“Sorular ölmezler, sorular.” [2] “Kötülüğün Sıradanlaşması” ilk olarak siyaset bilimci Hannah Arendt tarafından Nazi Almanyası’nda emir ...
“Sorular ölmezler, sorular.”[2]
“Kötülüğün Sıradanlaşması” ilk olarak siyaset bilimci Hannah Arendt tarafından Nazi Almanyası’nda emir kullarına dönüşüp, her tür acımasızlık ve kötülüğü yapar duruma gelişlerini açıklamaya çalışırken, kötülüğü insandan çok rejime bağlayan bir tez ileri sürüldü. Buna göre, totaliter rejimler insanları akıl ve vicdandan uzaklaştırarak robotlaştırdıklarından, “kötülüğün sıradanlaşmasına” da yol açmaktalar. Gelinen Türkiye gerçekliğinde (AKP iktidarının ve Saray rejiminin uyguladığı politikalar göz önünde bulundurulduğunda), Arent’in ileri sürdüğü “Kötülüğün Sıradanlaşması” tezine uygun bir ortam oluşmuş durumda. Bu bağlamda, “Kötülüğün Sıradanlaşması” tezini tekrardan tartışmakta fayda olacağı düşüncesiyle;
Naci Kaya (Mezopotamya Ajansı): Türkiye’de özellikle son zamanlarda mezarlık, cenazelere saldırı vs. olaylar göz önüne alındığında Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlaşması” söylemlerini görmek mümkün mü? Mümkün ise; bunu biraz açıklayabilir misiniz?
ARENDT MESELESİ
Hannah Arendt, kimileri için çok “popüler” olsa da, benim açımdan liberal bir felsefeci, siyaset bilimcidir. Ne felsefeci ne de siyaset bilimci olarak tanımlanmayı istemeyen O, “dünyayı kaplayan insanlığa” odaklandığından söz eder.
“Sınıf” gerçeğini “insan(lık)a genelleyen”; faşizmi de totalitarizm söylemiyle perdeleyip, kapitalist ücretli köleliğe dair esasa mündemiç bir laf etmeyen Arendt,“Hayatımda hiç bir zaman bir halkı ya da kolektifi bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum ve sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok,” tikelci vurgusuyla; “Totaliter rejimin ideal öznesi, inandırılmış Komünist ya da Naziler değil; fakat gerçekle kurgu ve doğruyla yanlış arasındaki farkı ayırt edemeyen insanlardır!” diyerek “kategoriler”e, “genel”lere yönelik çekincelerini dile getirir.
Sınıflı bir dünyada, sınıf mücadeleleriyle biçimlenen toplumsal formasyonlarda, varın, “Benim için önemli olan düşünme sürecinin kendisi,” diyen Arendt’in hakikât ile ilişkisinin ne olduğuna siz karar verin!
Gelelim şu “Kötülüğün Sıradanlaşması” meselesine…
Bundan ilk olarak Arendt söz etmedi. Mesela “İyilik ve kötülük arasındaki zıtlık halk arasında düşünüldüğü kadar keskin değildir. Hissedilmeyecek bir farkla birinden öbürüne geçebilmektedir. Aralarındaki sınırlar belli belirsizdir,” saptaması söz konusudur Emile Durkheim’ın…
“Tehlikeli”, “Zararlı”, “Çirkin”, “Nahoş” olan vb’leri demektir Ama salt/ mutlak kategoriler olmak bir yana “Kötülük”ün ve karşıt manada “İyilik”in sınıfsal bir anlamı vardır.
Soyut; her şeyi kucaklayan; evrensel bir “Kötülük” de, “İyilik” de yoktur; bu kavramlar ancak ekonomi-politik içerikleri çerçevesinde bir anlam edinir.
Bu bağlamda “Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir”… “Acı gerçek şudur ki çoğu kötülük, iyi veya kötü olma konusunda asla bir seçim yapmamış insanlar tarafından yapılır”… “İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur,” tespitleriyle Arendt “sınıflar üstü” söylencesiyle şiddet ile iktidar (devlet) konusunda liberal hikâyelerin ötesine geçememektedir:
“İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar”… Şiddet, iktidarın tehlikeye girdiği anda ortaya çıkar,” saptamalarının ciddiye alınır hiçbir yanı yoktur. Meğer ki “şiddet” salt “fiziksel şiddet”e indirgenmiş olsun! Oysa biliyoruz ki “şiddet”in bin bir çeşidi var: ekonomik şiddet, siyasal şiddet, hukuksal şiddet, psikolojik şiddet… Ve şiddetin “meşru/ yasal” tekeli, devlettir.
Friedrich Nietzsche’nin ifadesiyle, “Bütün canavarların en soğuğuna devlet denir”.
Thomas Hobbes’a göre de, “Leviathan”dır O; ve Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk, bireyinkine ise suç adını verir,” dediğidir…
Ayrıca Max Weber için “Şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran aygıt”tır; V. İ. Lenin’e göre de, “Hâkim sınıfın en örgütlü hâlidir.” Tıpkı Karl Marx’ın ‘Fransa’da İç Savaş’ına “Önsöz” de bir kez daha altını çizdiği üzere: “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir.”
Ancak Nikolay Buharin’in (1918) ifadesi “modern devleti” anlamlandırmada çok önemlidir: “Devlet, tıpkı sermaye gibi, bir nesne değil, toplumsal sınıflar arasındaki bir ilişkidir. Devlet, yönetenle yönetilen arasındaki bir ilişkidir. Devletin özü bu ilişkidir.”
Arendt, her liberal gibi bu noktada çuvallar ve “Doğrunun ve yanlışın ne olduğuna çoğunluğun değil de vicdanın karar verdiği bir hükümet sistemi olamaz mı?” sorusu eşliğinde “Otoritenin en büyük düşmanı ve onu zayıflatmanın en kesin yolu, kahkahadır,”[3] yanıtına sarılır.
Ve denilebilir ki bu tür soru(n)lar karşısındaki “yanıt(sızlık)lar”la; Bertolt Brecht’in, “Kapitalizme karşı olmadan faşizme karşı olanlar; danayı kesmeden onun etini yemek isteyen insanlara benzer. Danayı yemek isterler ama kan görmeyi sevmezler. Kasap eti tartmadan önce ellerini yıkarsa tatmin olurlar. Barbarlığı ortaya çıkaran mülk ilişkilerine karşı değillerdir, yalnızca barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa karşı seslerini yükseltirler, hem de bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin yayıldığı ancak kasapların eti tartmadan önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar,” eleştirisine muhatabı Arendt’in yazdıklarıyla, Wilhelm Reich’ın faşizmin “Kitle Ruhu Anlayışı”[4] saptamalarıyla kabil-i kıyas değildir.
O hâlde coğrafya(ları)mızın -Türk(iye)- hâl(ler)inden söz edeceksek; faşizm meselesine yeniden eğilmek gerek.
TÜRK(İYE) HÂL(LER)İ
Geçenlerde Sibel (Özbunun) ile memleket hâl(ler)ini konuşurken; bugün(ler)de yaşadıklarımızın, Bob Fosse’un önemli filmlerinden (1972) ‘Kabare/Cabaret’i anımsattığını sonucuna vardık.
1973’de tam 8 Oscar ödülü kazanan film, 1930’ların Berlin’in de, Nazilerin yükseliş dönemi; politik, toplumsal, ekonomik bağlamlı büyük bir kargaşa/ çürüme içinde faşistlerin iktidara yürüyüşü anlatılır.
Bugünün Türk(iye) toplumunu faşizm kavramsallaştırması dışında anlamak, çözümlemek mümkün görünmüyor.
Elbette kimilerinin “faşizm” kavramını kullanmadaki “klasik çekinceleri”ni görmüyor değilim.
“Faşizan uygulamalar” gibi terimleri kullananların “faşizm” dememesinin ardında ellerinin altındaki teorik şablonlar var: Mesela hâlâ seçim yapılması veya meclisteki muhalif partilerin varlığı ya da yaşamın “kara kaplılar”a uymaması gibi…
“Statik” değerlendirmeleri doğru bulmadığımın altını çizerken; Devlet Bahçeli’nin “Seçimle geldi diye kabul mü edeceğiz?” sorusuna dikkat çekerek ilerleyelim.
Nazi döneminin siyaset teorisyen/ve hukukçusu Carl Schmitt’in, “Olağanüstünün olağanlaştırılması” diye tarif ettiği hâl bugünümüzü çok iyi anlatırken; Schmitt bu tarifi faşist Almanya’da yapmıştı!
“Kara kaplılar”daki tanımlara, “şurası benziyor”/ “burası benzemiyor” diyerek papatya falı açmanın hiçbir değeri yok.
Kriz içinde faşizmin olağanlaştığı bir süreçten geçiyoruz.
Wilhelm Reich’ın, “Kadere tuhaf bir teslimiyet ya da akıl tutulması”[5] diye betimlediği hâl dört yanımızı kuşatırken; örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun kitleler, burjuva ideolojisi tarafından biçimlendiriliyor.
Kitleler yaşamlarını cehenneme çeviren soru(n)ların, burjuva iktidarlardan değil de çeşitli komplolarla ülkeyi zayıflatmaya çalışan iç ve dış düşmanlardan, ötekileştirilenlerden kaynaklandığına “Vatan, Millet, Din” yaygalarıyla ikna ediliyorlar.
Hatırlayın Benito Mussolini, “Kitleler sadece basit ve uç (aşırı) duygulara aşinadır. Onları sadece imajlar etkiler” diyordu. “Faşizmin dini vatanıdır”, “Bizim mitosumuz millettir, milletin yüceliğidir”, “kutsal İtalya, tanrısal İtalya”, “Tanrım, Duçe’nin şahsında İtalya’yı kurtar” ifadeleri faşizmin temel cümleleriydi.
Adolf Hitler ise şöyle diyordu: “Kim ki kitleleri elde etmek ister, kitlelerin kalbini açacak anahtarın ne olduğunu, nerede olduğunu da bilmek zorundadır. Bütün tarih boyunca, en şiddetli devrimleri harekete geçiren güç, kitleleri kendine bağlayan bir bilimsel düşüncenin yayılmasından çok, kışkırtıcı bir fanatizmde ve kitleleri çılgına çeviren gerçek bir histeride saklıdır... Akıl ve mantık size, bana yönelmemenizi salık verebilirdi: Sizi bana getiren sadece imanınız oldu!”[6]
Yeri gelmişken hatırlatmadan geçmemeli: Faşizm, tekelci kapitalizmin yerle yeksan ettiği, çöken küçük-burjuvaziyi (ve toplum psikolojisini) biçimlendirirken; din ile aile ideolojik aygıtlarını yoğun biçimde kullanır.
Bunlara ek olarak devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik ve militarizm, anti-komünizm gibi öğeleri kullanarak; kişi(leri) düzenle uyumlu, yokluk ve aşağılanmaya karşın her türlü ezilmişliği sineye çeken bir “kul” hâline getirilir.
Söz konusu güzergâhta faşist iktidarlar kamuoyu oluşturmak, devlet şiddetini gerekçelendirmek için binlerce komplo, manipülasyon ve yalana sarılırlar. Emre Kongar’ın ifadesiyle, “Tarih faşist diktatörlerin bu tür komplolarıyla doludur: En bilinen örnek, Hitler faşizminin Alman Parlamento binasını yakmasıdır.”[7]
Ayrıca çeşitli tarihsel süreçlerde, farklı koşullar da ambalajlanan faşizm liderlik, milliyetçilik ve vatanseverlik, ırkçılık, totaliterlik, anti-komünizm ilkelerinden asla vazgeçmez.
İfade ettiğim ideolojik ve siyasal ilkeler, faşizmin olduğu her ülkede geçerli olmuştur. Ayrıca Şaban İba’nın işaret ettiği gibi, “İster iktidarda ister muhalefette olsun tüm faşist partilerde devlet ve toplum yaşamının tüm alanlarını kapsayan tek ideoloji, tek tip düşünce, tek lider, tek devlet, tek millet, tek ırk, tek dil, tek din, tek mezhep diktatörlüğü geçerlidir.”[8]
Faşizm sadece bireyi ayrıştırma, yalnızlaştırma, hizaya getirme işlevi görmez. “Bizden olanı yedirmeyiz… Hırsızsa bizim hırsızımız,” vb’i söylemlerle sürü psikolojisinin güvenlik sağlayan enstrümanlarını devreye sokar.
Hiçbir olaya hakkaniyet, vicdan üzerinden yaklaşmaz. Sürü, topluluğun üyesine, sahiplendiği bireye şu mesajı verir: “Seni, bize aykırı davranmadığın sürece ne yaparsan yap, koruruz. Yeri gelince sen de bizi ya da bizden birini koruyacaksın…”
Bunların yanında devasa bir yalan olarak faşizm duyguları, mağduriyeti de çalar.
Ötekileştirdiklerine ya da “azınlığa” şiddet uygular, dilini yasaklar, kültürünü geliştirmesine izin vermez…
Akla hayale gelecek her türlü zulmü uygularken; mağdurun kendisi olduğu söyleminden asla vazgeçmez; “kötü olan” da şiddete maruz bırakılandır; tıpkı bugünlerde olduğu gibi!
FAŞİZM(LER)
XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde faşizm, ırkçılık, ayrımcılık -şeytan üçgeni- insan(lık)ın acil gündem maddelerini oluşturuyorken; Umberto Eco’nun, “Faşizmin maskesini düşürmek ve ona her an dikkatli olmak” vurgusuyla, “Özgürlük ve kurtuluş asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: ‘Unutmayın’…” diye eklemesi boşuna değil.
Çünkü Samir Amin’in, “Çağdaş kapitalizmin krizi ile faşizmin siyasi sahneye dönüşünü birbirine bağlaması tesadüfi değil”dir.
Faşizm yalnızca şiddetten ibaret değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir.
Ayrıca faşizm, herhangi bir şiddet değil tekelci sermayenin şiddetidir; yaşamın tepeden tırnağa sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesidir…
Evet tekelci dönemde kapitalist devlet(ler)in gittikçe totaliterleştiği görülmelidir. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu devlet biçiminin bazı özellikleridir.
Kuşkusuz, kapitalist devlet başından beri otoriterliğe meyilliydi ancak sınıf mücadeleleri ve dünya konjonktürü dolayımıyla bu eğilim sınırlanmaktaydı. Kapitalist devlete içkin bu otoriterlik “olağanüstü” koşullarda, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarında, düzeni yeniden tesis etmek için devreye giriyordu. Bu durum liberaller tarafından “istisnaî hâl” olarak tanımlansa da; neo-liberalizm ile istisna olmaktan çıkıp bir “kural” hâline dönüşmesi kaçınılmazlıktı![9]
Ki öyle de oldu: Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Buhranı ile betimlenen Covid-19’lu bugün(ümüz)de “Faşizmin Ön Odası”ndayız sanki.
Karl Polanyi’nin, “Krize girmiş ekonomilerin gürbüz çocuğu” olarak nitelediği[10] faşizmin, kapitalizme mündemiç olduğu tartışılmaz bir gerçekken; onu doğuran karın kapitalizm olup; kriz içindeki tekelci sermaye zorbalığının göbek adıdır!
Evet faşizmin kapitalizme mündemiç olduğunu “es” geçmeden; faşizmin sıradanlaş(tırıl)masının kapitalizm ile doğrusal ilişkisine kafa yormalıyız…
Bu noktada François Chatelet, “Faşizm özüne indirgenmiş liberal devlettir,”[11] derken; “devletin özü”, “neo-liberal sermaye birikim rejimi” ve “kapitalist devlet” şahsında -hepimize!- üzerinde düşünmemiz gereken bir perspektif sunar…
Faşizm, kapitalizme mündemiç sürekli bir hâldir; kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin bir uzantısıdır. Çünkü liberal sistem faşizmin gelmesi için gerekli koşulların birincisidir. Yani liberalizm ile faşizm arasındaki tarihsel bağ kapitalizmdir. Hatta kapitalizmin gölgede bekleyen özü/ saklı suretidir; maskesi olmayan kapitalizmdir faşizm… Çünkü faşizm, kapitalizmin her daim yanındadır; kapitalizmin bekası için vardır. Kapitalizmin beslediği, büyüttüğü meşru çocuğudur.
Nihayetinde kapitalizm icadı olan faşizm; yaygınlaşan ve güçlenen sosyalizme karşı bir karşıt hamledir. Faşizm, sermaye sahiplerinin direktifi doğrultusunda grev, hak, hukuk vs’nin tarumar edilmesini gerçekleştirerek, ezilenleri örgütsüzleştirir.
Ve denilebilir ki faşizm kapitalizmin çöküşünün eşiğine geldiği; devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı, ancak öznel koşullarının olmadığı koşullarda gündeme gelen bir burjuva diktatörlüğü biçimidir.
Sıradan(laştırılan) faşizm, bizatihi gündelik hayatı dönüştüren ve tehdit eden bir olgudur. Faşizmin sıradanlaş(tırıl)ması; kapitalist yabancılaş(tırıl)mayla ilinti ve “sermaye birikim biçimlerinin diktatörlüğü”nün gündelik hayatı biçimlendirmesiyle bağıntılıdır.
Kapitalizmde, insan(lar)ı kanatları altına almaya hazır bir faşizm tehlikesi vardır daima… Faşizm, bir “izm” olduğu kadar kapitalizmin egemen olduğu devlet tarafından topluma pompalanan bir ideolojik aygıt; bir hayat tarzıdır. Ya da devleti kutsayan putperestliğin modern zamanlarda aldığı şekillerden biridir; gündelik yaşama sinmiş bir şeydir faşizm…
Faşizm öncelikle beşeri ilişkilerde boy verir. Çünkü nihayetinde faşizm salt bir ideoloji değil; bir yaşam şeklidir. Bunun için de faşizmin zaferi, gündelikleşmesidir!
Bir başka açıdan faşizm, George Orwell’in, “Büyük Birader”idir…[12]
Bu bağlamda sırandan(laştırılan) faşizm, insanlığın insanlıktan ağır ağır sıyrılarak çıkmasıdır. Gözle görülmeyecek kadar ağır ağır ve küçük adımlarla işleyen bir süreçtir. O, bütün felaketler içinden en kolay kılık değiştirenidir. Öldüren değil, çürüten; rutubet gibi bir şeydir, küf gibi...
O, insanları öncelikle öldürmez, dönüştürür. Sırandan faşizmin zaferi insanın hamurunu değiştirebilmedeki becerisidir. Önce yavaş yavaş insanlık haysiyeti ortadan kaldırılır. Rıza üreten ve zulmü katlanabilir hâle getiren meşrulaştırma mekanizması çoğunluğun kafasına yerleştirildiğinde başlar oyun. Rızanın üretilmesi için ülkedeki insan hamurunun delilik yönünde değişmiş olması gerekir.
Evet faşizm, sadece Hitler’in toplama kampları, askerleri, orduları, insan yakılan fırınları; Naziler’in “kahverengi gömlekleri” ya da Mussoli’nin naraları değildir. Burnumuzun dibindedir. İç içedir bizimledir. Çünkü bazen faşizm gündelik hayatı biçimlendirir, dönüştürür ve kanıksamanızı sağlar, kendini böyle vareder.
Faşizm, bir otoritenin ve bu otoriteye dayanan bir kitlenin toplumu belli alanlarda (ve belki tüm sosyal alanda) baskılayarak homojen bir toplumsal tahayyül ve algı varmış hissi yaratmasıdır. Bağıra bağıra geldiği gibi sessiz sessiz de gelebilir faşizm…
“Sıradan(laştırılan) faşizmi; farkında olmadığı hâlde, birçok insanın davranış biçimi” diye tanımlayabiliriz!
Özetle faşizm, sınıfsal bir olgudur. Sınıfsallığı bilinçli olarak çarpıtılır. Bu yüzden de faşizm denildiği zaman sadece akla Almanya ve İtalya gelir. Sanki Hitler olmasaydı Almanya’da faşizm olmayacakmış gibi, faşizm bireylere indirgenir. Faşizmin sınıfsal niteliği örtbas edilir. Faşizm, kapitalizmin buhranlarını aşabilmek için halkı baskı altında tutma aygıtıdır. Faşizm, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının yarattığı koşulların burjuvaziyi içine düşürdüğü sosyal, siyasal açmazlarının ürünüdür…
Faşizm insanlıktan çıkma hâlidir; sermayenin milliyetçi/veya dinsel diktatörlüğüdür.
Nihayet burjuvazi faşizmden medet ummakta haklıdır. Çünkü faşizm, burjuvazinin destesindeki jokerdir…
Faşizmin tanımını dar tutmak, her koşulda geçerli midir? Kanımca değil!
Faşizmi birkaç cümleyle tanımlamak zor; hatta imkânsızdır. Kesin sınırları çizilmiş bir faşizm tanımı yerine, onun farklılıklarını da içeren genel özelliklerinin altını çizmek gerek. Kapitalizm ile diktatörlük sözcükleri faşizmin analizinde kilit önemdedir.
Devletin “farklı” hâlleri gibi, devletin ve toplumun yeniden örgütlenmesi için de faşizmin “farklı” hâllerinden, biçim(ler)inden söz etmek gerekiyor artık.
Evet, evet faşizmin hâllerinden söz edebiliriz. 80’lerle birlikte faşizm farklı veçhelere bürünmeye başladı.
Robert Paxton, 2004 tarihli incelemesi ‘The Anatomy of Fascism/ Faşizmin Anatomisi’de, “Faşizmin tarihsel bağlamda ortaya çıkmış karakteristikleri olduğu”nun altını çizerken; “neo-faşizm” ile klasik faşizm “farklılığı”na dikkat etmek gerekiyor…
Farklı hâllerin birçok türü vardır: Karmadan, dinseline dek…
Faşizm çeşitli ülkelerde koşullara bağlı farklılıklar gösteriyor olsa da, özü itibariyle her yerde benzerdir. Yaşayan bir terimdir; çeşitli versiyonları vardır faşizm…
Faşizmin öne çıkan özellikleri ancak, ortaya çıkıp biçimlendiği dönemin koşullarının yarattığı bir şeydir…
Faşizm tarih içerisinde bir sürekliliği olmasıyla birlikte her dönemde de kendine has biçimler meydana koyar. Aslında özü itibariyle sermayenin beslemesidir. Sermayenin, kendi varlığını tehlikeye sokacak (ya da tehdit edecek diyelim) eylem nereden geliyorsa, oraya yönelen savaş mekanizmasıdır. Tarih boyunca nerede ortaya çıkarsa çıksın özü hiç değişmez: Tekellerin azami kâr azami egemenlik için işçi sınıfı ve emekçi halklara yönelttiği silahtır.
Evet Avrupa Parlamentosu’nun dahi, “Avrupa’yı faşist nefretten korumalıyız,”[13] demek zorunda kaldığı XXI. yüzyılda faşizmi “kara kaplı şablonlar” dışında yeniden ele almak, zorunlu hâle geliyor.
Çünkü Komutan Yardımcısı Marcos’un “Neo-liberal faşistler”[14] ya da Umerto Eco’nun “Ur Faşizm”[15] diye betimlediği bir gerçek var karşımızda.[16]
XXI. YÜZYILIN “BUGÜNÜ”
‘Repubblica’ Gazetesi’nin, İtalyanların yüzde 20’sinin kafadan bugün “Duçe” özlemi içinde olduğunu açıkladığı[17] XXI. yüzyılda “Faşizm geri mi dönüyor?” sorusuna “Faşizm, kapitalist sistemin DNA’sında yer alıyor,” yanıtı verilmelidir Cihan Aksan ile Jon Bailes’ın ifadeleriyle….
Unutmamalıyız ki, faşizmin yükseldiği iki savaş arası dönem öyle kendiliğinden ortaya çıkmadı. Tam aksine, faşizm, zalim genişlemeciliği ve Sosyal Darwinci mantığı ile (ki o zamanlar tamamen “yasal”dı), 500 yıllık Avrupa sömürgeciliğinde vardı ve sonrasında kendine, Avrupa’ya döndü. Bu bağlamda faşizm hiç gitmemişti!
Eğer faşizmden anlaşılan, 1922-1943 arası İtalya krallığında cisimleşen ve görünür hâle gelen bir siyasi model ise, çok farklı bir sonuca ulaşırız. Bu iktidar biçimini karakterize eden özellikleri ele alalım: hiper milliyetçilik, ırkçılık, maçoluk, lider kültü, “çöküş ve yeni siyasal rejimde yeniden doğuş” miti, siyasi düşmanlara karşı şiddetin şu veya bu şekilde açıktan benimsenmesi ve devlet kültü. İşte o zaman bu iktidar biçiminin, 1943’te formel olarak ortadan kalkmasından sonra, farklı biçimlerde ve şekillerde, sadece Avrupa’da değil başka yerlerde de nasıl var olmaya devam ettiğini açık bir şekilde görebiliriz. Faşist partilerin nasıl varlığını sürdürdüğünü, faşist söylemlerin nasıl yayıldığını ve savaş sonrasında dünya çapında ortaya çıkan farklı rejimlerin, formel olarak faşizmi benimsemeksizin nasıl faşist özellikler sergilediğini görebiliriz.[18]
Bugünlerde yaşananlara “Nazi manyaklığı”(?) deyip geçemeyiz!
Bunların tarihsel toplumsal, ekonomi-politik gerekçeleri vardır; olmuştur; olacaktır da…
Yahudi düşmanlığı daha I. Dünya Savaşı’ndan önce Alman toplumunda kültürel norm olmuştu. Savaşın travmasıyla histeriye dönüştü. Yahudi soykırımı olayına yol açan düşünce sistemi hiç yoktan ortaya çıkmadı. Bu bağlamda, önce Hıristiyan dini içindeki Yahudi düşmanlığını, tarih boyunca bu halka uygulanan katliamları anımsamamız gerekiyor. Reformasyonu başlatan Luther’in Yahudiler üzerine hezeyanları, Hitler’inkileri aratmayacak düzeydedir. Hıristiyan dünyasında olup biten her şeyi bilen Vatikan ve diğer merkezlerin, zamanında soykırımı bilmezden gelmesi de ibret vericidir. Kudüs Müftüsü’nün, Hitler’le yaptığı toplantıdaki sözleri de...
XXI. yüzyılda bu riskler hâlâ canlı değil mi?
Bunlara ek olarak krizle sarsılan kapitalizmin egemen sınıflarının tutumunu da, asla unutmamak gerekir. 1933’te yapılan o ünlü toplantıda, içlerinde Krupp, Siemes, Bayer, Opel, I.G Farben, Agfa, Telefunken de olmak üzere 33 büyük şirketin temsilcileri, ilk seçimlerde Nazi partisinin sendikaları işçi hareketini ve sosyalist hareketi bastıracak kadar güçlenmesine olanak sağlamak için milyonlarca marklık bir fon oluşturdular.
Bu adamlar (Nazizm esas olarak erkek bir projedir), Yahudi soykırımı sürecinden, köle emeği kullanarak Yahudi kapitalistlerin mallarına, servetlerine, sanat koleksiyonlarına el koyarak yararlandılar. Nazi savaş makinesi de bu kapitalistlerin sermayesiyle, teknolojisiyle onlara büyük kârlar getirerek kuruldu ve beslendi…
II. Dünya Savaşı’nı izleyen Nürnberg mahkemelerinde yargılananlar da buzdağının tepesi bile değildi; bu da bir çeşit “olağanüstünün olağanlaştırılması”ndan başka bir şey değildi; bunları bilmeyen var mı?
Tarih tekerrür etmez; farklı oyuncularla ve başka zamanlarda benzer sonuçlar ortaya çıkarır. Bugün gücünü günden güne artıran “popülizm” diye sunulma yanılgısından mülhem Donald Trump, Amazonları tarıma ve madenciliğe açmaya niyetlenen, kadınları ve sosyalistleri aşağılayan, polise istediği herkesi vurma emri veren Brezilya Devlet Başkanı ‘Tropik Trump’ Jair Bolsonaro, ırkçı yasa tasarılarının mimarı ‘Macar Trump’ Viktor Orbán, göçmenlere karşı insanlık dışı tutumuyla ve Mussolini hayranlığıyla bilinen İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı ‘Napoliten Trump’ Matteo Salvini, Brexit sürecinde parlamentoyu zorunlu izne çıkaran ve bir anlamda darbe yapan İngiltere Başbakanı ‘Britanyalı Trump’ Boris Johnson… bugünkü en önemli temsilcileri ve neo-faşizm tartışmalarının özneleri değil ise nedir ki?
Ya coğrafyamızdaki “Hakikât Rejimi” tesis etme çabalarını; 15 Temmuz 2016 “Darbe Girişimi”nden sonra ve Covid-19’un yeni “normali”yle(?) “Tek Adam”lığın devletin monolitik; toplumun korporatif örgütlenmesi keyfiliğiyle tesis edenler zikrettiğimiz örneklerden farklı mı?
Ön açıklamalarıyla ilk soruya verebileceğim yanıt buyken; özetle ne mi diyorum?
1) Günümüzde (ve XX. yüzyıl tarihinde) olup bit(mey)en melaneti açıklamak için “kötülük”ten daha izah değeri yüksek bir kavrama ihtiyaç var, diyorum; bu da faşizmdir. 2) Faşizm, kapitalizmden ayrı düşünülemez/ soyutlanamaz, diyorum.
NK (MA): Yine son dönemde Gökçek’in cenazesi yakma tehditleri, Sevda Noyan’ın TV’deki söylemleri ve buna benzer binlerce tehdit mesajları cezasızlıkla ödüllendiriliyor. AKP iktidarı bu anlamıyla kötülüğü normalleştirmek mi istiyor? Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
SORU(N)LAR VE GİDİŞAT
AKP iktidarı, “kötülüğü normalleştirmek”ten çok; siyasal İslâma mündemiç bir “Hakikât Rejimi”ni Covid-19 koşullarından da yararlanarak yeni “normal” söylemiyle örgütlüyor; bu da sonuç olarak kendileri için “iyi”, muhalifler için “kötü” olarak nitelenebilecek bir kombinasyona yol açıyor.
Siz bakmayın “Serbest seçimlerle iktidara gelmek”ten söz edenlerin; hınç, nefret söylemini sürekli besleyip, canlı tutanların “demokrasi” naralarına!
Öznesiz bir demokrasi abartıları konusunda, “Kültürel bir çöl yaratılmışsa orada her şey satılabilir. Çünkü çölde her şey mucize etkisi yapar,” diyen Pier Paolo Pasolini sonuna dek haklıdır.
Demokrasi eşittir özgürlük değildir. Demokrasi bazen, hatta kapitalizm koşullarında iki kurt ve bir kuzunun öğle yemeğinde ne yiyecekleri konusunda oylama yapmasıyken; “Özgürlük ve demokrasi kelimelerini sürekli duyduğunuz dakika şüphe edin. Gerçekten özgür memleketlerde kimse size özgür olduğunuzu, sürekli vurgulamaz,” diye ekler Jacque Fresco.
Bugünlerde “demokrasi” diye sunulan tulûat ile korkunun, kuşkunun, istikrar talebinin kriz tablosunda; İslâmi tutkuların hâkim olduğu siyasal tahayyülle toplum yeniden biçimlendirilirken; hazırlanan “ölüm listeleri” neo-faşist paramiliter tahkimatın bir üst düzeye sıçratıldığına işaret ediyor ki, bu hayırlı bir gidişat değildir.
Bundan en çok etkilenenler ise Kadınlar, Kürtler, Alevîler, LGBTİ+’lardır.
Hatırlayın: Nazi iktidarı Alman toplumunu suç ortağı hâline getirmek için kaldıraç olarak Yahudi/ Roman ötekileştirilmesini kullandı.
Söz konusu nefretin bir toplumsal tahayyüle, ondan beslenen pratiklere ve bir kültür dünyasına yaslanmasıyla oluşturulan vahşi kolektif kimliğin de önü açıldı. Bu noktada coğrafyamızdaki Kürtlerin tarihi ile Maraş-Çorum-Sivas-Malatya vb’lerindeki Alevîlerin hâlini anımsamak yeter de artar değil mi?
Ve nihayet “bölünmez bütünlük” retoriğiyle “devlet-i ebed müebbed”in cihan hâkimiyeti mefkûresiyle beslenen gözü dönmüş saldırganlık!
Bu arada Parlamento’nun işlevsizleştirilip, yetkilerini “Tek Adam” devredilmesi…
Medyanın denetim altına alınması…
İlkokul düzeyinden üniversitelere kadar tüm eğitimi İmam Hatipleştirilmesi…
Kadınların eve dönüştürülüp, “fıtrat”larna teslim edilişi…
Ve nihayet Prusya savcılarına Hermann Göering’in, “Kanun ve Führer’in iradesi aynı şeydir,” uyarısındaki üzere ya da Adalet Müşaviri ve Alman Hukuk Lideri Dr. Hans Frank’ın 1936’da hukukçulara, “Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi?”[19] yanıtındaki gibi bir kanun(suzluk)la yüz yüze olmamız…
Ordu, polis, zindanlardan falan söz etmeyi gerekli bile görmüyorum!
Şimdi burada durup İbrahim Gökçek’in cenazesi yakma tehditleri ile Sevda Noyan’ın “ölüm listesi”nin bir “kötülük” ya da “anormali” değil; yeni normalleri olduğunu ifade etmek istiyorum…
Bu böyleyken dört şey hatırlatmak istiyorum!
İlki Martin Luther King’den: “Asla unutmamalıyız ki, Adolf Hitler’in Almanya’da yaptığı her şey yasalara uygundu”!
İkincisi Max Horkheimer’dan: “Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz. Bağımsız davranmaya çağrıldığımızda, düzenlerden, sistemlerden, otoritelerden yardım bekliyoruz”!
Üçüncüsü Erich Fromm’dan: “Anlaşılan şu ki, ortalama insan için büyük bir gruba ait olmamanın hissi kadar dayanılmaz bir his yok”!
Dördüncüsü de Umberto Eco’dan: “Uyanık olmak zorundayız. Bu sözcüklerin unutulmaması için hep alarmda olmalıyız. Faşizm hâlâ etrafımızda dolaşıyor. Üstelik bazen sivil kıyafetle dolaşıyor faşizm... Faşizm masum kılıklarla, giysilerle her an yeniden arzı endam edebilir. Bizim görevimiz faşizmi her gün soymak ve dünyanın her yerinde onu teşhir etmektir, sergilemektir… XXI. yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır”!
Gökçek’in cenazesi yakma tehditleri ile Sevda Noyan’ın “ölüm listesi”nden söz etmesi bir “kötülük” falan değil; bunun çok ötesinde, aramızda sivil kıyafetle, masum kılıklarla dolaşan ekonomi-politik bir hakikâttir! Buna ilişkin olarak Zizek, “Ernesto Laclau, bir çeşit düşman figürü inşa etmenin, popülizmin içkin gerekliliği olduğunda ısrarcıydı-ki bu yalnızca zayıflığının değil, gücünün de kaynağıdır,”[20] der…
Fransız sosyolog Gustave Le Bon, “Kitlenin doğru akıl yürütme gücünden yoksun olması, onda eleştirel akıldan, yani hakikâti yalandan ayırabilme ve herhangi bir konuda kesin bir yargıya varma istidadından eser bırakmaz,” derken;[21] “kolektif” biçime bürünen kitle psikolojisinin; bireysel özellikleri silerek, “hipnotize” ettiğinden söz eder.
Le Bon (ve “İnsanların tutkuları karşısında mantıksal tartışmalar yapmanın yararı yoktur,”[22] diyen Sigmund Freud), kitlesel hareketlerin “otoriter” yönetimler tarafından nasıl “manipüle” edildiğine dikkat çekerlerken; Hitler’in de bir “kitle psikolojisi” uzmanı olduğunu unutmamak gerekir.
NK (MA): Son zamanlarda mezarlık ve cenazelere yapılan saldırılar; toplumsallığa saldırı olarak değerlendirildi. Bu anlamıyla devlet geleneğinde var olan bu saldırıları nasıl okumak gerekiyor? Bu saldırıların topluma yansıması nasıl oluyor?
DÜŞMAN HUKUK(SUZLUĞ)U
“Toplumsallığa saldırı” mı dediniz! Neyin toplumsallığına ya da hangi toplumsallığa?
Hatırlatayım: Düşman hukuk(suzluğ)unun olduğu yerde -genel bir- toplumsallıktan söz edemezsiniz?
Nazi Almanya’sında Yahudiler için veya Fransız sömürgesi Cezayir’de Araplar ile Kabilliler için hangi toplumsal kriter işliyordu ki?
Mezarlara/ cenazelere saldıran “zihniyet (ile pratiği)” de dahil verdiğim Almanya/ Cezayir örnekleri ancak “düşman hukuk(suzluğ)u”yla veya George Orwell’in, “Aslında hiçbir şey yasa dışı değildi. Çünkü, artık yasa diye bir şey yoktu,” çözümlemesiyle anlaşılabilirken; “Eğer özgürlüğün bir anlamı varsa, bu insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleme hakkıdır,” diye Orwell…
Gerçekten egemenlere duymayı istemedikleri gerçekleri söyleme/ kullanma hakkımız var mı? Elbette yok!
Taylan Kulaçoğlu ile Hakan Gülseven niye gözaltına alındı?
Yüksel Direnişçileri’nden Nazan Bozkurt, Acun Karadağ, Mahmut Konuk, vd’leri -işlerini geri istedikleri için- neden hergün yerlerde sürükleniyorlar?
HDP’nin kazandığı 65 belediyeden 44’üne niçin kayyım atandı?
Kars Belediyesi Eşbaşkanı Ayhan Bilgen’e, kurşunların yer aldığı fotoğrafla tehdit mesajı gönderenler kimlerdir?
Sonra göçmenlere (özellikle de Suriyeliler’e) reva görülenler?
Yakılan kediler, köpeklere parçalatılan eşek yavrusu, tecavüze uğrayan köpekler…
Hâkimler ve Savcılar Kurulu, İzmir Karşıyaka hâkimi Ayşe Sarısu Pehlivan’ın ardından İzmir hâkimi Orhan Gazi Ertekin’in Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek hakkındaki paylaşımları nedeniyle “cezalandırılmaları”na(?) ne demeli?
Ve… Ersin Korkut’un anasıyla, anadilinden konuşmaya kalkışınca; tüm dillerin serbest, sadece Kürtçenin yasaklandığı Survivor’da; Acun Ilıcalı ile “vatan”ın bir bütün olduğunu kanıtlanması?!
Bu ve benzerleri “kötülük” sıfatını aşan neo-faşist hakikâtin bizatihi kendisindir!
Tüm çaba kâr daha fazla kâr için olmaktan başka bir şey olması mümkün ol(a)mayan kapitalizmin kriz koşullarında sırtlan yüzünü göstermesi, kendini gizlemeyi bırakması hiçte şaşırtıcı değildir.
NK (MA): Türkiye halkları AKP iktidarıyla “Kötülüğün Sıradanlaştığı” ya da “Kötülüğün Normalleştiği” böylesi bir dönemde nasıl bir mücadele hattı oluşturmalı?
“NEREDEN BAŞLAMALI?”
Verili hâl AKP iktidarıyla sınırlandırılmadan; sermayenin sorumluluğunda kavranmalıdır.
Hatırlayın, “Ben Dünya’ya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim,” diyen Adolf Hitler faşizmi asla kapitalist sermayeden muaf değildi.
Wilhelm Reich’ın, “Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde varolan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez,” diye betimlediği beşeri hâl ile toplum psikolojisi kapitalist yabancılaşmasız tarif edilemez.
O hâlde kapitalizmsiz bir “kötülüğün sıradanlaşması/ normalleşmesi”nden söz etmek suya yazı yazmak gibi bir şeydir yani nafile bir çabadır!
Çözüm için yanıt(larımız)ı vermeden önce “Ne olduğumuza”; “Ne istediğimiz”e dair sorular soru(n)larımızı ortaya koyabilmeliyiz. (Dikkat, taleplerimizi her adım başı değiştiren bir hat politik olmaktan çok, pragmatizmden malûldür!) Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Düşmanla kurduğun her temas, eğer onu teslim almak için değilse, teslim olmak içindir,” uyarısını kulaklarımıza küpe etmeliyiz.
Başkaldırı alternatifinin yaşamı seçmek olduğunun bilincinde gerçeği arayanlar, görünüşe aldanmamak, teslim olmamakla mükellefken; vazgeçemeyeceğiz şeyin uğruna mücadele ettiğimiz dava(mız) ile onur(umuz) olduğundan şüphe etmemeli ve ütopyalarını terk etmeyenlerin yenilmez olduğunu unutmamalıyız.
Toplumun korporatif, devletin monolitik örgütlenmesi yolunda ileri adımların atıldığı coğrafya(mız)da, öteki(leştirilen)lere uygulanan şiddete bakarak, kendinize yapılacağını görebilmeniz mümkündür; düşmanın birçok yüzü olsa da, tek (kapitalizm) olduğunu ve ayrıca da sırf yakın hedeflere bakarak, kısa mesafeler kat edilebileceğini; çok uzaklara bakılırsa da sendelemenin kaçınılmaz olduğunu akıldan çıkarmamalı. Dahası denenmişi denemek yol açıcı olmaz, olamaz!
Hayır daha önce ÖDP’de denenmiş, “Türkiye’nin demokratik dönüşümü için temel politik ihtiyaç olan “demokrasi ittifakı”nın tabanını genişletmeye ve toplumsal dönüşümün anahtarı olan ‘üçüncü kutbu’ inşa”[23] tarz-ı siyasetiyle yol alınmıyor; bunun en iyi kanıtı ÖDP’nin kapısına kilit vurmasıdır.
Sömürülmüş, dışlanmış, ezilmiş ama hâlâ karşı koyan; “Yeter” diyen bir azınlık olduğumuz bilinciyle -ve öncelikle- yapılması gereken yüzümüzü sağımıza değil; her daim solumuza dönerek iddialarımıza uygun davranmaktır.
Sınıf hareketinden mi söz ediyorsunuz? İşçileri örgütleyip; birleştireceksiniz! (Covid-19 salgını, pandemi krizi, çok net bir biçimde yerkürenin işçi sınıfının omuzlarında durduğunu ortaya çıkarttı. Hepimiz görüyoruz ki, salgının kurbanları her yerde işçi sınıfıdır; lojistik ve sağlık sektörü krizin bütün yükünü üzerinde taşıyan iki sektör oldu. Şimdi bu şartların kendisi aslında bize nereden başlamamız gerektiğini ifade ediyor…)
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) hareketinden mi söz ediyorsunuz? Özgürlükçü eşitliği hedefleyen Kürdî hareketi örgütleyip; tüm parçalarla birleştireceksiniz!
Çevre savunucusu musunuz? Ekolojik felaketin aslî sorumlusunun sürdürülemez kapitalist yıkım olduğundan bir an dahi tereddüt etmeden; -çöp toplamayı aşarak- militan bir mücadele hattına sahip olacaksınız!
Alevîlerden, Kadınlardan, LGBTİ+’ların kimlik hakları gerçeğinden mi söz ediyorsunuz? O hâlde çözümünüzü sizi inkâr edenlerin çizdiği sınırların içinde aramayıp; öz örgütlenmelerinizi yaratacaksınız!
Taban örgütlenmelerinden yoksun mücadele cephesi de, birlik de olmadı, olmuyor, olmayacak da…
O hâlde çözüm için birlikte mücadele yerine, mücadelenin birliğinden hareket eden bir politik çizgiyi seçeneğine sarılıp; birliğin bir iltihak (ya da vazgeçiş) olmadığının altını çizip; işçilerin, Kürtlerin, çevrecilerin, Alevîlerin, Kadınların, LGBTİ+’ların binlerce “Evet”ini bir (kapitalizme) “Hayır” etrafında birleştirip; ezilenlerin tarihsel bloğunu tek bir “Hayır” ve sayısız “Evet” praksisi olarak yaratmakla mükellefiz...
NK (MA): Eklemek istediğiniz bir husus varsa ekleyebilirsiniz. Şimdiden teşekkür ederim…
Asıl ben teşekkür ederim…
Eklemekten çok, aktarmakta yarar umduğum beş uyarı var:
İlki Tony Cliff’den: “Faşizm umutsuzluğun, sosyalizm ise umudun hareketidir. Böyle olduğu için de faşizmle mücadele sadece faşistlerle mücadele değil, faşizme ortam hazırlayan umutsuzluğa karşı bir mücadeledir”…
İkincisi Buenaventura Durruti’den: “Hiçbir hükümet faşizmi yok etmek üzere savaşmaz. Burjuvazi, güç elleri arasında kayıp gittiğinde, ayrıcalıklarını tekrar kazanmak için faşizmi diriltir”…
Üçüncüsü Leon Troçki’den: “Bir faşisti ikna edemiyorsan, kafasını kaldırımla tanıştır”…
Dördüncüsü Walter Benjamin’den: “Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır”…
Sonuncusu da Alfred Adler’den: “Yalnızca kötü olanı görmek ve suçlamak yetmez. İnsan kendine şu soruyu sormalıdır: ‘Bütün bunların düzelmesi için ben ne yaptım’?”
19 Mayıs 2020 11:53:25, İstanbul.
N O T L A R
[1] Mezopotamya Haber Ajansı, 29 Mayıs 2020… http://mezopotamyaajansi22.com/tum-haberler/content/view/98304
[2] Pablo Neruda, “Böyledir Onlar”.
[3] Bkz: Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 1 - Antisemitizm, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1997; Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2 - Emperyalizm,çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1998; Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1994; Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev: Bülent Peker, İletişim Yay., 1997; Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, çev: Bahadır Sina Şener - Onur Eylül Kara, İletişim Yay., 1996; Hannah Arendt, Devrim Üzerine, çev: Onur Eylül Kara, İletişim Yay., 2012; Hannah Arendt, Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler, çev: Devrim Sezer-İsmail Ilgar, İletişim Yay., 2019; Hannah Arendt, Zihnin Yaşamı, çev: İsmail Ilgar, İletişim Yay., 2018; Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı-Eichmann Kudüs’te, çev: Özge Çelik, Metis Yay., 2009; Hannah Arendt - Jürgen Habermas - R. Dworkin - Johan Galtung, Sivil İtaatsizlik, Der:Yakup Coşar, 1997; Hannah Arendt, Siyasette Yalan, çev: İmge Oranlı - Berfu Şeker, Sel Yay., 2018.
[4] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, çev: Bertan Onaran, Payel Yay., 1975.
[5] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi, çev: Yüksel Pazarkaya, Cem Yay., 2014, s.49.
[6] Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, çev: Bülent Tanör, Suda Yay., 1975, s.91-93.
[7] Emre Kongar, “Şiddet Faşizmin Özüdür”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2015, s.2.
[8] Şaban İba, “Türk Faşizminin Karakteri”, Yeni Yaşam, 12 Ocak 2019, s.10.
[9] Pierre Milza-William I. Robinson-Umberto Eco-Bertolt Brecht-Samir Amin, Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları, Der: Sibel Özbudun-Temel Demirer, Ütopya Yayınevi, 2016.
[10] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökleri, çev: Ayşe BuğraAlan Yay., 1986.
[11] Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev: Cemal Süreya, Payel Yay., 1979.
[12] Temel Demirer-Joan Goytisolo-Günter Grass-Şeref Işıldak-Komutan Yardımcısı Marcos-Pierre Milza, Özgür Orhangazi-Sibel Özbudun-Gökçer Özgür-M. Erdem Sakınç-Cahide Sarı-Peter Worsley, Gericilik Küreselleşirken Faşizm!.. Yeniden mi?.., Ütopya Yay., 2000.
[13] Özgür Çoban, “AP’de Faşizm Alarmı”, 24 Mayıs 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/apde-fasizm-alarmi.html
[14] Komutan Yardımcısı Marcos, “Yeni Bir Sağın Doğuşu: Liberal Faşizm”, Birikim, No:139, Kasım 2000, s.51-59.
[15] Bertolt Brecht-Umberto Eco-İlya Ehrenburg Faşizm Yazıları, Ütopya Yayınevi, 2001.
[16] Temel Demirer, “Devlet(ler) ve Faşizm(ler)”, 17 Haziran 2012, Kaldıraç, No:133, Haziran 2012.
[17] Nilgün Cerrahoğlu, “Mussolini’nin Dönüşü”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2018, s.13.
[18] Cihan Aksan-Jon Bailes, “Faşizm Geri mi Dönüyor”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:563, 24 Aralık 2017, s.14-15.
[19] William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü, Cilt 1, çev: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1968, s. 424-428.
[20] Slavoj Zizek, “Sağcı Popülizme Solun Yanıtı Gerçekten ‘Me Too’ mu Olmalı?”, Yeni Yaşam, 16 Ağustos 2019, s.10.
[21] Gustave Le Bon, Kitle Psikolojisi, çev: Elif Konur, Say Yay., 3. baskı, 2020.
[22] Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, çev: Kamuran Şipal, Say Yay., 2017.
[23] İsmet Kayhan, “Ertuğrul Kürkçü: Toplum, Varolmaya Devam Edebilmek İçin, Yeni Bir Üretim Tarzı Talep Etmekle Yüz Yüze”, Yeni Özgür Politika, 16 Mayıs 2020… https://avrupaforum1.org/toplum-varolmaya-devam-edebilmek-icin-yeni-bir-uretim-tarzi-talep-etmekle-yuz-yuze/
Yorumlar