veren de yığınların tarihi eylemleridir.
I.2) LENİNİST SOVYET PRATİĞİ
“Guztien gogora egitea,
da gauza nekea.”[17]
“Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya duruyor: sermayenin dünyasına karşı emeğin dünyası; sömürünün ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası,” vurguyla Lenin, “Nereden yola çıkarak devrim ve nasıl?” sorusuna yanıt arar.
“Ne Yapmalı?” da bunu yanıtlamaya çalışır.
“Ne yapmalı?”, “Nasıl?” ve “Nereden yola çıkarak?” sorularını da içeren bir yeniden üretimdir.
Söz konusu üretimde devrimin gerekliliğini ve devrimin talep ettiklerini henüz kavrayamamış kendiliğinden bir kitle hareketine mevcut hâlini aşmasını kavratmak…
“Eğer her zaman itaatkâr olmayan akıllı olan insanları uzaklaştırır ve yalnızca itaatkâr aptallarla baş başa kalırsanız, hiç kuşkunuz olmasın partiyi yıkıma götürürsünüz,” diyen Lenin için görev budur.
Bu da insanlık tarihinin en can alıcı soru(n)larından biri hâline gelmiştir.
Bu noktada da devrimcilik, beklentilerle hareket etmek ya da sabretmek değil, risk almaktır.
Araçın amaçlaştırılmadan; irade öne çıkarılmalıdır; somuttan yola çıkılması gerekliliği “es” geçilmeksizin…
Ancak somut, yalnızca bir örgütün, partinin vs. faaliyetlerini yürüttüğü toplumsal ortam değil, bunun yanı sıra, örgütlenme biçimleri, mücadele araçları ve gelenekleridir de…
Elbette eyleme öncelik veren bir tarz-ı siyasetle aslolan “11. Tez”in devrimci Marksizm’idir.
Hiçbir söz/ teorik önerme, Marx’ın “11. Tez”inde ifade ettiği eyleme dönüşmediği sürece belirleyici olmaz/ olamazken; Sovyet pratiği deyince; ilk elden Lenin’e müracaattan başka yol yoktur. O hâlde aktaralım:
“… ‘Çalışmayana ekmek yok.’ Sosyalizmin pratik emri budur. İşlerimizi pratikte bu ilkeye göre örgütlemeliyiz. ‘Komünlerimiz’in ve işçi-köylü örgütçülerimizin gurur duymaları gereken pratik başarıları bunlardır,”[18] diyen O ekler:
“Hayal kurmuyorum sosyalizme geçiş dönemine daha yeni girdiğimizi, henüz sosyalizme varmadığımızı biliyorum. Uluslararası proletaryanın desteği olmadan bu geçişi tamamlayabileceğimiz umuduna da asla kapılmadık. Ama yine de devletimizin sosyalist bir sovyet cumhuriyeti olduğunu söylemek yanlış olmaz…”[19]
“Sınıf içgüdüleriyle hareket eden işçiler devrimci dönemlerde yalnızca olağan değil, aynı zamanda tümüyle farklı bir örgütlülüğe ihtiyaçları olduğunu fark ettiler. Doğru bir adım atarak, 1905 Devrimimizin ve 1871 Paris Komünü deneyimlerinin işaret ettiği yolu tutup, bir İşçi Temsilcileri Sovyet’ini kurdular: Bu örgüte asker temsilcilerini ve kuşkusuz kırsaldaki ücretli işçilerin ve sonra (şu ya da bu biçimde) bütün yoksul köylülerin temsilcilerini alarak onu geliştirmeye, büyütmeye ve güçlendirmeye başladılar.”[20]
“Kapitalistler alt edilmediği takdirde, toprağın halka devri hiçbir şekilde halkı yoksulluktan kurtaramaz. Toprak karın doyurmaz ve para olmadan, sermaye olmadan alet edevat, büyükbaş hayvan ya da tohum elde edemezsiniz. Köylüler kapitalistlere ya da zengin köylülere (onlar da kapitalisttir) değil, yalnızca kent işçilerine güvenmelidirler…
“Yoksul köylüler ancak yerel birimlerde bağımsız örgütlenmeyle, ancak kendi deneyimleriyle öğrenebilirler. Bu deneyim kolay edinilemez, onlara bereket fışkıran bir toprak vaat edemeyiz ve etmiyoruz. Toprak sahipleri defedilecek, çünkü halk öyle istiyor, ama kapitalizm sürecek. Kapitalizmden kurtulmak çok daha zordur ve kapitalizmin devrilmesine giden yol farklıdır.”[21]
“Kır yoksulları kent işçileriyle ittifak yapmadan bütün boyunduruk, sefalet ve yoksulluk biçimlerinden asla kurtulamayacaklardır; kent işçileri haricinde, kır yoksullarına yardım edecek kimse yoktur ve dahası, kendilerinden başka kimseye de güvenmemelidirler…
“Kır yoksulları bütün emekçilerin tam kurtuluşunu sağlamak için şehirdeki işçilerle omuz omuza vererek, zengin köylüler de dahil olmak üzere burjuvazinin tamamına karşı mücadele yürütmelidirler.”[22]
“Biz tepeden tırnağa bütün devlet iktidarının tümüyle ve münhasıran İşçi, Asker, Köylü ve diğer temsilcilerin Sovyetleri’ne ait olduğu bir cumhuriyet istiyoruz. İşçi ve köylüler nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlar. İktidar toprak sahipleri ve kapitalistlere değil, onlara ait olmalıdır. İktidar ve yönetim işleri bürokrasiye değil,[23] onların Sovyetlerine ait olmalıdır.”[24]
“Sovyet iktidarı Kurucu Meclis’in zamanında toplanmasını sağlayacak, üretimde işçi denetimini hayata geçirecek, toprak beylerinin, Çarlığın ve manastırların elindeki toprakların tazminatsız olarak köylü komitelerine devredilmesi sürecini gerçekleştirecek, orduyu tamamen demokratikleştirerek askerlerin haklarını güvence altına alacak, Rusya’da yaşayan halkların hepsine gerçek anlamda kendi kaderlerini tayin etme hakkı tanıyacaktır…
“Hükümetimiz gizli diplomasiyi kaldırmıştır ve kendi payına, bütün görüşmeleri bütün halkın gözü önünde, açık ve şeffaf bir şekilde yürütmeye kararlı olduğunu açıklar. Hükümetimiz, kapitalistlerle toprak sahiplerinin hükümetinin 25 Ekim 1917’ye kadar onaylamış ya da imzalamış bulunduğu bütün gizli anlaşmaların içeriklerini derhâl açıklayacaktır.”[25]
“Biz Kurucu Meclis’in olduğu bir burjuva cumhuriyetinin, Kurucu Meclis’in olmadığı bir burjuva cumhuriyetinden daha iyi olacağını, ama bir ‘işçi-köylü’ cumhuriyetinin, yani Sovyet cumhuriyetinin her türlü burjuva-demokratik, parlamenter cumhuriyetten daha iyi olacağını söyledik (ve partimizin Nisan 1917 Konferansı’nın ardından parti adına resmen beyan ettik).”[26]
“Biz herkese hükümete katılma davetinde bulunduk. Sol Sosyalist-Devrimciler davete icabet ettiler ve Sovyet hükümetinin politikalarını desteklemek istediklerini açıkladılar. Yeni hükümetin programına ilişkin tek bir eleştiri bile dile getirmeye cesaret edemediler. Herkes Sovyetlerde bir koalisyon hükümeti teklif ettiğimizi biliyor. Kimseyi Sovyetlerden dışlamışlığımız yok. Bizimle birlikte çalışmak istemiyorlarsa, kendileri kaybederler.”[27]
“Bolşevikler bütün devlet iktidarını tek başlarına ele geçirmeye cüret edecekler mi? Ben bir siyasal partinin -özelde de ilerici sınıfın partisinin- fırsat geldiğinde iktidarı almayı reddetmesi hâlinde var olma hakkını kaybedeceği, parti adını taşımaya layık olmayacağı, kelimenin her anlamıyla bir hiç hâline geleceği görüşümün hâlâ arkasındayım...
“Proletaryanın ‘devlet aygıtı’nı ele geçirip ‘kullanma’ya başlaması söz konusu olamaz. Aksine eski devlet aygıtında baskıcı, rutin, iflah olmaz derecede burjuva olan her şeyi ‘parçalayıp’, yerine ‘kendi’ aygıtını koymalıdır. İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri tam da bu aygıttır...
“Proleter devriminin önündeki başlıca zorluk, en kesin ve en titiz tescil/muhasebe ve denetimin, malların üretim ve dağıtımında ‘işçi denetimi’nin ülke çapında kurulmasıdır. Biz ‘işçi denetimi’ dediğimizde, bu sloganı her zaman proletarya diktatörlüğüyle yan yana, proletarya diktatörlüğünden hemen sonra kullanıyoruz ve böylece ne tür bir devleti kastettiğimizi açıklamış oluyoruz…
“Bizim için kapitalistleri ‘terörize’ etmek, yani proleter devletinin kadir-i mutlaklığını hissettirip aktif direniş fikrinden tamamen vazgeçmelerini sağlamak yetmez. Daha tehlikeli ve zararlı olan ‘pasif’ direnişi de kuşkusuz kırmamız gerekir. Aynı zamanda kapitalistleri yeni devlet örgütünün çerçevesi içinde çalışmaya zorlamamız gerekir...
“Biz merkeziyetçilikten ve ‘planlama’dan yanayız, ama ‘proleter’ devletinin merkeziyetçiliği ve planlamasından; üretim ve dağıtımın yoksullar, emekçi kitleler ve sömürülenlerin çıkarları adına sömürücülere karşı proletarya tarafından düzenlenmesinden yanayız.”[28]
“Sınıfları kaldırmak için, ilkin, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin alaşağı edilmesi gerekir. Görevimizin bu kısmı başarılmıştır, ama bu yalnızca bir kısmıdır, üstelik de en zor kısmı değildir. Sınıfları kaldırmak için, ikinci adım olarak, fabrika işçisi ile köylü arasındaki farkı ortadan kaldırmak, bunların hepsini işçi hâline getirmek gerekir...
“1861’den önce Rusya’yı yöneten güç, feodal toprak sahipleriydi. O zamandan beri, genel olarak konuşmak gerekirse, iktidarı elinde bulunduran sınıf burjuvaziydi, zenginlerden oluşan sınıftı. Sosyalist devrimin sürekliliği bu yeni sınıfı, yani proletaryayı, hükümet görevine ne derece uygun hâle getireceğimize, proletaryanın Rusya’yı ne ölçüde yönetebileceğine bağlıdır…
“Teorik düzlemde konuşacak olursak, sosyalizmin çıkarları açısından devlet tekeli illa en iyi sistem değildir. Sanayiye sahip bir köylü ülkesinde -eğer bu sanayi işliyorsa ve eğer belli miktarda mal varsa- vergilendirme ve mübadele özgürlüğü sistemi geçiş önlemi olarak kullanılabilir...
“Ben merkeziyetçiliği emekçi kitleler için asgari geçimlik sağlamanın bir aracı olarak görüyorum. Ben yerel Sovyet örgütleri için en geniş özerklikten yanayım, ama aynı zamanda ülkeyi bilinçli bir şekilde dönüştürme çalışmamızın verimli olması için, kesin olarak tanımlanmış tek bir maliye politikamız olması ve talimatların yukarıdan aşağıya uygulanması gerektiğine inanıyorum.”[29]
“Emekçi, her işsiz işçi, her aşçı, her perişan köylü proleter devletinin zenginlik önünde diz çökmeyip, tersine yoksullara yardım ettiğini, bu devletin devrimci önlemler almakta tereddüt etmediğini, asalakların elindeki fazla iaşe stoklarına el koyup açlara dağıttığını, evsizleri zenginlerin evine zorla yerleştirdiğini, bütün yoksul ailelerin çocuklarına yeterince süt tedarik edilene kadar onlara tek bir damla süt vermediğini, toprağın emekçi halka dağıtıldığını, fabrikaların ve bankaların işçi denetimine geçirildiğini bizzat kendi gözleriyle gördüğünde, işte yoksullar bütün bunları görüp hissettiklerinde, hiçbir kapitalist ya da dünya mali sermayesinin milyarlarla dans eden hiçbir kuvveti halkın devrimini ezemeyecektir.”[30]
“Proletarya diktatörlüğünün her adımında sendikaların son derece önemli bir rolü olduğu açıktır. Fakat sendikalar ne bir devlet örgütü, ne de bir zor (cebir) örgütüdür; sendikalar eğitim örgütleridir. İşçileri saflarına çekmek ve eğitmek için tasarlanmış bir örgüttür, yani aslında sendikalar bir okuldur, bir idari ilimler okulu, bir ekonomi yönetimi okulu, bir komünizm okuludur.”[31]
“Kautsky’nin broşüründe ele aldığı temel sorun proleter devriminin özüyle alâkâlıdır: proletarya diktatörlüğü. Bu bütün ülkeler açısından, özellikle de ileri ülkeler açısından, özellikle de şu an savaşta olan ülkeler açısından ve özellikle de şu anda en fazla öneme sahip sorundur...
“Marx ve Engels Paris Komünü’nün orduyu ve bürokrasiyi ortadan kaldırdığını, parlamentarizmi ortadan kaldırdığını, ‘şu asalak uru, devleti’ paramparça ettiğini, vb. göstermişlerdi. Ama bilgiç Kautsky gece takkesini giyip, daha öncesinde liberal profesörler tarafından bin kez anlatılmış olan ‘saf demokrasi’ masallarını tekrarlıyor…
“Kautsky proletarya diktatörlüğü kavramını eşi görülmedik bir şekilde çarpıtmış ve Marx’ı alelade bir liberale dönüştürmüştür; başka bir deyişle, ‘saf demokrasi’ konusunda harcıâlem laflar eden, burjuva demokrasisinin sınıfsal içeriğini süsleyip püsleyerek tevil eden ve hepsinden öte, ezilen sınıfın devrimci şiddete başvurmasından gocunan bir liberal derekesine düşmüştür...
“Savaşın bir sonucu olarak devrimlerin gerçekten başladığı 1918’de Kautsky devrimlerin kaçınılmaz olduğunu açıklamak, devrimci taktikleri ve devrime hazırlık yollarını ve araçlarını düşünmek yerine, Menşeviklerin reformist taktiklerini enternasyonalizm olarak nitelendirmeye başladı. Bu döneklik değil de nedir?”[32]
“İçinde bulunduğumuz çağın sloganları kaçınılmaz olarak şunlardır ve şunlar olmalıdır: Sınıfların ortadan kaldırılması, bu amacı gerçekleştirmek adına proletarya diktatörlüğü, özgürlük ve eşitlikle ilgili küçük burjuva demokratik önyargıların acımasızca teşhir edilmesi ve bu önyargılara karşı amansız bir savaş. Bunu anlamayan biri, proletarya diktatörlüğünü, Sovyet hükümetini ve Komünist Enternasyonal’in temel ilkelerini de anlamamıştır.”[33]
“Sınıfları ortadan kaldırmak, yalnızca büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir (biz bunu nispeten kolay hâllettik); sınıfları ortadan kaldırmak, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmaktır ve onları kovmak ya da ezmek söz konusu olamaz; onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız. Onları dönüştürebiliriz, yeniden eğitebiliriz (ve öyle de yapmalıyız), ama bunu ancak çok uzun, yavaş ve dikkatli bir örgütlenme çalışmasıyla başarabiliriz.”[34]
“Daha uzun yıllar bürokrasinin kötülüklerine karşı savaşacağız ve başka türlü düşünen birinin yaptığı demagojiden ve aldatmadan başka bir şey değildir, çünkü bürokrasinin kötülüklerinin üstesinden gelmek yüzlerce önlem, toplu okuma yazma, kültür ve İşçi-Köylü Müfettişliği’nin faaliyetine katılımı gerektirmektedir.”[35]
II. AYRIM: DEVRİMİN ESASLARI
“Sedema dawestandina me
ne ji ber karê me ye,
ew kar in ku me berî
çêkirinê li quncikekê hiştin e.”[36]
Sosyalizmin doğru kavranabilmesi için her şeyden önce onun temel esasları doğru kavranmalıdır.
Mesela işçi sınıfının kurtuluşu, tüm insanlığın ve doğanın kurtuluşu anlamına gelir. Yani proletarya, kendisiyle birlikte insanlığı da kurtaracak olan yegâne sınıftır.
Onun açısından mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi “olmazsa olmaz”dır…
Çünkü kapitalist sistem, artı-değer sömürüsüne dayanır. Üretim sürecinde üretilen ürünlerin paylaşımı sırasında harcadığı işgücünün karşılığında aldığı ücretten çok daha fazlasını üreten işçinin emeğinin geriye kalan bölümü oluşturur artı-değeri (artık-değeri) ve bu aslan payına sermaye sınıfı el koyar.
Sermayeye bu olanağı, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurması sağlar. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzına, bu sistemin özünü oluşturan meta üretimi ve artı-değer sömürüsüne, her birinin kökleri üretim sürecindeki konumların eşitsizliğinde yatan eşitsizliklere köklü ve kalıcı bir biçimde son vermenin yolu, kapitalist özel mülkiyete son vermekten geçer. İşe bu adımı atmakla başlamayan bir sosyalizm düşünülemez.
Onun için zaten Marx, insanlığın sosyalist devrimle başlayacak olan tarihsel-toplumsal dönüşümünün özünü şöyle özetler:
“Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendisine eksiksiz geri dönüşüdür. (...) Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür. Varlık ile öz, nesnelleşme ile kendi kendini gerçekleme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin önümüze koyduğu problemin çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.”[37]
Tam da bunun için sosyalist devrim(cilik) bir yaşam biçimidir.
Sosyalist devrim(ci), devrim için mücadeleye tüm yaşamını vakfedendir.
Sosyalist devrim, mevcut düzeni tümden ortadan kaldırıp, yerine daha iyi, daha ileri yani olması gerekeni ikame eylemidir.
Marx, kapitalist sistemi, insan(lık) tarihinin bir parçası olarak görmüştür. Bu ne kalıcı ne de değiştirilemez bir sistemdir. Tersine, kapitalizm, esas olarak geçici sistemdir. Bütün diğer toplum biçimleri gibi, zamanı gelince çökecek ve yerini başka bir sistem alacaktır. Sosyalizm kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulması demektir.
Değişmeyen tek şey değişimin kendisiyken; devrim bir süreçtir, işçi sınıfı da hadi devrim yapalım dediği zaman devrim gerçekleşmeyecektir.
Emma Goldman, “Dans edemediğim devrim, devrim değildir”; Ursula K. Le Guin, “Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır,”[38] notunu düşerken, “Devrimler olmaksızın sözde demokratik bir barış, darkafalı bir ütopyadan başka bir şey değildir,” vurgusuyla Lenin hepimizi şöyle uyarır:
“Tarihte tek bir devrim yoktur ki devrimi yapanlar zaferden sonra silahlarını bırakıp, bu kadarı yeter diyerek arkalarına yaslanmış olsunlar. Bu tür devrimlerin olabileceğini düşünen biri devrimci değildir, dahası işçi sınıfının en büyük düşmanıdır. Yine tarihte tek bir devrim yoktur ki iktidarın mülk sahibi bir azınlıktan diğerine devredilmesinden ibaret olsun; ikinci sınıf bir devrim, burjuva devrimleri bile böyle olmamıştır.”[39]
“İnsanlar ‘devrim’den, ‘devrimci halk’tan, ‘devrimci demokrasi’den, vb. bahsederken, onda dokuzunda ya yalan söylüyorlar ya da kendilerini kandırıyorlar. Bütün mesele şudur: Bu devrimi hangi sınıf yapıyor, kime karşı bir devrimden bahsediliyor?
“Her devrim, eğer gerçek bir devrimse, sınıflar arası ilişkilerde değişim demektir. Bu yüzden halkı aydınlatmanın ve devrimden bahsederek halkı aldatanlarla savaşmanın en iyi yolu, mevcut devrimde gerçekleşmiş ya da gerçekleşmekte olan sınıfsal değişimi tahlil etmektir...
“Genel olarak tarih, özel olarak da devrimler tarihi, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin, en iyi partilerin bile düşündüklerinden daha zengin içerikli, daha çeşitli, daha çokbiçimli, daha canlı ve daha yaratıcıdır. Bu gayet anlaşılır bir şeydir, çünkü en iyi öncüler bile on binlerce insanın bilincini, iradesini, tutkusunu ve muhayyilesini ifade ederler, oysa devrimler bütün insani yeteneklerin ortaya serildiği büyük, coşkulu diriliş anlarında, en çetin sınıf mücadelesiyle bilenen on milyonlarca insanın sınıf bilincinin, iradesinin, tutkusunun ve muhayyilesinin eseri olarak gerçekleşir.”[40]
O hâlde Semih Gümüş, “Bugün şiddeti dışlayan, iktidarı amaçlamayan ama sistemi adım adım çürütecek -hiç kuşkusuz uzun zamanlı- bütün düşünceler devrimcidir. David Harvey’in ‘Asi Şehirler’de üstünde durduğu kemirgen teorisi, bu anlamdadır. Sistemi kemirerek işleyemez hâle getirmek, onun çöküşüne katkıda bulunur, kemirenler tarafından çökertilemese de,”[41] diyor olsa da unutmayalım: Devrimsiz bir sosyalizm; ezilenlerin örgütlü şiddeti üzerinde yükselmeyen bir sosyalist devrim mümkün değildir.
Gümüş’ün önerisi “sivil toplum”cu reformist hezeyan olarak iktidarın yapısallığına dokunmadan atılacak ufak adımlarla kapitalist sistemi yıkılabileceği gülünçlüğünden malûldür. Ve kapitalist sistemin, kendisini “kemirenler” karşısında, “eli kolu bağlı” durduğunu varsayar!?
Her kim günümüzde sosyalizme hâlâ “barışçıl yöntemlerle” geçilebileceği iddiasıyla ortaya çıkıyorsa, ne emperyalizmden ne de sürdürülemez kapitalizmden hiçbir şey anlamış değildir…
Sosyalizmin sosyalizm olabilmesi de facto olarak başka zorunluluğu yani “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”ni devreye sokar ki, “barışçı öneriler” burada karaya oturur; Marx’ın, devrimleri “tarihin lokomotifi” olarak tanımlayıp; “Zor, yeniye gebe olan her eski toplumun ebesidir”; Engels’in, “Tek kelimeyle bizi, sizin mülkiyetinizi yok etme niyetimizden dolayı kınıyorsunuz. Kesinlikle öyle; niyetimiz tam olarak budur,” saptamasındaki gibi…[42]
Açık konuşuyoruz: Mülkiyet hakkını tartışmaya açan sistemdir; mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir sosyalizm.
“Mülkiyet hırsızlıktır,” dememekle birlikte üretim araçlarının özel mülkiyetini ret ederiz. Çünkü üretim araçlarına sahip olmak/ çıkmak, çalışan yığınlar üzerinde tahakküm yaratır. Bu da toplumdaki ekonomik bölünmeyi ve adaletsizliği derinleştirir.
Ayrıca mülkiyetin “kutsallığı”nı tartışırken sınıflı toplum öncesi mülkiyeti, feodal dönemde üretim fazlası, artı değerin ortaya çıkışı, tüm bunları bilmek ve tartışmak gerekir.
“En temel hak” olarak görülen şeylerin (mesela mülkiyetin) kökeni ve oluşumunun, binlerce yıllık pisliğe ve iktidara dayandığını unutmamak/ unutturmamak gerek.
Bu açıdan okunmalıdır Marx ve Engels’in şu satırları: “Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.
Bu anlamda, komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması.
Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu iddia edilir.
Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hâlâ da gün be gün yok ediyor…
Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz, oysa özel mülkiyet sizin mevcut toplumunuzda nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır; birkaç kişi için varoluşu, tamamıyla, bu onda dokuzun ellerinde var olmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığının zorunlu koşulu toplumun büyük bir çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz.
Tek sözcükle, bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette; bizim niyetimiz de zaten budur.”[43]
Nihayet: Mülkiyetin kimsenin olmayacağı değil, mülkiyetin herkesin olacağı tahayyüldür sosyalizm.
Tam da bunun için komünizme geçiş sürecinde proletarya diktasını “olmazsa olmaz” kılar…
Proletarya diktatörlüğü kavramı, ilk kez Marx tarafından ‘Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850’ başlığıyla kitaplaştırılmış olan makalelerinde kullanılmış ve Marksizmin merkezi önemdeki kavramlarından biri hâline gelmiştir. O kadar ki, Marx, sınıflar mücadelesinin değil ancak sınıflar mücadelesinin sonucunda işçi sınıfının zaferinin proletarya diktatörlüğü biçiminde somutlanacağı yönündeki öngörüsünün kendi özgün buluşu olduğunu söyler.
Marx’ın kullandığı anlamıyla her sınıf iktidarı diğer antagonistik sınıf üzerindeki bir diktatörlüktür. Bu bağlamıyla proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının esas olarak kapitalist sınıf üzerindeki devrimci iktidarıdır. Proletarya diktatörlüğünün öteki devlet biçimlerinden farkı ise onun geçici karakterinde yatmaktadır. Bu geçiş devletinin amacı da kendisinin varolmasını gerektiren sınıfsal zemini ortadan kaldırmaktır. Proletarya diktatörlüğü, başka bir açıdan ifade edilirse, sosyalist iktidarın kurulması ve yerleşmesi ile sosyalist iktidar pratiğinin hayata geçtiği süreçlerinin tamamıdır.
Proletarya diktatörlüğünün nasıl somutlanacağını ve kesin olarak neden gerektiğini ise Marx’ın Paris Komünü incelemelerinde bulmak mümkündür. Marx, bu deyimi Komün deneyimi için kullanmamış olsa da Engels, proletarya diktatörlüğünün nasıl olacağını merak edenlere Paris Komünü’ne bakmalarını salık vermektedir.
Kautsky ile sosyalist iktidarın yapısı üzerine polemiğe giren Lenin tarafından da işaret edildiği üzere, proletaryanın öncelikli görevi var olan devlet aygıtını parçalamaktır. Parçalamaktan kasıt, tümüyle ortadan kaldırmak değil, Marx’ın deyişiyle, baskıcı nitelik taşıyan organlarının kesilip atılmasıdır.
Bir başka biçimde söyleyecek olursak, proletaryanın iktidarı, devletin iktisadi ve yönetsel işlevlerinin devrimcileştirilmesidir. Engels’in belirttiği gibi, bunun nedeni, proletaryanın iktidarını kalıcılaştırmak için hazır bulduğu bu tek organizasyonu kendi acil çıkarları için kullanma ihtiyacıdır.
Buna göre, Marx’ın idealize edilmiş komün yapılanması, genel seçimle belirlenen yerel komünlerden hiyerarşik biçimde “ulusal komün”e uzanan bir zincirdir. Ulusal komünün üzerindeki temel görev, merkezi hükümetin “az sayıda ancak önemli görevlerini” yerine getirmektir. Bürokrasinin ücretleri işçi sınıfı ücretlerinin üzerinde olmayacaktır. Halk silahlandırılacak, mevcut ordu lağvedilecektir. Polis, yalnızca komüne karşı sorumlu hâle getirilecektir. Kilise devletten ayrılacaktır. Eğitim parasız hâle gelecektir. Hâkimler genel oy ile seçilecektir. Bu sayılanları, Marx ve Engels’in komünist parti Manifestosu’nda sunduğu ve bazıları bu acil görevlerle örtüşen maddelerle beraber okuduğumuzda aslında sosyalist iktidarın evrensel programının iskeleti ortaya çıkmaktadır.
Bu kapsamda bir sınıfsal şiddet aracı olan proletarya diktatörlüğünün, “örgütleyici” işlevinin de gözden kaçırılmaması gerekirken; her egemen sınıf gibi proletarya da, devrim sonrasında devlete, sınıf düşmanlarını baskı altında tutmak için ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, burjuvazinin sınıf olarak ortadan kalkmasına kadar sürer. Çünkü burjuvazinin direnişi, iktidarı kaybetmesiyle son bulmaz. Kapitalizmden komünizme geçiş dönemi, Lenin’in sözleriyle, “son derece keskin biçimlere bürünmüş ve o zamana dek görülmemiş yeğinlikte bir sınıflar savaşımının damgasını taşır”.
“Öyleyse, bu dönemin devleti, zorunlu olarak, yeni bir biçimde (genel olarak proleterler ve mülksüzlerden yana) demokratik ve yeni bir biçimde (burjuvaziye karşı) diktatoryal olmak zorundadır.”[44]
Devlet olmayan yeni devletin, işçi sınıfı ve emekçilerden yana demokratik bir karakter taşıyabilmesi için öncelikle burjuva devlet mekanizmasının parçalanması “olmazsa olmaz”dır. Ayrıca da, işçilerin ve emekçilerin toplumu ilgilendiren bütün konularda karar süreçlerine doğrudan katılımını sağlayacak sovyetler temelinde örgütlenmiş komün tipi bir yönetim sistemi kurulmalıdır.
Burada yeri gelmişken belirtmeden geçmeyelim: Zor ve şiddetten arındırılmış bir proletarya diktatörlüğü beklentisi, karşılığı olmayan kandırmacadır.
Lenin’in deyişiyle: “Özgürlük, eşitlik, demokrasi üzerine genel laflar gerçekte, meta üretimi ilişkilerinin şekillendirdiği kavramların körü körüne tekrarıyla eşanlamlıdır. Bu genel lafların yardımıyla proletarya diktatörlüğünün somut görevlerini çözmek istemek, tüm çizgi boyunca burjuvazinin teorik, ilkesel pozisyonuna geçmek demektir. Proletaryanın bakış açısından sorun yalnızca şöyle konabilir: Hangi sınıfın baskıdan kurtuluşu? Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? Özel mülkiyet zemininde demokrasi mi yoksa özel mülkiyeti ortadan kaldırma için mücadele temelinde demokrasi mi? Engels, Anti-Dühring’te eşitlik kavramını meta üretimi ilişkilerinin şekillendirdiğini ve eğer eşitlik sınıfların ortadan kaldırılması olarak anlaşılmazsa onun bir önyargıya dönüştüğünü açıkladı.”[45]
Ayrıca “Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını -köylülük, küçük-burjuvazi, yarı-proleterler- sosyalist ekonominin ‘kurulması’ işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır.”[46]
Proletarya diktatörlüğünün bu ‘örgütleyici’ işlevi genellikle gözden kaçırılır. Hâlbuki onun zorunluluğu ve tarihsel önemi asıl olarak bu işlevinden ileri gelir.
Devrimde zafer kazanan proletarya, iktidardan alaşağı ettiği burjuvaziyi, proletarya diktatörlüğünün zoruna dayanarak mülksüzleştirir. Toplumun tüm ihtiyaçlarının karşılanmasını ve refah düzeyinin yükseltilmesini hedefleyen planlı bir ekonomi ancak iktidar gücüne dayanarak örgütlenebilir.
Marx ve Engels’e göre, “Paris Komünü, özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini’ tanıtlamıştır.”
Komün tipi devletin diğer temel özelliği, bütün yönetici görevlere seçimle gelinmesi ve seçilenlerin seçenler tarafından istenildiği an geri çağrılıp görevden alınabilir olmaları temelinde örgütlenmesidir.
Sosyalizm, temsili bir nitelik taşıyan devlet görevlerinin yerine getirilmesine dayalı hiçbir ayrıcalığa izin vermez. Bu ilkesel yaklaşımın devamı olarak, devlet görevlilerinin, ortalama işçi ücretlerinden daha fazla ücret ve maaş almalarına olanak tanımaz.
Proleter devlet, burjuva ordu ve polisi dağıtmakla yetinmez, bütün halkın silahlandırılmasını esas alarak silah bulundurma ve kullanma yetkisini devletin herhangi bir birim ve aparatına ait özel bir ayrıcalık ve tekel konusu olmaktan çıkarır.
Temel esaslarını bu ilkelerin oluşturduğu Komün tipi devleti Marx, yalnızca “daha tam bir demokrasi örneği” olarak tanımlamakla yetinmez; “sınıf egemenliğinin yalnızca monarşist biçimini değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan bir cumhuriyetin özgül biçimi”[47] olarak tanımlarken; nihayet Marx’ın ifadesiyle de, “Her devrim, sosyal olduğu ölçüde eski toplumu yıkar. Her devrim, siyasal olduğu ölçüde eski iktidarı devirir.”
Bu nedenle de Lenin’in, “Her devrimin temel sorunu”nu, iktidarın ele geçirilmesi olarak tanımlaması; yani iktidarın devrim yoluyla ele geçirilmesi bir “son” değil, “başlangıç” anlamına gelir.
Ve sosyalizm, köklü değişiklikleri ancak burjuvaziyi devrim yoluyla alaşağı edip kendi sınıf egemenliğini kurabildiği ölçüde gerçekleştirebilir. Proleter devrim bu yüzden bir ‘son’ değil ‘başlangıç’tır ve proletaryanın devrimci diktatörlüğü bu yüzden zorunludur.
Bundan ötürüdür Lenin, proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu kabul ya da reddetmeyi “Marksist olup olmamanın ölçütü” olarak tanımlar:
“Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey budur. Ama bu doğru değildir. Ve Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar.
Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi, Marx tarafından değil ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir.
Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. (abç-yn.) Marksisti bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey işte budur.
Marksizmin gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir.”[48]
Kaldı ki Marx’ın, dönemin işçi sınıfı hareketi önderlerinden J. Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubundaki satırlar da herkesin “malumu”dur:
“Bana gelince, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını ne de bunlar arasındaki savaşımı bulma onuru benimdir. Benden çok önce, burjuva tarihçiler bu sınıflar savaşımının tarihsel gelişimini betimlemiş ve burjuva iktisatçılar bunun ekonomik yapısını dile getirmiş bulunuyorlardı. Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) Sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) Sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını; 3) Bu diktatörlüğün kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak oldu...”
Marx burada da durmaz ve devamla ekler:
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[49]
Nihayet uluslararası bir hareket olan sosyalizmin aslî unsurlarının yani esaslarının bir diğeri de enternasyonalizmdir.
Enternasyonalizm, komünizmin ayrıca kazanması gereken bir sıfat değil, aksine onun temel yapı taşıdır. Komünizm enternasyonaldir, çünkü yadsıması olduğu sistem uluslararası bir sistemdir. İşçi sınıfının enternasyonalizmi, kendi evrensel karakterinin bir gereğidir.
“Kendi” burjuvazinin yenilgisini; “ama”sız/ “fakat”sız dayanışmayla dünya (ya da bölgesel) devrimi “koşulsuz” savunmanı adı olurken; bunu da Lenin şöyle formüle eder:
“Rusya’nın zaferi, gerek içeride gerekse dünya çapında gericiliğin güçlenmesine ve işgal edilmiş bölgelerde yaşayan halkların tümüyle köleleştirilmesine yol açacaktır. Bu husus dikkate alındığında, bize göre Rusya’nın yenilgisi her hâlukârda ehven-i şerdir. Gerici bir savaşta devrimci sınıfın kendi hükümetinin yenilgisini istemek dışında bir seçeneği olamaz.”[50]
II.1) ZIRVALARA İNAT SOSYALİZMİN VAADİ
“Özgürlük, devleti topluma tepeden
dayatılmış bir aygıttan,
tümüyle topluma tabi bir
aygıta dönüştürmede yatar.”[51]
“Sivil Toplum”cu, post-modern, yeni-solcu, post-Marksist, radikal-demokrat, neo-liberal “elveda”cıların, vb’lerinin Komün’den Ekim’e eski(meyen) sosyalizmle nasıl uğraştığı hepimizin malumuyken; aynı enerjik itiraz ve eleştiriden sürdürülemez kapitalizmin payını aldığından söz etmemiz pek de mümkün görünmemektedir.
Kanımız odur ki, inşa hâlindeki sosyalist tarihte, süreklilik içinde kopuşa denk düşen bir yenilenme, geçmişe gözyaşları döken, lanet okuyan bir tutumla değil, sürdürülemez kapitalizme karşı devrimci eleştiri ve itirazın tarihsel praksisiyle mümkündür.
Nihayetinde Eduard Bernstein’ın, Kautsky’nin tezlerini aşamamış ve aşma yeteneğinden de yoksun “Sivil Toplum”cu, post-modern, yeni-solcu, post-Marksist, radikal-demokrat, neo-liberal “elveda”cıların söylemleri basit bir tekrarın ötesinde değer taşımaz.
Örneğin “Bir zamanlar Max Beer’in sosyalizm ve sosyal mücadeleler tarihini okur, heyecan duyardık. Şimdi oraya mı dönüp sosyalizmi meta-tarihte arıyoruz, XX. yüzyıldan kaçmak uğruna?.. Sosyalizm, artık herhangi bir yeni sol projesinin birleştiricisi değil, ancak bölücüsü olabilir. Büyümeye değil -mümkünse- daha da küçülmeye yarar. İlginçtir; aynı şey Marksizm ve Marksist tarihçilik için de geçerli. Bugün Marksizmin tarihçiliğe sunabileceği özel bir yol göstericilik, metodolojik bir fayda yok. Bunda ısrar, tarihçiliğin zihinsel ufkunu genişletmeye değil, daraltmaya yarar,”[52] diyen Halil Berktay’ın zırvasındaki üzere…
Ne ilginçtir ki Berktay’ın politik pozisyonuyla; “Marksistler gelir eşitsizliğine çözüm üretemez” vurgusuyla, “Ekonomik adaletsizlikler, Occupy Wall Street gibi protesto eylemleriyle engellenmez. Derinlemesine incelendiğinde, bu tip büyük protesto eylemlerinin arkasında da sermaye sahiplerini buluruz. Yugoslavya’yı CIA organizasyonu dahilinde ve NED fonlarıyla ayakta duran OTPOR/CANVAS örgütleri bölmüştü. OWS ise Warren Buffet ve George Soros fonlarıyla destekli Tides Vakfı, ACORN ve SEIU gibi STK örgütleriyle organize edilmişti,”[53] diye ekleyen ‘Yeni Şafak’ kalemşörü Seral Köprülü’nun konumu paraleldir.
Bu bir tesadüf falan değildir!
Yani Komün’den Ekim’e eski(meyen) sosyalizmin tarihsel teori-pratiğinden kopuş, kaçınılmaz olarak karşı tarafa iltihaktır.
Onun içindir ki, bir şeyi söylerken, saptarken “bin düşünüp bir söylemek”te yarar vardır. Örneğin, Cengiz Baysoy’un, “Sosyalizm kavramı ‘demokratik özerklik’ kavramından geri bir kavramdır”;[54] Demir Küçükaydın’ın, “Proletarya Diktatörlüğü denen şey, aslında Anarşistlerin veya Öcalan’ın ‘devletsizlik’ diye tanımladıkları şeydir… Demokratik bir cumhuriyet aynı zamanda Proletarya Diktatörlüğü’nün özgül bir biçiminden başka bir şey değildir. Marksizm’in bilinmeyen ve anlaşılmayan özüdür Proletarya diktatörlüğü=demokratik Cumhuriyet,”[55] saptamalarındaki gülünçlüğe düşmemek için…
Sosyalizmin ne olduğu ve ne vaat ettiği bir “sır” ya da öznel bir niyet beyanı değildir; olamaz da. Birilerini, bir şeyleri “güzelleme” adına eğilip bükülecek muğlak bir söylemde değildir radikal sosyalizm…
Sosyalizmin insan(lık)a vaat ettiği gelecek, toplum ve birey konusundaki çarpıcı yanıtı ‘Alman İdeolojisi’nde buluruz:
“İnsanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, yani kendine özgü çıkarlar ile ortak çıkar arasında yarılma olduğu sürece, dolayısıyla faaliyet gönüllü olarak değil de doğallıkla bölündüğü sürece, insanın kendi edimi insan tarafından kontrol edilecek yerde onu köleleştiren, insana karşı duran yabancı bir güce dönüşür.
Gerçekten de işbölümü ortaya çıkar çıkmaz, herkesin kendisine özgü, yalnızca kendisine ait bir faaliyet alanı olur. Bu faaliyet alanı ona zorla dayatılır ve kimse bu alanın dışına kaçamaz. Kişi avcıdır, balıkçıdır, çobandır ya da eleştirmendir; eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa işini sürdürmek zorundadır.
Oysa komünist toplumda, yani kimsenin sınırlanmış bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin arzu ettiği bir dalda işin üstesinden gelebileceği toplumda, toplum genel üretimi düzenler. Böylece, bugün başka bir şey yarın başka bir şey yapmak, hiçbir zaman avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan, akla estikçe, sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam sığır yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra da eleştiri yazmak mümkün olur...”[56]
Bu rüya, üretim araçlarıyla üreticiler arasındaki kopukluğun ortadan kaldırıldığı, dolayısıyla çalışmanın nitelikçe farklılaştığı, yaşayabilmek için katlanılan bir angarya olmaktan çıkıp insan olduğunu duyumsamak için yapılan bir faaliyet, bir ihtiyaç hâline geldiği, yani emeğin ve insanlığın zincirlerinden kurtulduğu özgür bir toplum rüyasıdır.
Söz konusu rüyanın başka bir açıdan tasvirini Marx Kapital’de şöyle yapar:
“Bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir ‘parça-insan’ hâline gelen bugünün parça işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir birey (alacaktır).”[57]
Bu çerçevede sosyalizmde çalışma değil “tembellik hakkı” esastır.
Çünkü sosyalizmin, kapitalizmdeki gibi dur durak bilmeksizin “çalışmayı” değil, emekçilerin kendilerine ve çevrelerine olabildiğince geniş zaman ayırmaları olanağını sağlama anlamında “tembellik hakkını” esas alan bir sistem olması, onun yaratmayı hedeflediği birey tipiyle yakından bağlantılıdır.
Sosyalizmle kapitalizm arasındaki temel farklardan birini de çalışmanın (iş’in) karakteri (ve koşulları) konusundaki taban tabana zıtlık oluşturur.
Emeğin kendisinin de metalaştığı kapitalist özel mülkiyet düzeninde işçi ne kadar çok zenginlik üretirse kendisi o kadar yoksullaşır. Çünkü ürettiği nesne (emeğinin ürünü) ondan bağımsızlaşmış, ona yabancı, dahası sermaye biçimine bürünerek onun üzerinde, büyüdükçe onu daha fazla egemenliği altına alan bir güç olarak karşısına çıkar.
Bu sınırlar içinde yabancılaşma, işin sadece bir cephesini, işçinin kendi emeğinin ürünüyle olan ilişkisi yönünden bir kopukluğu anlatır. Ancak Marx’ın 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları’nda -ve sonrasında Kapital’de- işaret ettiği gibi bu aslında bir ‘sonuç’tur. Bu sonucu da doğuran asıl yabancılaşma “üretim eylemi içinde, üretici faaliyet sırasında” ortaya çıkar. “Eğer işçi üretim eyleminin ta içinde kendi kendisinden yabancılaşmasaydı, kendi emek ürünü işçinin karşısına nasıl yabancı olarak çıkardı” diye sorar Marx. Yanıtını da hemen ardından verir: “Ürün, en nihayetinde, üretici faaliyetin özetinden başka bir şey değildir. O hâlde, emek ürünü eğer yabancılaşma ise üretimin kendisi de aktif yabancılaşma, faaliyetin yabancılaşması, yabancılaşmanın faaliyeti olması gerekir. Emek nesnesine yabancılaşma, emek faaliyetindeki dışlaşmanın, yabancılaşmanın özetinden başka bir şey değildir.”[58]
Sosyalizm bu yabancılaşmayı ortadan kaldırır ve kaldırmakla mükelleftir. Daha doğrusu sosyalizm, toplumsal üretim faaliyeti sırasında ve emeğin ürettiği ürünlerle olan ilişkisinde yabancılaşmanın her biçim ve tezahürünü ortadan kaldırmak zorunda olan bir sistemdir. Bunu başaramayan bir sosyalizm de sosyalizm değildir!
II.2) “REEL SOSYALİZM” VE POST-SSCB
“Yalnız yaşayanlardan değil,
ölülerden de çekeceğimiz var.” [59]
Asla bir sistem olamayan (çünkü tek dünya pazarında kapitalist sistem varken iki sistem olamaz!) sosyalist sektörel ülkeler topluluğu, dünya devrimine de bağlanamayarak, vaadinden kopmak zorunda kaldı.
Bu da bürokratik deformasyonu ve sosyalist yabancılaşmayı devreye soktu.
Sosyalist “inşa” da “ekonomik kalkınma”cılığın kapitalizmle rekabetine indirgenince, sonrası kaçınılmaz ya da malumun ilamı oldu.
Reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğunun likidasyonu veya çözülüşü de bu kapsamda ele alınmalıdır.
Bu hâl, elbette konuşulacak. Çünkü Neil Faulkner’in işaret ettiği üzere, “Geçmişi kavrama şeklimiz bugün nasıl hareket edeceğimizi etkiler. Bu nedenledir ki tarih aslında, siyasi ve tartışmalı bir alandır.”[60]
O hâlde unutulmasın: Reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu tarihinin konuşulması; sadece bir “tartışma” ve “kavrama” faaliyeti olmanın çok ötesinde, “bugün nasıl hareket edeceğimiz”e mündemiç bir alandır ki, işte tam da bunun için önemlidir.
Bu saptamalarla birlikte, reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu’nun başarısızlığında araçsal aklın hegemonyası ile ekonomik determinizmin oynadığı negatif rolün altını bir kere daha çizip; “Her türlü otorite ve hiyerarşi sorgulanmalı ve bunların meşruiyeti ispatlanmalıdır... Meşruiyetini ispatlayamayan her türlü otorite gayrimeşrudur ve devrilmelidir,” diyen Noam Chomsky’nin uyarısı doğrultusunda kasta dönüşen (“sosyalist”) bürokrasiye ve onun devreye soktuğu yabancılaşmaya kafa yorulmalıdır.[61]
Ancak reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu’nda yaşanan deney(ler), kapitalizmden komünizme proletarya diktatörlüğü altında geçişin düz bir hat izlemeyeceği, sosyalizmin sorunsuz, pürüzsüz bir toplum olmadığı gerçeğini gösterdi.
Hemen tüm deneyimler ve komünist partileri, inşa sürecinde sosyalizmin sorunlarını çözmede birçok zorluklar yaşadılar. Sağa ya da sola savruldular. Onarılması güç hatalar yaptılar.
Söz konusu savruluş ve hatalar için 1953 yılında Çin Başbakanı Çu En Lai’ın 1789 Fransız Devrimi’nin anlam ve önemine ilişkin soruya verdiği, “Henüz sağlıklı bir yanıt vermek için vakit çok erken,” yanıtı anımsamalı ve anımsatmalıyız.[62]
Hem de Hermann Hesse’nin, “Sanki güz ortasında bir ağacın dört bir yanından yapraklar dökülüyordu da, ağaç bunun farkına varmıyordu; ağacın üzerinden yağmur aşağılara süzülüyor, güneş ya da ayaz üzerinden gelip geçiyor, yaşam yavaş yavaş ilerleyerek ağacın en iç kısmında alabildiğine dar bir bölgeye sıkışıyordu. Ama ağaç ölmüyor, ağaç bekliyordu,”[63] betimlemesindeki üzere…
Bir şey daha: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından 20 yıl sonra eski Sovyetler’i oluşturan 11 ülkede araştırma şirketi ‘Gallup’ tarafından, Haziran-Ağustos 2013 kesitinde gerçekleştirilen kamuoyu yoklaması, nüfusun çoğunun zarar gördükleri düşüncesini ortaya koydu.
Her ülkede 15 yaş ve üstü gruptan 1000’er kişiyle yapılan ankette, “Sovyetlerin dağılması sizin için faydalı mı, zararlı mı oldu?” sorusu yöneltilen katılımcıların yüzde 51’i, ülkelerinin ulusal çıkarlarına zarar verdiğini, yüzde 24’ü bağımsızlığın faydalı olduğunu söyledi.
Rusya’daki katılımcıların yüzde 55’i dağılmanın yaşam tarzlarına zarar verdiğini, yüzde 19’u ise çöküşün hayat kalitesini arttırdığını belirtti.[64]
Not edilsin: “Marifet hiç düşmemek değil, her düştüğünde kalkabilmektir,” der Konfüçyüs…
Gelelim post-SSCB evreye: Gerçekten “İyi mi oldu”? “Demokrasi mi geldi”? “Totaliterlik mi nihayete erdi”? “Bolluk bereket mi geldi”? “Özgürlük mü tesis edildi”? vb’leri, vb’leri…
Soru(n)lar orta yerdeyken; hatırlayalım: 1991’e girildiğinde M. Gorbaçov, Sovyetler Birliği’nin devlet başkanıydı.
Sonra 12 Haziran 1991’de Sovyetler Birliği’nin on beş cumhuriyetinden en büyüğü Rusya’da başkanlık seçimleri yapıldı. Oyların yüzde 57’sini alıp Rusya tarihinde halkın oylarıyla seçilen ilk başkan oldu Boris Yeltsin.
Ardından Yeltsin, IMF ve Dünya Bankası’na teslim oldu. 8 Aralık 1991 günü Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni kapattıran Yeltsin, Sovyetler Birliği’nin de dağıldığını duyurdu.
70 yılı aşkın bir süre, amansız düşmanı kapitalizme karşı savaşan Rusya’nın Devlet Başkanı Yeltsin, bozulan Rus ekonomisini düzeltmek için, ABD kapitalizminin en acımasız iki kurumu olan IMF ve Dünya Bankası’na başvurdu. Sonraları ABD yöneticileri, Rusya’yı tek kurşun atmadan teslim aldıklarını söyleyeceklerdi.
IMF’ye teslim olan Yeltsin, “şok tedavisi” olarak sunulan IMF’nin önerilerini hemen kabul edip Rus halkına dayattı. Yeltsin, IMF’nin Rus halkını perişan edecek olan önerilerini, “radikal reformlar” olarak niteliyor, hiç kimsenin bu reformlara karşı çıkmasını istemiyordu.
İşte Yeltsin’in reformlarının sonuçları:
Faizler yükseldi, devlet yatırımları durdu. Sosyal harcamalarda büyük kesintiler yapıldı…
Başta gıda maddeleri olmak üzere tüm tüketim maddelerinin fiyatları tavana vurdu…
Dev ölçekli fabrikalarda üretim durdu, çoğu kapandı… Kadınlı erkekli milyonlarca kişi işsiz kaldı…
Rus parası değer kaybetti, Rus halkının bir ömür boyu oluşturduğu birikimler buharlaştı…
Ulusal gelir yarı yarıya azaldı, Rus halkı fakirleşti…
Özelleştirme adı altında devletin fabrikaları, yeraltı ve yer üstü zenginlikleri yağmalandı…
Oligark denilen bir avuç vurguncu dolar milyarderi oldu…
Sağlık sistemi çöktü… Rus halkının ortalama yaşam süresi kısaldı… Rus halkı açlık sınırına dayandı…
Tüm Rusya, ABD ve Avrupa’da 1930’larda yaşanan ‘büyük ekonomik bunalım’dan daha kötü bir bunalıma girdi…
Rus halkı fakirleştikçe, ABD’nin Yeltsin’e olan övgüleri de artıyordu. Yeltsin’i tüm dünyaya örnek bir demokrat olarak tanıtıyorlardı…
Ekmek kuyruklarında sürünen Rus halkını görmezlikten gelen Yeltsin, “radikal reformlar”ın süreceğini duyuruyordu. Oysa kendi yardımcısı Rutskoy bile bu reform programını “ekonomik soykırım” olarak niteliyordu.
O hâlde, “Rusya’nın çöküşü komünizmden değil kapitalizmdendir,” dense; yanlış mı olur?
III. AYRIM: GERÇEK(LER) VE SOSYALİZM
“Kapitalist üretimin
en büyük engeli,
sermayenin ta kendisidir.”[65]
Bunlar böyleyken; sosyalizm, sadece bir “hayal” mi?
Sosyalizm gerçekleşebilir bir ideal mi, değil mi?
Sosyalizm güncel bir seçenek olarak görülebilir mi, görülemez mi?
Ya da sosyalizmin güncelliği hâlâ gündemde mi?
Binlerce manipülasyon ile “Sosyalizm olmaz” diyenler; sürdürülemez kapitalizmin yarattığı tablonun değişmeyeceğini, yani insanların büyük bir bölümünün cahil, aç, yoksul, evsiz, sağlıksız, işsiz kalmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürenler çaresizliğin hiçliğine sarılsalar da; sürdürülemez kapitalizmin sadece eşitsizlik ürettiğinden şüphesi olan var mı hâlâ?
Bilmekteyiz ki, dünyada bütün insanların temel gereksinimlerini karşılayacak bir zenginlik var!
Örneğin dünyanın toplam geliri 7 milyar insana eşit dağıtılsaydı, kişi başına düşen gelir yaklaşık 10 bin dolara ulaşacaktı.
Verili tabloda ise dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri yılda 650 doların altında yaşıyor.
“Neden” mi? Sürdürülemez kapitalizm birilerini ihya ediyor da ondan!
“Sosyalizm mümkün değil” diyenler insan(lık)a en büyük kötülüğü yapıyorlar.
Sosyalizm ile cennet vaat etmiyoruz kuşkusuz. Ancak insanların açlıktan, soğuktan, susuzluktan ve elbette savaşlardan ölmediği bir düzenden söz ediyoruz…
Hayır, “daha iyi bir kapitalizm” diye bir şey yok. Beterin beteri var sadece!
İnsan(lık) kurtuluşunu belirsiz bir geleceğe erteleyemez. Çünkü her gün daha fazla batarken sürdürülemez kapitalist vahşetin dişlileri arasında öğütülüyor!
“Nasıl” mı? Şöyle!
III.1) “NASIL” MI? ŞÖYLE!
“Serbest ticaret nedir?
Sermayenin özgürlüğüdür.”[66]
Kapitalizmin ilk küresel buhranı olarak kabul edilen 1857-1858 Büyük Krizi ile bugün yaşanan III. Büyük Bunalım’ın kimi özellikleri ilginç benzerlikler gösterirken; kapitalizmin tarihindeki en büyük krizlerden birisiyle karşı karşıyayız ki, kapitalist dünyada bu kadar berbat bir durum görülmedi…
Örneğin IMF Başekonomisti Olivier Blanchard’ın, “Küresel krizden çıkış daha en az on yıl sürecektir,”[67] saptaması kapitalizmin yapısal krizinden çıkamadığının işaret olması yanında; “Yeni mali kırılma mı geliyor?” tartışmalarını devreye sokmaktadır.
Gerçekten de XXI. yüzyılda kapitalizmin, piyasa ekonomisinin ürettiği muazzam gelir ve servet eşitsizliği üzerine oturulmuş bir barut fıçısından başka bir şey değildir. Ki kapitalizmin sicili (ve geleceği) bu bağlamda hiç de parlak değil. Başından beri eşitsizlik üreten vahşet, neo-faşizmin yükseldiği, milliyetçilik ve dinciliğin yoğunlaştığı siyasal gericiliği hortlatmaktadır.
Kaldı ki dünya iktisat tarihine “Büyük Durgunluk” olarak da kaydedilen 2008 küresel krizi, -1929 Büyük Depresyonu’nu andıran yanları ile- kolayca atlatılacak bir ekonomik travma olarak görülmemektedir.
Çünkü 2008 sonrası yaşananlar krizin sadece gelip geçici, konjonktürel bir iş çevriminden ibaret olmadığını; küresel kapitalizmin işleyiş ve yönetişim dinamiklerinin yapısal olarak tahrip edilmiş olduğunu belgeliyor. ‘The Economist’ dergisinin aktardığı verilere göre, potansiyel üretim trendi ABD’de yüzde 4.7; İngiltere’de yüzde 11 düzeyinde çökmüş durumda. Potansiyel üretim trendindeki tahribat Yunanistan, İspanya ve İrlanda gibi Avrupa’nın çevre ülkelerinde ise yüzde 20’yi aşıyor. Bir bütün olarak bakıldığında kapitalizmin “merkez” kuzeyindeki potansiyelin ortalama yüzde 8.4 tahrip edilmiş olduğu hesaplanmakta.[68]
Ayrıca Rus para birimi ruble hızla aşınıyorken; Kasım 2014’ün ilk haftasında Rus Rublesi yüzde 10 oranında değer kaybetti. Hemen hatırlatalım, 2014 yılı başında 1 Amerikan Doları 32.8 rubleydi Kasım 2014’ün ilk haftasında 1 Amerikan Doları 46.6 ruble düzeyine yükseldi. Böylece 2014 yılı başından Ekim 2014’e Amerikan Doları karşısında Rus Rublesi’nin değer kaybı yüzde 42’ye ulaştı.[69]
Yine Japonya ise üst üste 2. çeyrek (2014’deki) daralma yaşayarak, resesyona girdi. Oysa ülke ekonomisinin yüzde 2.1 büyümesi bekleniyordu![70]
Bunlarla birlikte ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) ‘2014 Küresel İstihdam Raporu’nun alt başlığı ‘İşsizliği Azaltmayan Toparlanma’yken; rapora göre, 2007’den bu yana işsizler ordusuna 62 milyon yeni insan eklenmiş. Bunlardan 23 milyonu umudunu tamamen yitirerek iş aramaktan vazgeçenlerden oluşuyor. (s.17)
Aynı sayfadaki bir başka grafik işsizliğin 2018’e kadar artmaya devam edeceğini gösteriyor. Raporun 19. sayfasındaki tablo, dünyada 2007’de yüzde 5.5 olarak hesaplanan işsizlik oranının 2014, 15, 16 yıllarında yüzde 6.1 düzeyinde kalacağını gösteriyor.
Bu dönemde, işsizlik oranları ABD’de yüzde 7’nin biraz altında, Avrupa’da yüzde 11 dolayında seyrederek dünya ortalamasının üstüne kalacak. Daha da kötüsü, gençler arasında işsizlik oranları, 2012’de yüzde 11.5’ten 2013’te 13.1’e yükselerek ortalamanın çok üstünde seyrediyor. Gençler arasındaki işsizlik oranlarının Ortadoğu’da 27.2 Avrupa Birliği’nde yüzde 18.3 düzeyinde olması da ayrıca anlamlı.
Yatırım Bankası Goldman Sachs araştırmacılarının derlediği veriler, işsizlik artarken, nominal ücretlerin de ABD, İngiltere, Japonya ve Avrupa Birliği’nde1970’ten bu yana bir gerileme eğilimi sergilediklerini, en son “kriz - toparlanma”(?) devresinde de bir toparlanma yaşamadıklarını gösteriyor.[71]
ILO raporuna dönersek, 2013’de, çalışanların yüzde 26.7’sinin (829 milyon) günde 2 doların altında bir gelirle yaşadığını görüyoruz. Buna karşılık Credit Suisse’in en son küresel servet raporu, tüm aile reislerinin yüze 8.4’ünü oluşturan 393 milyon bireyin toplam servetinin 200 trilyon dolarla dünya hane halkı servetinin yüzde 83.4’üne ulaştığını gösteriyor.[72]
O hâlde III. Büyük Bunalım’ın etkilerinin yıkıcı iktisadî süreçlerle sınırlı kalmayıp, emperyalistler arası paylaşımla, siyaset dengelerini de yerinden oynatarak, uzun süreli bir büyük durgunluk ve alt üst oluş biçiminde tezahür etmesi kaçınılmazlaşıyor!
III.1.1) DERİNLEŞEN EŞİTSİZLİK
“Hakiki nasihat edenin
dostu az olur.”[73]
Örneğin dünyanın en zengin yüzde 10’luk kesimi toplam servetin yüzde 87’sini elinde bulundururken, en zengin yüzde 1’lik kesim toplam refahın yüzde 48.2’sinin kontrolünde[74] olduğu yerkürede, “zengin-yoksul eşitsizliği” sürdürülemez kapitalizmin en önemli meselesi.
2014 başında yayınladığı raporda ‘Oxfam’, dünyanın en zengin 85 kişinin servetinin 3.5 milyar insanın gelirine eşit olduğunu belirtti.
29 Ekim 2014 tarihli raporunda da, çoğu ülkede durgunluk ile işsizliğin kol gezdiği 2009-2014 yılları arasında milyarder sayısının ikiye katladığını açıkladı.
2009’da sayıları 793 olan dolar milyarderlerin sayısı 2014’da 1645’e ulaşmış. Milyarder patlaması sadece gelişmiş ülkelerde değil. 2013 yılı verileriyle Türkiye’nin de dahil olduğu gelişmekte ülkelerde de aynı trend görülüyor. Dolar milyarderleri 10 yılda dünyada 3 kat artarken, Türkiye’de 10 kat arttığını biliyoruz.
İngiltere Merkez Bankası’nın baş ekonomisti Andy Haldane’ın de desteklediği Oxfam’ın raporundaki hesaplamaya göre, “Dünyanın en zenginleri servetlerini kaç zamanda harcayabilirler?” sorusunun yanıtı şöyle:
80 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengini olan Meksikalı Carlos Slim, günde 1 milyon dolar harcamak koşuluyla servetini ancak 220 yılda eritebilir.
Bill Gates 218, Warren Buffet 169, Fransa’nın en zengini Liliane Bettancourt ise 102 yılda tüm servetlerini harcayabilirmiş.[75]
Dünyanın en büyük 50 bankasının toplam varlıklarının büyüklüğü, 187 ülkenin bir yılda ürettiği GSYH’ye denk çıktı. Aralarında İngiltere’nin HSBC ve Fransa’nın BNP Paribas’ı gibi devlerin de olduğu 50 bankanın varlığı 70.5 trilyon doları geçti
İstihdam, bilanço ve ölçek değerleri, küresel piyasalardaki ağırlıklarıyla sistemi domine eden 50 büyük bankanın toplam varlıkları ülke ekonomileriyle yarışırken, bir dev bankanın varlıklarını yaratmak için 129 ülkenin toplam nüfusunun bir yıl boyunca çalışması gerekiyor. Dünya bankalarının mercek altına alındığı “www.relbanks.com” sitesinden derlenen bilgilere göre, 2014 yılı rakamlarıyla dünyanın en büyük 50 bankasının toplam varlığı 70 trilyon 499 milyar 236 milyon dolar seviyesinde bulunurken, 187 ülkenin GSYH toplamının, 76.8 trilyon dolar seviyesinde gerçekleşeceği öngörülüyor. Çin’in 10, ABD’nin 6, İngiltere, Fransa ve Japonya’nın 5’er, Avustralya’nın 4, Almanya ve Kanada’nın 3’er, İspanya, İtalya, İsviçre ve Hollanda’nın 2’şer, İsveç’in ise 1 bankasının yer alıyor.
Çin’in Industrial&Commercial Bank of China (ICBC) bankasının 3 trilyon 181 milyar 884 milyon dolar toplam varlığıyla ilk sırada yer aldığı listede, ICBC’yi 2 trilyon 758 milyar 447 milyon dolar ile İngiliz HSBC Holdings, 2 trilyon 602 milyar 536 milyon dolarla yine Çinli China Construction Bank Corporation, 2 trilyon 589 milyar 191 milyon dolar ile Fransız BNP Paribas ve 2 trilyon 508 milyar 839 milyon dolarla Japon Mitsubishi UFJ Financial Group takip etti.
Tuvalu, Kiribati, Marshall Adaları, Palau, Mikronezya ve Sao Tome ve Principe’in başı çektiği dünyanın en fakir 129 ülkesinin toplam milli geliri ise 3 trilyon 127 milyar 401 milyon dolar civarında seyrediyor. Dolayısıyla, 3.2 trilyon dolarlık toplam varlığa sahip dünyanın en büyük bankası ICBC, tek başına 129 ülkenin bir yıllık yurt içi hasılasını karşılayabiliyor.[76]
2014 RAKAMLARI İLE DÜNYANIN EN BÜYÜK BANKALARI (www.relbanks.com’a göre)
|
Sıra
|
Banka Adı
|
Toplam Varlıklar (Milyon dolar)
|
1
|
Industrial & Commercial Bank of China (ICBC)
|
3.181.884
|
2
|
HSBC Holdings
|
2.758.447
|
3
|
China Construction Bank Corporation
|
2.602.536
|
4
|
BNP Paribas
|
2.589.191
|
5
|
Mitsubishi UFJ Financial Group
|
2.508.839
|
6
|
JPMorgan Chase & Co
|
2.476.986
|
7
|
Agricultural Bank of China
|
2.470.432
|
8
|
Bank of China
|
2.435.485
|
9
|
Credit Agricole Group
|
2.346.562
|
10
|
Barclays PLC
|
2.266.815
|
11
|
Deutsche Bank
|
2.250.638
|
12
|
Bank of America
|
2.149.851
|
13
|
Japan Post Bank
|
1.968.266
|
14
|
Citigroup Inc
|
1.894.736
|
15
|
Societe Generale
|
1.740.745
|
16
|
Mizuho Financial Group
|
1.708.860
|
17
|
Royal Bank of Scotland Group
|
1.703.955
|
18
|
Banco Santander
|
1.607.236
|
19
|
Sumitomo Mitsui Financial Group
|
1.569.987
|
20
|
Groupe BPCE
|
1.567.882
|
21
|
Wells Fargo
|
1.546.707
|
22
|
Lloyds Banking Group
|
1.402.101
|
23
|
China Development Bank
|
1.320.177
|
24
|
UniCredit S.p.A.
|
1.157.411
|
25
|
UBS AG
|
1.107.950
|
26
|
ING Bank N.V.
|
1.107.004
|
27
|
Credit Suisse Group
|
990.178
|
28
|
Bank of Communications
|
964.071
|
29
|
Rabobank Group
|
927.085
|
30
|
Goldman Sachs Group
|
915.665
|
31
|
Postal Savings Bank of China
|
899.681
|
32
|
Credit Mutuel Group
|
887.310
|
33
|
Nordea Bank
|
875.183
|
34
|
Intesa Sanpaolo
|
859.691
|
35
|
Morgan Stanley
|
831.381
|
36
|
BBVA
|
823.938
|
37
|
Toronto-Dominion Bank
|
811.284
|
38
|
Royal Bank of Canada
|
810.763
|
39
|
Norinchukin Bank
|
808.091
|
40
|
Commerzbank
|
789.734
|
41
|
National Australia Bank
|
783.419
|
42
|
Commonwealth Bank of Australia
|
724.420
|
43
|
Bank of Nova Scotia
|
716.536
|
44
|
China Merchants Bank
|
710.159
|
45
|
Australia & New Zealand Banking Group
|
683.225
|
46
|
Westpac Banking Corp
|
675.410
|
47
|
Standard Chartered Plc
|
674.380
|
48
|
China CITIC Bank Corp
|
641.952
|
49
|
KfW Group
|
638.099
|
50
|
Industrial Bank Co. Ltd
|
611.581
|
TOPLAM
|
70.499.236
|
Böylesi bir dünyada 2 milyar 800 milyon insan günde 2 dolarla yoksulluğun, 1 milyar 200 milyon insan ise 1 dolarla açlığın pençesinde yaşıyor…
Her gün 34 bin çocuk 15 bin yetişkin açlıktan ölüyor…
Etiyopya, Eritre, Zambiya ve Sudan’da 38 milyon insan açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya! Bir Kongo vatandaşının payına milli gelirden 290 dolar düştüğünden cehennemini yaşarken, Norveç vatandaşı 58 bin 500 dolar ile zenginliğin cennetini yaşıyor…
Ayrıca dünya nüfusunun beşte biri, günlük 1 dolarında altında gelirle yaşıyor…
Her gün dünya nüfusunun yedide biri, yani 800 milyon insan aç kalıyor…
Dünyanın en çok kazanan sporcusu golfçu Tiger Woods, yılda 78 milyon dolar, yani saniyede 2.5 dolar kazanıyor…
Yoksul aile çocuklarının psikolojik sorun yaşama ihtimali, zengin aile çocuklarına göre 3 kat daha fazla…
1 yılda 13.2 milyon Amerikalı, estetik ameliyat yaptırdı…
Dünyanın üçte biri savaş hâlinde…
Hindistan’da 44 milyon çocuk işçi var…
Her yıl 10 dil ölüyor…
Dünyada 27 milyon köle var…
Dünyada en az 300 bin düşünce suçlusu var…
Yeni Zelanda’dan İngiltere’ye uçakla getirilen bir tane kivi, atmosfere kendi ağırlığının 5 katı sera gazı salıyor…
Amerikalılar çöpe saatte 2.5 milyon plastik şişe atıyor, yani her üç haftada bir Ay’a ulaşmaya yetecek uzunlukta şişe birikiyor…
Motorlu araçlar dakikada 2 insanı öldürüyor…
Dünya nüfusunun yüzde 70’i, bugüne dek hiç telefonun çevir sesini duymadı…
Her yıl 120 bin kadın veya genç kız, Batı Avrupa’ya satılıyor…
Bir Japon kadını ortalama 84 yıl, bir Botswanalı kadın sadece 39 yıl yaşıyor…
Brezilya’daki reklam kadınlarının sayısı, asker sayısından fazla…
Rusya’da yılda 12 binin üzerinde kadın aile içi şiddet sonucunda hayatını kaybediyor…
1977’den bu yana ABD’deki kürtaj kliniklerinde 80 bin şiddet ve taciz vakası yaşandı…
Her yıl 2 milyon genç kız ve kadın sünnet ediliyor…
Afrika’da 30 milyon kişi AIDS…
Amerikalı siyah erkeklerin hapse girme ihtimali, yüzde 33…
İntiharla ölenlerin sayısı, çatışmalarda ölenlerden fazla…[77]
Tayland, Hindistan ve Kamboçya’da 30 milyon kadın istekleri dışında zorla seks pazarına sokuluyor. Kadınlar seks pazarının kölesi olarak yaşarken, onları satanlar 100 milyar dolarlık pazara sahipler…
Yaşları 7 ile 15 arasındaki 2 milyon çocuğu zorla babası ve dedesi yaşındaki insanların yatağına, günlüğü 10 dolara sokan seks turizmi sisteminin Hindistan’ında mandayı 370 dolara, kız çocuklarını 25 dolara satıyorlar! [78]
Bunun yanında ‘Küresel Kölelik Endeksi’, dünyada 35.8 milyon insanın kölelik koşulları içinde yaşadığını ortaya koyuyor. İnsan hakları kuruluşu ‘Walk Free’nin verilerine göre dünyada 35 milyon 800 bin kişi kölelik benzeri koşullarda yaşıyor. Endekste Türkiye’de yaşayan “modern köle” sayısı 185 bin 500 olarak kaydediliyor. Türkiye’de çocuk yaşta evlendirilen kızlar ve zoraki evliliklerin sıralamada etkili olduğu belirtiliyor. Türkiye toplam sayı açısından bakıldığında Avrupa’da en fazla “modern kölenin” yaşadığı ülke! Türkiye kölelerin nüfusa oranı açısından dünyada 167 ülke arasında 105’inci sırada bulunuyor…[79]
Nihayetinde Noam Chomsky’nin “Halk üzerinden kazanç”[80] diye betimlediği küresel adalet(sizlik) düzen(sizliğ)ine ilişkin olarak Zygmunt Bauman’ın ‘Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?’ başlıklı yapıtındaki verileri[81] felaketin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.
Dünyadaki en zengin 1000 kişinin toplam varlığı en fakir 2.5 milyar insanınkinin neredeyse iki katı. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi daha fakir olan yüzde 50’nin neredeyse 2000 katı kadar zengin. Dünyanın hemen her yerinde eşitsizlik hızlı bir şekilde büyürken, zenginler, özellikle de çok zenginler varlıklarına varlık katarken; fakirler, özellikle çok fakir olanlar daha da fakirleşiyor.
Bauman’a göre toplumun en zengin üyelerinin pastadan gittikçe daha büyük pay almasına izin veren bir model önünde sonunda kendi kendini yok edecek gibi duruyor! Kolay mı? İrlandalı şair Oliver Goldsmith 1770’de yazdığı bir şiirinde “Kötülük kol geziyor, hızla kıskacına alıyor, servetin biriktiği yerde insan çürüyor,” demişti!
Tıpkı servetin birikip, insanların çürüdüğü Türkiye’de olduğu gibi…
Hani İŞKUR verilerine göre, “kayıtlı işsiz” sayısının, 10 yılda yüzde 500 arttığı, kayıtsız işsiz sayısının bilinmediği bir ortamda, banka borçları, kredi ve kredi kartı taksitini ödeyemeyenlerin yanında, 22 milyona dayanan icra ve haciz davaları ile “intihar ettiren ekonomi”nin coğrafyasında!
Verilere göre, 2013’te, yüzde 72.7’si erkek, yüzde 27.3’ü kadın olmak üzere, 3189 kişi intihar etti. Erkek egemen Türkiye toplumunda, sırtlarındaki yük daha ağır olduğu için mi, erkek intiharları kadınlardan üç kat fazla.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayımladığı, ‘2013 Türkiye İntihar İstatistikleri’, sosyolojik ve psikolojik olmaktan çok, ciddi “ekonomik alarmlar” veriyor.
İstatistiklerin söylediği; 100 bin nüfus başına düşen, intihar sayısını ifade eden “kaba intihar hızı”, 2013’te yüz binde 4.19 oldu. Her 10 milyon kişiden 419’u intihar etti.[82]
Bu kadar mı? Değil, elbette!
İşte birkaç çarpıcı örnek:
Mesela… Konya’da evlilik dışı ilişkiden dünyaya gelen 36 günlük adı konmamış ve hastane kayıtlarına ‘Bebek Acun’ olarak geçen kız bebeğin, yapılan otopsi sonucunda sağlıksız koşullarda bakılması ve yetersiz beslenmesi nedeniyle öldüğü belirlendi…[83]
Mesela… Konya’da kâğıt toplayarak geçimlerini sağlayan Mustafa Saçık (20) ile dini nikâhlı eşi Seda Göçer’in (20) zorlu yaşamları, üçüz bebeklerinin dünyaya gelmesiyle daha da zorlaştı.
Mustafa Saçık “Hastanede bebeğimizin 3 tane olduğunu söylediler. Şaka yaptıklarını sandık. Doktorlar birini alırlarsa üçünün de ölebileceğini anlattılar. Önce aldırmayı düşündüm. Çünkü 3 tanesine de bakacak gücümüz yoktu. Bir tane olsa bakabilirdik belki. Ama eşim buna şiddetle karşı çıktı. Bunun cinayet olduğunu, durumumuzun yettiği kadarıyla bakacağımızı söyledi ve doğum gerçekleşti” diye konuştu.
Mustafa Saçık, “Kâğıt toplayarak geçimini sağlamaya çalışan biri için üçüz bebeğe bakmak çok zor. Gelirimiz, aç karnımızı zor doyuruyor. Komşularımızın yardımlarıyla ayakta duruyorduk. Bir de bebekler gelince hayat bizim için daha da zorlaştı.” Birkaç gün sonra askere gideceğini anlatan Saçık, “Askere gidince ailemin küçük geliri de kesilecek. Giderken gözüm arkada kalacak,” dedi…[84]
Mesela… Mahcup... Mahzun... Yıkık... Bitik... Çaresiz... Polislerin kolları arasında... Gözyaşları içinde bir yüz...
Kaderinden çalınmış bir hayat... İşte hepsi bu torbanın içinde... 500 gram zeytin. Bir kutu peynir. 10 yumurta... Hepsi bu... Sıkışmış bir hayatın çalıntı mönüsü…
Hasan kim midir? Konya’da bir işsiz. Evde çocuklar aç... İfadesi de çok kısa: “Çocuklarım açtı. Cama bir taş attım...”[85]
Bu kadar değil, elbette!
i) Türkiye’de 2012’de yüzde 15.4 olan sefalet endeksi 2013’de yüzde 17.1’e çıktı. Türkiye’de sefalet ABD’nin iki katı, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı (OECD) ortalamasının da 1.5 katından daha fazla…[86]
ii) Türkiye sosyal harcamalar ve vergiler yoluyla gelir eşitsizliğini düzeltme açısından OECD ülkelerinin en kötüleri arasında. Türkiye bu alanda 34 OECD ülkesi arasında 30’uncu…[87]
iii) OECD’nin 30 üyesinden 24’ünü kapsayan rapora göre Türkiye, gelir dağılımı en bozuk ülkelerden biri. Son sırada Meksika var. Türkiye sondan ikinci… Raporda Meksika ve Türkiye nüfusun en yoksul yüzde 10’luk bölümüyle en zengin yüzde 10’luk bölümü arasında dağılımın en kötü olduğu iki ülke olarak sıralandı. Bu oran Meksika’da 1’e karşı 25 iken Türkiye’de 1’e karşı 17. OECD, ülke gelir ortalamasının yarısı kadar gelir elde eden nüfusu “fakir” olarak tanımlıyor, Türkiye ve ABD’de nüfusun yüzde 17’si bu tanıma uyuyor…[88]
iv) Türkiye’de en yüksek ve en düşük yüzde 1’lik dilimlerin gelirden aldıkları pay arasında 17 kat fark bulunuyor. Gelirden en fazla pay alan yüzde 10’luk dilim toplam gelirin yüzde 34.6’sına sahip olurken, gelirden en az pay alan yüzde 10’luk dilim ise toplam gelirin yalnızca yüzde 1.9’unu kullanabiliyor. Türkiye’de nüfusun en düşük ve en yüksek yüzde 10’luk dilimlerinin gelirden aldıkları pay arasında 17 kat fark bulunuyor. Türkiye’de en zengin yüzde 10’luk dilim aldığı pay ise yüzde 34.6’ya ulaşıyor…[89]
v) 2011’de OECD’nin yayımladığı rapora göre, Türkiye’de açlık sınırında yaşayan çocuk sayısı yüzde 24.6. Bu oranla Türkiye 39 ülke arasında İsrail ve Meksika’nın ardından üçüncü sırada. İstatistiklere göre Türkiye’de her 4 çocuktan biri açlık sınırında yaşıyor. OECD ortalaması yüzde 12.7. Ortalama bir OECD ülkesinin iki katı kadar çocuğumuz her gün aç yatıp, aç uyanıyor… Türkiye’de nüfusun en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik kısmı, toplam gelirden yüzde 46.6 pay alırken, en düşük gelire sahip yüzde 20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay yüzde 5.9…[90]
vi) TÜİK, 2012’de Türkiye’de en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasında 8 kat gelir farkı olduğunu açıkladı. TÜİK, ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2012’ verilerini yayımladı. Buna göre, 2012’de en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkı 8 kat çıktı…[91]
vii) Türkiye, OECD ülkeleri arasında gelir dağılımı adaletsizliğinde 3’üncü sırada yer alıyor…[92]
viii) 2014 yılı Küresel Refah Raporu’na göre, Türkiye en yüksek servet adaletsizliği olan ülkeler arasında 14 yılda hızla yükseliyor… Credit Suisse tarafından yayınlanan 2014 yılı Küresel Refah Raporu’na göre 2000’de refahın yüzde 67’sini elinde bulunduran en zengin yüzde 10’luk kesimin payı 2014 itibariyle yüzde 77.7’ye yükseldi.
wsj.com.tr’den Akın Aytekin’in haberine göre, Credit Suisse’in ülkelerdeki en zengin yüzde 10’luk kesimin servetinde 2000-2014 yılları arasında yaşanan değişimi gösterdiği listede Rusya yüzde 84.8 ile zirvede bulunurken, Türkiye hemen arkasında yer alarak ikinci oldu.
Türkiye’nin “en yüksek servet adaletsizliği” olan ülkeler kategorisinde yer aldığı listede yüzde 10’luk kesimin servetinin 14 yılda “çok hızlı” yükseldiği belirtilen 8 ülke arasında Mısır yüzde 22.3 ile birinci, Hong Kong yüzde 21.9 artış ile ikinci ve Türkiye yüzde 21 artışla üçüncü sırada yer aldı…
“Türkiye’de kişi başı servet inişli çıkışlı bir seyre maruz kaldı” denilen raporda, “2007’ye kadar yüzde 150 yükselen kişi başı servet ortalaması bundan sonraki yıllarda bütün kazançlarını geri verdi” ifadeleri kullanıldı…[93]
ix) Servetin yüzde 77’sinin nüfusun yüzde 10’luk kesiminde bulunduğu Türkiye, “çok yüksek eşitsizliğe sahip” ülkeler kategorisinde yer alıyor. Credit Suisse’in küresel servet raporuna göre de, Türkiye, eşitsizliğin “çok yüksek” olduğu ülkeler arasında yer aldı. Türkiye’de servetin yüzde 77.7’si en zengin yüzde 10’un elinde bulunuyor. Servetin yüzde 70’inin ve fazlasının yüzde 10’luk kesimde bulunduğu ülkeler ‘çok yüksek eşitsizliğe sahip’ ülkeler kategorisinde yer alırken bu, 2007’deki araştırmaya göre yüzde 7.5’lik artışa tekabül ediyor. Türkiye bu rakamla yüzde 10’luk kesimin toplam servetten aldığı payın en hızlı yükseldiği 9 ülke arasında ikinci sırada yer aldı. Listede Rusya yüzde 84.8’lik payla birinci oldu. Rapora göre Türkiye’de en zengin yüzde 10’un serveti 2000-2014 arasında yüzde 21 arttı. Türkiye’de serveti 1 milyon doların üzerinde olan 79 bin kişinin bulunduğu Türkiye, bu rakamla 9. sırada…[94]
x) TÜİK’in 2013 yıl ‘İstatistiklerle Yaşlılar’ araştırmasında, yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı 2013’de yüzde 8’e yaklaştı. Yaşlı nüfusta yoksulluk oranı 2011’de yüzde 17 iken 2012’de yüzde 18.7’ye yükseldi. Söz konusu yükseliş Türkiye’deki gelir adaletsizliğinin yaşlıları da vurduğunu gösteriyor…[95]
xi) Devlet çocuğuma baksın diye başvuran ailelerin sayısı dörde katlandı… Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün çocuğuna bakamayan ailelere yaptığı yardım ve yardımdan yararlanan kişi sayısı 2002’den bu yana sürekli artıyor. Başka bir deyişle her yıl binlerce aile ekonomik yetersizlik nedeniyle çocuğunu yetiştirme yurtlarına vermek istiyor…[96]
xii) OECD’ye göre yoksulluk Türkiye ve Macaristan’da yüzde 2 ile yüzde 4 arasında artış gösterdi… OECD üyesi ülkelerde göreli yoksulluğun 2007-2011 arasında genel olarak değişmediğini ancak özellikle Türkiye ve Macaristan’da yüzde 2 ile yüzde 4 arasında arttığını bildirdi…[97]
xiii) OECD ve Avrupa Birliği ülkelerinde binde 4 olan bebek ölüm hızı, Türkiye’de 2013’te binde 7.8 ile son 3 yıldaki en ileri seviyesine ulaştı. Bu oran, Kürt illerinde binde 12’ye kadar yükseldi…[98]
xiv) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Bakan Faruk Çelik’in verdiği bilgiye göre, 958 bin çocuk ekonomik bir işte çalışıyor…[99]
xv) TÜİK’in ‘İstatistiklerle Çocuk Araştırması’na göre, 2013’de Türkiye’de 3 çocuktan 2’si şiddetli yoksulluk içinde yaşıyor…[100]
xvi) Türkiye’de yılda 13 bin 500 yeni tüberküloz tanısı bildiriliyor. Hastalar en çok 15 ile 59 yaşları arasında…[101]
xvii) Hesabında 1 milyon TL ve üzeri parası olan mudilerin banka hesaplarındaki parası 500 milyon TL’ye ulaştı… Ocak-Haziran 2014 kesitindeki 6 ayda milyonerlere 3bin 868 kişi daha eklendi…[102]
xviii) Koç’ların 16, Şahenk’lerin 15, Eczacıbaşı’ların 11 milyarlık servetleri var…[103]
xix) ‘Forbes’ Türkiye, 2014’de dokuzuncusunu hazırladığı ‘En Zengin 100 Türk’ listesini açıkladı. Buna göre, servetini 600 milyon dolar artıran Murat Ülker, Rahmi Koç ve Ferit Şahenk’i geride bırakarak Türkiye’nin en zengini oldu. Türkiye’nin en zengini 3.7 milyar dolarlık servetiyle Murat Ülker oldu. En zengin 100 Türk’ün serveti 92.8 milyar dolar…[104]
xx) “2012’de 52 bin 153 kişi olan ‘milyonerler kulübü’ne 2013’de 15 bin kişi daha katıldı. Banka hesaplarında en az 1 milyon lirası bulunanların sayısı 2013’de yüzde 28 artışla 66 bin 846 kişiye yükseldi. Milyonerlerin banklarda biriken parası 267.2 milyar liraya ulaştı…[105]
III.1.2) İŞÇİLER İLE KADINLARIN HÂLİ
“Özgürlüksüzlüğün temel nedeni,
ekonomik güce sahip olanların,
olmayanların kararlarını sınırlaması ya da
onları iradeleri dışında şartlandırmasıdır.”[106]
Sürdürülemez kapitalizmin en büyük kurbanı olan işçiler ile kadınların hâline gelince…
ILO göre, sürdürülemez kapitalizmin dünyasında:
Her yıl 2 milyon 300 binden fazla kadın ve erkek çalışırken ölüyor!
Çalışanlar yılda yaklaşık 337 milyon kazaya maruz kalıyorlar ve yaklaşık 160 milyon kere çalışma nedenli hastalıklara yakalanıyorlar!
İşyerinde kullanılan toksik maddeler her yıl 440 bin işçiyi öldürüyor!
Sadece asbest kullanımına bağlı, senede hayatını kaybeden işçi sayısı 100 bin!
Her 15 saniyede bir, 1 işçi çalışırken ölüyor!
Her 15 saniyede bir, 160 işçi iş kazası geçiriyor!
Her gün 6 bin 300 işçi çalışırken ölüyor!
Dünyada daha çok insan, savaşırken değil, çalışırken ölüyor![107]
Yine ILO’nun ‘Emeğin Dünyası Raporu’nda (ILO 2014 Raporu), küresel işgücü piyasalarında dengesizlikler ve güvencesiz istihdam biçimlerinin derinleşerek yaygınlaşmakta olduğuna ilişkin uyarılar yanında; küresel ekonomide açık işsizler ordusuna 2013’de 4 milyon kişinin daha katıldığı ve (açık) işsizlerin sayısının 199.8 milyona ulaştığı kaydediliyor. Verilere göre, söz konusu rakam küresel krizin başladığı 2008 tarihinden bu yana 30 milyon yeni işsiz anlamına geliyor![108]
AB’de 173 milyon tam süreli çalışana karşılık 40 milyon kısmi süreli çalışan var. Yani 4’te biri çoktan geçmiş. Kadınlarda bu oran çok daha yüksek: Yüzde 31.4. Almanya’da özel istihdam büroları üzerinden istihdam edilenlerin sayısı 700 bini aştı. Ülkelerin işsizlik rakamlarına gelince: İspanya’da işsizlik oranı yüzde 25.1, Yunanistan’da yüzde 24.4, İtalya’da yüzde 10.7, Fransa’da yüzde 10.6, İngiltere’de yüzde 8 ve Almanya’da yüzde 5.5. AB genelinde 25 yaşının altındakileri kapsayan genç işsizlik oranı yüzde 22.8 iken Yunanistan’da yüzde 55.4 ve İspanya’da yüzde 52.9’a yükseldi.[109]
Bunların yanında ILO, “Dünyada 168 milyon çocuk işçi var,”[110] derken; ILO’nun, ‘2016 İtibariyle Çocuk İşçiliğin En Kötü Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması İçin Yol Haritası ve Uygulaması - Politika Yapıcılar İçin Bir Eğitim Rehberi’ne göre, dünyadaki çocuk işçilerin 115 milyonunun “en kötü biçimlerinde” üretime katıldığının altı çiziliyor.[111]
Ya Türkiye mi?
i) ‘İş Cinayetleri Almanağı’na göre, 2013 yılında en az bin 235 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Sadece basına yansıyan sayı bu…[112]
ii) 2014’ün ilk 9 ayında iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçi sayısı 1414. Ölen işçilerin 42’sini ise çocuk işçiler oluşturdu…[113]
iii) DİSK-AR raporuna göre, her 10 iş kazasından 9’u kayıtdışı! Resmi veriler, AKP döneminde 11 bin 282 kişinin iş kazasına kurban gittiğini ortaya koyarken kayıt dışı iş kazalarıyla birlikte ölüm sayısı on binlere ulaşıyor. AB üyesi 27 ülke için ortalama ölümlü iş cinayeti oranı istihdam edilen 100 bin kişi başına 2.1 iken Türkiye’de bu oran 14.3. Yani yaklaşık 7 kat fazla…[114]
iv) Türkiye’de her 10 madenciden biri iş kazası geçiriyor…[115]
v) Zonguldak havzasındaki üretimi baz alarak bir çalışma yapan Genel Maden İş Sendikası’nın elde ettiği veriler, maliyetin nasıl indiğini oldukça yalın bir şekilde gözler önüne serdi. Sendika tarafından yapılan araştırmaya göre 100 bin ton kömür üretiminde yaşanan kazalardaki ölüm oranlarının özel ile kamu arasında 244 kata kadar çıktığı yıllar var.
Özel sektörün 140 bin ton kömür üretimi için 10 işçi yaşamından olurken kamuda 3 milyon 200 bin ton üretimde 11 madenci yaşamını yitirdi.
Aynı şekilde özel sektör 2004’te 38 bin ton üretim yapıp bu madenlerde 17 işçi yaşamını yitirirken, kamuda 2.8 milyon ton kömür üretimi yapılıyor ve yaşamını yitiren madenci sayısı 5…[116]
vi) İMKB’deki şirketlerin kârı yüzde 4, maden şirketlerinin yüzde 22…[117]
vii) 2006’dan bu yana bini aşkın işçinin hayatını kaybettiği madenlerde kârlılık imalat sanayisini üçe katlıyor. Sanayi Bakanlığı’nın Girişimci Bilgi Sistemi verilerine göre, 2006-2013 arasında faaliyet kârlılığı en yüksek olan sektör yüzde 15.5 ile madencilik ve taşocakçılığı. İş kazalarının en sık yaşandığı diğer bir sektör olan inşaat sektörünün faaliyet kârlılığı ise yüzde 5.6 oldu.
Verilere göre madencilik ve taşocakçılığı sektörünün 2013 faaliyet kârı 4.8 milyar TL. Sektör 2013’de 31 milyar TL net satış yaptı. Madencilik ve taşocakçılığında kayıtlı olarak 118 bin kişi istihdam ediliyor, ortalama ücret 2.282 lira. İmalatta çalışan 3 milyon 270 bin işçinin ortalama ücreti ise 1627 TL…[118]
Ya kadınlar mı?
Dünyanın farklı coğrafyalarında renkleri, dilleri, kimlikleri farklı olan kadınların uğradığı şiddet, tecavüz ve sömürünün rengi aynı!
Güney ülkelerinde günde bir dolardan daha az yaşayan 1.3 milyar insanın yüzde 70’i kadın…
Dünyada açlık çeken her 10 kişinin 7’sini kadınlar ve kız çocukları oluşturuyor…[119]
Küresel üretimin yüzde 66’sı kadınlar tarafından gerçekleştirilmesine rağmen, küresel gelirden kadınların aldığı pay sadece yüzde 10…
Kadınlar, dünya mal varlığının sadece yüzde birine sahip…
Dünyada, okuma yazma bilmeyen nüfusun üçte ikisi kadın…
İşsiz kadın nüfusu işsiz erkek nüfusunun 1 buçuk katı…
Dünyada kadınların yüzde 49’u psikolojik şiddet görerek yaşamlarını sürdürmekte…
Kırsalda yaşayan kadınların yüzde 41’i, şehirde yaşayan kadınların yüzde 27’si, evlilikleri boyunca en az bir kez fiziksel şiddete maruz kalmakta…
Dünyada her üç kadından biri şiddet mağduru! Fransa’da her ay 6 kadın, İngiltere’de her ay 8 kadın ve Finlandiya’da her yıl 27 kadın, Türkiye’de ise her ay ortalama 25 kadın farklı gerekçelerle katledilmekte…
‘Save the Children’e göre, dünyada her yıl 50 bin kadın, gebelik veya doğum sırasında ölüyor…[120]
29 ülkede kadınlar sünnet ediliyor. Dünyada kadın sünnetine maruz kalmış 125 milyon kadın ve kız çocuğu var. Somali’deki kadınların yüzde 98’i, Mısır’da yüzde 91’i sünnet edilmiş…
Her yıl 100 bin kız kaçırılıp zorla evlendirildiği[121] Hindistan’da 2011’de 24 bin 206 tecavüz vakası kayıtlara geçmiş![122] ‘Indian Express’e göre, Hindistan’da kısırlaştırma ameliyatı ardından yaşamını kaybeden kadınların sayısı 11’e yükseldi. Onlarca kadın da hastanede tedavi altında…[123]
Kuzey İrlanda’da her 21 dakikada bir aile içi istismar vakası kaydediliyor…
Üç yılda İtalya’da aile içi şiddete hedef olan 343 kadın eşleri, sevgilileri ya da eski eşleri tarafından öldürüldü. Veriler 2009’da 119, 2010’da 127, 2011’de 97 ve 2012’nin ilk dört ayında 54 kadının eşleri ya da eski sevgilileri tarafından öldürüldüğünü gösteriyorken; İtalya’da kadın cinayetlerinin yüzde 22’sinin eşler, yüzde 9’unun ise resmi evli olmadan birlikte yaşayan çiftlerde erkekler tarafından işlendiği belirtildi. Cinayet işleyenlerin yüzde 23’ünü eski eşler ya da sevgililer oluşturuyor…[124]
İngiltere’de her yıl yaklaşık 100 bin kadın tecavüze ya da eşcinsel saldırıya uğruyor; ancak, tecavüzcülerden 1000’i ceza alıyor…[125]
BM ‘Dünya Kadınları 2010 Raporu’na göre, ABD’de kadınların yüzde 55’i, Danimarka’da yüzde 27’si, Norveç’te ise yüzde 22’si şiddet mağduru…[126]
Güney Afrika en yüksek tecavüz oranına sahip ülke konumunda! İstatistiklere göre ülkede her 30 saniyede bir kadın tecavüze uğruyor. Ortalama 400 tecavüz davasından sadece birinin, failin mahkûmiyeti ile sonuçlandığı dikkate alındığında, tecavüz vakaların sadece yüzde 2.8’inin kayıtlara geçtiği anlaşılıyor…[127]
Dünya genelinde çocuk gelin sayısı 100 milyona dayanırken;[128] dünyada her üç kadından biri çocuk yaşta evlendirilirken,[129] her yılda 14 milyon kız çocuğu evlendiriliyor![130]
Ya Türkiye mi?
İşadamı T.A. boşanmak isteyen eşi Alev T.’yi İzmir’den Balıkesir’e ailesinin yanına götürürken 181 kilometrelik yol boyunca arabada feci şekilde dövdüğü;[131] 19 yaşındaki Kemal A.’nın polise başvurup, nişanlısı Nuriye T.’yi, “bakire olmadığı” gerekçesiyle öldürüp Sapanca’daki kent ormanına gömdüğünü söylediği;[132] Bolu’da 51 yaşındaki bedensel engelli Naime Nephan’ın nikahsız olarak beraber yaşadığı 52 yaşındaki Hüseyin Demir tarafından öldüresiye dövüldüğü[133] Türkiye’de kadın olmak zorun da zorudur…
‘The Washington Post’un “İstanbul’da, Daima Sokak Tacizi Var” başlıklı makalesini Alyson Neel, “Cinsiyet eşitsizliği konusunda bildiklerimin çoğu, iki yıl yaşadığım İstanbul sokaklarında öğrendim, ilk dersim hiç kolay değildi,”[134] diye betimlediği Türkiye, İngiltere’deki York Üniversitesi’nin 10 ülkede yaptığı araştırmaya göre, Meksika ve Güney Kore ile birlikte kadın-erkek eşitliğinin en az olduğu ülkeler arasında yer alırken;[135] Birleşmiş Milletler (BM) Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yayımlanan ‘2014 İnsani Gelişme Raporu’ ülkedeki kadın-erkek eşitsizliğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.[136] ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği’ endeksine göre Türkiye, 136 ülke içinde 120’nci sıradadır.[137]
İşte birkaç veri!
i) Dünya Ekonomik Forumu’nun 142 ülkeye yönelik yaptığı araştırmada kötü tablo: Cinsiyet eşitliğinde Türkiye 125’inci…[138]
ii) ‘The Washington Post’un, yayımladığı 26 ülkede yapılan “aile içi şiddet” araştırmasında Türkiye, “kadına yönelik şiddetin hoş görüldüğü ülkeler” sıralamasında, Afrika ülkelerinin hemen ardından geldi…[139]
iii) Türkiye’de evli her iki kadından biri şiddete maruz kalıyor…[140]
iv) 2014’de 28 bin kadın, şiddete maruz kaldı. Resmi verilere göre, aile içi şiddet olaylarında 2009’da 171, 2010’da 177, 2011’de 163, 2012’de 155 ve 2013’ün ilk 9 ayında da 136 kadın hayatını kaybetti. 5 yılda 802 kadın, aile içi şiddet sonucu yaşamını yitirdi. 4 bin 500’ü için de koruyucu ve önleyici tedbir alındı…[141]
v) Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, 2002-2008 arasında 61 bin 469 tecavüz vakası yaşandı. Bu rakam, günde 22 tecavüz suçunun işlendiğini ortaya koydu…[142]
vi) Ka-Der’in verileri, 2005-2010 arasında 478 kadının tecavüze, 722’sinin tacize, 6.423’ünün aile içi şiddete maruz kalarak hastaneye başvurduğunu gösteriyor…[143]
III.1.3) EKOLOJİK FELAKET “EŞİĞİ”NDE!
“Asacağımız son kapitalist,
muhtemelen bize asma halatını
satan kişi olacaktır.”[144]
Sürdürülemez kapitalizmin tahribatı, insan(lık)a “nur topu” gibi bir ekolojik felaket armağan etti…
Bunu ben değil; NASA’nın hazırlattığı bilimsel bir rapor ortaya koyuyor!
Kapitalist dünyanın uzay araştırmalarından sorumlu kuruluşu NASA’nın üç bilim adamına hazırlattığı “sistemin çökmesi olasılıklarını ve çözüm yollarını” araştıran raporda, kaynakların eşit dağıtılmadığına yani sınıflar meselesine ve doğanın tahribine dikkat çekiliyor.
Ekonomik katmanlaşmanın yani kaynakların eşitsiz dağılımının ve doğanın, ekolojinin tahribinin sistemin çöküşüne yol açacak temel nedenler olduğu belirtiliyor; “Dünya artık kurtarılabilir olmaktan çıkma noktasına geldi dayandı,” görüşü ifade ediliyor![145]
Mesela ‘Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ (IPCC) Başkanı Dr. Rajendra Pachauri’nin, “Küresel ısınma için nafile arayışlar”dan[146] söz ettiği gibi…
Evet BM’ye bağlı IPCC, iklim değişikliği konusunda, “Dünya için hâlâ geç değil, ama derhâl harekete geçilmezse geri dönüş yok,”[147] diye “son kez” uyardığı üzere…
İklim sanılandan hızlı değişirken; ‘The New Scientist’ dergisi, 2014’de önlem alınmazsa dünyayı tehdit eden beş unsuru, küresel ısınma uzmanı Michael Le Page şöyle aktardı: i) 10 yıla buzullar kalmayacak; ii) Hava anormallikleri hız kesmeyecek; iii) Deniz seviyesi 1 metre yükselecek; iv) Mahsul 4’te 3 azalacak; v) Sıcaklık 6 derece daha artacak…[148]
‘Dünya Meteoroloji Örgütü’ (DMÖ), iklim değişikliğine neden olan atmosferdeki sera gazı miktarının, karbondioksit (CO2) yoğunluğunun artmasıyla 2013’de rekor düzeye ulaştığını açıkladı.
DMÖ Genel Sekreteri Michel Jarraud, örgütün yıllık yayımlanan sera gazı salımı raporuyla ilgili açıklamasında, yerküre üzerinde iklimin değiştiği konusunda herhangi bir şüphe bulunmadığı vurgusuyla; geçmişte, günümüzde ve gelecekte yeryüzü ısısını tutan CO2 salımının küresel ısınma ve okyanus asitlenmesi üzerinde artan bir etki yaratacağına işaret edip, “Zamanımız tükeniyor” ifadesini kullandı.[149]
Ayrıca 17 Eylül 2014’de itibariyle yapılan araştırma sonuçlarına göre, Kuzey Kutbu’ndaki erime 1978’den beri en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. Toplamda yaklaşık 3 milyon metrekare alan kaplayan Kuzey Kutbu’yla ilgili açıklama yapan NASA araştırmacısı Nathan Kurtz, ABD’nin üçte biri oranında bir alanın eriyip yok olduğuna dikkat çekti ve uzun vadede bu kaybın daha büyümesinin kaçınılmaz olduğunu kaydetti.
Kutbun bu denli hızlı erimesindeki en önemli etken ise Kurtz’a göre küresel ısınmadan başka bir şey değil. Özellikle son yıllarda yaşanan ve ölümcül düzeye gelebilen sıcak hava dalgalarının kutupların erimesinde önemli rol oynadığı belirtildi. Danimarkalı Dünya Çevre Fonu Genel Sekreteri Gitte Seeberg de daha önce kutupların erimesiyle ilgili şu sözleri kaydetmişti:
“İklim değişikliğindeki gelişmeler kötü yönde ilerliyor. Buzulların bu kadar hızlı erimesi hayvanlar ve tabiat için felaket demektir. Antarktika’da buzlar eriyince Grönland’da da buz kalmayacak ve hayvanlar yaşam yerlerini kaybedecek. Örneğin kutup ayıları, balinalar, fok balıkları, penguenler zor durumdalar. Buzulların erimesi sadece hayvanları değil insanları da çok etkileyecek. 2013’de yaşadığımız sel felaketleri, fırtınaları düşünün. Havalar değişiyor, daha çok insan ve hayvan can kaybediyor. İklim değişikliği yıldırım hızıyla ilerliyor.”[150]
Kolay mı? Son yıllarda bilim insanları yayımladıkları araştırmalarda, küresel ısınma sürecinde uygarlığın hızla geri dönülemez bir noktaya doğru ilerlediğini ortaya koymaları boşuna değil elbette…
‘Nature’ dergisinde yayımlanan bir araştırmanın bulguları, bu noktaya, yaklaşık, 2047 civarında ulaşılacağını gösteriyordu. Dünya iklim sistemi 2047 civarında yeni bir yapılanmaya geçecek. Yıllık sıcaklık, yağmur, kasırga vb. olayların ortalamaları tarihsel ortalamaların gösterdiği yoldan çıkarak yeni bir platforma yerleşecek. Eylül ayında da bir grup saygın bilim insanı, yayımladıkları bir araştırmayla, bu değişikliklerin tümüyle insan etkinliğinin ürünü olduğunu gösteriyorlardı. Bu etkinliklerin başında da fosil yakıtlara, hidrokarbon tüketimine dayalı enerji sistemi, bunun üzerinde yükselen ekonomik model geliyor...
Daha fazla fosil yakıt, daha fazla kâr, daha fazla sera gazı derken, “küresel ısınma mı dediniz”, eğer kapitalizmi konuşmak istemiyorsanız lütfen çenenizi hemen ve sıkıca kapatınız![151]
İklim felaketi dünyasında ‘Worldwatch Enstitüsü’nün raporuna göre, yerküre çevresel felakete sürükleniyor. Su kaynakları 20 yıl sonra ihtiyacın sadece yüzde 60’ını karşılayabilecekken; sanayileşme ve kentleşme kaynaklı karbon salınımı ise “Sanayi Devrimi”nden bu yana en yüksek değere ulaştı
Canlı türlerinin yok olması, su sıkıntısı, karbon birikimi ve azotun yer değiştirmesinden, mercan resiflerinin ölmesine, balık tarlalarının tükenmesine, ormansızlaşmaya ve sulak alanların kaybına kadar pek çok olayda ekolojik baskı açıkça görülüyor. Gezegenimizin atıkları ve kirleticileri sindirme kapasitesi giderek azalıyor.[152]
BM uzmanlarına göre, 2013’da dünya çapında nüfusun yüzde 40’ı su talebinin arzı aştığı bölgelerde yaşıyorken; 10 yıl içerisinde bu oranın yüzde 60’ı geçebileceği ifade ediliyor. BM Çocuk Fonu UNICEF, dünya üzerindeki her 5 çocuktan 1’inin temiz su içemediğini açıklıyor.[153]
TEMA Vakfı’ndan yapılan açıklamaya göre, 2025’e gelindiğinde 1.8 milyar insanın da su kıtlığı çekilen bölgelerde yaşaması bekleniyor.[154]
Örneğin 2011’in göstergelerine göre bile sağlıklı ve temiz suya erişimin çok zor olduğunu gösteren veriler var: 1.2 milyar insan, yani (dünya nüfusunun altıda biri) temiz sudan yoksun. 2.6 milyar insan ise (tüm dünya nüfusunun üçte biri), çok sağlıksız koşullarda. 400 milyon çocuğun, (tüm dünyadaki her beş çocuktan biri) temiz ve sağlıklı suya erişimi yok.[155]
Ya Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın Su Kanunu Tasarısı Taslağı ile, daha önce HES’lerin kullanılması için izin verilen akarsuların, 49 yıllığına özel şirketlere kiralanabileceği[156] Türkiye mi?
i) Kalkınma Bakanlığı’nın hazırladığı programa göre, Türkiye kişi başına 1500 metreküple su sıkıntısı olan ülkeler arasında. 2030’da ise bu miktar 1100 metreküpe düşebilir.[157]
ii) Türkiye nüfusu 100 milyona ulaştığında kişi başına su miktarı 1500’den 100 metrekübe düşecek. Dünyada da 3 milyar insan susuz olacak.[158]
Evet, kapitalizmin yakıp yıktığı ve kirlettiği “otomobil uygarlığı”nın yerküresinde, 2012’de hava kirliliği nedeniyle 7 milyon kişinin erken öldüğü açıklandı.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 26 Mart 2014 tarihli raporuna göre yerkürede 8 ölümden biri hava kirliliği kaynaklı. 2012’de 7 milyon kişinin hava kirliliğine bağlı etkenler nedeniyle öldüğü belirtilen rapora göre, 5.9 milyon kişinin can verdiği Asya ve Pasifik ülkeleri, kirlilikten en fazla etkilenen bölgeler. 2008’deki araştırma, aynı sebepten 3.2 milyon kişinin öldüğünü göstermişti.[159]
Hava kirliliği, insan sağlığını etkiler; çeşitli solunum yolu hastalıklarına, akciğer kanserine ve psikolojik sorunlara yol açar. Dünya Sağlık Örgütü, küresel düzeydeki hastalıkların yüzde 23’ünün doğa sorunlarından kaynaklandığını, yılda 2 milyon insanın hava kirliliği nedeniyle öldüğünü bildirmektedir. Türkiye’deki ölümlerin yüzde 21’inin doğanın kirletilmesine bağlı sorunlar sonucunda gerçekleşiyor.[160]
‘Avrupa Sağlık ve Çevre Birliği’ (HEAL)’nın raporuna göre kömür, sadece Avrupa’da 8 bin 500 bronşit hastalığına ve erken doğum nedeniyle yılda 18 bin 247 bebek ölümüne neden oluyor. Bu ülkelere Hırvatistan, Sırbistan ve Türkiye de eklendiğinde bebek ölüm sayısı 23 bin 289’a ulaşıyor.[161]
DSÖ’nün 14 Mart 2013’de yayımladığı ‘Avrupa Sağlık Raporu’na göre, Rusya, Azerbeycan, Ermenistan, Tacikistan, Türkmenistan ve İsrail’i de içeren 53 ülkelik ve 900 milyonluk “büyük Avrupa”da Türkiye 2012’de havası en kirli ülkeydi, birinciydi![162]
Ve Çin’de bir yılda 75 bin kişi hava kirliliği nedeniyle öldü![163]
Dahası var! Ama bu kadarı da yeter.
Bu tablonun sorumlusu sürdürülemez kapitalizm ve onun herhangi bir versiyonunu savunan burjuvalar ile “Bundan başka bir dünyanın mümkün olmadığını” savunan işbirlikçilerdir!
Ama yağma yok; tarih sürdürülemez kapitalizmin söyleyeceği yalanın kalmadığı koordinatlardaki bugününde geleceğini biçimlendirmektedir…
III.2) BUGÜNDE BİÇİMLENEN GELECEK
“Adaletin en büyük düşmanları,
kendi hâllerinden memnun kölelerdir.”[164]
“Elveda işçi sınıfı”, “Tarihin/ İdeolojilerin sonu” söylenceleri uzun ömürlü ol(a)madı. Olması da mümkün değildi…
Ve bugün de; 1992’de yazdığı ‘Tarihin Sonu’ kitabıyla ünlenen Francis Fukuyama’ya göre, “… ‘Tarihin sonu’ gelmedi; jeopolitik geri döndü.”[165]
12 Eylül 1980 askerî darbesinin, Berlin Duvarı’nın yıkımıyla devreye sokulan post-modern kimlik politikasıyla, devrimci Marksizm mücadelesi gölgelenmeye kalkışıldı.
Ancak devrimci dalga Tunus’tan ve Mısır’a milyonlarca insan zalim diktatörlere karşı alanlara çekerken, İspanya’dan ve Yunanistan’da meydanlar işgal edildi.
Bu eylemler Slavoj Zizek tarafından, “Geçmiş ayrıcalıklarını korumak isteyen orta sınıfların tepkisi” olarak sunulmaya kalkışılsa da; Madrid’in Plaza del Sol’ünü ya da Atina’nın Sindagma Meydanı’nı işgal eden gençliğin en az yarısı, resmî istatistiklerde işsiz olarak görünüyordu!
Sonra da “Occupy Wall Street” ile onun ABD’nin 50’den fazla coğrafyasındaki uzantıları geldi. Sokağa çıkanlar, “Biz yüzde 99’uz” diye haykırıyorlardı. Her biri farklı bir ezilme, yabancılaşma, kimlik sorunu yaşıyor olabilirdi. Ama “Farklılıklarımız içinde hepimizi birleştiren bir şey var, biz yüzde 1’lik bankacı, kapitalist, para babası takımına karşı yüzde 99’uz,” diyorlardı. “Yüzde 99” vurgusu, mecazi ve abartılı olsa da; post-modernleri tekzip eden bir yanıttı.
Gezi/ Haziran İsyanı da bu ideolojik iklimde gündeme geldi. Neo-liberalizme karşı bir başkaldırıydı.
“Sınıflar buharlaştı”, “Devrim bitti” diye haykıran post-modern/ sol liberal söylenceler artık ikna edici olmaktan çıkmıştı. “Sınıf”, “Devrim” artık kimsenin elinin tersiyle itebileceği, “eski moda” bir kavram değildi. Kullanımdaydı; mücadele alanlarına geri dönüyordu!
Evet artık, dünyanın dört bir yanında süren direnişler, grevler, ayaklanmalar, çatışmalar gündemdeydi.
Verili tabloda sürdürülemez kapitalizme itiraz eden bir hareketlilikten, uyanıştan söz edebiliriz. Lakin ortada henüz sosyalizm için ayağa işçi sınıfı ve ezilenlerden söz etmek de mümkün değil. Kapitalizme ve sonuçlarına itirazlar büyümekle birlikte, sosyalizm tartışması, yeni bir sistem arayışı ya da hedefi somutluk kazanmış değil.
Ancak unutulmasın: Sürdürülemez kapitalizm tüm pisliklerini saçarak, elinde avucunda ne varsa onu harcayarak kendini var etmek ve sürdürmekte ısrar ettikçe, sosyalizm kaçınılmaz hâle geliyor. Kapitalizmden çıkışa açılan ilk kapı sosyalizme açılıyor.
Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen, üreten ile her şeyi gasp ederek özel mülkiyetine dönüştüren iki farklı sınıf ilişkisinin egemen olduğu kapitalist sistemin devamı, insanlığın, doğanın mahvından başka bir şey getirmeyecektir…
Kapitalizmden kurtuluş için insanlığın yönelebileceği tek yol, tek çıkış sosyalizmdir.[166]
Bu bir beklenti değil; somut hâlin “problem tanımlayıcı” kaçınılmazlığıdır.[167]
Kolay mı? Ulusal ve uluslararası ölçekte soru(n)lar birikti, yoğunlaştı. Bir “sıkışma” anı eşikte, tablo hızla değişecektir.
Verili tabloya giderek tükenme sınırına getirdiğimiz doğa ile ilgili geç kalınması muhtemel soru(n)lar ekleniyor. Kapitalizmin doğası ile yapışık ekoloji sorunu giderek büyüyor.
Sürdürülemez tablonun “Tarihin sonu”, “Kapitalizmin nihai zaferi” olarak ilan edilmesi, gerçeği perdelemekten, yaşadığımız sıkışma anını hızla yaklaştırmaktan başka bir sonuç doğuramazdı. Öyle de oldu!
Batı’nın taktığı ve kabul ettirdiği tanımla “Soğuk Savaş” döneminin nükleer “Dehşet Dengesi” yerini daha tehlikeli bir “denge(sizlik)”ye terk etti. Bu denge günü birlik değişen, aktörlerin hızla kimlik ve kılık değiştirdiği kaotik bir dengedir ki, Eric Hobsbawm da, tehlikeli geleceğe şöyle işaret etmişti:
“Gelecek, geçmişin bir devamı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var. Tekno-bilimsel ekonominin oluşturduğu güçler artık çevreyi, yani insan hayatının maddi temellerini tahrip edecek kadar büyüktür. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır… İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır.”[168]
Şimdi biz, o XXI. yüzyılın içindeyiz. Ufukta görünen, ne yazık ki, XIX. ve XX. yüzyıllarda yaşadığımız sıkışma zamanlarının daha vahimi ile karşılaşabileceğimize dair korkutucu işaretler[169] ve tehlikelerin imkânlarıyla devreye giren büyük mücadelelerdir.
Söz konusu mücadeleler bir kere daha sosyalizmi tarihin gündem maddesi yapacaktır. Bunu yaşayanlar mutlaka görecektir...
IV. AYRIM: SOSYALİZM ISRARDIR; ISRAR İYİDİR; ISRAR EDECEĞİZ!
“seni düşünmek güzel şey,
seni düşünmek ümitli şey.//
fakat artık ümit yetmiyor bana
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum.”[170]
Yeni bir ayaklanmaya doğru ilerliyoruz![171]
Lenin’in, “Bütün uluslar sosyalizme varacaktır, burası kaçınılmaz, ama hepsi tastamam aynı yoldan gitmeyecek, hepsi bir demokrasi biçimine, proletarya diktatörlüğünün bir çeşidine, toplumsal hayatın farklı veçhelerinde sosyalist dönüşümlerin değişen hızına kendinden bir şeyler katacaktır,”[172] uyarısındaki üzere her şey yeniden biçimlenecek!
Geleceği, bugünde “sosyalizmin güncelliği”nden hareketle biçimlendireceğiz; “Başka bir dünya var ama bu dünyanın içinde” sözündeki üzere… Genelde hem William Butler Yeats’e hem Paul Eluard’a atfedilen sözün akla getirdiği, “Başka bir dünyanın mümkün” olduğu fikridir.
Verili duruma ütopyacılığın umudunu (“Başka bir dünya var”) ve gerçekçiliğini (“Bu dünyanın içinde”) enjekte eden radikal sosyalizmin bir yüzünde, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”; diğer yüzünde de, “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine,” şiarı kayıtlıdır.
Sosyalizm, bir başına kurtuluşun olmadığını; ya hep beraber kurtulacağımızı ya da hiçbirimizin kurtulamayacağını; ayrıca da, bütün bir ormanın kardeşçe yaşayabilmesi için, tüm ağaçların hür olması gerektiğini vurgulayan özgürlük anlayışını ifade eder.
Onu sürdürülemez kapitalizmin dünyadaki kuvvesinden fiile çıkarmak, devrimci/ eleştirel dönüştürücü politik faaliyetimize bağlıdır.
Bu bağlamda insan(lık), “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” realitesiyle yüz yüzeyken; değil bir, binlerce reel sosyalist sektörel deneyim yıkılsa da; sürdürülemez kapitalizm var olduğu sürece, radikal sosyalizmin düşüncesi, isyanı yıkılmaz, eskimez, tükenmez…
Çünkü insanî değerleri değersizleştiren; insanı insan olmaktan çıkarırken, doğaya meydan okuyan; ezilenlerin afyonu olarak “adalet” sözcüğünün durmadan yineleyen sahtelikle sersemleten, sağduyudan yoksun bırakıp, bireyi ortadan kaldırmayı amaçlayıp; insan(lık)ı, sürü hayvanına dönüştüren kapitalizme karşı tek seçenek yine sosyalizmdir.
Nihayetinde sosyalizm insanlık ideali için bir “araçtır”. Amaç insanlığın mutluluğu, refahı, boş zamanlarını kendine ayırabileceği, tembelliğin hak olduğu sınıfsız-sınırsız bir dünyadır.
Sovyet deneyimi (ve diğerleri) bu ideali gerçekleştirememiştir. Reel sosyalizmin başarısızlığına bakarak gelecek için sosyalizm idealinden vazgeçmek ve umutsuzluğa kapılmak kapitalist ideolojinin dümen suyuna gitmek olur. Ki bu da lanetli egemenlerin istediğidir.
Oysa hâlâ başka/ sosyalist bir dünya mümkündür!
Sosyalist isyan yine gelecek, daha güçlü gelecek. Belki yine yenilecek, ama daha iyi yenilecek ve yeniden gelecektir; sonsuz defa zafere kadar.
Radikal sosyalistlikten istifa edilmez; emekli olun(a)maz.
Sosyalizm ısrardır. Israr iyidir. Israr edeceğiz.
Bundan asla vazgeçmeyeceğiz!
“Sivil Toplum”cu, post-modern, yeni-solcu, post-Marksist, radikal-demokrat, neo-liberal “elveda”cıların anlayamadıkları işte tam da bu ısrardır!
Bu ısrar bize Prometheus’dan, Spartaküs’ten, Börklüce Mustafa’dan, Paris Komünarları’ndan, Hınçak Partisi merkez komitesi üyesi Paramaz’dan (Madteos Sarkisyan), Mustafa Suphi’den, Dolores İbaruri’den, Hikmet Kıvılcımlı’dan, Behice Boran’dan, Che’den, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan’dan, İbrahim Kaypakkaya’dan, Mazlum Doğan’dan miras kaldı…
Bu ısrar olmasaydı, kimin haddineydi, burjuvaziyi kovup iktidara el koymak? Burjuvaziyi alaşağı etmek? Paris Komünü’nü yaratmak?
Komün, 72 günlük bir serüvendir.
Sonra mösyö burjuvazi, Paris’i kan gölüne çevirip, katleder isyancıları… Ardından katil Thiers haykırır: “Artık sosyalizmden söz edilmiyor, çok da iyi ediliyor. Sosyalizmden kurtulmuş bulunuyoruz”!
Ancak böyle bitmez her şey ve her şeye karşın haykırır altını özenle çizdiğim ısrar, ‘Enternasyonal’i avaz/ avaz: “Cellatların döktükleri kan,/ Kendilerini boğacak/ Bu kan denizinin ufkundan,/ Kızıl bir güneş doğacak”…
Hiçbir şey bitmedi; serüvenine devam ediyor tarih Paris Komünü’nden beri...
Öldürdükçe “kurtulduk” deseler de, serüvenimiz kesintisizdir. Her darbeyi geleceğin basamağı yaparak yürür isyan…
Bunun için “Çok az olmamız felaket değil, milyonlar bizimle olacak,” demişti cüretkâr serüvenimize ilişkin olarak Lenin.
Haklıydı ve Mao da eklerdi: “Eğer kitlelerin sizi anlamasını istiyorsanız, eğer kitlelerle bütünleşmek istiyorsanız, uzun ve hatta acılı bir çelikleşme sürecinden geçmeye karar vermek zorundasınız… Çin halkı savaştı, yenilgiye uğradı, yeniden savaştı, yeniden yenilgiye uğradı, yeniden savaştı... Ancak irili ufaklı, askeri ve siyasi, iktisadi ve kültürel, kanlı ve kansız yüzlerce mücadele içinde deneyim kazandıktan sonra bugünkü zaferine ulaştı… Daha yapacak pek çok işimiz var; bir yolculuğa benzetirsek, geçmişteki çalışmalarımız binlerce kilometrelik uzun bir yolun sadece ilk adımıdır... Bir kıvılcım, bütün bozkırı tutuşturabilir.”
Bitiriyorum: Ne olursa olsun radikal sosyalist ısrarımızı yenemeyecekler, umudumuz ölü olarak ele geçiremeyecekler. İşte tam da bunun için sırtı yere getirilemez eşitlikçi-özgürlük ütopyamızın!
Çünkü, son söz(ümüz), “Onlar”dan bahseden Nâzım Hikmet’in dizelerinde kayıtlıdır:
“Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ câhil,/ hakîm/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır./
Onlar ki uyup hainin iğvâsına/ sancaklarını elden yere düşürürler/ ve düşmanı meydanda koyup / kaçarlar evlerine/ ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler/ ve yeşil bir ağaç gibi gülen/ ve merasimsiz ağlayan/ ve ana avrat küfreden ki onlardır, / destanımızda yalnız onların maceraları vardır./
Demir,/ kömür/ ve şeker/ ve kırmızı bakır/ ve mensucat/ ve sevda ve zulüm ve hayat/ ve bilcümle sanayi kollarının/ ve gökyüzü/ ve sahra/ ve mavi okyanus/ ve kederli nehir yollarının,/ sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı/ bir şafak vakti değişmiş olur,/ bir şafak vakti karanlığın kenarından/ onlar ağır ellerini toprağa basıp/ doğruldukları zaman./
En bilgin aynalara/ en renkli şekilleri aksettiren onlardır./ Asırda onlar yendi, onlar yenildi./ Çok sözler edildi onlara dair/ ve onlar için:/ zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,/ denildi.”
27 Kasım 2014 13:50:50, Ankara.
N O T L A R
[1] 29 Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim Devrimi’nin Yıldönümünde Sosyalizmin Güncelliği Sempozyum’una sunulan tebliğ… Newroz, Nisan 2016…
[2] Edip Cansever.
[3] Bu konuda Sibel (Özbudun) ile birlikte kaleme aldığımız/ aldığım, üç yazı konuyla doğrudan ilintilidir. Bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, “91. Yılında Ekim’in Güncel Önemine 11 Not”, Kaldıraç, No:95, Aralık 2008… Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Marksizm ve Devrim”, Kurtuluş, No:7, Kasım-Aralık 2006; Kurtuluş, No:8, Ocak-Şubat 2007… Temel Demirer, “Yeni Dalganın Öğretmeni: Ekim Devrimi”, Gündem Ekpolitika, 13 Ekim 1997; Uzun Yürüyüş Dergisi, No:20, Kasım-1997; Merhaba Gazetesi (Çorum), 19-27 Aralık 1997…
[4] “Günümüz dünyasında namuslu aydın ve düşünürler, sürüp gitmekte olan, akıl dışı talancı sistemin, yani önü alınmazsa dünyanın sonunu getirmek üzere olan kapitalizmin, gerçekçi analizini yaparak ipliğini pazara çıkarmışlardır. Ancak; verili koşullarda bu sistemden kurtuluşun ve sosyalizmin yolunu açan önermeler konusunda bir kısırlığın yaşandığını kabul etmeliyiz...
Rojava’da halkların bir arada eşitlik içinde ve kardeşçe yaşadığı, iktidarın halkın kendisinde somutlandığı, ekonomide komünal yaşamın örülmeye çalışılması sosyalizme doğru hareketlenmeyi işaret ettiğini düşünüyorum. Sınırsız ve sınıfsız bir dünya toplumuna yolculuk sürdürülmelidir.
Türkiye’deki sol ve sosyalist yapılar var olan güçleriyle bu dost yapıya destek vermelidir diye düşünüyorum…
Bu konuda ‘Paradigmanın İflası’nı ilan eden; Fikret Başkaya, Vedat Türkali, Yalçın Yusufoğlu, Tekdaş Ağaoğlu, Gencay Gürsoy, Haluk Gerger, Ahmet Tonak, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Foti Benlisoy ve İsmini sayamadığım değerli aydınlar düşüncelerini ortaya koymalıdır,” (Mustafa Öcal, “Kürt Özgürlük Hareketi ve Abdullah Öcalan”, http://jiyan.org/2014/10/29/kurt-ozgurluk-hareketi-ve-Abdullah-ocalan/) diyen Mustafa Öcal dostuma; bağımsız birleşik Kürdistan mücadelesinin yanında “ama”sız, “fakat”sız duran sıradan birisi olarak; desteğimin militan olduğu kadar eleştirel olduğunu yani her denene “Evet” demeyi enternasyonalizm olarak görmediğimi de belirtmeliyim.
[5] Bu kadar da değil! Mütemadiyen saçma sapan sağcı, muhafazakâr saldırılara maruz bırakılır sosyalizm! “Nasıl” mı?
Eğer zengin ve sosyalistseniz size, “Şuna bak eşek yüküyle parası var, sosyalistim diye geçiniyor,” derler.
Eğer orta gelirli sosyalistseniz ama converse giyiyorsanız, “Şuna bak hem sosyalistim diyor hem de converse giyiyor,” derler.
Eğer biraz daha düşük gelirli sosyalistseniz ama coca cola içiyorsanız, “Hem kendinize sosyalistim diyorsunuz, hem de cola içiyorsunuz,” derler.
Eğer çok fakir ve sosyalistseniz, “Zaten sosyalizm insanların zengin olmasına karşı, sosyalizm yüzünden fakir,” derler!
[6] Son nefesinde Erdoğan Yazgan’ın, “En çok sevdiğim dörtlüğü size de yazıyorum: ‘açardın yalnızlığımda/ mavi ve yeşil açardın/ keklik kanı kınalı berrak/ yenerdim acıları, kahpelikleri/sıktıkça cellat kemendi’...”
Son nefesinde Erdal Eren’in, “Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez arttırdı ve mücadele azmimi körükledi; kavga ve devrime olan inancımı yok edemedi...”
Son nefesinde Mustafa Özenç’in, “Ben ve yüzlerce kişinin öldürülmesi, sınıf savaşını durdurmayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleri ile tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir...”
Son nefesinde İbrahim Ethem Coşkun’un, “Biz bu davaya baş koyduk, başımız devrime, halkımıza ve partimize feda olsun...”
Son nefesinde İlyas Has’ın, “Şu an sizlere son mesajımı iletiyorum. Sizlerin yüzünü kara çıkaracak hiçbir şey yapmadım. Bu günlerde size ağır gelen bu itham, gelecekte sizlere bir şeref payesi olarak görünecektir…” haykırışlarındaki gibi!
[7] Tam da bu noktada, “Koşulların doğrudan açık, gerçekten kitlesel ve gerçekten devrimci bir mücadele için henüz uygun olmadığı bir dönemde devrimci olmak, devrimin çıkarlarını (propagandayla, ajitasyonla ve örgütlülükle) devrimci dalganın dipte seyrettiği koşullarda devrimci olmayan kurumlarda ve çoğu zaman düpedüz gerici olan kurumlarda, devrimci mücadele yöntemlerinin gereğini henüz anlayamamış kitleler arasında savunmak çok daha zor, ama çok daha değerlidir,” (V. İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2010.) diyen V. İ. Lenin’in uyarısını unutmayın asla!
[8] G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, Çev: Önay Sözer, Kabalcı Yayınevi, 2003.
[9] Nâzım Hikmet.
[10] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[11] Karl Marx- Friedrich Engels, Seçme Eserler, Cilt:3, Çevirenler: M. Kabagil-A. Gelen-K. Somer-V. Erdoğdu-Ö. Ünalan-M. Belli-S. Belli, Sol Yay., 1979, s.216.
[12] Karl Marx - Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 1969.
[13] Andrey Platonov, Mutlu Moskova, Çev: Günay Çetao Kızılırmak, Metis Yay., 2012.
[14] Albert Camus.
[15] Georg Lukacs, Marksist İmgelem, Haz: Ali Şimşek, Mediha Göbenli, Veysel Atayman, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2004, s.76.
[16] Geçerken önemli bir not: V. İ. Lenin, “İnsan zihni, maddi dünyayı yansıtmakla kalmaz, onu değiştirir de,” derken ekler Max Horkheimer da: “Eğer teorisyenin ve nesnesinin ezilen sınıfla dinamik bir bütünlük oluşturduğu görülebilirse, çalışmalarının sadece somut tarihsel durumun tanımlanmasından ibaret olmayıp, o durum içinde onu değişmeye zorlayan etkenlerden birini oluşturduğu da anlaşılabilir: bu onun asıl işlevidir.” (Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev: Orhan Koçak, Metis Yay, 8. Baskı, 2010.)
[17] “Herkesin yüzünü güldüremezsin.” (Bask Atasözü.)
[18] V. İ. Lenin, Sosyalizme Geçiş Döneminde Ekonomi, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 281, 2010.
[19] V. İ. Lenin, Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 260, 2010.
[20] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 315, 2011.
[21] V. İ. Lenin, Bütün İktidar Sovyetlere, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2013.
[22] V. İ. Lenin, Köy Yoksullarına-Sosyalistler Ne İster?, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 406, 2013.
[23] Yılar sonra, “Gırtlaklarına kadar evrak ve formlara boğulmuşlar; tüm bir devlet hizmeti kâğıtlar, formlar ve bürokrasiden kurulu bir kaleye benziyor,” notunu düşüyordu Aleksandr Ostrovski…
[24] V. İ. Lenin, Bütün İktidar Sovyetlere, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2013.
[25] V. İ. Lenin, Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 260, 2010.
[26] V. İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2010.
[27] V. İ. Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 270, 2010.
[28] V. İ. Lenin, Bolşevikler İktidarı Ellerinde Tutabilecekler mi?, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 451, 2014.
[29] V. İ. Lenin, Sosyalizme Geçiş Döneminde Ekonomi, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 281, 2010.
[30] V. İ. Lenin, Bolşevikler İktidarı Ellerinde Tutabilecekler mi?, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 451, 2014.
[31] V. İ. Lenin, Kronstadt’tan Parti İçi Muhalefete, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 299, 2010.
[32] V. İ. Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 330, 2011.
[33] V. İ. Lenin, Komintern-Komünist Enternasyonal, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 325, 2011.
[34] V. İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2010.
[35] V. İ. Lenin, Kronstadt’tan Parti İçi Muhalefete, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 299, 2010.
[36] “Bizi esas yoran yaptığımız iş değil, yapmadan kenarda bıraktığımız işlerdir.” (Ebner-Eschenbach.)
[37] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, çev: Murat Belge, Birikim Yay., 2000.
[38] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay. 2005.
[39] V. İ. Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 270, 2010.
[40] V. İ. Lenin, Bütün İktidar Sovyetlere, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, 2013.
[41] Semih Gümüş, “Sosyalizm Anlayışı Nasıl Değişiyor?”, Radikal Kitap, 2 Ağustos 2013.
[42] “Devletin olmadığı bir yerde bir mülkiyet söz konusu olmayacaktır, benim-senin ayırımı olamayacaktır.” (Thomas Hobbes.)
[43] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997.
[44] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, 2009.
[45] V. İ. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 241, 2011.
[46] V. İ. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 241, 2011.
[47] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[48] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, 2009.
[49] Karl Marx, Gotha Programı, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1999.
[50] V. İ. Lenin, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 246, 2009.
[51] Karl Marx.
[52] Halil Berktay, “O Sosyalizm Yok Artık”, Taraf, 31 Aralık 2011… http://www.taraf.com.tr/yazilar/halil-berktay/o-sosyalizm-yok-artik/19283/
[53] Seral Köprülü, “Marksistler Gelir Eşitsizliğine Çözüm Üretemez”, Yeni Şafak, 8 Mayıs 2014, s.18.
[54] Cengiz Baysoy, “Sosyalizm Kavramı Demokratik Özerklik Kavramından Geri Bir Kavramdır”, 21 Eylül 2014… ozgur-gundem.com
[55] Demir Küçükaydın, “Sosyalist ve Demokratların Temel Sorunu”, 7 Kasım 2014… http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/11/sosyalist-ve-demokratlarn-temel-sorunu.html
[56] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[58] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, çev: Murat Belge, Birikim Yay., 2000.
[59] Karl Marx.
[60] Neil Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, çev: Tuncel Öncel, Yordam Yay., 2014.
[61] “Günümüzde sigara satışından, başkan seçimine değin düşünce denetiminin (manipülasyon) insan ile anlamlı bir yaşam arasına ara duvarı gibi çekildiğine tanık oluyoruz; çünkü söz konusu düşünce denetimin amacı resmen sık sık ileri sürüldüğü gibi, tüketiciye hangi soğutucunun ya da hangi traş bıçağının daha kaliteli olduğunu öğretmek değil, onun bilincini yönlendirmektir…
Bilincin böylesine manipüle edilmesi sonucu, çalışan insan boş zamanını nasıl değerlendirileceği sorusuna yanıt aramaktan alıkonulur; tüketim yaşamı dolduran bir amaç olarak kabul ettirilir.” (Georg Lukacs, Marksist İmgelem, Haz: Ali Şimşek, Mediha Göbenli, Veysel Atayman, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2004, s.143.)
[62] “Devrimin ilk yarım asrındaki tüm sıkıntılar, iç nedenlere ya da Stalin diktatörlüğünün demir yumruğuna bağlanamaz.” (E.Hallet Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Çev: Levent Cinemre, Yordam Kitap, 2011, s.265.)
“Sosyalizmin ara kadrolarından bazılarını devşirdiği yarı-intelligentsia, Marksizm’i zihinsel çabadan tasarruf edici, kullanımı kolay ve müthiş ölçüde etkili bir aygıt olarak kullandı. Bir fikre kısa yoldan ulaşmak için şurada bir düğmeye basmak, bir başkasından kurtulmak için beri taraftaki bir başka düğmeyi itmek yeterliydi. Emekten tasarruf eden avadanlıkların kullanıcısı, onların icadından önce gerçekleştirilen zorlu araştırma süreci üzerinde pek düşünmez. Gerecini bir gün demode kılacak çıkara dayanmayan ve görünüşte hiç de pratik olmayan araştırma üzerine de öyle. Marksizm’in bu entelektüel avadanlıklarının kullanıcıları, belki de doğal olarak, onları aynı dar yararcı tarzda kullandılar. İzleyicilerinin çoğunun tersine Lenin, düşünce laboratuarının eleştirel bir öğrencisiydi. Sonunda bulgularını her zaman siyasal kullanıma sunabiliyordu; bulguları hiçbir zaman Marksist kanaatlerini sarsmadı. Ancak araştırmasını sürdürürken, bunu açık ve çıkar gözetmeyen bir akılla yapardı…” (Isaac Deutscher, Stalin, A Political Biography (New York: Oxford University Press, 1967, s.118.)
[63] Hermann Hesse, Demian (Emil Sinclair'in Gençliğinin Öyküsü), Çev: Kamuran Şipal, Can Yay., 2003.
[64] “Sovyetlere Rağbet Var”, Taraf, 22 Aralık 2013, s.2.
[65] Karl Marx.
[66] Karl Marx.
[67] Erinç Yeldan, “Kriz Ne Zaman Sona Erecek?”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2012, s.11.
[68] Erinç Yeldan, “Kapitalizm ve Küresel Krizin Maliyetleri”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2014, s.11.
[69] Süleyman Yaşar, “Rusya Finansal Krize Doğru Gidiyor”, Taraf, 10 Kasım 2014… http://www.taraf.com.tr/yazilar/suleyman-yasar/rusya-finansal-krize-dogru-gidiyor/31283/
[70] “Dünya Devi Çöktü”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2014, s.10.
[71] aktaran: The Financial Times, 2 Ekim 2014.
[72] Ergin Yıldızoğlu, “Piyasalarda ‘Panik Atak’ - II”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2014, s.6.
[73] Muhyiddin Arabi.
[74] “Türkiye’de Servetin Yüzde 78’i En Zengin Yüzde 10’un Elinde...”, 15 Ekim 2014… http://www.ozgurmedya.org/turkiyede-servetin-78i-en-zengin-1un-elinde...-9776.html
[75] Gila Benmayor, “Günde 1 Milyon Dolar Harcasa Servetini 220 Yılda Tüketir”, Hürriyet, 31 Ekim 2014, s.14.
[76] “50 Bankanın Varlığı 187 Ülkeye Bedel”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2014, s.10.
[77] “Bunları Biliyor muydunuz?”, Milliyet, 24 Kasım 2014… http://www.milliyet.com.tr/fotogaleri/51269-bunlari-biliyor-muydunuz-/?ref=MilliyetAnaSayfaGaleri
[78] Turan Eser, “Küreselleşen Kerbela”, Birgün, 28 Ekim 2014… http://www.birgun.net/news/view/kuresellesen-kerbela/7901
[79] “185 Bin ‘Modern Köle’ Var”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2014, s.10.
[80] Noam Chomsky, Halk Üzerinden Kazanç: Neo-Liberalizm ve Küresel Düzen, Çev: Süreyya Evren, Everest Yay., 2014.
[81] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?, çev: Hakan Keser, Ayrıntı Yay., 2014.
[82] “İşsizlik Öldürüyor”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2014, s.11.
[83] “36 Günlük Bebek Açlıktan Öldü”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2014, s.3.
[84] “… ‘Üçüz’ Çaresizliği”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2013, s.3.
[85] Fatih Çekirge, “Bu Torbaya Sıkışan Hayat”, Hürriyet, 6 Eylül 2013, s.18.
[86] Pelin Ünker, “Sefalet Diz Boyu”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.11.
[87] Aziz Çelik, “Sosyal Devletin Sefaleti”, Birgün, 8 Şubat 2013... http:/ / www.sendika.org/ 2013/ 02/ sosyal-devletin-sefaleti-aziz-celik-birgun/
[88] “OECD’nin Gelir Dağılımı Raporunda Türkiye En Kötü İkinci Ülke”, 22 Ekim 2008... http:/ / www.sendika.org/ 2008/ 10/ oecdnin-gelir-dagilimi-raporunda-turkiye-en-kotu-ikinci-ulke/
[89] “Türkiye Gelir Adaletsizliğinde Başa Oynuyor”, 9 Haziran 2005... http:/ / www.sendika.org/ 2005/ 06/ turkiye-gelir-adaletsizliginde-basa-oynuyor/
[90] Sinan Alçın, “Açlığı Sıfırlamak”, Evrensel, 24 Haziran 2014, s.4.
[91] “En Alttakiler ve Tepemizde Oturanlar”, Gündem, 24 Eylül 2013, s.4.
[92] Cem Kılıç, “Gelir Dağılımında Uçurum Büyüyor...”, Milliyet, 24 Haziran 2014, s.8.
[93] “Türkiye’de Servetin Yüzde 78’i En Zengin Yüzde 10’un Elinde...”, 15 Ekim 2014… http://www.ozgurmedya.org/turkiyede-servetin-78i-en-zengin-1un-elinde...-9776.html
[94] Pelin Ünker, “Türkiye, Servet Adaletsizliğinde İkinci”, Cumhuriyet 15 Ekim 2014, s.11.
[95] “Yoksul Yaşlılar Arttı”, Evrensel, 20 Mart 2014, s.4.
[96] Mahmut Lıcalı, “50 Bin Aile Çocuğuna Bakamıyor”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2013, s.3.
[97] “Yoksullaştık!”, Cumhuriyet, 21 Haziran 2014, s.12.
[98] İklim Öngel, “Bebekler Ölüyor, Rekor Güneydoğu’da”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2014, s.20.
[99] “1 Milyon Çocuk Ekmek Peşinde”, Birgün, 29 Haziran 2014, s.4.
[100] “Türkiye’de 3 Çocuktan 2’si Şiddetli Yoksulluk İçinde”, Radikal, 23 Nisan 2014, s.6.
[101] “Çocuklarda Tüberküloz Tehdidi”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2014, s.3.
[102] “Zenginler Kulübü Kalabalıklaştı”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2014, s.10.
[103] Ekonomist, 26 Ekim 2014.
[104] “Murat Ülker Türkiye’nin En Zengini”, Yeni Şafak, 2 Mart 2014, s.6.
[105] “15 Bin Yeni Milyoner”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2014, s.11.
[106] İdris Küçükömer.
[107] Özlem Yüzak, “Taşeron Cumhuriyeti’nin 1 Mayıs’ı...”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2013, s.11.
[108] Erinç Yeldan, “ILO: Güvencesiz Çalışma Yaygınlaştı”, Cumhuriyet, 29 Ekim 2014, s.29.
[109] Arif Koşar, “Esnekliğin İşsizlik ve Yoksulluk Yaratan Tablosu”, Evrensel, 5 Ekim 2012, s.4.
[110] “Dünya Üzerinde 168 Milyon Çocuk İşçi Var”, Evrensel, 26 Eylül 2013, s.4.
[111] “Çocuk İşçiliği Alarm Veriyor”, Gündem, 12 Eylül 2013, s.4.
[112] İş Cinayetleri Almanağı 2013, Kolektif, 1 Umut Yay., 2014.
[113] “İş Cinayetiyle Öldürülen Çocuklar”, Evrensel, 8 Ekim 2014, s.4.
[114] “On Bini Aşkın İşçi ‘Öldü Geçti’…”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2014, s.9.
[115] “10 Madenciden Biri İş Kazası Geçiriyor”, Yeni Şafak, 15 Mayıs 2014, s.7.
[116] Olcay Büyüktaş, “Madende Maliyet Böyle Düştü”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2014, s.11.
[117] Zeynep Aktaş, “Borsadaki Şirketlerin Kârı Yüzde 4, Madencinin Yüzde 22”, Milliyet, 18 Mayıs 2014, s.10.
[118] Pelin Ünker, “Madende Kâr Kanla Geldi”, Cumhuriyet, 30 Ekim 2014, s.11.
[119] Sevgim Denizaltı, “Seçkin Çetinkaya: Dünyanın En Yoksulu Kadınlar”, Birgün, 6 Mart 2012, s.4.
[120] “Genç Anne Trajedisi”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2012, s.3.
[121] Özge Babacan, “Hindistan’ın Çalınmış Hayatları”, Radikal, 13 Ocak 2013, s.27.
[122] Rashmee Roshan Lall, “Hindistan’da Tecavüzün Ardındaki Kadın Sorunu”, Radikal, 5 Ocak 2013, s.28.
[123] “Kısırlaştırma Yüzünden Ölen Kadın Sayısı 11’e Yükseldi”, Evrensel, 13 Kasım 2014, s.11.
[124] Aslı Kayabal, “… ‘Canavar’ Erkekler Tedaviye”, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2012, s.13.
[125] “Sadece Yüzde Biri Cezasını Buluyor”, Sol, 12 Ocak 2013, s.9.
[126] “Şiddet Mağduru Kadına Bu Dünyada Rahat Yok”, Star, 7 Mart 2012, s.12.
[127] Gülşen Koçuk-Mekiye Görenç, “Kadın Olmak”, Gündem, 18 Kasım 2013, s.14.
[128] “Çocuk Gelin Sayısı 100 Milyona Dayandı”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2012, s.13.
[129] Bahar Kılıçgedik, “14 Milyon Çocuk Gelin”, Taraf, 31 Mart 2013, s.5.
[130] Burcu Karakaş, “Dünyada Her Yıl 14 Milyon Kız Çocuğu Evlendiriliyor!”, Milliyet, 12 Şubat 2013, s.15.
[131] “181 Kilometrelik Boşanma Dayağı!”, Milliyet, 6 Nisan 2014, s.14.
[132] “Vahşi Cinayetin Bahanesi Bekaret”, Evrensel, 10 Temmuz 2014, s.3.
[133] Koray Yılmazdemir, “Engelli Kadına Dayak”, Milliyet, 2 Mayıs 2012, s.3.
[134] “İstanbul’da Her Gün Taciz”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2013, s.18.
[135] “Türk Erkeği ‘Bekâret’ Kadını ise Zekâ İstiyor”, Milliyet, 8 Eylül 2012, s.6.
[136] Burcu Ünal, “Milli Gelirde de Kadının Adı Yok!”, Milliyet, 6 Eylül 2014, s.23.
[137] “Cinsiyet Uçurumu”, Hürriyet, 23 Mayıs 2014, s.19.
[138] “Cinsiyet Eşitliğinde Türkiye 125’inci”, Cumhuriyet, 29 Ekim 2014, s.36.
[139] “Aile İçi Şiddette ‘Mosmor’ Olduk”, Hürriyet, 1 Mayıs 2013, s.6.
[140] Adil Gür, “Evli Her İki Kadından Biri Şiddete Uğramış”, Milliyet, 8 Mart 2012, s.19.
[141] “5 Yılda 802 Kadın Aile İçi Şiddet Sonucu Öldü”, ntvmsnbc, 25 Kasım 2013… http://www.ntvmsnbc.com/id/25481763/
[142] Burcu Karakaş, “Günde 22 Tecavüz Suçu İşleniyor”, Milliyet, 31 Mayıs 2013, s.3.
[143] Yüksel Işık, “Cinsiyetçi Uygulamaya Son”, Radikal, 8 Mart 2012, s.19.
[144] Karl Marx.
[145] Güray Öz, “NASA Dünyaya Döndü”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2014, s.7.
[146] Meral Tamer, “Nobelli Pachauri ile Küresel Isınma İçin Nafile Arayışlar”, Milliyet, 22 Mayıs 2013, s.10.
[147] “Dönülmez Felaketlerin Kıyısında”, Taraf, 4 Kasım 2014, s.16.
[148] “Felaketin 5 İşareti”, Milliyet, 7 Ocak 2013, s.6.
[149] “Küresel Isınmada Ürküten Rekor”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2014, s.20.
[150] “Kuzey Kutbu’nda Korkutan Tablo”, Hürriyet, 26 Eylül 2014, s.6.
[151] Ergin Yıldızoğlu, “Kiminki Daha Büyük?”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2013, s.6.
[152] Fehim Genç, “Küresel Düzen Nereye Koşuyor?-Felaket Kapıda!”, Milliyet, 24 Mart 2013, s.14.
[153] “Susuzluk Daha Çok Savaş Çıkarır”, Gündem, 11 Eylül 2013, s.16.
[154] Özlem Güvemli, “Susuzluk Tehlikesi Kapıda”, Cumhuriyet, 22 Mart 2013, s.9.
[155] M. Utku Şentürk, “Suya Dair Birkaç Söz…”, Günlük, 23 Mart 2011, s.11.
[156] Mithat Yurdakul, “Suyun Bedelini Kurul Belirleyecek”, Milliyet, 2 Ağustos 2014, s.13.
[157] “2030’da Susuz Kalabiliriz”, Milliyet, 3 Aralık 2013, s.15.
[158] Serkan Ocak, “Susuz Hayata Hazır mısınız?”, Radikal, 23 Mart 2013, s.6-7.
[159] “Öldüren Hava Kirliliği: 7 Milyon İnsanın Katili”, Cumhuriyet, 27 Mart 2014, s.18.
[160] Abdullah Aysu, “Hava Kirliliği”, Gündem, 20 Haziran 2014, s.4.
[161] “Avrupa’yı Duman Sarmış”, Birgün, 16 Mart 2013, s.16.
[162] “Kirlilik Türkiye’nin Markası Oldu”, Gündem, 27 Mart 2013, s.16.
[163] “Hava Kirliliği Bir Yılda 75 Bin Kişiyi Öldürdü”, Milliyet, 12 Mart 2013, s.26.
[164] Ernesto Che Guevara
[165] Meral Tamer, “Fukuyama: ‘Tarihin Sonu’ Gelmedi; Jeopolitik Geri Döndü”, Milliyet, 18 Mayıs 2014, s.8.
[166] Ender İmrek, “Dünyayı Sosyalizm Kurtaracak”, Evrensel… http://www.hocvanhabergazetesi.com/?Syf=26&Syz=381920&/ENDER-%C4%B0MREK:D%C3%BCnyay%C4%B1-sosyalizm-kurtaracak
[167] “Problem tanımlayıcı eğitim, devrimci geleceği olmaktır. Bu nedenle kehanet niteliğindedir. Bu niteliğiyle umut doludur. Bu bakımdan insanın doğasına karşılık düşer.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı, Ayrıntı Yay., 2013, s.61.)
[168] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yay., çev: Yavuz Aloğan, 2006, s.787-88.
[169] Güray Öz, “Tarih Sıkıştırıyor”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2014, s.7.
[170] Nâzım Hikmet.
[171] “Ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır.
Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır.
Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir.” (V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Çev: Vahap Erdoğdu, Sol Yay., 1976, (Marksizm ve Ayaklanma-RSDİP(B)'nin Merkez Komitesine Bir Mektup), s.398-405.)
[172] V. İ. Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 444, 2014.
Yorumlar