“dil bir gökyüzüdür tümceler yönleri onun sözcükler yıldızları.”[2] “Dil”, Farsça “yürek/ veya gönül” demekken; “Dil, yüreğin ka...
“dil bir gökyüzüdür
tümceler yönleri onun
sözcükler yıldızları.”[2]
“Dil”, Farsça “yürek/ veya gönül” demekken; “Dil, yüreğin kapısıdır,” kanısındaki biri olarak anadili (ile dil ve Kürtçe) konusunda daha önce yazıp,[3] öneminin altını defalarca çizmiştim.
Siz bakmayın bir dönemin Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın, anadili konusunda, “Allah’ın ayeti” olduğu vurgusuyla, “Her dil, varlık âleminde bir güzellik, bir zenginliktir,” demesine![4]
Anadili meselesi, bu tür demogojilerdan uzakta, tarihsel (ve güncel) gerçekleriyle ele alınmadır.
Mesela ‘Şark İstiklal Mahkemeleri’ Başsavcısı Süreyya Önge Evren’in hatıralarındaki, “Şeyh Sait olayıyla ilgili mahkemeye 20-25 yaşlarında bir genç getirildi. Binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyeti şu kararı verdi. ‘Sorgulamaya bile gerek yoktur, Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez’ dediler ve idamına karar verildi,” gerçeği “es” geçilmeden![5]
Veya “Anneannem ölmeden az bir zaman önce başka bir dilde konuşmaya başlamıştı. Biz o güne kadar onun ağzından Türkçe’den başka hiçbir cümle ve hatta kelime duymamıştık. Ölmeye yakın zamanlarında bir hastalık peydah olmuştu ona. Demans diyorlar. Hafıza kaybı yaşıyor ve artık kimseyi tanımıyordu. Bir gün yanına gittiğimde başka bir dilde söylendi bana. Evdekilere ‘Ne diyor?’ diye sordum. Zaza dilinde ‘Bu adama söyleyin bu eve gelmesin, onunla evlenmem ben’ diyormuş. Artık kimseyi tanımıyordu. Kimseyi tanımaz hâle geldiğinde Türkçe’yi de unuttu gitti. Zazaca konuşmaya başlamıştı. Az bir zaman Zazaca konuştu. Çocukluk diline, anadiline döndü. Sonra ölüp göçüverdi. Araştırdım. 38 katliamını yaşamış ve o tarihten sonra kendi dilini hiç konuşmamış anneannem,”[6] satırlarındaki gibi…
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçe ve öteki diller üzerindeki baskıcı ve yasakçı anlayış kesintisiz devam etti. Türkiye’de 1930’larda başlayan ana dilinde konuşma yasağı, 1980 askeri darbesi sonrası daha katı bir şekilde uygulamaya geçti.
12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevine görüşe gelen ve Türkçe bilmeyen analar, on dakikalık görüş süresince evlatlarına bakıp, gözleri buğulu buğulu, tek kelime edemeden görüş sürelerini dolduruyordu... Cezaevi duvarlarına büyük harflerle yazılı olan ‘Türkçe konuş, çok konuş’ sloganı dönemin asimilasyon politikasının en iyi tanımlamasıydı.
Bu tür örnekler çoğaltılabilir!
Ama durun… Daniel Anthony Barry’ın, “Dil, sesin ötesindeki ‘ses’i anlatır,”[7] notunu düştüğü gerçeğe ilişkin olarak, “Dil silahtır, keskin tutun,” uyarısını ile Ignazio Buttitta’nın, “bir halk/ zincire vurulmuş/ soyulmuş/ susturulmuşsa/ özgürdür henüz…/ işsiz bırak/ pasaportunu al/ yemek yediği masayı/ uyuduğu yatağı/ zengindir hâlâ…/ bir halk/ yoksul ve tutsaktır/ dili çalındığı zaman/ dedelerinden kalan/ ve kayıptır artık,” dizelerini eklemeden geçmeyeyim.
Kolay mı? UNESCO’nun dünya dil atlasına göre, her iki haftada bir dünyada bir dil yok oluyor. Ayrıca Türkiye’de konuşulan 15 dil yok olma tehlikesi ile karşı karşıya, 3 dil ise çoktan yok olmuş.[8]
Bu tabloda 7 bine yakın dilin yarısının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olmasından ötürü, dillerin korunması gerekliliğine dikkat çekmek için Birleşmiş Milletler (BM) tarafından, 2000 yılında ‘21 Şubat Dünya Anadili Günü’ olarak ilan edilir.[9]
NEDEN 21 ŞUBAT?
UNESCO’nun tahminlerine göre XXI. yüzyılın sonuna kadar var olan dillerin yüzde 50’si yok olacakken;[10] 1999 yılı Kasım ayında Birleşmiş Milletler’in Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansı’nda 21 Şubat’ın Dünya Anadili Günü olarak kutlanmasına karar verildi.
Asıl adı “Anadili Hareketi Günü” olan 21 Şubat, Bengali Dili Hareketi için polisle çatışan Bangladeşli üniversite öğrencilerinin öldürülmesinin yıldönümüdür. Yani UNESCO’nun 21 Şubat gününü tercihi bir rastlantı değil. Pakistan, 1947 yılında Hindistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan ettikten bir süre sonra, 1948’de Urduca’yı ulusal dil ilan ettiğinde Doğu Bengal bölgesi Pakistan sınırları içindeydi. Bu dayatma anadili Bengalce olanlar tarafından, protesto edilmeye başlandı. Pakistan Hükümeti de gösterileri yasakladı. Ancak yasaklar protesto ve gösterileri engelleyemedi. Dakka’da, 21 Şubat 1952’de üniversite öğrencileri tarafından düzenlenen gösterilerde polis öğrencilere ateş açtı ve dört öğrenci öldürüldü. Dünya, 21 Şubat’ta esasen anadilinin önemini anımsatırken, anadili için Bengalce yaşamlarını yitiren dört üniversite öğrencisini de anıyor.
21 Şubat aynı zamanda BM’nin daha önceden aldığı bir karar ile “Sömürgecilikle Mücadele Günü” olarak anılıyordu. Bu iki günün aynı tarihe denk düşmeleri, birbiriyle doğrudan ilişkili olmasından kaynaklanıyor. Zira sömürgeciler, yani bir ülkeyi ilhak veya işgal edenler, sadece o ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan etmekle kalmıyor, aynı zamanda dilini, kültürünü, tarihini, dinini vb. tüm geleneklerini de talan ediyorlar.
Sömürgecilik, bir devletin başka milletleri, devletleri, halkları, ekonomik, siyasal, sosyal, askeri, kültürel ve dinsel egemenliği altına almasıdır. Sömürgeciler genellikle sömürdükleri bölgelerin kaynaklarına, iş gücüne, pazarlarına el koyarken; halklar üzerinde etnik, kültürel, dinsel çok yönlü baskı ve terör uygularlar.
UNESCO tarafından yayınlanan ‘Dünya Dil Atlası’na göre, dünyada hâlâ konuşulmakta olan 6000 dilden 199 tanesinin konuşmacı sayısı sadece on ya da daha azdır. 178 dil ise on ila elli kişi tarafından anadili olarak konuşulabilmekte. 2 bin 473 dilin kaybolma tehlikesi var. Türkiye’de bu tehlike 18 dil için geçerli.
UNESCO’nun raporlarında 100 yıl içerisinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacaksa, o dil tehlikede kabul ediliyor. Genellikle başka bir dilin üstünlüğü ve gücü altında ezilen diller, “ekonomik, siyasi, dini, kültürel veya eğitim mecburiyetleri” nedeniyle baskı altına alınınca tükenmeye yüz tutuyor. Avrupa ve Asya’da 75, ABD’de ise iki yüzyılda en az 115 dil kaybolmuş. Dilin “kırılgan” olması, birçok çocuk tarafından konuşulmasına rağmen bu kullanımın ev gibi belirli alanlarla sınırlandırıldığı anlamına geliyor.
Türkiye’de, Abhazca, Adigece, Kabartayca-Çerkesçe ve Zazaca “kırılgan” diller arasında sıralanıyor. Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Batı Ermenicesi “açıkça tehlikede” olan dillerden. Bu sınıflandırmaya göre Gagauzca, Ladino ve Turoyo ciddi anlamda tehlikede. “Son derece tehlikede” olan diller toplumun yaşlı kesimi tarafından nadiren konuşuluyor. Türkiye’de bu kategoriye giren tek dil Hertevin. Kapadokya Yunancası, Ubıhça ve Mlahso da Türkiye’nin kaybolmuş dilleri arasında yer alıyor.
Doğumundan ölümüne kadar insana eşlik eden, bir nesilden diğerine bilgileri aktarmayı sağlayan tek araçtır dil. Aileden okul yaşamına, adaletin sağlanmasından dini ibadete, politik alandan özel alana kadar dil, her toplumsal olgunun temelini oluşturur. Siyasal ve toplumsal alanda hiçbir şey anadili kadar önemli değil. Anadili olmazsa düşünce iyi anlatılamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa etnik ve kültürel kimlikler kendilerini ifade edemez. Anadili, anadan gelen göbek bağıyla kurulan iletişim dilidir. Birey her şeyi ilk öğrendiği anadilinde düşünür, algılar ve yorumlar. Sonradan öğrenilen ikinci, üçüncü diller o dillerle iletişim kurmayı sağlar, ama asla insanın anadili gibi olamaz.
Anadili en temel insan haklarından biridir. Anadilinin engellenmesi de en büyük insan hakkı gaspıdır. Türkiye’de milyonlarca çocuk anadilini kullanamıyor. Anadilinde eğitim göremediği için kendi etnik, kültürel ve inançsal değerlerinden uzak yaşamak zorunda bırakılıyor. Zira egemen ulus ve devlet şovenizmine dayalı tekçi eğitim sisteminde tek devlet, tek millet, tek dil, tek din geçerli. Buna göre Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan bütün halklar, Türk’tür, Sünnî İslâm’dır, öteki milletler, halklar, diller, inançlar yoktur.[11]
Konuya ilişkin olarak, Türkiye’de Rumca yayımlanan tek gazete olan Apoyevmatini’de yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis’in kaleme aldığı “Anadilimde Konuşuyorsam, Varım!” başlıklı yazıda şunların altı çizilir: “Adı üstünde: Anadili!
Kişinin daha ana rahmindeyken duyduğu, onlarla doğduğu, onlarla büyüdüğü, seslerdir. Doğar doğmaz kendisini kucağına alan, ona süt veren, besleyen kişinin anası olduğunu, daha karnındayken duyduğu, aşina olduğu sesinden, sözünden anlar.
Bebeğin çevresi onu sevenlerden oluşur. Ona hitap ederlerken, anadilinde çıkan sesleri sevgi dolu, ilgi doludur. En güzel ninniler o dilde söylenir kendisine. Masalların sihirli dünyasına o dille girer. Konuşmayı beceremeden çok önce anlar o dilde kendisine söylenenleri. Daha sonraları kültürünü o dilde tanır ve benimser. Kimliğini oluşturur. Şiirin tadı, dizelerdeki armoni, bambaşkadır anadilinde. Sevgisini, aşkını, en güzel o dilde ifade edebilir...
Suçlamalar karşısında kaldığında da, savunmasını en iyi o dilde yapabilir. Meramını en iyi o dilde anlatır... (...) Kişileri anadillerinden uzaklaştırmaya kalkışmak bir insanlık suçudur. Onları hayatın zevklerinden olduğu kadar kendilerini korumaktan da mahrum etmek, hiç değilse bu hakkını kısıtlamaktır...”[12]
DİL MESELESİ
Dille birlikte insan beyninin geliştiği ve bilgi birikimini oluşturan belleğin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu ise dilin zekâ üzerindeki belirleyici yanının göstergesidir.
Dil, genellikle yalnızca bir haberleşme aracı gibi görülür. Oysa dil, bundan öte bir şeydir; toplumsal davranışın birleştirici öğesidir.
Bir ülkenin, coğrafyanın kültürünü, varlığını, tarihini ortaya koymaya yarayan en etkili ve daimi araç “dil”dir. O ki; ağızdan çıkan bir “Dur” hecesiyle karşısındakini durdurabilen, tek bir “Evet” sözcüğüyle bizi dünyanın en mutlu insanı edebilen, şairlerin kaleminden aktığında insanda tarifsiz duygular uyandırabilen varlıktır.
Kısacası dil, her yönüyle bir insanı, bir toplumu, dünyayı aydınlatan, onlara ayna tutandır; düşünmenin yegâne aracıyken; dilin toplumsal bilince etkisine gelince: İnsan, ancak toplumsal üretim içindeyse ve toplumsal üretimden besleniyorsa vardır. İnsan, her maddi varlık gibi, çevresiyle madde alışverişi içindedir. İçinde olduğu maddi üretimin deneyimlerini ve mensup olduğu kültürü en iyi biçimde ancak anadiliyle eğitim gördüğünde dersliklere taşıyabilir. Eğer bir insan anadiliyle eğitim göremiyorsa söz konusu değerleri insanlığın ortak belleğine taşıyamaz. Bu hem toplumsal bilincin gelişmesini engeller, hem de bireyin özgüvenini sarsar.
Anadilleriyle eğitim görmeyen topluluklarda “birey olma” yetisinin yeterince gelişmemesi bundan kaynaklanmaktadır. Anadille eğitim, dili canlandırıp, geliştirdiği için eğitim dilinin yanında kültür dilini de yaratır. En önemlisi bir dilin akademik bir dil olabilmesi için o dille eğitim yapılması gerekir. Ancak akademik özellik kazanmış bir dil etkin diller arasındaki yerini alabilir.
O hâlde anlamlar dillerde hayat bulurken; onun bir yaşam tarzı olmasını da devreye sokar. Dillerin yok oluşu biyolojik çeşitliliğin de krizini ifade ediyor. Zira dillerin kaybolmasıyla insanoğlunun binlerce yıldır süregelen özgün yaşam tarzları kaybolmaktadır. Uzmanlara göre, genetik çeşitlilik nasıl ki doğanın temeli ise dilsel çeşitlilik de özellikle insanoğlunun bilgi ve deneyim deposu olarak temeldir ve özenle korunmalıdır. Dillerin varlığı ve çeşitliliği bu yaşam tarzlarının, doğadaki çeşitliliğin de teminatıdır.
Dolayısıyla onları korumak herkesin yararınadır. Hrant Dink’in tanımlaması olayı mükemmel özetliyor:
“Böyle bir tanımlama var mı? Ben bilmiyorum ama dil eğitimcileri böyle bir tanımlama yaptı mı? Benim bir tanımlamam var; dil nedir? Benim için dil; uygarlaşmanın insanoğlunun uygarlaşmasının cinsel organıdır. Döllenme organıdır. Eğer onu hadım ederseniz, o insanın uygarlığını hadım edersiniz, bitirirsiniz. Bu kadar net ve acıdır.” Zaten, Kürtçe yayın yapan TRT-6’ın açılış gerekçelerinden biri “kültürel çeşitliliğimizi korumak” olmuştur.
Bir Nazi sempatizanı Heidegger bile “dil, varlığın evidir” diyor. Dille var oluyor her şey, insan diliyle varlık gösteriyor, dünya onun için dille anlam kazanıyor. Onu yitirdiğinde ise anlamıyor, anlatamıyor. Octavio Paz’ın dediği gibi “Bizi insan kılan, dildir. Doğanın ve tarihin anlamsız gürültüsü ve sessizliği karşısında dilde umar ararız.” İnsanın dünyayla tanışması, onu anlamlandırması, kavramsallaştırması, kendisini dünyaya ifade etmesi yalnızca dili vasıtasıyla olabilecekken dilin yasağı tüm bunların da insandan alınması anlamına geliyor. Dilin hapsi sadece insanı lâl kılmıyor, toplumları sağır ediyor. Katalan yazar Josefina Piquet bu durumu şöyle ifade ediyor:
“Franco, çocukluğumu hapis etmiş çok kötü bir örnektir hafızamda... Katalan arkadaşlarımla bir arada Katalanca oynayamamak, kendi dilimde eğitim alamamak bir işkence gibiydi... Anadili kişinin var oluşunun temel direğidir. Yani omuriliğidir. Omurilikte baskı, zedelenme veya kopukluk kişinin felç olmasına neden olur. Dolayısıyla ben felçli büyüdüm, ama artık yürüyor, koşuyor, anadilimde seminerler veriyorum... Anadilin yasaklanması barbarlık, düşmanlıktır ama en önemlisi de o dili konuşanlardan korkmaktır. Franco dilimizi yasaklayarak kendisine ve bu güzel ülkeye en büyük kötülüğü yaptı.”
Özetle, diller kimlikleri temsil ederler; diller tarihin ambarıdırlar; diller tek tek insan varlığının özgün yorumlarıdır ve biriciktirler ve her biri ilgiye değerdir.
DİLİN “NE”LİĞİ VE ÖNEMİ
İnsan(lık)ın, yüzyıllar boyunca oluşturduğu anlamlı sesler ve bu seslerin yazılı olarak ifade edildiği sembollerin oluşturduğu sistemli bütüne dil denir.
Düşünce, duygu ve isteklerin bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan yararlanarak aktarılmasını sağlayan uzlaşımsal sembollerdir.[13]
Dil aynı zamanda insanların içinde varoluşlarını gerçekleştirdikleri gündelik yaşam arenasını vücuda getiren en temel bileşendir. İnsanlar dilsel bir ortaklık zemininde birlikte yaşayan varlıklardır.
Dil varoluştur, yaşamadır. Varoluşla içiçe geçmiş olan dil, “ben” denilen şeyin önkoşuludur.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula, “Dil bir yönüyle kurallara bağlanamayan oyun gibidir. Her söz, bir dil oyunudur; bu oyunu, dili kullananlar değişik tarzlarda oynar. Bir oyun örneksenerek başka oyunlar oynanabildiği gibi, bir dilsel oyundan da başka oyunlar türetilebilir,”[14] derken Prof. Dr. Önder Göçgün de ekler:
“Dil onun sahibi olan insanların dünya görüşüne, inançlarına, hayata bakış tarzına, kültür ile medeniyet anlayışına, nihayet zevkine göre şekil, anlam ve derinlik kazanır. Her millet, kendi dilini bunlara göre yaratır. Kelimeler, sözler; akıldan geçenlerin, niyet ve kararların, hatta bilinçaltındaki bazı birikim ve gerçeklerin de işaretleri, göstergeleridir. İşte onun içindir ki, insan neyi düşünüyor, söylüyor ve yapıyor ise, kendisi de odur.”[15]
Kolay mı? “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır,” demişti Ludwig Wittgenstein… Haklıdır anadili insanın içinde anlamayı ve anlaşılmayı beklediği dünyasıdır. Var olduğunu düşündüğü, var olduğunu onaylamasına yardımcı olan, dahası düşündüğü gibi düşünebilen bir insana dönüşmesine vesile olan yegâne dünyadır, köşedir, sığınaktır.
O hâlde İbn-i Haldun’un dediği gibi, nasıl “Coğrafya insanın kaderi” ise, dili de kaderidir.
Dil sosyal bir fenomendir. İnsan faaliyetini koordine eden bir araçtır. Aynı zamanda bilincin oluşmasındaki en önemli araçtır.
Dili olmayan insanın bilinci de olmaz ve gelişmezken; dilsiz hiçbir düşünce var olamaz. Çünkü düşüncenin özdeksel yapısıdır o. Düşünce ile doğru orantılıdır; sesli düşünmedir; bildirişim olgusudur; anlaşma aracıdır.
Düşünceyi anlatmak, hissedişlerini dışa vurma, yaşam ortaklığı kurma aracı olan dil toplumsal hadisedir. Tabiatla tanışırken, eylerken, değiştirirken, değişirken yani bilinç kıvamında meydana gelen olgudur.
Dil varsa onu praksis içinde meydana getiren insan vardır, insanın yaşadığı ilişkiler içinde olduğu toplum vardır.
Martin Heidegger’in ifadesiyle, “Dilin temellendirilmesine gerek yoktur, çünkü temellendiren odur.” Çünkü, “Her dil genelleştirilmiş bir yönetmedir.”[16]
Dilin yok olması, kullananların yok olmasıyla (ve asimilasyonuyla) mümkündür.
Dili anlatmak insanlık tarihini anlatmayla eşdeğerken; bir yandan da bir milletin “sesli bayrağı”dır ya da istila eden ve kazananın tahakkümüdür dil.
Özetle insan nasıl kendi tarihinin bir ürünü ise ve kendi kültürünün geçmişten geleceğe uzanan bir bağlantısı ise, dil de tarihin ve geçmiş kültürün bir ürünüdür. Gerçekte, insan geçmişe ve kendisinden öncelere olan bağını ancak dili ile sağlayabilmektedir ve yine bugünü dili ile yaşamakta ve yaşatmakta, dili ile geleceği hazırlamaktadır. Bu yaklaşımla dil, dünü-bugüne-yarına bağlayan temel bir öğedir;[17] ve de insan hangi dilde ağlıyorsa, rüya görüyorsa anadili O’dur...
Özetin özeti: Dil inanılmaz bir dönüştürme gücüne sahiptir. Çünkü insan sözcüklerle düşünür. Sözcüklere, dolayısıyla dile egemen olan, zihinlere egemen olma yolunda çok önemli bir mesafe kat etmiş demektir. Bunun tersi de doğrudur elbette: Özgürleşme dilde başlar.[18]
ANADİLİ
Türkçe sözlüklerde dil, “Ağız boşluğunda bir organ” olarak başlayıp, birçok anlamda bir isim olarak tanımlanmaktadır. Bunlardan birisi de “İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da işaretlerle yaptıkları anlaşma” olarak tanımlanandır.
Anadil de birçok dile köken olan, birçok dili doğuran dil anlamındadır. Başka bir ifadeyle, anadil, kendisinden başka diller türetilmiş olan dil demektir. Bu özelliği gereği dilbilimcilerin çalışma alanıdır. Anadili ise insanın çocukken anasından, evindekilerden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dildir.
Bu nedenle, anadili ile anadil birbiriyle karıştırılmamalı, yazarken de söylerken de özenli olunmalıdır. Çünkü anadili derken kişilerin kullandığı dilin çocukken analarından, soydaşlarından öğrenilen dil olduğu ifade edilmektedir. Oysa anadil, analık yapmış bir dil demektir. Herhangi bir anadilinin anadil olması, diğer bir ifadeyle, herhangi başka bir dilin türemesine kaynaklık etmiş olması gerekmez.
Anadili derken insanın bebeklikten itibaren anasından öğrendiği ilk dil anlaşılır. Birleşik adın sonunda bulunan tek bir harf, “i” harfi önemli anlam farklılıkları yaratmaktadır…
Kullandığımız dili ifade ederken anadil olarak değil, anadili olarak yazmamız, konuşmamız. “i”yi unutmamamız kilit önemdeyken;[19] her insanın kendi kültürüyle var olması onu tüm alanları kapsayacak biçimde ilerletmesi ve anadilinde eğitim görmesi kadar doğal ve masumane bir hak düşünülemez. Bir toplumun herhangi bir nedenle bu haktan mahrum edilmesi, yok sayılması ve bu dil ve bu dile ait değerlerin inkâr ve imha edilmesine dilbilimcilerin tabiriyle Linguicide (dilkırım) denir. Bu da kültürel kırımın (ethnocide) bir parçası olarak görülür.[20]
Ve nihayet hiçbir heves, hiçbir siyaset ve alışkanlık, bir toplumun anadilini ikinci dereceye düşürme hakkını kendinde bulamaz ve bu yetkisini hiç kimseye vermez, vermemelidir. Anadilinde eğitim konusu da, temel hak ve özgürlükler açısından birey için demokratik bir haktır.[21]
Ancak bu coğrafyamızda anlatıldığı kadar kolay değildir; olmamıştır da…
Örneğin T.“C” tarihinde anadilinin yasaklanıp, anadilde eğitimin önünün tıkanması serüveni ‘Şark Islahat Planı’ndaki şu maddeye dayanıyordu:
“Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan Bervech-i atı Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hisnimansur, Behişni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilâtta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler…”
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçe adım adım bir yasaklar zinciri içine hapsedildi. Her askeri darbenin ilk işlerinden birisi, “Kürtlerin dillerini kesmek” oldu. Ahmet Kaya, 13.5 sene önce, 11 Şubat 1999’da “Kürtçe klip” dediği için lince uğramıştı. 1990’ların düşünce şeklini özetleyen iki örneğe daha bakalım...
1993’te MHP lideri Alparslan Türkeş yasakçı düşünceyi şöyle savunmuş: “Bizim iktidarımızda diyorlar, Kürtçe eğitim yaptıracağız orda. Sütliman olacak her şey... Bu çok akılsızca, aptalca bir sözdür. Sanılmasın ki bunların dedikleri yapıldığı zaman bu kanlı terör duracak... Bunları söyleyenlerin kötü niyeti vardır. Yanlış sebep koyarak, ona göre Bask modeli uygulayalım, efendim Kürtçe eğitim verelim falan... Sen kendi elinle ayrılığa hız vermiş olursun.”
Ahmet Taner Kışlalı ise 1 Kasım 1992’de, Cumhuriyet’teki köşesinde, “Kürtçenin yetersiz bir dil olduğu” noktasından hareket etmiş: “Türk kimliği ile Kürt kimliğini ‘mutlaka’ ayırmak isteyen ‘Kürt milliyetçileri’nin elinde kala kala tek bir ölçüt kaldı: dil farkı! (...) Dil olarak Türkçe ile bütünleşemeyenler, acaba kendi içlerinde ‘ortak bir dil’de bütünleşebilmişler mi? Gerçekten de dil farkına dayalı ayrı bir toplum kesimi oluşturuyorlar mı?”[22]
Tam da böylesi bir asimilasyon tablosunda dönemin Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir bu hâle isyan ediyordu. Neden mi? Okul çağına gelen iki çocuğu da kendisiyle Kürtçe konuşmadığı için.
Bilmiyorlar mı Kürtçeyi? Elbette biliyorlar. Çünkü Baydemir ailesi çocuklarının hem Türkçe hem de anadilleri Kürtçeyi konuşabilmeleri için evde epey uğraş vermiş. Çocuklar ‘çift dilli’ aslında. Anneden Türkçeyi babadan Kürtçeyi öğrenmişler.
Ama… “40 yaşındayım, doğdukları günden bu yana Mir Zanyar ve Diyana ile tek kelime Türkçe konuşmadım, sürekli Kürtçe konuştum. Ancak iki çocuğum da kreşe başladıktan sonra benimle tek kelime Kürtçe konuşmuyorlar. Ben Kürtçe soruyorum onlar Türkçe yanıt veriyor. Onlar Türkçe soruyor, ben Kürtçe yanıtlıyorum. Açık ve net söylüyorum: Bu, zulümdür. Yarın okula başlayıp, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diyecekler. 20 yılımı bu davaya vereceğim, çocuğuma kendi dilimi veremiyorum; bu, zulümdür. Polis ve savcıların bunu bilip empati kurması lazım. Biz Türk değiliz; biz Kürdüz, kendi dilimiz ve kimliğimizle bu ülkenin parçası olarak yaşamak istiyoruz,”[23] diyordu Osman Baydemir…
Gerçekten de temel insani hak ve özgürlükler çerçevesinde, bir topluluğun anadilinde eğitim görmek istemesi, demokratik haktan öte, o topluluğun ya da ulusun teme hakları arasındayken;[24] ‘Potsdam Üniversitesi’nden Dr. Christoph Schroeder’e göre, “Türkiye’de şu an tartışıldığı gibi, çiftdilli çocukların anadillerini, temelde Türkçe tek dilli eğitim veren okullarda, seçimlik ek dil dersleriyle geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilmesi pek mümkün değildir.”[25]
Kaldı ki T.“C”nin güncel politikalarındaki üzere bir dilin (yani Kürtçe’nin) konuşuluyor olmasını yeterli saymak büyük bir ayıptır. Tartışılan konu da bu değildir. Bir dilin konuşuluyor olup olmaması değil, eğitim dili durumuna getirilmek istenmemesidir. Tüm toplumların başta gelen temel haklarından biri kendi dilleriyle düşünmek, kendi dilleriyle eğitim görebilmek, kendini o dille ifade edebilmek ve yazmaktır. Hiçbir heves, hiçbir siyaset ve alışkanlık, bir toplumun dilini ikinci dereceye düşürme hakkını kendinde bulamaz ve bu yetkisini hiç kimseye vermez, vermemelidir.
Anadilinde eğitim konusu, temel hak ve özgürlükler açısından birey için demokratik bir haktır. Yeni bir anayasanın seslendirildiği bu süreçte tüm kimlik, dil ve kültürlerin kendilerini eşit olarak görebilmelerinin ve ifade edebilmelerinin önündeki engeller kaldırılmadıkça hak yerini bulmayacaktır. İnsani, ahlâki, dini ya da hangi yönüyle referans alınırsa alınsın; anadili ve anadilde eğitim hakkı kutsaldır, ananın ak sütü gibi ak ve helaldir.[26]
BM örgütüne göre grupların ve bireylerin kimliklerini taşımasında anadili yaşamsal öneme sahip ancak her anadili eşit muamele görmüyor. Kaldı ki, ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre de herkes, anadiliyle eğitim-öğretim yapma, bu yolla anadilini öğrenme ve geliştirme, aynı zamanda anadiliyle bilim, sanat ve yaratma özgürlüğünü kullanma hakkına sahiptir.
Kültürler ve diller açısından Türkiye bu bildirgeye uyan bir uyum ve duruş göstermedi hiçbir zaman. Cumhuriyet ile başlayan ulus-devlet inşa süreci birçok dilin yasaklanması ile sürdü. Okula başlayan öğrencilerin karşılaştığı problem, anadilleri ile eğitim dilinin farklı olması ve anadillerinin yasaklı olmasıydı.
Bu dönemde okullarda uygulanan baskının yanısıra ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları ile hayatında anadilinden başka dil bilmeyen insanlar dilsizliğe sürüklendi.
KÜRTLER VE ANADİLİ
İlhan Kaya’nın ifadesiyle, “Türkiye, en tabii insan haklarından biri olan anadilinde eğitim hakkını farklı etnik kökenden gelen vatandaşlarına vermekle bölünecekse, o zaman akıbetinden ciddi kaygı duymamız gerekir”ken;[27] Kürt meselesi açısından atılması gereken önemli adımlardan birisi de anadilinde eğitim hakkının teminat altına alınmasıdır.
Ama “Kürtçenin medeniyet dili olmadığını ilan etmiş, AKP’nin âkil adamı kostümüyle dolaşan Bülent Arınç”ların[28] dört yanımızı kuşattığı tabloda; “Arınç ve şürekâsı, Kürt Dilinin kökenini ve tarihsel gelişimini iyi bilir, çünkü bu gelişmeye daima ket vurmak isteyen bir ideolojinin şimdiki uygulayıcısıdırlar… Kürtçenin önünde siyasi engeller dışında hiçbir engelin olmadığını her kes bilmelidir. Dilbilimsel açıdan Kürtçenin hiçbir engeli, kusuru veya eksiği yoktur…”[29]
Çünkü Kürtçe, Hint-Avrupa dil grubuna dahil olup, sentaks bakımından, Almanca ve İngilizceye ile paralellikler taşırken;[30] 40 milyonu aşkın insanın kullandığı Kürtçe, dünya dilleri arasında- yazılı edebiyatı olan 700 kadar dil var![31]- yetkinlik bakımından 31. sırada (Türkçe 25. sırada) bulunuyor. Roboskî’nin hemen güneyinde veya Habur’u geçince Kürtçe artık “resmi dil” statüsünde. Güney Kürdistan’da Kürt çocukları, yeni bir güne, öğretmenlerine “Rojbaş mamosta” diyerek başlıyorlar. Kuzey Kürdistan’da ise 20 milyon Kürt hâlâ anadili ile eğitim yapamıyor. Kendi dilini mahkemelerde ve özel dershanelerde para vererek konuşmak zorunda bırakılıyor.[32]
‘Mardin Artuklu Yaşayan Diller Enstitüsü’ Müdürü Prof. Kadri Yıldırım’ın, “Kürtçe için sorun, sindirme,”[33] notunu düştüğü hâlin nihayete erdirilmesi bir zaruretken; Kürtçenin gaspının bitirilmesi, Kürtlerin insan olma hakkının iadesidir.[34]
Evet Doç. Dr. Ersin Erkan gibi, “Kürt sorunu özünde Kürtçe sorunudur,”[35] abartıdan uzak durmak gerekir; ancak Musa Anter’in, “Anadilide eğitim hakkı devletin temellerini sarsıyorsa, devlet yanlış temeller üzerine kurulmuş demektir,” ifadesinde altını çizdiği Kürtçe üzerindeki terörist uygulamalar da “es” geçilmemelidir.[36]
“Nasıl” mı?
Diyarbakır 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin iki sanığın Kürtçe dilekçelerini dava dosyasına koyduğu, ancak dilekçeler nedeniyle sanıklar hakkında da suç duyurusunda bulunduğu KCK davalarıyla gündeme gelen Kürtçe savunma krizinin, 12 Eylül dönemindeki Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde de yaşandığı, o dönemde Kürtçe sözlerin “anlaşılmayan şekilde slogan” olarak tutanaklara geçtiği herkesin malumudur.[37]
O hâlde, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda 4 Eylül 2013 tarihinde “devletin dili” ve “anadilinde eğitim” konularında tıkanıklığın aşılması için BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in, “Öyle bir madde yapmalıyız ki, birinci fıkrası Türkçenin herkes tarafından öğrenilmesini hak ve görev olarak tanımlanmalı, ikinci fıkrası ise anadili ile ilgili güvence vermeli,”[38] türünden ortalamacı formülasyonları bir kenara bırakıp, “ama”sız, “fakat”sız bir tutum benimsenmelidir. Çünkü anadili, konuşmacılar açısından pazarlığa konu edilmeyecek kadar hayati bir araçtır; Beroj Mukriyanî’nin, “Kurdno! Zimanê neyar ji xwe re nakin kiras, da ku hûn rojekê nemînin tazî û pêxas/ “Ey Kürtler! Düşmanınızın dilini kendinize elbise yapmayın, yoksa bir gün çıplak ve yalın ayak kalırsınız,” uyarısını “es” geçmeyenler için!
Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Bir dilin kuvveti, yabancı olanı itmesi değil, onu yutmasıdır,” uyarısını görmezden gelenlerden veya Jean Giraudoux’nun, “Önce bir dil katledilip, ardından onu konuşanlar”dan olmamak için “Nananena va giçkinna çkar mutu va re/ Anadilini bilmiyorsan hiçbir şey değilsin!” diye haykıran Lazca Atasözü’nü bir an dahi akıldan çıkarmamak gerek…
20 Ocak 2017 10:37:54, Ankara.
N O T L A R
[1] 17 Şubat 2017 tarihinde Ankara’da Kızılay AKA-DER’in düzenlediği “Dünya Anadili Günü” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç Dergi, No:188, Mart 2017…
[2] Fazıl Hüsnü Dağlarca.
[3] Bkz: Temel Demirer, “Abes Bir Tartışma: Dil Meselesi ya da Kürtçe”, Esmer Dergisi, No: 66, 1 Kasım 2010…
[4] “Anadil Allah’ın Ayetidir”, Taraf, 1 Nisan 2013, s.10.
[5] A. Hicri İzgören, “Bir Dil Serüveni”, Gündem, 12 Temmuz 2012, s.15.
[6] Ali Murat İrat, “Anadil Anasütü Gibidir”, Birgün, 2 Şubat 2013, s.8.
[7] Gökçe Özer Aslantepe, “Daniel Anthony Barry: Dil, Sesin Ötesindeki ‘Ses’i Anlatır”, Tîroj, Yıl:13, No:74, Mayıs Haziran 2015, s.46.
[8] “Türkiye’de 15 Dil Tehlikede”, Demokrat Haber, 20 Şubat 2012… http://www.demokrathaber.org/yasam/turkiyede-15-dil-tehlikede-h7084.html
[9] A. Hicri İzgören, “Anadili Ana Sütü Gibidir”, Gündem, 21 Şubat 2013, s.15.
[10] Ersin Erkan, “Anadil İnsanların Varoluş Nedenidir”, Milliyet, 21 Şubat 2013, s.26.
[11] Şaban İba, “21 Şubat Dünya Anadil Günü ve Kürtçe’nin Geleceği”, Gündem, 21 Şubat 2013, s.13.
[12] Aktaran: Deniz Kavukcuoglu, “Dünya Anadiller Günü”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2012, s.13.
[13] “Genellikle okuyabilmek, telaffuz edebilmek ya da düşünebilmek için sözcüklere cepheden bakarız. Buradaysa dilin kıyısında gelişiyor her şey. Dilin, cepheden görülmesi mümkün değil. Kıyıdan bakınca, dilin nasıl da kâğıt gibi inceldiğini görüyorum...” (John Berger, Bento’nun Eskiz Defteri, Metis Yay., 2012, s.43.)
[14] Onur Bilge Kula, “Edebiyat, Dili Özgürleştirir”, Cumhuriyet Kitap, No:1185, 1 Kasım 2012, s.16-17.
[15] Önder Göçgün, “Dil, İnsan, Ulus, Devlet ve Varoluş”, Milliyet, 3 Şubat 2013, s.24.
[16] R. Barthes-A. Benk-O. Demiralp-U. Eco-E. Morin-M. Rifat-S. Rifat-S. Sontag-F. Wahl, Roland Barthes: “Yazma Arzusu”, Hazırlayan: Mehmet Rifat, Sel Yay., 2008.
[17] A. Hicri İzgören, “Anadil ve Dilkırım Siyaseti”, Gündem, 23 Şubat 2012, s.15.
[18] Ayşe Emel Mesci, “Özgürleşme Dilde Başlar”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2015, s.19.
[19] Onur Hamzaoğlu, “Anadili mi? Anadil mi?”, Evrensel, 18 Şubat 2014, s.9.
[20] A. Hicri İzgören, “Dillere Özgürlük”, Gündem, 20 Şubat 2014, s.15.
[21] A. Hicri İzgören, “Anadilinden Sürgün Çocuklar”, Gündem, 12 Eylül 2013, s.15.
[22] Oral Çalışlar, “Kürtçenin Yasaklı Yolculuğu: Türkeş’ten Kışlalı’ya...”, Radikal, 4 Temmuz 2012, s.12-13.
[23] Eyüp Can, “Bir Babanın Dilyaresi”, Radikal, 23 Şubat 2012, s.6.
[24] Hasan Aydın, “Barış Sürecinde Anadilde Eğitim”, Radikal İki, 17 Şubat 2013, s.4.
[25] Christoph Schroeder, “Çiftdillilik, Toplum ve Eğitim”, Radikal, 19 Kasım 2009, s.17.
[26] A. Hicri İzgören, “Anadilinde Eğitim”, Gündem, 11 Eylül 2014, s.15.
[27] İlhan Kaya, “Anadilde Eğitim Türkiye’yi Bölmez Bütünleştirir”, Radikal, 14 Eylül 2013, s.17.
[28] Ahmet İnsel, “Anadil ve Anavatan”, Radikal İki, 22 Eylül 2013, s.1-7.
[29] Birgül Yılmaz, “Dille İlgili Yanlış Bilinenler ve Bilinmeyenler / Sosyodilbilimsel Bir Analiz”, Birgün, 28 Şubat 2012, s.10.
[30] Yasin Ceylan, “Kürtçe Medeniyet Dili mi?”, Radikal İki, 4 Mart 2012, s.1-12.
[31] “Yabancı dilde yazan ya da şiir söyleyen, yabancı bir evde oturan insan gibidir.” (W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.145.)
[32] “Kamuran Bedirxan Kürtçe için Latin alfabesi önerdiğinde, daha ‘Harf İnkılabı/ Devrimi’ yapılmamıştı.” (Sedat Yurtdaş, “Kürtçede Alfabe Tartışmaları: Arap (Kur’an) mı Latin mi?”, Radikal, 9 Eylül 2013, s.15.)
[33] Cansu Çamlıbel, “Yıldırım: Kürtçe İçin Sorun, Sindirme”, Hürriyet, 8 Temmuz 2013, s.18.
[34] Mücahit Bilici, “Kürtçe Bir Medeniyet Dili Değildir!”, Taraf, 25 Kasım 2012, s.9.
[35] Ersin Erkan, “Kürt Sorunu Özünde Kürtçe Sorunudur”, Milliyet, 31 Ocak 2013, s.29.
[36] Prof. Dr. Fatma Gök’e göre özel okulda anadilinde eğitim “yetersiz”den öte “yanlış”; çünkü, “Amaç ‘bazı Kürtler’in anadili hakkı mıydı? Otoriter devlet aklı neo-liberalizmle birleşince anadili özel okula kalır.” (Ezgi Başaran, “… ‘Anadilde Özel Okul’ Neo-Liberal Aklın Bir Sonucu”, Radikal, 7 Ekim 2013, s.8-9.)
[37] Mesut Hasan Benli, “Sıkıyönetim de Kürtçeyi ‘Anlamamış’…”, Radikal, 4 Temmuz 2012, s.10.
[38] Rifat Başaran, “Anadil İçin 19 Örnek”, Radikal, 6 Eylül 2013, s.12-13.
Yorumlar