“Nehirlerin dinlediği seslerdik” [2] Sizlere, siz kardeşlerime Onlardan söz ederken, heyecandan dilim damağım kuruyor. Omuzlarımda d...
“Nehirlerin dinlediği seslerdik”[2]
Sizlere, siz kardeşlerime Onlardan söz ederken, heyecandan dilim damağım kuruyor. Omuzlarımda devasa bir sorumluluğun ağırlığını duyumsuyorum…
Ne demeli? Nereden başlamalı?
Öncelikle onlarınki, anlatmaktan çok yaşanan, yani kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir aşktı…
“Aşk” dedim: Bilen bilir! Kaz Dağları’nda bir ‘Hasan Boğuldu’ efsanesi vardır. Hasan, bir Yörük kızına gönül düşürür. Önüne bir şart koyar bey. Tuz dolu çuvalı dağın tepesine kadar çıkarırsa... Hasan yola koyulur. Hava o kadar sıcaktır ki, tuzla ter birleşince Hasan’ın sırtında derinliği kemiklerine ulaşan yaralar açılır. Terledikçe yakar tuz. Yaktıkça yara büyür, derinleşir. Hasan’ın aklı ne yarada, ne acıda. Aşık olduğu kadında. Sarp kayalık dağlarda yol araya araya inatla yürür…
Böyle bir aşktı Onlarınki; hani Cemal Süreya’nın dizelerinde,
“bölücü bir aşk/ ekmeği suyu bölüyor/ günde üç öğün
hain bir aşk bu/ sizin eve hırsız girer/ onunkine polis
yaşadışı bir aşk bu/ evlenmeyi hiç mi hiç düşünmüyor/
soyguncu bir aşk bu/ en sıradan ezgilerden/ şiirler devşiriyor
kökü dışarda bir aşk bu/ Dante ile Beatrice’inkine/fena öyküünüyor
işgalci bir aşk bu/ samanlık sevişenin diyor.../ başka şey demiyor...” diye betimlediği türden…
Sadece aşk mı? Elbette değil; tutkulu, vazgeçmeyen, yol gösteren yaşayan bir tarihtir Onlar…
Tarih, kimilerinin düşündüğü gibi çizginin başında bir ok, dümdüz, ileriye doğru gitmez. Yani toplumlar kaçınılmaz olarak bir noktadan başlayıp daha iyi, daha güzel, daha ileri bir noktaya ulaşmazlar yıllar geçtikçe. Velhasıl ilerleme ve kalkınma topyekûn bir havuçtur habire elinizi uzattığınızda elinizden kayıp duran. İlle de bir ok varsa helezonlar yapar, geriye döner, fasit daireler oluşturur, şaka gibi fiyonklar çizer. Velhasıl bir ip yumağı hâlinde durur tarih, ille de somut bir şeye benzeteceksek.
Siz de artık siyasi meşrebinize göre bir ipin ucundan tutup çekersiniz. Siyasi meşrebi olmadığını iddia edecek kadar siyasiler de bulunur tarihçiler arasında. Bu arkadaşlar o nebze siyasidirler ki müesses nizamın statükosunu savunmak uğruna kendi yaptıkları tarihin tarafsız ve bilimsel olduğunu savunurlar en bildik ezberlerle. Velhasıl tarafsızlık adı altında, kendi gizli taraflarının adı olur “bilimsel, tarafsız tarih.” Bu tarihçi “galip gelenle duygudaştır” Walter Benjamin’in ifadesiyle…
Söz konusu duygudaşlık hep galip gelenin, o çağda galip olanın işine yaramıştır. İşte böylelikle tarih en az herhangi bir bilim dalı kadar politiktir. Ve bugüne dair yapıp ettiklerimizi meşrulaştırmanın bir aracı olduğu kadar geleceğe dair tasavvurlarımızın da geçmişte bir dip taramasıdır. Dün mümkün olan bugün ve yarın da mümkündür demenin entrikalı bir yoludur velhasıl. Geçmişten bir anı alır, parlatır, üstüne ışık düşürür, işte! dersiniz. Seçtiğiniz an sizin tarafgirliğinizin sebebi ve sonucudur bir çeşit.
Bunun için de “Geçmişi tarihsel olarak kurmak” der Walter Benjamin “Onu gerçekten olmuş olduğu gibi tanımak” değil, “Tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.”[3]
Evet, evet “Haksızlığın envaını gördük... Bu mu kanun?/ En gamlı sefaletlere düştük... Bu mu devlet?/ Devletse de, kanunsa da artık yeter olsun;/ Yeter olsun bu deni [alçak] zulm ü cehalet” diyen Tevfik Fikret’in dizelerinde betimlenen zorlu günlerin tehlikeleri, tehditleri arasında parlayıveren, yol gösteren anıdır Onlar…
Onlar bir manifesto, bir çığır, bir isyandır; hani Nihat Behram’ın, “son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak/ söylenecek son söz kahramanca olmalıdır,” dizelerindeki üzere…
Kolay mı? Aşkla, tutkuyla, bilinçle “Uğruna ölüme gidilen şey kendini karanlıkta bir ışık gibi hissettirir.”
Bu da şimdilerde varlığına şiddetle ihtiyaç duyulanlardandır; Sunay Akın’ın dizelerinde işaret ettiği gibi:
“gece ışıklar arasında koşmaktır devrim/ ateş böceklerini/ yakalamak isteyen çocukların/ peşine takılır gün gelir/ yanıp sönen mavi ışıkları/ polis arabalarının
kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında
kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç Deniz Gezmiş...”
DENİZ GEZMİŞ
Onlardan birisi, avukatlarından Orhan İzzet Kök’ün, “Her zaman umutluydular,” diye tarif ettiği Deniz’di…
Erzurumlu bir ailenin, İlköğretim Müfettişi Cemil Gezmiş ve İlkokul Öğretmeni Mukaddes Gezmiş’in, ikinci çocukları olarak 28 Şubat 1947’de Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğmuş ve 1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmişti…
1.91 boyunda esmer bir delikanlıydı, ‘Sarı Gelin’ türküsünü, ‘Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nu çok severdi.
En çok da Nâzım Hikmet’ten şu dizeleri terennüm ederdi:
“delikanlım!/ iyi bak yıldızlara,/ onları belki bir daha göremezsin./ belki bir daha/ yıldızların ışığında/ kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin.
delikanlım!/ senin kafanın içi/ yıldızlı karanlıklar/ kadar/ güzel, korkunç, kudretli ve iyidir./ yıldızlar ve senin kafan/ kâinatın en mükemmel şeyidir.
delikanlım!/ sen ki, ya bir köşe başında/ kan sızarak kaşından/ gebereceksin,/ ya da bir darağacında can vereceksin./ iyi bak yıldızlara/ onları göremezsin belki bir daha... ”
O; “Mare Nostrum”du… Yani Bizim Deniz’di…
“Acıyorsam sana anam avradım olsun, ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” dizeleriyle en iyi Can Baba’nın anlattığıydı…
Adanmışlığın en güzel örneğiydi.
Özlenen sol yanımızdı…
70’in sonbaharında ODTÜ’ye geldiğinde Deniz Gezmiş’in söylediklerini hatırlayın:
“Bütün Türkiye’ye sıkıyönetim gelecek, herkesi cezaevine dolduracaklar. Orada herkesin bir koğuşu olacak, her eğilimin bir koğuşu olacak. ”
O zamanki adlara bağlı olarak, “Kırmızı Aydınlık koğuşu, Beyaz Aydınlık koğuşu, sendikacılar koğuşu... Ziyaretçiler tavuk getirecek, onlar, bu tavukları nasıl alacaklarını tartışacaklar. ”
Birisi: “Peki ya biz ne yapacağız, ” diye sorunca Deniz, “Biz öleceğiz oğlum” der, “Çünkü biz dövüşeceğiz. Ve esas oportünizm nasıl bir şeydir, mücadele nasıl bir şeydir, devrimcilik nasıl bir şeydir onu o zaman herkes görecek. ”
Yüzü eyleme dönük, “11 Tez”ci bir komünistti; THKO’luydu…[4]
Kararlılığın, gözüpekliğin en çok yakıştıklarındandır!
Aklın, direnişin, haklılığın simgesiydi...
Yürekliydi; devrimciydi; liderdi; pervasızdı ama asla acımasız olmadı…
“Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına. Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Sonra avukatlarıma döneceğim.
‘Sizler de, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin,’ diyeceğim. ‘Bir devrimci ölüme böyle gider işte. Bayram yerine gider gibi,” diyendi…
Mahpusluğunda duvarlarında Nâzım Hikmet ’in “Hapiste Yatacaklara Öğütler”ini nakşetmişti: “dünyadan,/ memleketinden,/ insandan umudun kesik değil diye,/ ipe çekilmeyip de,/ atılırsan içeriye,/ yatarsan on yıl, on beş yıl,/ daha yatacağından başka,/ sallansaydım ipin ucunda,/ bir bayrak gibi keşke,/ demeyeceksin,/ yaşamakta ayak direyeceksin. ”
Nihayet, idam taburesini tekmeleyen devrimci gerillaydı.
İdamdan söz ederken hatırlatalım: “Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam edildiği 6 Mayıs 1972 gecesinin gazeteci tanığı Burhan Dodanlı, 40 yıl sakladığı idam yaftalarını Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ne bağışladı. Eski Anadolu Ajansı muhabiri Dodanlı, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın infazdan sonra 15 dakika daha yaşamaya devam ettiğin, Deniz Gezmiş’in ise tam 52 dakika yaşadığını söyledi”!
Kendisini gözaltında tutan erlerin bile yüzüne bakamayıp, “Abi” dediği insandır; “kahramanlık efsanesi”dir.
Ölüme giderken bile başı dimdikti…
Öldürülerek ölümsüzleştirilendir…
Yani “Düşüncelere kurşun işlemez” sözünün doğruluğunu kanıtlayanlardandı.
“Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizin de bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler,” diyen ve alâmeti farikası devrim olan bir isyancıydı…
“Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok,”[5] diyen Deniz Gezmiş, devletin boy hedefine dönüşenlerden birisiydi ve MİT Raporu’nda, “Elebaşı Bir Serseri” diye anılırdı…
12 Mart Muhtırası’ndan 14 ay önce yapılan MGK’da, MİT Müsteşarı Fuat Doğu, dönemin Cumhurbaşkanı Sunay ve Başbakan Demirel’e “Yurt güvenliğini dıştan ve içten tehdit eden olaylar” konusunda brifing verdi. Doğu, Deniz Gezmiş için “toplum içinde türemiş olan elebaşı serseriler” derken sözlerini şöyle noktalıyordu: “Artık demokrasimizin disiplinini sağlayacak frenleri sıkmamızın zamanı gelmiştir.”
Milli Güvenlik Kurulu’na sunduğu brifingte o dönemin gençlik liderlerinden, idam edilerek cezalandırılan Deniz Gezmiş için Fuat Doğu’nun söyledikleri ise son derece çarpıcı: “Toplum içinde türemiş olan elebaşı serseri...”
Bu konudaki tam ifadesi şöyle Doğu’nun: “Deniz Gezmiş gibi toplum içinde türemiş olan elebaşı serseriler her türlü anarşik hareketleri teşvik, tahrik ve yürüttükleri hâlde mahkemeler tarafından suçlu görünmüyor.”[6]
Ucuz sol aktörlerin, Kemalist zihniyetteki ucuz aydınların “göstermelik” olarak Deniz Gezmiş hayranlığı yapmalarının veya “Atatürkçü Sosyalist” zırvalarının hiçbir karşılığı yoktur.
Deniz Gezmiş’i, Mustafa Yalçıner’in ifadesiyle, “Ya nostalji düzeyinde algılar, öyle ele alırsınız. Kendinize anlamlar yükler, ‘neydim ben’ demenin iticiliğinin farkında olarak, ‘biz’i ‘ben’ yerine kullanıp ‘neydik biz’ diye böbürlenirsiniz. 68 ‘örgütleri’ kurar, yuvarlanıp gidersiniz. Tabii ki sadece ‘yuvarlanmazsınız’. Güncel çıkarınız neyse ona uygun davranır, kendi duygu ve düşüncelerinizi Deniz’e, Deniz’lere mal edersiniz.
Sanki ‘Yaşasın Marksizm-Leninizm’in Yüce İdeolojisi’ diye haykırmamış gibi son sözlerinde... Kemalist yaparsınız Deniz’i... Eline Türk bayrağı verirsiniz. Kürt düşmanlığınızın hizmetine koşmaya uğraşır, milliyetçi hasletlerle donatır, Deniz’i tanınmaz kılarsınız. Sosyalist özlemlerini de yele verip, demokrat olmaktan bile çıkarmaya yeltenirsiniz Deniz’i. Sanki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adlı bir örgüt kurmamış, sanki orduya karşı ordu ilan edip NATO ordusu olanına silah çekmemiş gibi... Anlı şanlı generallerini ‘yurtsever’ sayarken Deniz’in adını anmaya kalkarsınız. Bir yandan Veli Küçük’le el ele gönül gönüleyken Deniz’in adını ağzına alma olanağı varmış gibi... Kendinizi ve başkalarını Perinçek’in ‘arkadaşım’ türü tevatürleriyle avutursunuz.”
Ya da Nihat Doğan’ın, “Deniz Gezmiş’in bayrağı artık biz sağcılarda”(!?) zırvalarıyla uğraşırsınız!
Deniz Gezmiş hakkında atıp tutmayı marifet sayanlara, hatta bunu özel bir meşgale hâline getirenlere verilecek bir “yanıt” ise “yok”tur, “gereksiz”dir...
Bilindiği üzere “Meyve veren ağaç taşlanır”; “İt ürür kervan yürür”...
O en güzel yanıtı(nı) 24 yıllık ömrüne sığdırdığı kahramanlıkla vermişti.
Genç ölmek, hem de kendi tuzu gayet de kuruyken, öyle herkesin yapabileceği, yapmayı bırakın anlayabileceği bir şey değildi.
Deniz Gezmiş’i ve onun gibi kahramanları anlayabilmek için, şu dünyaya azıcık farklı gözle bakmak gerekir.
Özetin özeti cesaret insanıdır O. “Kısa” ama yoğun ömürlü devrimci Deniz Gezmiş çatışmışt, silahlı mücadeleyi de her seferinde savunmuş, bu şekilde mücadele etmiş ve baharı örgütleyenlerden olmuştur!
Asım Bezirci’nin “Çağımızın Pir Sultan’ı Deniz Gezmiş’tir,” betimlemesine layık görülen O; 1969’da öldürülen Taylan Özgür’ün yoldaşıydı…
Hiç birimizin gösteremediği cesareti gösterip, savundukları uğruna ölüme korkusuzca giden Deniz Gezmiş’in düşleri vardı; düşmanları da…
O ölmedi; asıldı ve asıldığından beri de hâlâ Deniz Gezmiş’ler ortaya çıkıyor, katlediliyor, öldürülüyor...
Kolay mı kardeşi Bora Gezmiş’in, “Düşünsenize, Filistin’e çarpışmaya bile üç bavul dolusu kitapla gidiyorlar,”[7] diye betimlediği gelenektendir; Hakkâri’ye kardeşlik köprüsü kurandır…
Son nefesine kadar yılmayan ve pişman olmayandır; başkaldırmanın, direnmenin, vazgeçmemenin sembolüdür…
Ona göre, “Devrimcilik demek halk dalkavukluğu demek değildir. Her şeyden önce devrimcilerin görevi halkın önünde gitmek, halkın gerçek özlemleri için mücadele etmektir. Halk için düzen değişikliği isteyen gençliğe halk karşıdır gibi saçma bir iddiayla Kanlı Pazarları görmezlikten gelen ve gerçek devrimciyi yobazlıkla suçlamaya kalkışan tatlısu devrimciliğine özenmiş politikacı, aslında tutucu güçler koalisyonunun usta propagandalarının esiri olmaktadır. Politikacı, ‘halk kızar’ diye, halk düşmanlarının uşaklığını yapmaktadır. Değirmenköy, Elmalı, Göllüce köyleri, davalarını desteklediğimiz bu topraksız köylüler bize hiç kızmadı, aksine gençliği bağrına bastı. Demir Döküm işçileri de öyle yaptı. Devrimci gençliği halkçı görünüp, egemen sınıflara göz kırpan tatlısu devrimcisi politikacı anlamaz ama işçi ve köylü anlar. Devrimci gençlik de onlara dalkavukluk etmez, gerçek kurtuluş yolunda onlarla birlikte mücadele eder. Hem egemen sınıflara göz kırpan oy goygoyculuğu, hem devrimcilik olmaz”dı...
Evet, evet Deniz Gezmiş bir kıvılcımdır; yangın olmuştur. Çünkü o yıllar yangın yıllarıdır.
6 Mayıs şafağında göçenlerin hatırlattığı “Geçmiş gelecektir... ”
Daim düşlerinin peşinde koşan, sabırsızlık zamanının güzel çocukları
“Ölümden öte köy mü var mı” diyenlerdi...
“Ölümüne özgürlük,” deyip diyetini bir an dahi duraksamadan ödeyen Ksantos’lulara benzerdi.
Bilindiği gibi Anadolu uygarlıklarından Likya antik şehir devletlerinden oluşuyordu. Bu şehir devletlerinden Ksantos diğerlerinden daha farklıydı; yıllarca saldırıya uğramış en çok istila edilen şehirdi.
M. Ö 545 yılında Pers Kralı Harpagos, Anadolu’yu baştanbaşa geçerek Likya’ya dek uzanır. Birçok kenti çok güçlü olmayan direnmelerden sonra alır ve Ksantos önlerine gelir. Ksantos’un bir avuç halkı güçlü Pers ordusuna karşı ciddi bir direnmeyle karşı koyar. Haftalar, aylar sürer kuşatma ama Ksantos teslim olmaz.
Geçen zaman içinde aç ve susuz kalan Ksantos halkı meclisini toplar ve eli silah tutmayanların ve tüm hayvanların, kölelerin öldürülmesini, geriye kalanların da surların dışına çıkarak Pers ordusuyla savaşarak ölmesini kararlaştırırlar.
Herodot’un ifadesiyle sayıları azdı ama çok şerefli işler yaptılar ve sonunda galip gelemeyeceklerini anlayınca surların içine çekildiler. Karılarını, çocuklarını, mallarını ve kölelerini yakıp kül etmişlerdir. Daha sonra korkunç yeminler ederek düşman üzerine atılmışlar ve savaşarak ölmüşlerdir.
Ksantoslular kadınlarının, çocuklarının, atların, ineklerin, evlerin mi hesabını yaptılar. Topraklarını mı vermekten çekindiler. Hepsine koca bir “Hayır”… Bağımsızlıklarını vermediler. Ölümüne özgürlük dediler.
Demem o ki, her insanın içinde bir Deniz vardır; kimi zaman durgun kimi zaman dalgalı; ama asla ve hiçbir zaman yılgın değil!
HÜSEYİN İNAN
1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Bozhüyük köyünde doğup, 23 yaşında idam edilen Hüseyin İnan yani “Dede”, zekâsı ve soğukkanlılığı ile davanın beyniydi…
ODTÜ stadyumundaki devrim yazısını yazan dört öğrenciden biriydi.
İlk ve orta okulu Sarız’da, liseyi Kayseri’de okudu.
1966’da ODTÜ İdari Bilimler Bölümü’ne kayıt oldu. Sosyalist Fikir Klubü (SFK) ve bu derneğin bağlı olduğu DEV-GENÇ’e üye oldu. Bu arada TİP’e de katılarak, bu partinin etkinliklerinde yer aldı.
Aynı dönemde, gerek İstanbul ve Ankara, gerek İzmir ve diğer yörelerde anti-emperyalist eylemlere katıldı; ABD 6. Filo’suna yönelik eylem ve mitinglerin içinde bulundu. Toprak işgalleri, kırsal yörelerdeki etkinlikler gibi eylemlere katıldı.
1966-67 öğretim yılında, gerçekleşen ODTÜ hazırlık boykotunun örgütlenmesine önderlik etti. Hüseyin İnan, 1968’de, TİP ve daha sonra MDD içindeki ayrılıklarda, giderek belirginleşen gizli ve dar örgüt fikri doğrultusunda çekirdek bir grup oluşturup, kır gerillası yoluyla anti-emperyalist mücadele verme düşüncesini geliştirmeye çalıştı.
Ankara, özellikle ODTÜ kökenli olan ve temelini İnan’ın attığı grup, daha sonra THKO’nun çekirdek kadrosunu oluşturacaktı. aynı yıl İdari Bilimler Fakültesi’nden çıkartılan Hüseyin İnan, ODTÜ yurtlarında kalmaya devam etti. 14 Ekim 1969’da, grubun önemli bir kesimiyle birlikte Suriye üzerinden Ürdün’e, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nün asıl gücünü oluşturan El Fetih kamplarına gitti. FKÖ’nün yanında İsrail’e karşı savaştı. İsrail içlerindeki karakol baskınlarında bizzat yer aldı. Şubat 1970’de Türkiye’ye geri döndüğünde, Diyarbakır-Antep yolunda bir otobüste yakalandı. Diyarbakır’da devam eden yargılama sonunda, Ekim 1970’de tahliye oldu.
Hüseyin İnan Ankara’ya döndüğünde kafasındaki kır gerillası fikri iyice berraklaşmıştı. Benzeri düşünceler taşıyan ve aynı eylem çizgisini benimseyen, başlarında Deniz Gezmiş’in yer aldığı İstanbul grubuyla biraraya gelerek THKO’yu kurdu.
İnan, kitle hareketleri içinde hemen hiç tanınmayan biri olmakla birlikte, örgütleyici niteliği, insanlarla ilişki kurma becerisi ve kararlılığıyla grup içinde sivrilmişti. Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin’in de yer aldığı THKO’nun tartışmasız lideri hâline geldi. Daha sonra, yaygınlaşan silahlı eylemlere önderlik etmekle kalmadı, bütün eylemlerin içerisinde bizzat içerisinde yer aldı.
29 Aralık 1970’de, DEV-GENÇ üyelerinden İlker Mansuroğlu’nun öldürülmesi üzerine, THKO’nun örgüt olarak kendini ortaya koyduğu Kavaklıdere polis karakolun kurşunlanması, 1 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek şubesi soygunu, Amerikan askeri tesislerinin basılarak bir Amerikalı’nın kaçırılması ve daha sonra dört Amerikalı’nın kaçırılması eylemlerinde gösterdiği gözüpek tavrı ve kararlılığıyla THKO’nun varlığında büyük etken oldu.
24 Mart 1971’de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde yakalandı. Dayısının evinde Mehmet Nakipoğlu ile uyurken, aile meclisi toplanmış, babaya anneye telefon açılmış ve teslim edildiği taktirde cezasının hafifleyeceği inancıyla polise haber verme kararı alınmıştır. Hiçbir şeyden haberi olmayan Hüseyin İnan uyandığı zaman bütün akrabaları evin içindedir ve polis evin her tarafını sarmıştır. Evin içindeki akrabalarının ağlamalarına teslim ol yoksa vuracaklar sizi demelerine rağmen kaçmak istemiş yine de bir akraba kadının “Beni çiğne öyle geç.. ” feryadına dayanamayarak teslim olmuştur.
Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’la Ankara 1. Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından 9 Kasım 1971’de idama mahkûm oldu. Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş’le birlikte 6 mayıs 1972’de idam edildi.
İdam sırasını bekleyen Hüseyin İnan son bir sözü olup olmadığını soran görevliye donuk bir şekilde bakar. Ayağındaki ayakkabıları işaret eder ve konuşur: “Babam yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. Ayakkabımı bile giyemeden beni apar topar buraya getirdiler. Babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. Onlara hediyem olsun. ”
YUSUF ASLAN
Tuncer Sümer’in, “Yusuf, az konuşur ama arı gibi çalışırdı. Dürüst, açık sözlü, mangal gibi bir yüreğe sahipti,”[8] diye betimlediği O; THKO kurucusu ve önderlerindendi; dünya tatlısı bir devrimci…
Gemerek’te vurulup yakalandıktan sonra hastanede kaçmaması için yatağa prangalanan, ateşler içinde yanarken hiç bir tedavi yapılmayan devrimciydi…
1947 yılında Yozgat’ın bir köyünde doğan Yusuf Aslan, 1966’da ODTÜ’ye girdi. Bir yıla kalmadan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün üyesi oldu, DEV-GENÇ’de çalışmaya başladı.
Önce hazırlık okulunda, sonra da mühendislik fakültesinde patlak veren boykotların ve hemen ardından ODTÜ işgalinin önde gelen örgütçülerinden oldu. İlk yargılandığı eylem, CIA ajanı, Amerikan büyükelçisi Commer’in arabasının yakılmasıydı.
1969 yılında arkadaşlarıyla birlikte Filistin’e gitti.
Aşık Veysel’in, “uzun inci bir yoldayım/ gidiyorum gündüz gece/ bilmiyorum ne hâldayım/ gidiyorum gündüz gece”si, sık sık terennüm ettiği, en sevdiği türküydü.
Asılmadan önceki gün, kapatıldığı hücrede, sürekli bu türküyü söylemişti.
Darağacında can verdiğinde ODTÜ fizik 2. sınıfta öğrenim görmekte olan devrimci.
İdamından önceki “son sözleri”: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için, bir defa, şerefimle ölüyorum. Sizler, bizi asanlar, şerefsizliğinizle hergün öleceksiniz!
Bizler halkımızın hizmetindeyiz; sizler Amerika’nın hizmetindesiniz.
Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!” idi…
Erdal Öz’ün ‘Gülünün Solduğu Akşam’ kitabında babası Beşir Aslan, “Cenazelerin yanına götürdüler. Gusülhanedeydiler. Tabutların içindeydiler. Üç ayrı odacığa konmuştu tabutlar. Gösterilen odacığa girdim. Tabut bir masanın üzerindeydi. Kapağı açıktı. Üç tabutun üçü de kapaksızdı. Ben yalnızca Yusuf’umu gördüm. Arka üstü yatıyordu. Ayağında botları vardı. Haki kadife pantolon. Üzerinde de gri bir hırka. Yüzü sararmıştı. Tutamadım kendimi, ağladım, öptüm, okşadım. Boğazında urganın siyah izi vardı. Boğazının altı şişmişti. Dokundum: taş gibiydi,” diye anlatır infazdan sonra oğlunu…
Katledildiği güne dek aslan gibi yaşayıp, nasıl yaşanacağını öğretmişti herkese…
NURHAK = SİNAN CEMGİL
Yaşar Kemal’in özellikle ‘İnce Memed’ serisinde sayfalarca süren betimlemelerinden biri “mor dağlardır” ya hani... “Dağ mor olur mu hiç?” diye soranların akşamüstü güneş batarken Elbistan’ın sırtını dayadığı Nurhak Dağı’nı görmesi gerekir.
“Nurhak sana güneş doğmaz/ uçan kuşlar yuva kurmaz” denilen orası, Celali İsyanları’nda Türkmenleri saklayan, kollayan dağ idi…
Metin Demirtaş’ın, “Bizim de halkımız vardır Che Guevara/ Unutulmuş uzak tarlalar yalazında/ Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun/ Bütün ulusların halkları gibi/ Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan/ Bizim de halkımız vardır Che Guevara…” dizeleri terennüm edilerek O dağa gidildi…
Sonra da 31 Mayıs 1971’de, orada Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan’ı katlettiler. Hacı Tonak ile ağır yaralanan Mustafa Yalçıner ele geçirildi.
THKO’nun Gölbaşı’ndaki diğer iki ismi, Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan da yakalanmıştır... Hedefleri, ABD radar üssüydü..
Sinan Cemgil, 12 Mart darbesi öncesindeki devrimci gençlik önderlerinden biri ve THKO’nun kurucularındandır.
Kardeşleriyle Nurhak’ta toprağa düşen gerilla, halk kahramanı, angaje entelektüel, isyancı bir figürdü...
‘Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ocak-2005 nüshasındaki yazısında Murat Belge, Sinan Cemgil’i “Tanıdığı tek Don Quixote” olarak nitelendirmişti.
İtalyan Liseli’ydi. ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğrencisiydi. Commer’in arabasını ateşe veren atkının sahibi. O konuşurken tıka basa dolu ODTÜ Mimarlık Amfisi’nde çıt çıkmazdı.
Bir konuşmasındaki şu sözleri hâlâ belleklerdedir:
“Bir devrimci kardeşimiz polis kurşunu ile kahpece öldürülmüştür. Devrimci şehitlerin matemini tutacak zamanımız yoktur. Devrimcilerin postunu ucuza satmayacağız. Gün gelecek Türkiye’nin bağımsızlığı ve kurtuluşu için gerekirse hepimiz vurulacağız. Bunlar bizi korkutmuyor, üzmüyor ancak kinimiz bileniyor. Taylan Özgür’ün ardından matem tutmayacağız, mersiyeler düzmeyeceğiz. O, 24 saatini devrime adamış bir kişiydi. Yapılacak çok işlerimiz vardır, ikinci kurtuluş savaşının ilk kurşunlanan devrimcilerinden sonra bizler de düşebiliriz, bunu korku değil varacağımız şerefli bir nokta olarak kabul ediyoruz. Taylan, Kommer’in arabasını yakarak devrim için ilk kıvılcımı atmıştı. Bu kıvılcım devam ettirilecektir. Türkiye’de CIA artık bir adam temizleme kampanyası açmıştır. Yılmıyoruz, Korkmuyoruz.”[9]
“Hoca” lakabı en çok ona yakışırdı ve rivayet odur ki, ODTÜ’lülerin birbirlerine “Hocam” deme adeti Onunla başlamıştı…
ODTÜ’deki öğrencilik yıllarında Amerikalı öğretim görevlisinin kendilerine “Kaç yıldır ODTÜ’de eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz!” diyerek çıkışması üzerine, “Biz ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik. Yankee go home! Bu da bize yeter...” cevabını verdi…
Oysa ailesinin verdiği elit eğitim sayesinde İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca bilmekteydi. Ezbere Dante’den şiirler okuyacak kadar entelektüeldi.
Teorik alt yapısının dışında bir de müthiş bir hatipti.
Sinan’ın hiç dilinden düşürmediği dizeler, “ölüm buyruğunu uyguladılar/ mavi dağ dumanını/ ve uyur uyanık seher yelini/ kanlara buladılar/ sonra oracıkta tüfek çattılar/ koynumuzu usul usul yoklayıp/ aradılar/ didik didik ettiler/ kirmanşah dokuması al kuşağımı/ tespihimi tabakamı alıp gittiler/ hepsi de armağandı,” şiirindendi Ahmed Arif’in…
Hiç görmediği oğlunun adı Taylan idi. Köylülerin ihbarıyla yakalanmıştı...
Babası Adnan Cemgil, Sinan Cemgil öldürüldüğünde, oradaki köylülere alttakileri söylemiştir:
“Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.”
Annesi Nazife Hanım, naaşı almaya geldiğinde köylülere o meşhur konuşmayı yaptı: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. ”
O ve yoldaşları öldükleriyle kalmadılar.
NİHAYET!
Onlar ve Mahir’den İbrahim ve Mazlum Doğan’a tüm kardeşleri, hepimize Dostoyevsky’nin, ‘Karamazov Kardeşler’ kitabında, Alyosha Karamazov’a söylettiği, “Biz hepimiz diğerlerine karşı sorumluyuz - fakat ben ötekilerden daha da sorumluyum,” sözünü anımsatırlar…
Onlara, bizlere öğrettikleri için minnet ve şükran borçluyuz.
Onlar ve fedakârlıkları sayesinde ütopyalarımız hâlâ canlı, isyan ateşi harlı.
Hatırlayın “Ütopya ‘ufuk’a benzer,” demiş Latin yazar Eduardo Galeano:
“- Sen iki adım atarsın, ufuk sanki on adım uzaklaşır.
- O zaman ne işe yarar ütopya, diye sormuşlar, cevap vermiş:
- İlerlemeye...”
Kim ne derse desin, yenilgilerimize, içinden geçilmekte olan zor günlere rağmen ilerliyoruz…
Hayır, sosyalizm uzakta değil; çünkü ‘Beynelmilel Filmi’ndeki ifadeyle “Sosyalizm nedir ki? Sosyalizm, incir zamanı incir yenmesidir, Ama herkesin yemesidir!”
Çünkü sosyalizm, Xatê Ana’nın (Demet Akbağ), ‘Hükümet Kadın Filmi’nde repliktir:
“Öğretmen:
-Diyelim 2 ineğin var.
Sosyalizm 2 ineğini de alır, ondan süt üretir, sana verir.
Komünizm sendeki 2 ineğin 1 tanesini alır başkasına verir. Böylece eşit olursunuz...
Faşizm ise, sendeki 2 ineği de alır, sana süt satar.”
Nihayet “Sosyalizm,/ devirmek dağları elbirliğiyle,/ ama elimizin öz biçimini/ öz sıcaklığını yitirmeden.
Yahut,/ mesela,/ sevgilimizin bizden ne şan,/ ne para,/ vefadan başka bir şey beklemeyişi.
Sosyalizm,/ yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
yahut,/ mesela/ - bu seni ilgilendirmez henüz
- esefsiz,/ güvenle,/ emniyetle,/ gölgeli bir bahçeye girer gibi/ girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,/ çocukların,/ ama bütün çocukların,/ kırmızı elmalar gibi gülüşü”dür Nâzım Hikmet’in dizelerindeki üzere…
Onlar bize, sosyalizmin mümkün olduğunu hatırlattılar, hatırlatıyorlar da hâlâ…
Yeter ki V. İ. Lenin’in işaret ettiği gibi, “Sadece boş zamanlarınızı değil, tüm zamanınızı devrim için harcayın”…
Yeter ki Plato’nun, “Wêrekî, li hemberî talûkeyê de bikaranîna aqil û jîrîyê ye/ Cesaret, tehlike anında akıl ve zekânın kullanılmasıdır,” uyarısını göz ardı etmeyin…
Yeter ki Behice Boran’ın, “Kurtuluş mücadele ile sağlanır, boyun eğerek değil. Kurtuluş tek tek olmayacaktır. Hep birlikte kurtulacağız. Hep birlikte mücadele edeceğiz. Hep birlikte kazanacağız. Selam olsun Türkiye’nin ve dünyanın aydınlık geleceğine” sözlerini unutmayalım, unutturmayalım…
17 Mayıs 2013 20:12:12, Ankara.
N O T L A R
[1] 19 Mayıs 2013 tarihinde Lauda Alevi Kültür Merkezi’ndeki (Almanya) ‘Devrim Şehitlerini Anma” etkinliğinde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:7, No:242, 23 Ekim 2013…
[3] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yay., 3. baskı, 1993, s.41.
[4] “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) ilk kuruluş örgütlenmesi Filistin’e gidiş ile başlamıştır. İlk kuruluş hazırlıkları Ankara’da sürerken, gelen haber üzerine Filistin’e gitmek üzere aralarında benim de olduğum 7 kişi yola çıktık. Diğer 6 kişi ile Gaziantep’te buluştuk ve Türkiye-Suriye sınırını izleyen demiryolunda trenden atlayarak Suriye topraklarına girdik. Halep ve Şam üzerinden Ürdün’ün Amman kentinde El Fetih’in o zamanki siyasi lideri Ebu Cihad ile görüştük. Amman yakınlarındaki Zarka Eğitim Kampı’nda kültür-fizik ve silah eğitimi gördük. İki ay süren eğitimin arkasından ünlü Gor Çukurluğu’nda, Şeria nehrinin yakınlarındaki Şûne kasabasında boş bir eve, ‘kaide’ dedikleri kampa yerleştirildik. Burada İsrail’in askeri mevzilerine vur-kaç baskınlarına katıldık. İki aylık süre içerisinde ben 6, Mustafa Yalçıner 7, Alpaslan Özdoğan 8 baskına katıldık. İlk örgütsel yapımız ve ideolojik çalışmaları Şune’deki bu kampta oluşturuldu. Örgütlenmemiz ise dönüşümüzde yakalanıp yattığımız Diyarbakır Cezaevi’nde şekillendi.” (A. Tuncer Sümer, Devrim-Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun Kuruluşu ve Kısa Mücadele Öyküsü, Evrim Kitap., 2012.)
[5] Erdal Öz, Deniz Gezmiş Anlatıyor, Cem Yayınları, 1976.
[6] Oktay Pirim - Süha Arabacıoğlu, “12 Mart’ın Gizli Tarihi - ‘Frenleri Sıkma Zamanı Geldi’…”, Milliyet, 3 Mart 2013, s.24.
[7] Esra Açıkgöz, “41 Yıl Geçti Onlar Hiç Unutulmadı”, Cumhuriyet Pazar, No:1415, 5 Mayıs 2013, s.2.
[8] Gamze Akdemir, “A. Tuncer Sümer: Ezilen ve Sömürülenlerin Yanında Olduklarını İlan Ettiler”, Cumhuriyet Kitap, No:1198, 31 Ocak 2013, s.10-11.
[9] Turhan Feyizoğlu, Sinan: Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa /Nurhak’ta Bir Şafaka Vakti, Ozan Yay., 5. baskı, 2007.
Yorumlar