SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Belirleyici olan, her zaman...
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Belirleyici olan,
her zaman nereye bakıldığı değil,
nereden bakıldığıdır.”[1]
“Kuzey Kürdistan’da Kürd şehirleri Türk ordusu tarafından yakılıp yıkılıyor, siviller katlediliyor. Çatışmalı bu durumun sonucu sizce ne olabilir? Nasıl durdurulabilir? Bütün yaşanılan bu olayların ışığında, sizce Kürd siyasetinin mevcut stratejisi ne olmalı? Yaşanılanlar bir strateji değişikliği ihtiyacını ortaya çıkarıyor mu?” sorularına verilecek ilk yanıt; “barış” deyince “Gotin sar bû/ Söz soğudu” olabilir.
Evet, ne yazıktır ki “barış” sözcüğünün (ve de gerçeğinin) kirletildiği verili koordinatlarda “barış” deyince söylenebilecek bu!
“Hayır” bu “barış”tan vazgeçip, “umut kestiğimiz anlamına falan gelmiyor…
* * * * *
Biz radikal sosyalistler için sözcüklerin; ama yalnızca sözcüklerin değil, kavramların en güzellerindendir, vazgeçilmezindendir barış. Ezilenlerin, gövdesi silah tüccarlarının kârlarına yakıt edilen milyonların özlemidir, ütopyasıdır…
Ancak kavramlar arasında da en hızlı kirletilebilenlerinden birisidir. Çünkü ikircimlidir. Adına en korkunç savaşlar çıkartılmış, en iğrenç katliamlar gerçekleştirilegelmiştir. Dünyanın en kudretli silahları, “barışı sağlamak” için imal edilmiştir. Ülkeler, ülkeleri “barış adına” işgal eder, yenenler yenilenleri “barışı sağlamak” için katleder…
Bu nedenle Eduardo Galeano’nun, “Özgür olan tek şey fiyatlar. Bizim topraklarımızda Adam Smith’in Mussolini’ye ihtiyacı var. Yatırım özgürlüğü, fiyat özgürlüğü, kambiyo özgürlüğü: Piyasalar ne kadar özgürse, insanlar o kadar tutsak. Küçük bir kesimin refahı geri kalan insanları lanetliyor. Masum bir serveti bilen var mı? Kriz zamanlarında liberaller muhafazakâr, muhafazakârlar ise faşist olmuyorlar mı? Kişilerin ve ülkelerin katilleri kimlerin emrinde görevlerini yerine getiriyorlar?”[2] diye betimlediği kapitalist coğrafyalarda “barış” dediğimizde, ikinci solukta şu soruların yanıtını aramak durumundayız: “Hangi barış, nasıl bir barış?” Bu ülkede son yıllarda yaşananlar bir savaşı “barış”la sonlandırmanın zorunlu birkaç koşulunu anımsamayı zorunlu kılıyor:
Bir barıştan söz edebilmek için öncelikle taraflar arasındaki savaş realitesi kabul edilmelidir. Eğer bir taraf diğerini “taraf” olarak değil de “terörist”, “yıkıcı”, “bölücü” vb. kriminalize edici terimlerle tanımlıyorsa, olasıdır ki çatışmalar sona erdiğindeki niyeti “barış” değil, bastırma, yok etme, etkisiz hâle getirme vb’dir.
İkinci olarak, barış, denkler arasında sağlandığında “gerçek”tir. Yenen-yenilen denklemi üzerine kurulan bir barış, barış değil, bastırma, teslim alma, işgal etme, denetim altına alma, ilhak… Ya da kuvvet dengesizliğine dayalı herhangi bir ilişki biçimidir. Bir taraf “son terörist yok edilene dek” diye bastırıyorsa örneğin, onun isteği barış değil, karşısındakini tam teslim alma, boyun eğdirme, iradesini yok etmedir…
Üçüncü olarak da son zamanlarda “barış süreci” olarak tanımlanagelen müzakereler süreci, tarafların resmî ve tanınmış temsilcilerinin yer aldığı, tarafsız gözlemcilerin bulunduğu, kamuya açık, şeffaf bir ortamda gerçekleştirilmeli, her aşamada kamuoyu bilgilendirilmelidir. Taraflardan birinin istihbarat görevlilerinin diğer tarafın tutsak durumdaki lideriyle cezaevi koşullarında yürüttüğü gizli-kapaklı görüşmeler, “barış süreci”yle ikame edilemez…
Bunlara baktığımızda, Kürtlerle dümeninde AKP’nin yer aldığı T.“C” arasındaki salınımlı, gel-gitli sürecin gerçek bir “barış”la sonlanacağını beklemek safdillik olacaktır. Çünkü Kürt hareketini bir taraf/muhatap kabul etmek, T.“C” açısından bir “kendini inkâr”, bizatihî “raison d’etat’nın imhası” anlamına gelir. T.“C” AKP iktidarı eliyle Kürtlere verebileceğinin azamîsini vermiştir: anadilde konuşma hakkı, Kürtçe isimler, seçmeli ders, Kürtçe yayın vb… Bundan ötesini, burjuva cumhuriyeti tahayyül dahi edemez: etmeye kalkıştığı takdirde Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında zar-zor bir araya getirilmiş, adına “Türk” denilen Laz, Çerkes, Türkmen, Kürt, Arap, Boşnak, Arnavut vb. karışımını bir arada tutmanın olanaksız hâle geleceğinin bilincindedir çünkü. Yani bu, T.“C” açısından bir “güç” sorunundan çok, bir “varlık/yokluk” sorunudur…
Kürtler açısından ABD-AB-Rusya vb. herhangi bir “dış” gücün T.“C”yi Kürtleri bir siyasal kendilik olarak tanımaya “ikna” etmesini beklemenin de bir safdillik olduğu, son dönemlerde yeterince açığa çıkmıştır, sanırız. “Dış” güçlerin Türkiye’den beklentileri tükenmiş değildir; tükeneceğini beklemek de anlamsıza yatırım yapmaktır: uluslararası ilişkiler, hele ki bu neo-liberal kör ve çılgın rekabet çağında “ilkeler”e değil, pragmatik hesaplara dayanmaktadır. IŞİD’e karşı PYD’yi destekleyen ABD’nin “Suriye’de özerk bir Kürt oluşumunu tanımayacağı”nı ilan etmesi, bu pragmatizmin dumanı üzerinde göstergesidir.
* * * * *
Bu işin bir yanı; ötekine yani uluslararası ilişkiler düzlemine gelince; biz hâlâ V. İ. Lenin’in, “Yek ji rêyên xapandina çîna karkeran jî bangeşeya pasîfîzm û dirûşmên razber ên aştîyê ye. Di bin kapîtalîzmê de, bi taybetî di asta wê ya emperyalîst de, çêbûna şeran jênerevîne. Aştîyeke ji alîyê emperyalîstan ve bê biryar dan, dibe ku tenê dema bêhnvedaneke pêşya şerek nû be. Tenê têkoşîna girseyek şoreşger ya li himber şer û emperyalîzma şer dihilberîne dikare aştîya rast pêkbîne. Heta ku çendşoreş çênebe, qaşo aştîyeke demokratîk utopya ya çîna navîn e/ İşçi sınıfını aldatma yollarından biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır. Kapitalizm altında, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşların olması kaçınılmazdır. Emperyalistler tarafından kararlaştırılacak bir barış, ancak yeni bir savaştan önceki soluklanma dönemi olabilir. Yalnızca savaşa ve savaşı üreten emperyalizme karşı devrimci bir kitle mücadelesi, gerçek barışı sağlayabilir. Bir dizi devrim olmaksızın, sözde demokratik barış bir orta sınıf ütopyasıdır,” tespitinin yaşamsal önemde olduğu kanaatindeyiz.
İş bu nedenle de içinde hâlâ debelendiğimiz koordinatlarda, “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal hâline getirir - ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en “ideal” demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. Bankalara el koymaksızın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, tüm emekçi halk yığınlarını, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köylüleri, saflarını ve güçlerini demokratik bir biçimde örgütlemeleri ve devlet işlerine katılmaları için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz.”[3]
Bizim “barış” dediğimiz şey; işte tam da böylesine bir “demokrasi mücadelesi”yle mümkündür. Ne daha az ne de daha çok…
* * * * *
Karl Marx’ın, “Tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkarabilir,”[4] saptamasıyla betimlenmesi gereken AKP patentli “eski(meyen)/ yeni Türkiye”de en çok gereksinilen, çözümün “olmazsa olmazı” özgürlük, tümüyle tedavülden kaldırılmıştır.
Bu da D. Miznet’in, “Azadî wek avê ye; tunebûna wê welatekê zûwa dike/ Özgürlük su gibidir; yokluğu bir ülkeyi çoraklaştırır,” diye tarif ettiği hâldir.
“Barış”, “diyalog”, “müzakere”, “çözüm masası” vs… her neyse bu hâlden bağımsız ele alınamazken; meselenin de özgürlüğe (ve kaçınılmaz biçimde de eşitliğe) mündemiç olduğu “es” geçilemez!
Devletle “diyalog” mu deniyor?
Yapılması gereken ilk şey: Devletin ne olduğunu “amasız, fakatsız” ortaya koymaktır!
Bu konuda, “Devletin egemenlik biçimleri değişebilir: Sermaye, iktidarını, sahip olduğu bir biçimde şu yolda, bir başka biçimde bu yolda ortaya koyar -ama esas olarak, ister oy hakkı ya da öteki haklar olsun ya da olmasın, ya da ister cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet olsun ya da olmasın, iktidar sermayenin ellerindedir- aslında ne denli demokratik olursa, kapitalizmin yönetimi o denli kaba ve o denli vurdumduymaz olur. Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiç bir demokratik cumhuriyet, hiç bir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez,” der V. İ. Lenin, 11 Temmuz 1919 tarihinde Sverdlov Üniversitesi’nde verdiği bir derste…
Yapılması gereken ikinci şey: Diyalogun ne olduğunu“eğip, bükmeden” kavramaktır!
“Diyalog, insanlar arasındaki yüzleşmedir ve dünyayı adlandırmak için dünya aracılığıyla yaşanır. Bu nedenle dünyayı adlandırmak isteyenlerle bu adlandırmayı istemeyenler arasında - öteki insanlara kendi sözlerini söyleme hakkını tanımayanlarla bu hakları ellerinden alınmış olanlar arasında- diyalog oluşamaz. Temel hak olan kendi sözünü söyleme hakkı inkâr edilmiş insanlar, ilk önce bu hakkı yeniden kazanmalı ve bu insandışılaştırıcı ihlâlin sürmesini önlemelidirler,”[5] der Paulo Freire…
Yapılması gereken üçüncü şey de: Politika sözcüğünün “ikili oyun” anlamına geldiğini unutmamaktır!
Sürdürülemez kapitalizmin bu oyununa ilişkin, “Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür. İnsanlar nesnelerin hizmetindedir,” der Eduardo Galeano…
“Yasal” veya “hukuki” denen her şeyin, “eski(meyen)/ yeni Türkiye”de, bu üçlü saç ayağı üzerinde yükseldiği asla unutulmamalıdır.
Neyzen Tevfik’in, “Stran dîsa ew stran e, di sazan de têl guherî,/ Kulm dîsa ew kulm e, hebe tenê dest guhêrî/ Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,/ Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti,” sözcüğüyle betimlenen “eski(meyen)/ yeni Türkiye”de bir zamanlar Nazi Almanyası’nın başındakiler gibi, “Biz hukuk devletiyiz” deseler de, “hukuk(suzluk)ları”na sığınarak cürümlerini “yasal”(?) kılıyorlar. Hatırlatalım; köle sahibi ve köle olmak da hukukiydi! ABD’nin Irak’ı işgali de hukukiydi! Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmasının yasak olması hukuki! Meclis kararıyla Deniz Gezmiş’lerin, Erdal Eren’lerin devlet tarafından katledilmeleri de hukukiydi! Nükleer santrallar inşa edilsin diye antlaşmalar imzalamak da hukuki!
Bu “hukuk(suzluk)la”, neyin diyalogu söz konusu olabilir? Veya “barış”ı bunun neresine koyabilirsiniz?!
Bilin ki devlet adına konuşanlar, “Biz hukuk devletiyiz” deyip, “barış”tan söz etseler de; bu hemen angaje olunmaması yani kayd-ı ihtiyatla ele alınması bir hâldir.[6]
* * * * *
Mesela KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın, “Bazıları bize ‘savaşı durdurun’ çağrısı yapıyor. Bu bir şey ifade etmiyor. Bu savaş bir sonuçtur, buna yol açan nedenler var. Bu nedenleri ortadan kaldırmadan herhangi bir savaşı durdurma pek bir sonuç yaratmaz. Yeniden bizim ateşkes yapmamızın herhangi bir anlamı yoktur,”[7] saptaması da böylesi bir kayd-ı ihtiyat hâline denk düşüyor.
Tıpkı PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan’ın, “Eğer orduyu daha fazla ileri sürerlerse ve katliam geliştirirlerse bu, ateşe körükle gitmektir; o zaman biz de yeni kararlara gideriz. Eğer onlar Demokratik Özerkliği tümden reddeder ve bunu isteyenleri yok etmeye kalkışırlarsa biz de ayrılmayı düşünürüz,”[8] sözlerindeki gibi…
Ancak Claude Bernard’ın, “Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz,” saptamasının (“radikal demokrat”!) HDP’si için bir kayd-ı ihtiyattan değil; “Barış için tek yol AKP’yi durdurmak,”[9] diyen bir vazgeçişten söz edebiliriz.
Cemal Şerik’in, “1 Kasım AKP için hüsran olacak”;[10] Cemil Bayık’ın, “Gül ve Arınç ile demokratik bir paydaşlık kurabiliriz,”[11] minvalindeki abartılarıyla karakterize olan söz konusu hâl, öyle gözüküyor ki, HDP’nin programında yer alan “radikal demokrasi”ye denk düşmektedir. Ucu-bucağı, sınırları belirsiz, her seferinde konjonktüre uygun biçimde yeniden düzenlenecek, muğlak bir kendiliğe…
Mesela uğruna hendekler kazılıp, barikatlar kurulan “özyönetim” konusunda Demokratik Bölgeler Partisi Eşbaşkanı Kamuran Yüksek şunları diyebiliyor:
“CHP, Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartnamesi’ni önermişti. Biz bu öneriyi önemsiyoruz, çünkü bu durum bizim taleplerimizi tam anlamıyla kapsamasa da mevcut duruma göre bir adım ötede bir uygulamadır. Bunu biraz daha genişletmek gerekecek ama o sonraki aşama. Ya kent düzeyinde ya da bölge düzeyinde özerkliklere dönüşebilir. Bu gerçekleştiğinde, İzmir’de, İstanbul’da, Konya’da da yerel özerkliğin ne kadar faydalı bir şey olduğu görülecektir.”[12]
Eğer “özyönetim” buysa sorulmaz mı, bunca insan niye öldü diye?!
* * * * *
“Boş beklentiler”in ne “barış”a ne de bu özlemle mücadele edenlere katacağı bir şey olmadığına ilişkin yığınla (“Keşke yaşanmasaydı” denilen!) deneye sahipken; artık liberallerin kale alınmaması “olmazsa olmaz”!
O liberallerden birisi de, “Çözüme dönebilmekten”[13] söz edip, “… “Oral barikatın neresindesin?’ diye soran arkadaşıma” notuyla şunları ekleyen Oral Çalışlar:
“O şehirleri biliyorum, o insanları tanıyorum, seviyorum ve saygı duyuyorum. Barikatlar yokken, çözüm sürecinin rüzgârıyla, gelecekten umutluydular. Barikat, onlara bir şey kazandırmadı. Bizim uzaklardan kolay kolay anlayamayacağımız bir acının içindeler… Devletin ya da örgütün baskısından uzak, özgür, hak ve hukukun tanındığı bir hayat kurmalarını arzu ediyorum.
Belki çoğunuza gerçekçi görünmese de, daha iyimser ve yapıcı olmaya çalışabilir, yeni yollar zorlayabilir, yeni fikirler üretebiliriz. Bu birikim ve bu deneyimle, farklı bir perspektif arayabiliriz. Hızla ilerleyen bu yıkıma ve hızla derinleşen bu umutsuzluğa inat, yeni bir şeyler denemek gerekiyor.”[14]
Hemen belirtelim: Bunca laf eden Oral Çalışlar, boş konuşuyor! Olmayan “yeni şeyler” yalanına sarılırken, Kuzeybatı Kürdistan’da “özgür ve hukukun tanındığı bir hayat”ın, mevcut T. “C”. Koşullarında nasıl mümkün olabileceği sorusunun üzerinden atlıyor; ve bu “radikal demokrasi” yalanı da sadece egemenlere yarıyor; bize değil!
* * * * *
El hak; “radikal demokrasi” bir modelidir.
Biz bu modelin, gündemimizdeki acil soru(n)lardan, radikal sosyalistlerin tarihsel hedeflerine uzanan yelpazedeki meselelere çözüm olabileceğine inanmadık, inanmıyoruz da.
Bunun nedeni, sürdürülemez kapitalist gerçektir.
Kanım odur ki, içinden geçtiğimiz III. Büyük Bunalım koşullarında sürdürülemez kapitalist ekonomi-politikanın aşılmasına ne “radikal demokrasi” (HDP) ne de “öz yönetim” (PKK) politikaları çare olamaz, olamıyor da.
Esas mesele bu: Sorunun ortaya konuluş tarzının da, çözümün de müphemliği…
Bu da, olduğunu varsaydığımız “erdemler”i arayan açmazlara kapı açıyor. Örneğin Altan Tan, Dengir Fırat vd’leri ya da İslâm konusundaki illüzyonlar gibi… (Bunlar çoğaltılabilir ama gereksiz!)
Ne mi diyoruz.
Sosyalistlerin artık radikal sosyalist olmaktan ve böylece mücadele etmekten başka bir açarı kalmamıştır.
Buna “imkânsız” diyorsanız; o zaman da bugüne, olana, itiraz ettiğinize dair yapacak bir şey yoktur. Ya da bir diğer deyişle “Gül ve Arınç ile demokratik bir paydaşlık kurabilir”siniz.
Ama unutmayın “paydaşlık”ta ne demokrasi ne de sosyalizme dair hiçbir şey bulamaz ve umamazsınız.
Kimseye bir şey “ciro ediyor” falan değiliz.
Olanı olduğu gibi adlandırıp, herkes kendi yoluna diyor ve ekliyoruz: Kendi yollarımızda ilerlerken; olası her türlü yan yana olabilme, durabilme imkânlarını sonuna değin değerlendirebilmeyiz, ancak…
Ancak… dedik: Yan yana olabilme, durabilme imkânları bir eşitliktir ve “küçüğü”, “büyüğü” olmaz olmaz.
Olmayacak bir diğer şey de, ittifak adı altında “iltihak” meselesidir.
Bu bağlamda HDP’nin bir “Türkiyeli Parti” olmaktan çok, (BDP’li) Kürtler ile kimi Türkiyeli sosyalistlerin karışımından oluşan bir kokteyl denemesi olduğu da “es” geçilmemelidir. Bu “kokteyl denemesi”nde, Türkiyeli sosyalistlerden sınıf mücadelesini es geçip, tümüyle Kürt hareketinin gündemine endekslenmeleri beklenmektedir.
Buraya kadar dediklerimizden saldırı altındaki her şey gibi Kürtlerin ve HDP’nin yanında, onlarla dayanışma içinde olmadığımız sonucu çıkarılmasın. Lakin dayanışma, yanlışlara göz yummak değildir.
Radikal sosyalistlerin, devrimcilerin, başkaldıranların alkışlamak yerine eleştirmeleri daha doğrudur.
Evet “Doğu”da Kürt halkının özgürlük için direnişi, mücadelesi müthiş bir önem taşımaktadır; bundan hiç kuşku yok. Bu isyan, “Batı”daki, emekçilerin eşitlik mücadelesinin önünü açabilecek değerleri içermekte, barındırmakta ve bunları -gerçek bir kardeşleşmenin emekçilerin elinde kurulabileceği- geleceğe taşımaktadır.
Bu değerleri reel-politiker ya da pragmatik kaygılarla gözardı etmek, yok saymak; hiç kuşku yok ki hem “Doğu”daki, hem de Batı’daki “eşitlikçi, toplumsal adalete dayalı” kardeşlik olasılığını bugünden yok etmek olur.
Çünkü ne Batı (yukarıda dile getirilen eleştirilerin de ifade ettiği üzere) arındırılmış, “saf” bir “sınıf sorunu”, ne de Doğu (direnişin eşitsizliği, Kürt toplumunun bütününü harekete geçirebilmedeki yetisizlik - örneğin Diyarbakır’da Dicle mahallesinin Sur’a kayıtsızlığı) sınıfsallıktan soyutlanmış bir “kimlik” sorunudur. Batı çürüme ve “kimlik(sizleşme)”den, Doğu ise “sınıfsal bölünme ve çelişkiler”den malûldür. Dayanışma, bu zaaflarını aşmada önemli bir etken olacaktır.
Biliyoruz, bunlardan söz ettiğimizde, “Siz ne yapıyorsunuz, neredesiz?” sorusuyla karşılaşacağız…
Biz, bu kadarını yapan, yapma gayretinde olanlar olarak, bu kadarız ve buradayız! “Yetersiz” bulunsa da bu hâl(imiz), küçümsenmemelidir. “Yapabilen” kitlesel güçlerin, “eleştiren/sorgulayan” azınlıkları küçümsemesi, görmezden gelmesi, eninde sonunda kendilerini atıllaştırır, etkisizleştirir, nihayetinde yanılgı ve yenilgiye sürükler.
Unutmayın: Hannah Arendt, sayıları az, etkileri sınırlı olsa da faşizme karşı direnen “istisnaları” görmezlikten gelemeyeceğimize işaret eder: “Siyasi bir bakış açısıyla ifade edecek olursak söz konusu (direniş) hikâyeler(i), bu dehşet ortamında insanların çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır.”
Arendt, insanlığa olan umudunu herşeye rağmen korur. “İstisna” olsa da herşeye rağmen direnenlerin, iyi tanıkların varlığı umudunu korumak için yeterli bir nedendir. Üçüncü Reich koşullarını aratmayan “Yeni Türkiye”nin, “Yahudilerinin” Kürtler olacağının açıkça ortaya çıktığı bu günlerde, “herşey” deki acı, kan ve hoyratlığa rağmen umudu koruyarak direnebiliriz, “Batı”da veya “Doğu”da!
Evet Sokrates, “Sorgulanmayan hayat, hayat değildir,” demiştir; doğrudur; sonuna kadar haklıdır.
Bu böyleyse ve Karl Marx’ın deyişiyle, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir”se; artık biraz da “Barış”, “Demokratikleşme”, “Diyalog” vb. önermelerine (ve bunların tarihine) kafa yorup, sorgulamak gerekmiyor mu?
Çünkü unutulmaması gerektiği üzere: Her devrim bir değişikliktir fakat her değişiklik devrim değildir. Devrim mücadelesi reform mücadelesini kapsar, ilerletir; ancak reformizm devrimcilik değildir. Evet devrim mücadelesi reform mücadelesini kapsar, ilerletir ve nihayete erdirir.
Devrim her şeyin bir çırpıda olması, akşamdan sabaha tüm düzenin değişmesi demek değildir; evrimi dışlamaz, kapsar ve aşar. Devrimciler toplumsal dönüşümün uzun bir süreç olduğunu herkesten daha iyi bilirlerken; toplumsal altüst oluşun, yani binlerce yıllık sınıflı toplum pisliğinin bir çırpıda ortadan kalkmasını savundukları için değil, eski toplumun pisliğiyle radikal, köklü ve uzlaşmaz bir kopuşu savundukları için “reformlar yetmez, devrim şarttır” derler!
Devrimi bir azınlığın yapmasını savunmak ne kadar yanlışsa, devrimi salt sayısal çoğunluğa indirgemek ve işçi sınıfının kendi eseri olacağına göre, sınıfın tamamının ya da tamamına yakınının hep beraber yapacağını söylemek de bir o kadar yanlıştır.
Tamamlanamayan her devrimin sonu, trajik bir likidasyonken; eskiyi silme işidir devrim; ekonomi-politik bir olgudur; nihai kertede tamamen insanla alâkâlıdır.
HDP de dahil, “barış”çıların temel sorunu, Kürt meselesi hariç, “insanla alâkâlı” soru(n)lara gereken önemi verememesindedir.
“Çıkış”ta “insanla alâkâlı” soru(n)ları eksen alan sınıf mücadelesindedir ki, bu noktada anımsanması gereken Edip Cansever’in, “Duyuyor musun?/ İnsanın insandan aldığı bütün yaraların merhemi/ İnsandadır diyorum sana,” dizelerindeki tutumdur.
* * * * *
Hayır! V. İ. Lenin tarafından “Kî wekhevîya netewan û zimanan nasnake û neparêze, kî li himber her cûre zext an newekhevîyên netewî şer neke ew ne Marksîst e/ Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa o Marksist değildir,” biçiminde formüle edilen görev(ler)imize sırt dönmemiz mümkün değildir!
Kürt meselesinin, ya büyük bir toplumsal adalet mücadelesiyle ya da bağımsız birleşik Kürdistan yönelimiyle çözüleceğinin altını çizen; bu iki seçeneğin de birbirleriyle ilintili olduğundan ve “ara çözüm”ün mümkün olmadığını açık açık beyan eden radikal sosyalistler olarak, Kürt halkının kendi yazgısını belirleme hakkı, komünistler için tartışma ve eleştiri dışıdır. İmha savaşına karşı Kürt halkının yanında olmak her daim görev(ler)imizdir.
Ancak bunun böyle olmasın, yani gündem ortaklığı; görüş ve tutum ortaklığı anlamına gelmez ve gelmiyor da!
Bu çerçevede toplumsal adalet eksenli çözümün barış için savaştan geçtiğinin altını çizerek; Emiliano Zapata’nın, “Eviniz yakılırsa yeniden yapın, tahılınız yakıldıysa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın. Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler. Liderler yok, sadece siz varsınız. Güçlü bir halk, tek güçtür,” biçiminde formüle ettiği ısrar ile Ahmet Erhan’ın, ‘Kalıt’ındaki “Acım, beni bir gün, beni bir gün boğabilir/ Kalırsa bir çığlık benden kardeşler/ Koruyun saklayın onu ne olur,” dizelerini anımsamak yeter de artar bile…
Çünkü Nâzım Hikmet’ce, “Ben yine söylüyorum/ aynı şarkıları/ Döndürmedi rüzgâr beni havadan toprağa/ ben kattım önüme rüzgârı,” diyebilenler için, “Kaybedildi” denilen bugün, çoğunlukla kazanılmış bir gelecektir şu haberin muştuladığı üzere:
‘The Guardian’da yayınlanan Diyarbakır Sur izlenimlerini aktaran Constanze Letsch imzalı haberde, adı Aynur olarak verilen bir ilkokul öğretmeni “Kayıtlı 800 öğrencinin üçte biri okula gelebiliyor. Sınıfımdaki çocuklar, PKK’nin gençlik yapılanmasına sempati duyuyor. Teneffüslerde ‘barikat savunması’ oynuyorlar. Öğrenciler doktor ya da mühendis değil, gerilla savaşçısı olmayı hayal ediyor,” diyor![15]
Bu, her şeyi anlatmıyor mu?
3 Mayıs 2016 12:14:00, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Haziran 2016…
[1] Piere Teilhard de Chardin.
[2] Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.
[3] V. İ. Lenin, “P.Kievski’ye Yanıt”tan, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2014.
[4] Karl Marx, aktaran: Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak, 3. Cilt-Sınamalar-, Evrensel Basım Yayın, 2013, s.115.
[5] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı, Ayrıntı Yay., 2013, s.66.
[6] Kaldı ki bu konuda Serpil Çevikcan gibi, “Devlet, Öcalan-HDP-Kandil irtibatının yeniden canlandırılması konusunda ise mesafeli. Şu ifadeler bu açıdan önemli: ‘Kobanê olaylarında, ‘İmralı devreye girsin’ dediler, girdi ne oldu? İmralı’nın hangi dediğini yaptılar? Türkiye’yi terk etmeleri çağrısına niye uymadılar? İmralı şubat ayında kongreyi toplayın, silah bırakma kararı alın demişti. Önce yapmadılar. Sonra ‘Kandil istemiyor’ dediler. Sonra yazılı olarak istediler, sonra ‘görüşelim’ dediler. Görüştüler ne oldu?’ Tepetaklak olan çözüm sürecinin 1 Kasım’dan sonra, İmralı’yı da merkez alarak hemen diriltilebilmesinin çok zor olduğu ortada,” (Serpil Çevikcan, “İmralı Devreye Girdi de Ne Oldu?”, Milliyet, 14 Kasım 2015, s.20.) liberaller dahi umutsuzdurlar!
[7] “Cemil Bayık: Nedenler Kalkmadan Savaş Bitmez”, Gündem, 26 Nisan 2016, s.7.
[8] “Murat Karayılan: Özerklik Yoksa Birlikte Yaşamak da Yok!”, Gündem, 22 Aralık 2015, s.11.
[9] Meltem Akyol-Fırat Topal, “Selahattin Demirtaş: Barış İçin Tek Yol Var: AKP Durdurulmalı”, Evrensel, 27 Nisan 2016, s.5.
[10] Cemal Şerik, “1 Kasım AKP İçin Hüsran Olacak”, Demokratik Ulus, 27 Ekim-3 Kasım 2015, s.16-17.
[11] “KCK’nin Formülü: Kuzey Suriye Federasyonu!”, Rudaw, 7 Mart 2016… http://rudaw.net/turkish/kurdistan/0703201613
[12] Hüseyin Şimşek, “Demokratik Bölgeler Partisi Eşbaşkanı Kamuran Yüksek: Tehlikede Olan Devletin Birliği Değil, Erdoğan’ın Hayalleri”, Birgün, 28 Mart 2016, s.6.
[13] Oral Çalışlar, “Çözüme Dönebilmek...”, Radikal, 18 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/cozume-donebilmek-1494356/
[14] Oral Çalışlar, “Oral Barikatın Neresindesin?”, Radikal, 8 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/oral-barikatin-neresindesin-1497346/
[15] “Büyüyünce Gerilla Olacaklar”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2016, s.6.
Yorumlar