“Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm Kahramanlıklar okudum tarihte Çağımıza yakışan vakur, sade Davranışınız geliyor aklıma.” [1] ...
“Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma.”[1]
“Üç Fidan”ın 6 Mayıs’ından veya THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) savaşçılarından, 44. yıldaki sonsuzluklarından söz etmek zor olsa da; “olmazsa olmaz”…
Edip Cansever’in, “biz/ aykırıya/ ayrıntıya/ ayrıksıya/ azınlığa tutkunuz...”; Özdemir Asaf’ın, “ben çiçeklileri/ renklileri/ delileri/ bir de delilikleri severim…”; Turgut Uyar’ın, “serseriliğe,/ insanlara,/ toprağa/ meylim var,” dizeleriyle betimlenen Onlar -Anadolu halk geleneğinde 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gecenin- adıyla Hıdrellez’dirler; hani sevenlerin, özlem çekenlerin kavuşma günüdür...
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Acıyı bal eyledik” dizelerindeki 6 Mayıs’ın, Hıdrellez’in devrimcileri, bir yanıyla Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın -tutuklanmasına yol açan!- ‘Horoz’ şiirinde altı çizilen sarsıcı gerçektir:
“Erken öten güzel horoz/ Öt söküp giden gecede bir daha/ inlesin sessizlik/ Korku girsin yüreğine karanlıkta çalanların/… / Öt ki kara dağlar allana/ Yiğitlerin amacına yollana/... / Erken öten horozun başı kesilirmiş/ Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile/ Her çağda her yüzyılda her gün/… / senin altın sesindir getiren ışığımızı/ Öt ki kara dağlar allana/ Aç eller tok tarlalara çullana”…
“Erken öten güzel horoz”ların Mayıs’ı, devrimci hareketin büyük bedeller ödendiği, sayısız devrimcinin dağlarda, meydanlarda düştüğü isyancı, ve tabiatın güneşle kucaklaştığı bereketli ayıdır baharın.
Kürdistan’da Mehmet Karasungur, 1 Mayıs 1977’nin 34 karanfili, Nurhak Dağları’nda Sinan Cemgil ile yoldaşları, Antep’te Haki Karer, Diyarbakır Zindanı’nda ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya Mayıs’ın ölümsüz devrimcileridir, Üç Fidan’ın yanı sıra.
Ulucanlar Cezaevi’nde 6 Mayıs sabahı idam sehpasına çıkan THKO önderi Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın da devrim tarihine önemli bir miras bıraktığı tarihin tanığıdır Mayıs ayı…
Mayıs ayı devrimci hareket açısından 1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başına uzanan bir kırılmanın ürünüyken; 68 kuşağı, Cumhuriyet’in Osmanlıdan miras aldığı “devlet baba” biatını yıkarak, günümüze uzanan devrimciliğin zeminini de oluşturdu.
“Üç Fidan”ın idam sehpasında haykırdığı son sözleri mücadelenin geleceğine ışık tutup, kavgayı daha ileri boyutlara taşıdı; Sabahattin Ali’nin, “Mayıs’ta gönlüm delidir,” dizelerindeki üzere!
Deniz’in, 70’li yıllarda hâlâ teorik bir tartışma konusu olan Kürt halkından ilk defa, idam sehpasında bir ulus olarak söz etmesi ileriki yıllarda, Kürt ulusunun varlığının kamuoyunda tartışılmasının önünü açtı. Deniz’in “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” sözleri Kemalist çevreler tarafından “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” cümlesiyle değiştirilmek istense de, Deniz’in muradı olan Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesi “Üç Fidan”ı sahiplenen herkes tarafından günümüzde yürütülmesine engel olamadı.[2]
Hıdırellez’di; gülün solduğu akşamdı ve 6 Mayıs sabahı öylece çekip gittiler.
“Gün gelir öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek!” diyen Deniz, Yusuf, Hüseyin bir Hıdırellez gecesi, böyle örgütlediler baharı; alçaklık tarihine inat…
Üç Fidan gitmiş, üç bin ormana dönmüştü; “bak işte yaklaşıyor fırtına/ bak yine yükseliyor dalgalar/ yıllardan sonra/ yollardan sonra/ şarkılar söylüyor çocuklar/ yıllardan sonra/ yollardan sonra/ yeniden yan yana onlar/ ne geçmiş tükendi/ ne yarınlar/ hayat yeniler bizleri/ geçse de yolumuz bozkırlardan/ Denizlere çıkar sokaklar,” dedirterek Murathan Mungan’ca…
Onlar Karşıyaka’nın üç gülü yani Denizgülü, Yusufgülü, Hüseyingülüdürler; bir an dahi unutulmayanlardır.
Bir başka dünyanın insanı olmaları yanında; Pir Sultan, Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ile başlayan kıyımların devamı; kıyamların da sürdürücüleridirler; aşk, isyan, kardeşlik, özgürlük adına…
İş bu nedenle Mayıs ayı hareket, bereket ve hüznün isyana dönüştü(rüldü)ğü aydır Nâzım Hikmet’in dizelerindeki üzere:
“ölenler dövüşerek öldüler;/ güneşe gömüldüler./ vaktimiz yok onların matemini tutmaya!/ akın var akın/ güneşe akın/ güneşi zaptedeceğiz/ güneşin zaptı yakın!”
I) KARŞIYAKA’NIN HÜSEYİNGÜLÜ
Karşıyaka’nın Hüseyingülü, zekâsı ve soğukkanlılığıyla maruftu.
“Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home,” diyen Sinan Cemgil (Hoca)[3] ile birlikte THKO’nun en önemli teorisyenlerindendi.
68’li Mehmet Hakkı Yazıcı’nın ifadesiyle, “THKO isim olarak kendini ifade etmese de ilişkiler bakımından kendi yapısını kurmuştu. Biz biliyorduk. Deniz Gezmiş ODTÜ’de yurtlarda kalıyor, kitle çalışmasının dışında kalıp farklı faaliyetler yürütüyorlardı. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan hepsi ODTÜ’deydi ve belki de Deniz kendini en çok ODTÜ’de ifade etme olanağı bulabilmişti.
Deniz Gezmiş ayrımsız tüm devrimci gençler için efsaneydi. Mimarlık Amfisi’nde yaptığımız toplantılara gelir uzaktan bakardı. Deniz gelmiş, diye fısıltı başlardı hemen. Ama kitle çalışması içinde yoktu Deniz. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan o dönem içerisinde çok donanımlı insanlardı.”[4]
Evet THKO’nun temel taşlarındandı; öne çıkmamakla birlikte davanın beyniydi; ODTÜ stadyumundaki “Devrim” yazısını yazan dört öğrenciden biriydi Hüseyin İnan.
Atilla İlhan’ın, “bir yangın ormanından püskürmüş genç bir fidandı./ güneşten ışık yontardı, sert adamdı,” dizelerindeki Hüseyin İnan çok okur, düşünür ve az konuşurdu. Hareketin “gizli” öncüsü odur. Boşa konuşmazdı. İnsanlarla olağanüstü iletişim yeteneğine sahipti. Herkes ona inanırdı. Eylemleriyle kanıtlar düşüncelerini; sakin bir bilgeydi.
“Politik mücadele yöntemlerinin en üst düzeyine şiddet politikası ve şiddet politikasının temel yöntem olduğu politik mücadeleye de silahlı mücadele diyoruz,” diyen Hüseyin İnan Alevî kökenliydi; aynı zamanda dede soyundandı; takma adı da “Dede”ydi.
“Suçsuzluğumuz, ezilmişliğimiz kadar meşru, alın terimiz kadar kutsaldır. Tek suçumuz geri kalmış bir ülkenin çocukları olmamız ve emperyalizmin ne olduğunu bilmemizdir… 150 saatten fazla işkenceye tabi tutulduk,” diyen O; İki ay yirmi üç günün sonunda idam cezası verilen bir davanın “sanığı”ydı!
1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Bozhüyük köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu Sarız’da, liseyi Kayseri’de okudu.
1966’da ODTÜ İdari Bilimler Bölümü’ne kayıt oldu. Sosyalist Fikir Kulübü (SFK) ve bu derneğin bağlı olduğu DEV-GENÇ’e üye oldu. Bu arada TİP’e de katılarak, bu partinin etkinliklerinde yer aldı.
Aynı dönemde, gerek İstanbul ve Ankara, gerek İzmir ve diğer yörelerde anti-emperyalist eylemlere katıldı; ABD 6. Filo’suna yönelik eylem ve mitinglerin içinde bulundu. Toprak işgalleri, kırsal yörelerdeki etkinlikler vb’ne katıldı. 1966-67 öğretim yılında, gerçekleşen ODTÜ hazırlık boykotunun örgütlenmesine önderlik etti.
Hüseyin İnan, 1968’de, TİP ve daha sonra MDD içindeki ayrılıklarda, giderek belirginleşen gizli ve dar örgüt fikri doğrultusunda çekirdek bir grup oluşturup, kır gerillası yoluyla anti-emperyalist mücadele verme düşüncesini geliştirmeye çalıştı.
Ankara, özellikle ODTÜ kökenli olan ve temelini İnan’ın attığı grup, daha sonra THKO’nun çekirdek kadrosunu oluşturacaktı.
Aynı yıl İdari Bilimler Fakültesi’nden çıkarılan Hüseyin İnan, ODTÜ yurtlarında kalmaya devam etti. 14 Ekim 1969’da, grubun önemli bir kesimiyle birlikte Suriye üzerinden Ürdün’e, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nün asıl gücünü oluşturan El Fetih kamplarına gitti. Burada FKÖ’nün yanında İsrail’e karşı savaştı. İsrail içlerindeki karakol baskınlarında bizzat yer aldı. Şubat 1970’de Türkiye’ye geri döndüğünde, Diyarbakır-Antep yolunda bir otobüste yakalandı. Diyarbakır’da devam eden yargılama sonunda, Ekim 1970’de tahliye oldu.
Hüseyin İnan Ankara’ya döndüğünde kafasındaki kır gerillası fikri iyice berraklaşmıştı. Benzeri düşünceler taşıyan ve aynı eylem çizgisini benimseyen, başlarında Deniz Gezmiş’in yer aldığı İstanbul grubuyla biraraya gelerek THKO’nun kuruluşunda yer aldı.
İnan, kitle hareketleri içinde hemen hiç tanınmayan biri olmakla birlikte, örgütleyici niteliği, insanlarla ilişki kurma becerisi ve kararlılığıyla grup içinde sivrilmişti. Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin’in de yer aldığı THKO’nun lideri hâline geldi. Daha sonra, yaygınlaşan silahlı eylemlere önderlik etmekle kalmadı, bütün eylemlerin bizzat içerisinde oldu.
29 Aralık 1970’de, DEV-GENÇ üyelerinden İlker Mansuroğlu’nun öldürülmesi üzerine, THKO’nun örgüt olarak kendini ortaya koyduğu Kavaklıdere polis karakolunun kurşunlanması, 1 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi kamulaştırılması, Amerikan askeri tesislerinin basılarak bir Amerikalı’nın kaçırılması ve daha sonra dört Amerikalı’nın kaçırılması eylemlerinde gösterdiği gözüpek tavrı ve kararlılığıyla THKO’nun varlığında büyük etken oldu.
24 Mart 1971’de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde yakalanarak, Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan’la birlikte Ankara 1. Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından 9 Kasım 1971’de idama mahkûm oldu. İdamların önlenmesi için gerek TBMM’de, gerek kamuoyunda ve gerekse örgüt arkadaşları tarafından çeşitli girişimlerde bulunulmasına rağmen idam edildi.
Asılmadan önce yazdığı son mektubunda, “Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil,” demişti.
Hasan Ataol’un, “Gittim Hüseyin’in yanına. ‘Karnın aç mı?’ dedi. Ben de “Açım, epeydir yememişim, açım’ dedim. D şeklinde sucuklar vardı o zamanlar, kendine hazırlamış, ‘İyi, otur ye’ dedi. Ben ne biliyim, sabah öğrendim, o aç yatmış, yememiş. Yani ‘Birlikte yiyelim’ demiyor, ‘Sen ye’ diyor,” biçiminde anlattığı Hüseyin İnan, idam infazından iki gün önce avukatları Orhan İzzet Kök’ten toprak ve tarım reformu ön tedbirler yasa tasarısı ile ilgili doküman isteyip, son anlarına kadar kendisine ulaştırılan gazete kupürlerini okuyup, kenarlarına notlar düşmüştü…
Mektup satırlarındaki metanetini ölümüne az bir zaman kalmışken dahi sürdüren O, son bir sözü olup olmadığını belirten görevliye ayağındaki ayakkabıları işaret ederek, “Babam yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. Ayakkabımı bile giyemeden beni apar topar buraya getirdiler. Babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. Onlara hediyem olsun,” der…
Hüseyin’e beyaz idam gömleği giydirildi.
Hüseyin avukatlarına veda etti ve çevresine dönüp, “Bu mücadele bizimle bitecek mi?” dedi.
Son sözleri ardından, boynunu ilmiğe geçirip, ayağının altındaki tabureyi tekmeleyerek devirdi Hüseyin…
İnce dal bedeni boşluğa düştü; ileri geri sallanıp döndü; Deniz’le, Yusuf’la bir kez daha buluştu; Ankara’da gece 03.00’dü…
II) KARŞIYAKA’NIN YUSUFGÜLÜ
Karşıyaka’nın Yusufgülü; dünya tatlısı, bir devrimciydi.
Cesurdu; gözü karaydı; inançları için yaşamını feda edebilenlerdendi; her daim gülen, her şeyden mutlu olabilenlerdendi.
ODTÜ’de okurken, bir mitingde arkadaşı İbrahim Seven’i döven polislere sille tokat girişecek kadar cüretkârdı.
İlk yargılandığı eylem, CIA ajanı, Amerikan büyükelçisi Commer’in arabasının yakmasıydı.
1969’da arkadaşlarıyla birlikte Filistin’e gitti.
Deniz Gezmiş’in Cihan Alptekin’den sonra en çok sevdiği yoldaşıydı.
“Uzatmalı itin biri, Yusuf’u gaflette vurmuş” türküsündeki O, Deniz’le beraber kırsal alana geçmek için Ankara’yı terk ettikten sonra, Sivas’ın Şarkışla ilçesinde güvenlik güçleri tarafından kasığından vurulmuş, saatlerce kendisiyle ilgilenilmemiş, adeta ölüme terkedilmişti. Neden sonra ameliyata alınmış, ancak daha sonra da o soğukta çıplak bekletildiği için zatürre olmuştu.
İdam öncesindeki mektubunda, “Biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar ve astıranlar ise hergün bin defa ölecekler,” diyen O, Aşık Veysel’in, “uzun ince bir yoldayım/ gidiyorum gündüz gece/ bilmiyorum ne hâldayım/ gidiyorum gündüz gece” türküsünü çok severdi.
Hatta asılmadan önceki gün, kapatıldığı hücrede, sürekli bu türküyü söylemişti.
Ve Ankara’nın 6 Mayıs 1972 gecesi 02.25 asıldı Yusuf Aslan…
III) KARŞIYAKA’NIN DENİZGÜLÜ
Sunay Akın’ın, “kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/ kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç Deniz Gezmiş...”; Can Yücel’in, “en uzun koşuysa elbet/ Türkiye’de de devrim/ o, onun en güzel yüz metresini koştu/ en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.../ en hızlısıydı hepimizin,/ en önce göğüsledi ipi.../ acıyorsam sana anam avradım olsun/ ama aşk olsun sana çocuk,/ aşk olsun”; Nevzat Çelik’in, “pir sultan’ı düşün anne/ şeyh bedrettin’i/ börklüce’yi/ torlak kemal’i düşün anne/ / deniz’i düşün anne / her mayıs şafağında uzun/ uzun döverken darağaçlarını/ ve o şafaktan doğma,” dizelerindeki Karşıyaka’nın Denizgülü, Deniz Gezmiş’i öğretmen babası Cemil Gezmiş şöyle anlatır:
“Her babaya göre, evladı akıllıdır, zekidir. Bana göre Deniz, zeki ve yetenekliydi. Ona düşkündüm ben. Annesi de, her annenin çocuğuna düşkün olduğu kadar düşkündü... Her annenin evladı üzerine titrediği kadar üzerine titrerdi... Severdik oğlumuzu, her anne ve babanın çocuğunu sevdiği kadar. Toramandı oğlum... Dokuz aylıkken yürüdü. İlkokulu birincilikle bitirdi. Teste soktum. Üstün zekâlı olduğu sonucu çıktı. Ağabeyi ve küçük kardeşi ile iyi geçinirdi. Uysaldı... Hayvanları, çocukları çok severdi. Yaşlılara yardım ederdi. Deniz çocukken dersi derste yapar, çok çalışmaz ama çabuk kavrardı. O nedenle de her sene sınıf ve okul birincisi olurdu.”
III.1) YAŞAM ÖYKÜSÜ
1965’ten sonra Türkiye’de gelişen gençlik hareketinin en önemli önderlerinden ve THKO’nun yöneticilerindendi.
Deniz Gezmiş, 27 Şubat 1947’de Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas’ta, liseyi İstanbul’da okudu. Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve dönemin eylemlerinde yerini aldı. 1965’de Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin Üsküdar ilçesine üye oldu.
İlk kez 31 Ağustos 1966’da Ankara’dan İstanbul’a yürüyen Çorum belediyesi temizlik işçilerinin Taksim anıtı’na çelenk koymaları sırasında isçileri destekleyen ve TÜRK-İŞ yöneticilerini protesto eden gösteri sırasında gözaltına alındı.
7 Kasım 1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Ardından 19 Ocak 1967’de Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) binasının yedd-i emine verilmesi sırasında çıkan olaylarda yakalandı ve bir gün sonra iki arkadaşıyla çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
22 Kasım 1967’de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs mitingi sırasında Aşık İhsani ile birlikte ABD bayrağını yaktıkları gerekçesi ile gözaltına alınıp daha sonra serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi’nde birlikte okuduğu arkadaşlarıyla birlikte 30 Ocak 1968’de devrimci hukuklular örgütünü kurdu.
7 Mart 1968’de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen toplantıda konuşan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs’a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Mayıs’ta 6. Filo’yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti.
Öğrenci eylemleri içinde etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nin işgal edilmesinde önderlik etti. İşgal konseyi adına İÜ senatosu ile Baltalimanı’nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer aldı. Öğrenci haklarının elde edilip işgalin sona erdirilmesinde etkili oldu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen 6. Filo’yu protesto eylemlerinde yer alan Gezmiş, 30 Temmuz’da bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül’de serbest bırakıldı.
TİP içinde yoğunlaşarak, ayrılıklara ve tartışmalara yol açan ideolojik sorunlarda milli demokratik devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasında etkili oldu. Ekim 1968’de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Beşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan’la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’ni kurdu. 1 Kasım 1968’de TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı), AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB’ün başlattığı Samsun’dan Ankara’ya ‘Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü düzenledi. Ardından 28 Kasım 1968’de ABD büyükelçisi Kommer’in gelişi sırasında Yeşilköy havaalanında düzenlenen protesto gösterileri nedeniyle tutuklandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı.
İstanbul Üniversitesi’nde sağcı güçlerin 16 Mart 1969’da girişmiş olduğu hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koyan Gezmiş, bu eylemi gerekçe gösterilerek 19 Mart’ta yeniden tutuklanarak 3 Nisan’a kadar hapis yattı. Ardından 31 Mayıs 1969’da İÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerinin, reform tasarısının gerçekleşmemesini protesto için giriştikleri işgale önderlik etti. Üniversitenin kapatılıp, polise teslim edilmesi nedeniyle çıkan çatışmalarda yaralandı. Hakkında gıyabi tutuklama kararı olmasına rağmen hastaneden kaçan Gezmiş, Haziran’ın sonunda Filistin’e gitti. Filistin’e gitmeden önce 23 Haziran 1969’da TMGT’nin topladığı ‘1. Devrimci Milliyetçi Gençlik Kurultayı’na kendisi gibi haklarında tutuklama kararı olan FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ile birlikte bir mücadele programı gönderdi.
Eylül’e kadar Filistin’de gerilla kamplarında kalan Deniz Gezmiş, 1 Eylül 1969’da, 10 Haziran’da “üniversiteyi işgal” ettiği gerekçesiyle Hukuk Fakültesi’nden ihraç edildi. Hakkında tutuklama kararının olduğu bu dönemde gazetecilere gizlendiği yerden demeçler verdi. 23 Eylül 1969’da Hukuk Fakültesi’nde olduğu sırada haber verilen polislerin de fakülteye gelmesi üzerine yakalanan Gezmiş, 25 Kasım’da serbest bırakıldı.
Ancak Yıldız Devlet ve Mühendislik Akademisi’nde Battal Mehetoğlu’nun sağcılarca öldürülmesinden sonra okulda yapılan aramada, ele geçirilen dürbünlü bir tüfeğin Gezmiş’e ait olduğu öne sürülerek hakkında yeniden tutuklama kararı alındı. 20 Aralık 1969’da yakalanan Gezmiş, kendisiyle birlikte tutuklanan Cihan Alptekin’le birlikte 18 Eylül 1970’e kadar tutuklu kaldı.
Bundan sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşarak, mücadelesini değişik alanlarda sürdürdü. Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan’la birlikte THKO’yu kuruluşunda yer aldı.
11 Ocak 1971’de THKO adına Ankara İş Bankası Emek Şubesi’nin soygununu gerçekleştirenler arasında yeraldı. 4 Mart 1971’de dört ABD’li erin Balgat’taki Tuslog Tesisleri’nden kaçırılması eyleminde de bulundu. Kaçırılan erler daha sonra serbest bırakıldı
12 Mart darbesinin ilk günlerinde Yusuf Aslan ile birlikte Sivas’a gitmekte iken motosikletleri bozulur. Bir ihbar sonucu polislerin gelmesi üzerine çıkan çatışmada Yusuf Aslan ile birbirlerini kaybederler. Yaralanan Yusuf Arslan o sırada Deniz Gezmiş ise 16 Mart 1971 salı günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakalandı ve Kayseri’ye getirildi. Buradan Ankara’ya götürüldü ve zamanının içişleri bakanı Haldun Menteşoğlu’nun makamına götürüldü.
Deniz Gezmiş’in parkalı sembol fotoğrafını çeken gazeteci Ergin Konuksever’in ifadesiyle,[6] “Yakalandığının ertesi günü (17 Mart) Ankara’ya, İçişleri Bakanlığı’na getirildi. İki yanında polis vardı. Daha önce de yakalanmıştı. İyi ve güçlü gözüküyordu. İdam edileceği ne bizim ne onun aklına geldi. Ama bakışları veda eder gibiydi. Yeşil parkasının içinde dimdik duruyordu. Konuşmak istedim ama hızla uzaklaştırdılar. Yukarı çıktığında Bakan Haldun Menteşeoğlu’nun yüzüne tükürdü”![7]
Savcı Baki Tuğ tarafından idamları istenen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılanmasına Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi’nde 16 Temmuz 1971 günü başlandı.
Günlerdir bu duruşmaya hazırlanıyorlardı. Mahkemede dimdik duracaklar, savunmalarıyla bir karşı iddianame yazacaklardı.
Altındağ’da 1 No’lu sıkıyönetim mahkemesine çevrilen Askeri Veteriner Okulu binasına bu kararlılıkla geldiler. İkişer ikişer birbirlerine kelepçeli hâldeydiler. Kapıda “Gündoğdu hep uyandık/ siperlere dayandık” diye haykırarak, sloganlar atarak girdiler.
Görevli askerler, susturmak için yumruk ve dipçiklerle sanıklara girişti. Deniz, yüzüne bir yumruk yedi, bir sanığın başı yarıldı. Gerilim had safhadaydı. Duruşma başlayınca yargıç usulen “Mahkemeye itimadınız var mı” diye sordu. Deniz, “Kapısında dipçikle kafa yarılan bir mahkemeye nasıl itimat edelim” diye yanıtladı…[8]
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi, 9 Ekim 1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ı, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını, bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya cebren teşebbüs suçunu” işlediklerini sabit görerek “TCK 146/1 maddesi uyarınca ölüm cezasına” çarptırdı.
Bütün dava, toplam 2 ay 23 günde bitti. Ve son duruşmada kalemler kırıldı: “18 idam!” Deniz’in karara tepkisi, yanındaki Yusuf’a dönüp gülümsemek ve Kahrolsun faşizm” diye haykırmak oldu!
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde idam edildi. İdamları önlemek için aileleri ile büyük mücadele veren ve 5 Mayıs 2011’de yaşamını yitiren Avukat Halit Çelenk, Deniz’in son özlerinin “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın işçiler, köylüler” olduğunu aktardı.[9]
III.2) DENİZ DEYİNCE!
“delikanlım./ iyi bak yıldızlara./ onları belki bir daha göremezsin./ belki bir daha/ yıldızların ışığında kollarını/ ufuklar gibi açıp geremezsin/ delikanlım,/ sen ki, ya bi köşe başında/ kaşından kan sızarak gebereceksin/ ya da bir devrimci gibi darağacında/ can vereceksin,” dizelerini dilinden düşürmeyen Deniz Gezmiş; “yarin yanağından gayrı,/ her yerde her şeyde hep beraber” diyenlerdendi.
Soren Kierkegaard’ın “Yaşam geriye doğru anlaşır, ileriye doğru yaşanır” tezini, yaşamıyla ve bıraktığı gelenekle, anlar üstü bir zamansallıktan kurtarıp, o geleneği sahiplenenlere mal ederek, yaşamı ve kavgayı yüceltenlerdendi…
Filistin halkı için yalandan “efelenmeler”e kalkışmadan, bizzat Filistin’e gidip mücadele eden devrimciydi…
“Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz,” diyen bir başbakanın hükümeti döneminde, birer birer katledilen Taylan Özgür’lerin, Koray Doğan’ların, Mehmet Cantekin’lerin ve daha nice devrimcinin yoldaşıydı…
Devrimci gençlik hareketinin simgelerindendi; isyan ahlâkıydı; Abdullah Gül’ü[10] üniversiteye sokmayan[11] O; devrimci mücadelenin sembol isimlerdendi…
6 Mayıs 1972’den sonra doğan “Deniz”lerin isim babasıydı; her zaman 25 yaşında olandı; yüreğimizin sesiydi; vicdanımızdı…
Esprili bir kişiliği vardı;[12] direnişin en ön safındaydı; ölüme tereddütsüz, onuruyla yürüyendi; boyun eğmeyendi; bir rüzgârdı ve iş bu nedenle de adı isyan tarihine alınteri ve kanla yazılmıştı…
Özetle -sosyolojik değerlendirmelerde- “idol” kelimesinin tam karşılığıydı; O, siyasi düşüncelerini benimsemeyenlerin bile hayranlığına mazhar olmuştu.
Deniz kadar engindi, coşkundu; yüreklerden hiç çıkmayan bir imgeydi; kocaman umutların bir insanda özetiydi...
Fedakârdı; ahlâktı; bilinçtir; inandıkları için gözünü kırpmadan ölümü kucakladı.
“Yaşam, yaşamı tekmeleyebilmektir,” diyenlerdendi; lûgatında korku yazmayandı; idam gününden sadece bir önce, 5 Mayıs 1972’de çekilen fotoğrafında gülebilme cüretiyle maruftu…
“Eğer vatan zenginin gezdiği, fakirin yattığı yerse vatan sağ olmasın”…
“Vatan için uykularınız kaçıyorsa, devrim başlamış demektir”…
“Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığın süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir”…
“Fedakârlık olmazsa devrim de olmaz”…[13]
“Biz şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımızın bağımsızlığı ve mutluluğu için savaştık!”
“Biz stratejik olarak düşüncemizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında olursak olalım, bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz. Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak, düşüncemizi her zaman açıkça ifade ederiz. Tarih evvelce bunu yapanları nasıl temize çıkarmışsa bizi de temize çıkartacaktır, buna da inanıyoruz,” diyendi…
İsmi Deniz konulan her çocukla tekrar doğan O; efsane değil, gerçekti.
Her daim ölümsüz devrimciydi; “Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı sürede çok şeyler yapabilmektir” gerçeğini doğrulayan Deniz Gezmiş, tarihsel bir kişilik, ideolojik bir simgeydi.
Zulme karşı direnme hakkını kullandı; umudu, isyanı sürdürenlerin soyundandı; omurgalı dik duruştu.
Halkı için savaşan gerillaydı, devrimci liderdi; Mahir Çayan’ın uğruna ölümü göze aldığı özgürlük savaşçısıydı.
O Mayıs şafaklarında gözyaşlarıyla hatırlanacak bir figür değil, kavgasıyla mücadeleye yön veren bir önderdi.
Topraklarını çok sevmekti; coğrafyamızın namusuydu, onuruydu.
Deniz’in kişiliğini -Hamdi Gezmiş’in aktardığı- şu anı yeterince net sergiler:
“Bir gün evimize iki sivil gelmişti; belki Emniyet’tendi, belki MİT görevlileriydi. Babama kapıda kimliklerini ve silahlarını gösterdiler. ‘Yanlış anlamayın, konuşmaya geldik. İsterseniz bunları bırakalım,’ dediler.
Babam yine takibe geldiklerini sanıp, ‘Deniz hapiste, biliyorsunuz,’ dedi. ‘Yok, biz başka bir konuyu konuşmak istiyoruz,’ dediler.
Bunun üzerine içeri buyur ettik; girdiler. Annem,[14] babam ve ben vardık. Oturduktan sonra, ‘Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız, acaba bir çözüm bulabilir miyiz? Bunu görüşmeye geldik,’ dediler.
Başbakan, Demirel’di o dönem… Merakla dinliyorduk. Babam, ‘Biz de üzülüyoruz. Ben de evladımın ziyan olmasını istemem,’ dedi.
Bunun üzerine sivillerden biri, ‘Acaba yurtdışına gitse, Avrupa’ya, mesela İsviçre’ye gitse. Oradaki masraflarını devlet karşılasa…’ diye ağız yokladı.
Babam anladı teklifi: ‘Tabii yurtdışında tahsil görmesini çok isterim. Burada canından olmasındansa dışarıda okumasını en başta ben arzularım. Ama kabul eder mi, etmez mi, bilemem. Zor görünüyor,’ dedi. Yine de bu teklifi abime ileteceğine söz verdi.
Adamlar sevinir gibi oldu. ‘Başbakanımız önümüzdeki günlerde İstanbul’a gelecek. Bir olumlu cevap alırsak, hemen kendisine iletiriz. Gereken işlemlere başlanır,’ dediler. Teşekkür edip gittiler.
Babam, bu teklifi abime iletti. Güldü abim. ‘Dalga mı geçiyorsun baba’ dedi. Geçti. Üzerinde bile durmadı.”[15]
III.3) “KEMALİST(LER) MİYDİ(LER)”?!
Hakkında “Yoluna Kemalist olarak başlayıp, komünist olarak noktalamıştı,” denilen O; popüler kültürün veya “ulusal sol saçmalığı”nın figürlerinden biri hâline getirilmeye çalışılmaktadır.
Evet, ne yazıktır ki gerçek ile onun magazinleştirilmiş hâli arasındaki açı, aynı zamanda toplumsal yozlaşmanın, yabancılaşmanın şiddetini de ele verir. Bu tür magazinleştirme, içi boşaltılıp koflaştırılmaya çalışma çabaları Deniz’ler için de kullanılıyor.[16]
Her olguda olduğu gibi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da nasıllarsa öyle anlatılması gerekiyor. Bu en başta insan olmanın, vicdanın gereği! Çünkü onlar dillerinde yeminler, ölümü ölerek de yendiler... Ölümsüzleştiler.[17]
Bu tam da böyleyken unutulmasın: V. İ. Lenin’in, “Egemenlerin; ezilen sınıf savaşımlarının düşünsel ve eylemsel önderlerini, hayatta iken, sonu gelmeyen kıyıcılıklar, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyaları ile ödüllendirip de sonradan basit ikonalara dönüştürmeleri” ifadesiyle belirttiği hâl Deniz Gezmiş’ler için de geçerlidir.
“Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve törpülenerek devrimci keskinliği giderilir,” vurgusuyla söz konusu tavrı açıklayan V. İ. Lenin uyarısını şöyle sürdürür:
“Burjuvazi, egemenler ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizmi ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor.”
Bir zamanlar Kemalizm etkisinde de olsa bir Marksist Leninist’tir, komünisttir. Ancak ne yazık ki popüler kültür onu temellük etmeye çalıştı, çalışıyor.
Oysa, “ulusal sol saçmalığı”nın figürüne dönüştürülmek istense de O; “ulusalcı” değil; radikal sosyalisttir, anti-emperyalisttir, enternasyonalisttir.
Evet, aynı dönemde Kemalizm ile hesaplaşabilmiş Kaypakkaya gibi örnekler olsa da, Türkiye’nin 68 hareketine baktığımızda genel olarak anti-emperyalizm üzerinde şekillenen Kemalizme (“Kurtuluş Savaşına”) de sık referans veren bir hareketle karşılaşırız.
Bu da daha evvelden Türkiye Solu’nun Kemalizm ile ciddi bir hesaplaşmaya gitmemesi, koşulların bu hesaplaşmayı yeterince zorlamamış olmasıdır. Henüz o tarihlerde “Kemalizm bir ulusal kurtuluş ideolojisi” olarak gençlik hareketinin çoğunluğu üzerinde etkisini korumaktaydı.
Deniz’lerin ve ardıllarının teorik eksikliği zaten mücadele içinde deneyim kazanarak belli bir olgunluğa erişmiştir, kimi hesaplar bu deneyimleri kazandıkça görülmüştür.
Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşü yapması ile idam sehpasında Kürt-Türk halkının kardeşliğini haykırması: Bu aslında, sadece Deniz Gezmiş’in değil, Mustafa Kemal’i “sosyalist olarak düşünen” yaygın dönem çelişkisidir;[18] “aşılmıştır”.
Kaldı ki, insanları hiçbir zaman yaşadıkları dönemin koşulları dışında değerlendirmek mümkün değilken; “Mücadeleye baş koymuş, canlarını vermeyi göze almış devrimcilere eleştiri yöneltmek, masa başlarında ahkâm kesenlerin değil, mücadelenin en keskin noktalarındaki devrimcilerin hakkıdır,”[19] Doğan Özgüden’in de altını çizdiği üzere…
Bir an ‘Taraf’ta “Deniz’lerin yolu bizi nereye götürür?” diyen[20] Rasim Ozan Kütahyalı’nın, Deniz Gezmiş hareketinin “humaniter, enternasyonalist ve demokrat bir ruh miras bırakmadığı” iddiasıyla “cunta” beklentisinde olduğu savlarını anımsayın!
Kütahyalı ile AKP’li Bülent Arınç’ın “çamur at izi kalır”cılıkta birbirlerinden ne farkları var ki?![21]
Yeri gelmişken hatırlatalım: “THKO’nun kurulma öncesi Deniz, İstanbul’daki arkadaş grubuyla tamamen kopmuştur. O günlerde Deniz’in örgütlenme önerisine karşı çıkanlar ve Atatürkçü düşünceyi o gün ve bugün de hâlâ savunan İstanbul’daki yoldaşlarıdır. Dolayısıyla Deniz bu Kemalist kadrolardan koparak Ankara’ya ODTÜ’deki sosyalist kadroların yanına gelmiştir. Mısır patlatır gibi sağa sola bomba atma bilgisi Hasan Cemal ve benzer konumdaki kişilerin yetersiz ilişkilerinden dolayı ortaya koydukları görüşlerden başka bir şey değildir. Ve dönemi tarif edebilecek bir özelliği yoktur. Eğer bu konuda bilgi sahibi olmak isterseniz benim kitapta daha çarpıcı ve sarsıcı bilgiler var. Uzağa gitmenize gerek yok. Bu konumdakilerin yaptığı körün fili tarif etmesine benzer,”[22] der Selçuk Polat…
Ayrıca Mustafa İlker Gürkan da şunları ekler: “68 kuşağının Deniz’le olan birliğinin ortak noktası İstanbul Hukuk 1. amfisidir, Hürriyet Meydanı’dır... Dolmabahçe’dir, Taksim Meydanı’dır... 68 kuşağının Deniz’le olan ortak paydası ‘71’ Nurhak değildir. Deniz’le Nurhak’ı paylaşanların anılarına gösterdikleri bağlılığı saygıyla karşılarız. Ama Deniz’in adı arkasından koca bir kuşağı oraya bağlamaya karşı çıkarız ve çıkıyoruz. 68’li olan ‘açık’, ‘bağımsız’, ‘yığınsal’ bir gençlik hareketidir... 71’li olan ‘illegal’, ‘siyasal’, ‘kadro’ nitelikli bir harekettir. 68 ile 71’in karşılaştırılması bu tabloyu verir... Ki, ‘71’ bu anlamda 68’in inkârıdır”![23]
Evet, yürekten inandığı şeylerin hiçbirinden ödün vermeden savaştı Onlar; THKO Davası’nda Deniz ile yoldaşları ortak savunmalarındaki netlikle:
“İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı ve şahsımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri savunmamızı gerektiriyor.
Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının insanlık tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır.
Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdi. Fakat XX. yüzyıl tarihimiz ezenlerin barbarlığına bütün baskılarına rağmen ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır.
Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları boyunduruğu altında tutan emperyalizm’dir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.
Bütün ezilen uluslar, emperyalizme hergün darbe üstüne darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer türkülerini söylemek üzeredir.
Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde ölen, tüm ezilenlere selam olsun...”
IV) “İDAM(LARI)”
Nâzım Hikmet’in, “ben yanmazsam, sen yanmazsan nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizelerini tartışmasız bir haklılıkla telaffuz eden Onlar, Serez Çarşısı’ndakilerin takipçileridirler![24]
“İnsanlar katledilebilir ama davalar ölümsüz,” gerçeğinin Ahmed Arif’in, “açardın yalnızlığımda/ mavi ve yeşil açardın.../ keklik kanı, kınalı berrak/ yenerdim acıları, kahpelikleri/ sıktıkça cellat kemendi,” dizelerindeki ispatıdır.
Evet nihayetinde birçok Deniz, Hüseyin, Yusuf vardır.
“Nasıl” mı? “İnsan için ömür, eyleminin yoğunluğudur. İdam sehpasını tekmeleyebilen genç çok uzun yaşamıştır; çünkü, zamanını belirleyen kendisinin hızıdır”[25] da ondan!
1960’ların sonunda Ankara’da Devrimci Liseliler Örgütü’nün (DEV-LİS) önder isimlerinden Fehmi Erbaş, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idam gecesini şöyle anlatır:[26]
“Bütün uğraşlara ve bu yolda şehitler vermemize karşın, olayın akışını değiştiremediğimiz o bilinen gece, bulunduğumuz Mamak Askeri Cezaevi’nde alışılmışın dışında güvenlik önlemleri vardı. İlk kez iç ve dış güvenlik birleşmiş, yasalara uygun olmadığı hâlde silahlarıyla girmişlerdi koğuş koridorlarına. Bu telaş, bizim beklediğimiz o korkunç ayrılık anının yakınlaştığını gösteriyordu. Küçük gözetleme deliklerinden sanki yüreğimizde gözler varmış da, o gözleri dışarıya uzatırcasına koridoru izliyorduk. Hepimiz kulak kesilmiştik.
Bir kaç dakika sonra, 5’inci koğuştaki arkadaş, çakmağı yakıp yakıp söndürerek bizim koğuşun penceresindeki arkadaşa çıktıklarının işaretini vermişti.
Sonra, cezaevinin koridorlarında, şakırdayan zincir sesleri yankılanmaya başladı. Bunu bir anlık sessizlik izledi ve arkasından Deniz, o gür sesiyle; ‘Haydi eyvallah arkadaşlar, hakkınızı helal edin!’ diye seslendi. Arkasından önce Yusuf, sonra Hüseyin çıktı. İki kez ‘Hoşça kalın arkadaşlar’ sözlerini işittik.
Gidenler gitmişti, sessizlik devam ediyordu. Sessizliği bozan tek şey, koridorlardaki askerlerin cezaevini alelacele terk edişlerinde, postallarının çıkardığı sert ve tekdüze ayak sesleriydi.
Gardiyan Nafiz ve Mehmet Dayı, gözyaşlarını tutamıyorlardı. ‘Olmaz, olmaz! Böyle gülerek gidilmez!’ diyorlardı, mesleklerinin getirdiği tecrübe ve katılığa rağmen. Daha birkaç ay önce Nafiz’le Deniz’in şakalaşmasını gözümün önüne getirdim, ‘Deniz! İpini ben çekeceğim ve meşhur olacağım’ diyordu Nafiz. Hepimiz kahkahalarla gülüyorduk bu espriye.
O gece, uyumadı hiç kimse ve konuşmadı hiç kimse, gün ağarana kadar. Sessizliği bozan, kapatılmamış olan radyo cızırtısıydı. Haberlerin başlamasıyla hepimiz birbirimizin yüzüne bakmaya çalıştık. İlk haberleri verirken, üç arkadaşımızın ölüm cezasının infaz edildiğini söylüyordu kalın sesli bir spiker.
Arkasından askerler, sayım için hışımla girdiler koğuşumuza. Ve sayım hemen bitti. Dağılmadık. ‘Onlar’ için yalnızca bir saygı duruşunda bulunduk. O gece, ‘Onlar’ giderken gelenek olmasına rağmen sloganlarımızı haykırmadık. Çünkü Onlar, ‘Ajitasyona ihtiyacımız yok!’ diyerek istememişlerdi bunu. Bense bugün bile hayıflanırım bu katı duruşumuza.
Ve yaşam devam etti, uzun yıllar geçti o geceden günümüze. Çok sözler verildi, çok antlar içildi. Unutanlar zaten unuttu, unutmayanlar devam ediyor yoluna, zincir seslerinin şakırtılarını bugün de yüreklerinde hissederek...”[27]
Çok zor bir kesitti. O günlerde O’nu ve davasını, “Ben bir savunmanım. Güzel insanları savundum. Halkını seven, onların ‘bir orman gibi kardeşçesine’ yaşaması için gencecik yaşamlarını veren insanları. Özgürlüklerini, yaşanmamış yemyeşil yıllarını ortaya koyan insanları. Hakça toplumsal bir düzene giden yola ışık saçan insanları savundum. Onlar bir çiçek gibi arı, taze ve renkliydiler. İnsan olmaktı suçları. İnsanları sevmekti. Her biri birer dünyaydı. İdealleri için öldüler, idam edildiler, hapis yattılar. Ben bu güzel insanları savunarak, onlarla beraber, insan sevgisini, barış dolu, özgür ve mutlu bir dünyayı savundum. Bu güzel insanları seviyorum. Bir yaşam bu sevgiyle geçti. Kendilerini tüm insanlığa adayanlara bir yaşam vermek çok mu?” diye anlatan avukatı Halit Çelenk’in aktardığı üzere son sözleri, programatiktir, hamasi değildir. Duygudan çok akla hitap eder, radikal bir manifestodur. Radikal sosyalist bağlamda isyanın o günkü anlayışını, duruşunu yansıtmaktadır.
İdam sonrasında Deniz’e ait eşyalar, infazdan sonra, siyah bir torba içinde babasına teslim edildi. Torbada 31 kalem malzeme vardı: Yeni açılmış Birinci sigarası... İki tükenmez kalem… Askılı atlet, fanila ve yün başlık… Kahverengi ceket ve pantolon… Haki renk bir yün gömlek… Füme terilen pantolon… Kendi yeşil, yakası beyaz, fermuarlı kazak… Bir küçük, bir büyük İngilizce lügat… Türkçe-Almanca sözlük… Brecht, Ahmet Arif, Memet Fuat’ın kitapları Babasından gelen mektuplar… Bir cep aynası, bir cep defteri…
Ve cep defterinin kapak arkasına kendi el yazısıyla karaladığı, kimi satırlarını çizdiği bir şiir: “Yenilmişsem/ Elim kolum bağlı/ Boynumda yağlı ip/ Gelip dayanmışsam/ darağacına/ Dudaklarımda yarın/ Gözlerim yarınlarda/ Unutmak mı gerek seni?/ Kapılar kapalı/ Tutulmuşsa gece/ kapkara yollar/ Sıcacık bir sevgi/ sunmayacak mıyım/ insanlara?/ Bakmayacak mıyım yarınlara/ Seslenmeyecek miyim/ insanlara?”[28]
İnsanlara seslenen Deniz Gezmiş’in, idamı esnasında darağacında 55 dakika daha nefes aldığı infazına gelince!
Uzun boylu ve iri yarı olduğu için boynuna geçirilen ip, cellatlar tarafından çift ilmek yapılmış, bu da en fazla on dakika sürmesi gereken infazın 55 dakikaya uzamasına neden olmuştur. Ölürken bile kendisine işkence edilmiş, 55 dakika boyunca nabzı atmış, 55 dakika boyunca son nefesini verememiştir. Üstelik infazını, en yakın arkadaşı Yusuf Aslan’ın da izlemesi sağlanmıştır.
Attila İlhan’ın, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ gittiler akşam olmadan ortalık karardı,” diye tarif ettiği isyancılar için bunun böyle olması “tesadüfi” değildi![29]
Kolay mı? “Bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir, ” demişti O son mektubunda; tıpkı bir zamanlar Julius Fucik’ın, “Mutluluk için yaşadık, bunun için mücadeleye girdik ve bunun için ölüyoruz. Hüzün adımızın yanına bile yanaşmasın,”[30] diye haykırdığı ‘Darağacından Notlar’ındaki ya da Ataol Behramoğlu’nun, “cellat uyandı yatağında bir gece/ tanrım dedi, ne zor bilmece/ öldürdükçe çoğalıyor adamlar/ ve ben tükenmekteyim öldürdükçe,” dizelerindeki gibi…
V) BİR KAÇ -ZORUNLU- NOT YA DA “SON(UÇ)”
İbrahim Ekdial’ın, “İdam kararını veren hâkimleri bugün hiç kimse hatırlamazken Deniz’ler, milletin vicdanında, yüreğinde adeta parlayan birer yıldıza dönüşmüşlerdir,”[31] notunu düştüğü Üç Fidan’ın infazını Nâzım Hikmet’in, “daha son sözü söylemedi hayat;/ belki yarınlar, mutlu sonlar var?”; Ahmet Telli’nin, “yenilirsen dövüşerek yenilmelisin/ hiç kimseye vereceğin hesap kalmamalı”; Adnan Yücel’in, “sen ki;/ bilirsin kır çiçeklerini,/ hangi rüzgâr dağıtırsa dağıtsın,/ düştükleri yerde yeniden çoğalırlar,” dizeleri betimlerken; “Onun kimliğine hiçbir aracıya ve anlatıcıya gerek bırakmaksızın kondurduğu son dokunuş, son soluğunda üstlendiği tarihsel duruştu,” diye ekler Ertuğrul Kürkçü de…
İş bu nedenle Nurettin Topçu’nun, “Ölçüsüz kamu gücüne karşı direnen bir isyan ahlâkçısı” sıfatıyla betimlediği Deniz Gezmiş’i duruşmalara götürürken sıkı güvenlik önlemi alındığını vurgulayan dönemin Ulucanlar Merkezcezaevi Jandarma Karakol Komutanı Kazım, “Deniz’e ayrıca parmak kelepçesi takıyordum. Bu kelepçenin özelliği anahtarı olmadan kolay çözülememesiydi” derken;[32] 21 Mayıs 1963’te ihtilal teşebbüsünde bulunulduğu esnada arkadaşlarının idam kararını veren Ali Elverdi’yi sorguya alan askerler arasında olduğunu anlatan Deniz Gezmiş’in arkadaşı Zihni Çetiner, “Alın bunu siz sorgulayın dedi, biz biraz sorguladık. Tir tir titriyordu. İnsanoğlunun böyle namert olduğunu o olayla görmüş oldum,” demişti.
Deniz Gezmiş ile İstanbul Üniversitesinde tanıştıklarını söyleyen Çetiner, “Benim tanıdığım Deniz Gezmiş, inançlarını bilinçli şekilde hayata geçirmek isteyen, bu nedenle namluya sürülmüş her an patlamaya hazır bir mermiydi. İnandığı şeyler için hiçbir şeyi kendisine dert edinmez, önüne çıkan her engeli aşmak için boyu ve yürüyüşü ile uygun şekilde hareket ederdi. Emperyalizmi mağlup eden Che Guevara ve Fidel Castro ikilisi, Deniz’in mücadelesinin temsiliydi.[33] Bu temsili örnek alarak aynı hareketi uygulamak istedi,”[34] diye eklemişti.
Burada Onlara dair bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü Onların, “Özgürlük, kardeşlik, adalet, demokrasi istedikleri için idam edildiler. Tam bağımsız bir ülke istedikleri için katledildiler,”[35] türünde tespitler eksiklidir. Onlar devrim için ölümsüz ölümü kucakladılar.
Bunu yaparlarken de; “Çok cenaze kaldırdık biz. Bu bakımdan ‘Bir daha böyle bir kuşak olmasın’ diyorum. Deniz’ler, Hüseyin’ler, Yusuf’lar çok gençtiler,”[36] diyen Nadire Mater’in “gençlik ve olmasın” vurguları Onları hümanizmin labirentlerinde anlamsızlaştırır.
Evet, “genç”tiler ama devrimcilerdi; hem de yaşlı, olgun akîllere inat…
Bir şey daha: Gevezelik ederek değil; mücadeleleriyle, son nefeslerini verirken bile dik duruşlarıyla, sömürüye, ötekileştirmeye karşı, halkların kardeşliğine fdayalı, özgür ve sosyalist bir coğrafya ütopyaları için isyan eden Onların, “Bugün Türkiye’de önemli bir siyasal güce ulaşan HDK-HDP projesi de 6 Mayıs ruhunun pratikleşmesidir,”[37] diyen Hüseyin Ali’nin saptamasıyla ilişkilendirilmesi mümkün değildir; Onların TİP’e karşı tutumu bilgimiz dahilindeyken…
O hâlde diyeceklerimi tamamlıyorum: 12 Mart 1971 darbesi zulmü ardından ne oldu? Kim anımsıyor zalimlerin adını? Kimler silindi tarihten? Gerçekte kazanan ve kaybeden kim? Kazanan elbette “Mare Nostrum/ Bizim Deniz.”
“Ayaklar baş olmalı! Deniz’leşme zamanıdır!” vurgusuyla şimdi aslolan Deniz Gezmiş’in mücadelesini; eğip bükmemek, çarpıtmamaktır. Steril kalıplara sokarak yumuşatmamaktır.
Devrimcilik, kalabalıklara karışarak sıradanlaşmak değil, sıradanlaşmayı yıkarak, değiştirmektir.
Kitlelerden kabul görmek, alkış almak, sistemin adamlarına özgü bir statü biçimidir.
Deniz’in attığı taşlar ve döşediği barikatlar okuduğu kitaplar kadar çoktur.
Onu ve bizlere miras bıraktığı sistemle barışmak değil; mücadeledir.
Deniz Gezmiş, Marksist’tir, devrimcidir ve eylemcidir.
Teoriyle pratiği bütünleştirip, devrim için savaşandır.
Onun bu yönünü görmezden gelmek; hatta kimilerinin yaptığı gibi komünistliğinin üstünü örtmeye çalışmak, oligarşinin ekmeğine yağ sürmektir.
O, emperyalizme, kapitalizme, liberalizme, oligarşiye, CIA’ya, kontrgerilla’ya, 6. Filo’ya, NATO’ya, revizyonizme, oportünizme karşı halkın yanında saf tutmaktır.
Söz konusu mücadelenin kimlikleşmiş hâlidir Deniz Gezmiş.
Ancak bunların böyle olduğunu unutturup, “es” geçenler için Denizler’in sahiplenilişi de, tarihi değerlerimizin istismarına acı bir örnektir. Her yıl özellikle onların idam edilişlerinin yıldönümlerinde bu istismara bir kez daha tanık oluruz.
Denizler’le, onların devrimci mücadele anlayışlarıyla, stratejileriyle, uğruna canlarını verdikleri iddialarıyla hemen hiçbir ilgisi kalmamış kesimler, Denizler’i sahipleniyor görünürken, aslında onları özlerinden uzaklaştırıp, olduklarından farklı gösteriyorlar. Böylelikle kendi reformist, uzlaşmacı çizgilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar; başka bir ifadeyle, kendilerini olduklarından farklı göstermek isterken, buna Denizler’i alet ediyorlar.
Sonuç; bu da işte, tam da burjuvazinin devrimci önderlerin içini boşaltarak yapmak istediğine paralel bir sahiplenmedir. Bu durum, açık ki, “sahipleniyor” gözükerek tarihimizi, şehitlerimizin yarattığı mirası büyütmez tam tersine onlara zarar verir.
Denizler’in darağaçlarında düşmelerinin yıldönümünde yine nice istismara tanık olduk. Neyin gerçek bir sahiplenme, neyin istismar olduğunu kestirmek için baştan beri sıraladığımız ölçülere bakmak yeterlidir. Kimdir Denizler? Onların siyasi mirası nelerden oluşmaktadır? O tarihin özü, esası nedir? O mirası sahiplenmenin ve sürdürmenin asgari koşulları nelerdir?..
Soracağımız sorular bunlardır. Açık, yalın sorulardır.
Denizler’i anarken “ama hiç kimseyi öldürmemişlerdi” demeden yapamayanlar, Denizler’in mirasını sahiplenemezler. Denizler’i “kimseyi öldürmedikleri”yle bugüne taşıyanlar, utanmadan, onların düşüncelerini, uğrunda canlarını feda ettikleri inançlarını inkâr etmektedirler. Denizler için, Denizler’le ilgisi olmayan bir tarih yazmaktadırlar. Bunun adı tarihi çarpıtmaktır elbette.
Yayınladıkları bildirilerde “THKO, halkımızın bağımsızlığının silahlı mücadeleyle kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna inanır” diyen bir hareketin önderlerini, “ama onlar kimseyi öldürmemişlerdi” diye bugüne taşımak, o önderlere de, tarihe de saygısızlık değil midir?
Denizler’in geleneğine, mirasına sahip çıktığını iddia eden reformistler, elbette yukarıda aktarılan bildiride yazılanları savunamıyorlar. Onların savunduğu Deniz, ideolojisinden, stratejisinden, örgütünden, militan savaşçı kişiliğinden arındırılmış bir Deniz’dir. Yani Deniz’i Deniz yapan hiçbir şey yoktur onların sahiplendikleri Deniz’de. Tarih karşısındaki riyakârlık, istismar ve çarpıtma buradadır.
Denizler “adam öldürmemişti, suçsuz yere asıldılar, devlet onları boşu boşuna astı” diyorlar. Hayır, devlet ne yaptığını çok iyi biliyordu, onları “boşu boşuna” asmadı. Denizler, şimdilerde yine kimilerinin karikatürize ettiği gibi, “gençlik hevesleri ve heyecanlarıyla” da çıkmadılar dağlara. “devrimciler; barışçıl şartlar içinde mücadele metotlarını bırakınız. Halk kitlelerini kurtuluşa götürecek olan şiddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye... Katılınız” diyorlardı. Oligarşi, silahlı devrim cephesinde, kendi iktidarına alternatif olanı görüyordu. 12 Mart terörü, asıl olarak bu alternatifi yoketmek içindir.
“Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmek, yalvarmak yerine zora başvurmak, başkasına değil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun eğmemek parolamızdır” diyordu Deniz. Bu parolaya uygun davranmayanlar, Denizler’i sahiplenemez ve savunamaz.
Bu parola, Mahirler’in ve Cheler’in yani aslında tüm ihtilalci önderlerin parolasıdır. Onları sahiplenmek bu yüzden bu parolayı bir yaşam tarzı, bir mücadele anlayışı hâline getirmekten geçer. Devrim için savaşmayanlar, devrim için savaşta ölümü göze alamayanlar, halk savaşı yerine parlamenterist politikaları, militanca direniş yerine uzlaşmacılığı statükoculuğu esas alanlar, en iyisi Mahirler’i, Denizler’i ve Cheler’i hiç ağızlarına almasınlar. Siyasi olarak tutarlı ve ahlâkî olan budur.
Ve de “En kötü şartlarda olsam bile/ Ne korktum, ne de ağladım kimselere/ Kaderin pervasız darbelerinde bile/ Kana bulansa da başım, eğilmedi asla,”[38] haykırışıyla “Güneşi İçenlerin Türküsünü” söyleyen Üç Fidan’ın arkasından, gereksizce atıp tutan tipler her daim olacaktır. Ancak Onlar, laf ebeliğiyle değeri düşürülemeyecek insanlardır; şarkıları sert rüzgârların eşliğinde söylendi, şiirleri gibi; isyancı hikâyelerindeki üzere. Çünkü “Onlar kimliklere kazılmış gül suretidir. Kanayan yaralarımıza sargı bezidir... Birer halk sancağı gibidir onlar...”[39]
9 Mayıs 2016 15:54:02, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:179, Haziran 2016…
[1] Melih Cevdet Anday.
[2] “… ‘Devlet Baba’ Fikrini Yıkan Üç Fidan”, Gündem, 6 Mayıs 2016, s.14.
[3] THKO’nun Elazığ kanadından Zeynel Metin, “Sinan Cemgil çok zeki, çok iyi bir beyindi. Sinan’a bir gün sormuştum biz hepi topu 20 kişiyiz ne yapabiliriz ki, bizi kolaylıkla alt edebilirler. Kürecik Radar Üssü’nü bastık sonra ne olacak dedim.. ‘Biz bir çoban ateşi yakacağız, bir kıvılcım, arkası gelir ama’ demişti,” (“THKO’nun Elazığ kanadından Zeynel Metin: Deniz’ler, Nurhak Dağı’na Gelebilse Katliam Olmazdı”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.12.) diye aktarır bir anısını.
[4] Yaşar Aydın, “Mehmet Hakkı Yazıcı: Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s.6.
[5] “Deniz, Yusuf, Hüseyin asılınca gidip ‘Bu ülkede adalet yok’ diye barodan kaydını sildirir Avukat Şekibe Çelenk.” (Sennur Sezer, “Dün 6 Mayıs’tı”, Evrensel, 7 Mayıs 2015, s.12.)
[6] Ergin Konuksever, “O zamanlar NATO’da görev yapan çok subay arkadaşım vardı. Parka getirilerdi bana. Bende hep birkaç tane olurdu, biri de Deniz’in payına düştü! Birkaç parkalı fotoğrafı çekildi. Ama galiba en güzelini çekmek de bana kısmet oldu. Aslında cezaevinde ziyaret ettiğim Mahir Çayan’a verdiğim mavi renkli kazağın öyküsü daha trajiktir. Üşüdüğü için verdim. Kızıldere’de öldürüldüğünde üzerinde o kazak vardı, delik deşik olmuştu,” (Erk Acarer, “Babıali’nin Ağabeyi Ergin Konuksever: Ah O Parka ve O Güzel Çocuklar”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s.2.) der.
[7] Gökhan Karakaş, “Yeşil Parkalı Fotoğrafın Hikâyesi”, Milliyet, 6 Mayıs 2015, s.24.
[8] Can Dündar, “Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2014, s.11.
[9] “Aşkolsun Size”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2014, s.9.
[10] Öğrenci olaylarının yaşandığı dönemleri anlatan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, üniversitede okurken kantinde sıkıştırılıp alnına silah dayandığını belirterek şunları kaydetti: “O zamanki dönemlere bakarsanız, özellikle 1960’dan sonra Türkiye’de çok yoğun bir sol propaganda başlamıştı... Sol akım gelişiyordu.” (Abdullah Karakuş, “11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: Alnıma Silah Dayadılar”, Milliyet, 21 Nisan 2016, s.17.)
[11] http://www.telgrafhane.com/basliklar/guncel/6239
[12] Deniz Gezmiş’in ODTÜ’de atla gelip “bohçanı hazırla seni kaçıracağım” dediği Şule Albayrakoğlu, yıllar sonra olayı Can Dündar’ın hazırladığı ‘Delikanlım’ belgeselinde anlatırken, gülmek ister boğazına küçük bir düğüm oturur, kısa bir an durup, “at beyazdı rica ederim” der ve devam eder: “Anılarımızı en güzel en komik anılarımızı boğazımızda zaman düğümlemiyor, faşizm düğümlüyor. Yine de hesabı sorulacak.”
[13] “Deniz Gezmiş: Parkamı Getirirseniz Memnun Olurum”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2016, s.16.
[14] Deniz Gezmiş’in annesi, emekli öğretmen Mukaddes Gezmiş (94) 20 Kasım 2014’de İstanbul Selimiye’deki evinde yaşamını yitirdi. Hamdi Gezmiş, annesinin Deniz’e duyduğu hasreti “Zaman zaman, ‘Çıkar şu mektupları bir bakayım’ der abimin attığı kartpostalları inceler, ‘Ah canım ne güzel yazmış’ diye iç çekerdi” ifadeleriyle dile getiriyor. (“Deniz’e Son Ziyaret”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2014, s.3.)
[15] Can Dündar, “Devlet, Deniz Gezmiş’e Ne Teklifi Götürdü?”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2014, s.9.
[16] Alın size bir örnek: “Soru şöyle de sorulabilirdi? İlk gençlik yıllarımdaki devrimci yönelişimlerimde ‘esas olan devrimcilik miydi, yoksa masumiyet mi?’ Daha da iddialı soru şuydu: - ‘Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan, onu efsaneleştiren, ikonlaştıran, mitleştiren, kutsallaştıran, gençlik mücadelesinin sembolü hâline getiren gerçek değer, onun sosyalizme sunduğu katkı mıydı, yoksa vatan sevgisiyle gözünü kırpmadan ölüme giden 22 yaşındaki devrimci, idealist gencin masum bakışlarındaki sonsuzluk mu?’ Sanıyorum ikincisi... Biliyordum ki; Deniz’i Deniz yapan esasen ‘masum’luğuydu...” (Reha Muhtar, “Doğmamış Çocuklarımın İsminin Yanına ‘Deniz’ Koydum...”, Vatan, 6 Mayıs 2014, s.13.)
[17] A. Hicri İzgören, “Kökleriyle Yerde Başları Yıldızlarda Üç Fidan”, Gündem, 5 Mayıs 2016, s.15.
[18] Bakın Mustafa Kemal neler demişti?
“Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir fikrin yerleşmesine müsait değildir. Türkiye’de ne büyük kapitalistler, ne de milyonlarca zanaatkâr ve işçi vardır. Diğer taraftan zirai bir problemimiz yoktur. Son olarak, sosyal bakımdan dini prensiplerimiz Bolşevizmi benimsemekten bizi uzak tutmaktadır.” (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Derleyen: Nimet Arsan, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, s.78.)
“Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hâli, memleketimizin içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvvetli, Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir mahiyettedir.” (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Derleyen: Nimet Arsan, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, s.99.)
“Biz ne Bolşeviğiz ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize hürmetkarız. Hülasa, bizim şekli hükümetimiz tam bir demokrat hükümetidir ve lisanımızda bu hükümet halk hükümeti diye yad edilir”(Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Cilt:3, Derleyen: Nimet Arsan, Ankara Üniversitesi Basımevi, 2. baskı, 1964, s.20.)
[19] Doğan Özgüden, ‘Vatansız’ Gazeteci, Cilt I, Sürgün Öncesi, Belge Yay., 2010.
[20] Rasim Ozan Kütahyalı, “Denizlerin Yolu Bizi Nereye Götürür?”, Taraf, 17 Mayıs 2008… http://www.taraf.com.tr/haberv.asp?haberno=8731
[21] “Sanki meclis başkanı değil; Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı yeniden diriltip yeniden asmaya doymayan bir hınçla, öfkeyle, kin ve intikamla dönen bir değirmen! Sayın Arınç, 17. Milli Eğitim Şûrası’nın ardından Ankara Öğretmenevi’ndeki akşam yemeğinde şûra üyeleriyle bir araya gelip, ‘Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını değerlendirme konuşması’ yapmış. Demiş ki: ‘Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hayatını incelediğimizde çoğu 68’linin ideolojik kavga, lider olma hevesi, para ve kadınla elde edildiklerini görüyoruz.’ Ben de 68’liyim. Deniz’i tanıdım. Öğrenci eylemlerinde de beraber oldum. Devrimin olacağına inanmıştı. En hızlısıydı hepimizin, en önde giderdi. Para için, kadın için, şarap için, menfaat için, önder olma egoizmine yenik düştüğü için değil, ‘devrim denen uzun koşunun en güzel 100 metresini koşmaya’ soyunmuş olduğu için eylem yapardı.” (Necati Doğru, “Deniz Gezmiş Para ve Kadın İçin Mi Asılmayı Göze Aldı?”, Vatan, 20 Kasım 2006.)
[22] Selçuk Polat, “Şimdi 68’li Olma Zamanı”, Taraf, 27 Mayıs 2008… http://www.taraf.com.tr/haberv.asp?HaberNo=8939
[23] Mustafa İlker Gürkan, “68, İdeallerini Paylaşan Herkesindir”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2002, s.6.
[24] “yağmur çiseliyor,/ serez’in esnaf çarşısında/ yağmur çiseliyor./ korkak/ yavaş sesle/ bir ihanet konuşması gibi./ yağmur çiseliyor,/ beyaz ve çıplak mürted ayaklarının/ ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi./ yağmur çiseliyor,/ serez’in esnaf çarşısında,/ bir bakırcı dükkânının karşısında/ bedreddin’im bir ağaca asılı./ yağmur çiseliyor,/ gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir./ ve yağmurda ıslanan/ yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin/ çırılçıplak etidir./ yağmur çiseliyor,/ serez çarşısı dilsiz,/ serez çarşısı kör./ havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü/ ve serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü./ yağmur çiseliyor.” (Nâzım Hikmet.)
[25] Yalçın Küçük, Küfür Romanları, Tekin Yayınevi, 1988, s.69.
[26] Bir diğer tanıklıkta Deniz’lerin hem yoldaşı hem mapushane arkadaşı Hacı Tonak’tan: “Bizlerin açlık grevine katılmasını istemediler, ‘Bizi nasılsa öldürecekler’ dediler, ‘Sadece biz yapacağız!’ İlk kez açlık greviyle karşılaşmıştık, su içmeyi de kabul etmemişlerdi. Kısa bir süre sonra, derileri çekilmeye, gözleri tuhaf bakmaya başladı, öğrendik ki, susuzluğa dayanmak mümkün değil, hemen ölüm geliyor. ‘Yapmayın, etmeyin,’ diye adeta yalvarıyoruz, o zaman Deniz dedi ki, ‘Asılırken dinç ve sağlıklı görünmeliyiz, bizleri arkamızdan gelecek devrimciler, öyle hatırlamalı.’ Böylece açlık grevini bitirdiler, o gün nasıl sevindiğimizi anlatamam.” (Işıl Özgentürk, “Gerçekçi Ol, İmkânsızı İste”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2016, s.15.)
[27] Fehmi Erbaş, “O Gece...”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.12.
[28] Can Dündar, “Deniz Gezmiş’in İlk Kez Ortaya Çıkan Şiiri”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2014, s.9.
[29] Ece Ayhan’ın “nerede kalmıştık? tarihe ağarken üç ağır yıldız/ sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk!” dizelerindeki (‘Yort Savul’ şiirinde) “tarihe ağarkan üç ağır yıldız” dizesinde sözü edilenlerden biri Deniz Gezmiş’ti; diğerleri de Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan. “Sürünerek geçen hükümet kuşu” da Süleyman Demirel’di.
[30] Julius Fucik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap., 2015.
[31] İbrahim Ekdial, “Deniz’ler Vakıfla Yaşayacak”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2016, s.16.
[32] Ömür Ünver, “Deniz’e Parmak Kelepçesi Takıyordum!”, Milliyet, 6 Mayıs 2016… http://www.milliyet.com.tr/deniz-e-parmak--kelepcesi--gundem-2240239/
[33] Füsun Erbulak, “Devrim şehitlerinden Che Guevera’nın izdüşümüsün sanki. Sana, sizlere müteşekkirim,” (Can Dündar, “Bizim kuşağın Ethem’leri, Ali İsmail’leri, Abdocan’ları”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2014, s.7.) derdi.
[34] “İdam Kararını Veren Hâkim Tir Tir Titriyordu”, Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/idam-kararini-veren-hâkim-tir-tir-titriyordu-40100080
[35] Uğur Güç, “Denizlerin Yolunda Barışı Savunmak”, Gündem, 6 Mayıs 2016, s.6.
[36] “Nadire Mater: 68’den Günümüze Bitmeyen Özgürlük Mirası”, Gündem, 5 Mayıs 2016, s.11.
[37] Hüseyin Ali, “6 Mayıs Şehitlerine Verilen Söz”, Gündem, 5 Mayıs 2015, s.11.
[38] İngiliz şairi William Ernest Henley’in ünlü ‘İnvictus/ Yenilmez’ şiirinden.
[39] A. Hicri İzgören, “Anıları Hepimize Emanettir”, Gündem, 7 Mayıs 2015, s.15.
Yorumlar