“Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapamadıklarımızdan sorumluyuz.” [1] Ahmet Cemal’in, “Stefan Zweig, kanımca insanlık durdukça insan...
“Yalnız yaptıklarımızdan değil,
yapamadıklarımızdan sorumluyuz.”[1]
Ahmet Cemal’in, “Stefan Zweig, kanımca insanlık durdukça insanlığın sesi olmayı sürdürecek. ‘Bendeki Zweig’a gelince, insanca değerlerin sırılsıklam âşığı olan bu büyük hümanist” diye tanımladığı bir yazardan ve intihar sorunsalından söz etmek istiyorum…
“Ne gerek var ki?” diyenler olabilir…
Ancak XX. yüzyıl Batı edebiyatının en büyüklerinden ve özellikle deneme alanında, Montaigne ile başlayan çizgiyi doruklara çıkaran Zweig’ın altını yaşamıyla çizdiği bir soru(n) var karşımıza…
Jean Jacques Rousseau’nun, “Soru sormak zannedildiği kadar kolay bir hüner değildir”; Platon’un, “Sormak, cevap vermekten daha kolaydır”; Benjamin Disraeli’nin, “Cahil soru sormaz,” uyarıları eşliğinde kafa yorulması gereken…
* * * * *
Berrin Karakaş ifadesiyle, “İki büyük savaşı da yaşamış Zweig, 1942’de, Brezilya’da sürgündeyken ‘Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücü kalmadığını’ yazmış ve karısıyla birlikte intihar etmişti. Giderken geride kalanların beklemeleri gerektiğini de özellikle belirtmişti.
Dünyayı yıllarca karartacak savaş günlerinin başladığı o ışıltılı 1939 yazı için, ‘Çoktan unutulup gömüldü sanılanın, eski biçimi ve görünüşüyle yine karşımıza çıkması kadar ürkütücü bir şey yoktur hayatta’ diye yazıyor Zweig.”
Onda bir örneği somutlanan intiharı, farklı açılardan irdelemek mümkündür.
Mesela “Sorunlardan kaçmak bir tür korkaklıktır; intiharın ölüme meydan okuduğu doğrudur, ama bunu soylu bir amaç uğruna değil, bir kötülükten kurtulmak için yapar,” der Aristoteles…
Aynı kanıdadır Martialis da: “Yaşamın tüm güzellikleri yok olup gittiğinde, Korkak ölüme sığınır, cesur yaşama tutunur.”
Ya da tam tersi: “Ölmek isteyen birini kurtaranın, onu öldürenden bir farkı yoktur,” diye ekler Horatius…
Veya Michael de Montaigne, “Neden yakınıyorsun ki bu dünyadan? Seni alıkoyan mı var? Acılar içinde yaşıyorsan, nedeni senin korkaklığın; Cyril Connolly, “Artık umarsızlık bile yaratıcı bir amaca hizmet etmiyorsa, canımıza kıymaya hak kazanmışız demektir,” derler…
Ancak en önemlisi: “Gerçekten ciddi tek bir felsefî sorun vardır, o da intihardır. Yaşamın yaşamaya değer olup olmadığına karar vermek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır,” diyen Albert Camus’nün, “İnsan kendini öldürmüyorsa, bir daha yaşamdan söz açmamalıdır,” vurgusudur…
* * * * *
Hatırlanacağı üzere Avusturyalı Zweig (1881-1942), doğduğu ülkeden binlerce kilometre ötede, Brezilya’da bir otel odasında eşiyle birlikte hayatına son vermişti. 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Stefan ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu bir uykuda sanmış olmalı.
Kitaplarını yakan, düşüncelerini ve bedenini ortadan kaldırmaya niyetli Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelmiş olan Zweig, “çağının dehşetine” daha fazla dayanamayarak bu “kesin ve özgürleştirici” kararı almıştı.
Zweig’ın ölmeden hemen önce yazdığı (büyük ölçüde tamamladığı) son denemelerden birinin… “Montaigne” üzerine olması tesadüf değil elbette.
Rönesans’ın parlak ışıkları altında doğan ancak hemen ardından gelen kanlı mezhep savaşlarına, büyük katliamlara, bağnazlığa şahit olarak büyüyen Montaigne... İki dünya savaşına, baskı rejimlerinin yükselişine ve takvim yaprakları insan kanıyla yazılan bir tarih dönemine şahit olarak umutsuzluğa sığınan Zweig...
Zweig’ın Montaigne’e sarılmasını Ahmet Cemal önsözde şöyle özetler:
“Her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir?”[2]
Gerçekten de “Zweig, ömrünün son yıllarını kendini anlamaya ve yaşadıklarının, benliğinde bıraktığı izleri tanıklılıkları yardımıyla anlatmaya adamış bir yazardı. Sadece yazar demek Zweig’ı kavramak isteyenler için eksik bir niteleme olur. O, aynı zamanda bir aydın ve düşünürdü. İnsanı, insanda aramaya yönelmesi, kendinden önceki yazar ve düşünürlerden aynı yolu seçenleri dost bellemesi bu yüzdendi.
Dünyayı kasıp kavuran savaşlar eşliğinde insanın hızla ve sistematik şekilde sakatlanmaya başlaması, dönemin entelektüelleri gibi Zweig’ı da rahatsız eder. Geleceği öngören duyarlılığı, onun rahatsızlığını iyiden iyiye arttırır. Ama bardağı taşıran damla, Almanya’da Nazilerin işbaşına gelmesinden sonra kitaplarının yakılmasıdır. Bu olayın ardından adeta içsel bir yolculuğa çıkan zamanının tanığı Zweig, seyahatinde hümanistleri yanına alır. Yaşadıklarını onların görüşleri yardımıyla hafifletmeye uğraşan yazar, adeta o fikirlere sığınır. Kendisiyle arasında düşünce bağı kurduğu Montaigne, Zweig için bu yolculuğun son durağı olur.
Zweig’ın Montaigne adlı denemesi, son metinlerinden biri olmasının yanında yarım kalması yüzünden de önemli. Peki, Zweig için Montaigne neden önemliydi? Belki Montaigne’in de yazarken geriye doğru yolculuklara çıkışı Zweig’ı etkilemişti ya da hümanizmanın köşe taşlarından biri olması. Belki de Montaigne’in, Zweig’ın döneminde her köşe başında katliama rastlanan Avrupa’yı zamanında Avrupa yapan düşünürlerden biri oluşu...
Zweig, Montaigne’i neden kendine dost ve rehber seçtiğini şöyle özetliyor: ‘İnsana her yaşında ve her döneminde seslenebilen yazarların sayısı azdır -Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli bir zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamlarıyla açar. Montaigne, onlardan biri. Onu doğru değerlendirebilmek için insanın çok genç, deneyimlerden ve hayal kırıklıklarından yoksun olmaması gerekir; Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkânsız düşüncelerinin en yardımcı olabileceği kuşak ise bizimkisi gibi kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır.’
Zweig’ın derdi, onca kıyım arasında, kanın gövdeyi götürmesine neden olan taraflardan birinde yer almamak; kısacası bu anlamda, ‘ahlâki ve manevi bağımsızlığını koruyabilmek’: ‘İnsanın, kendisi olmak ve kendisi kalmak uğruna mücadele etmesi’ gibi bir kavgaya girişmek. Montaigne’in bilgeliğine sığınmasının bir başka nedeni de bu. İkisinin umudu kesişir böylelikle: ‘Dünyanın gerçek anlamda insancıl kılınması arzusu.’
Sadece umutları değil, sorunları ve düşüncelerinin zemini de birleşir: ‘Nasıl özgür kalabilirim? Bu çılgınlık ve vahşet ortamında, bütün tehdit ve tehlikelere rağmen düşüncemin hiçbir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını, yüreğimin insancıllığını nasıl koruyabilirim? (...) Ruhumu ve o ruhun yalnız bana ait olan maddesini, yani bedenimi, sağlığımı, düşüncelerimi ve duygularımı, başkalarının çılgınlığı ve yararları uğruna kurban edilmekten nasıl kurtarabilirim?’[3]
Zweig’ın, kendini Montaigne’le ‘düşünce kardeşi’ olarak görmesinin altında bu soru ve düşünceler yatıyor.”[4]
* * * * *
Michel de Montaigne konusunda bir parantez açıp, kimi aforizmalarını aktarırsak:
“İnsan, ne isterse yapabilir...
“Siz kendinize inanın, başkaları da size inanacaktır...
“Hayalgücü şiddetli bir şekilde rahatsız edilirse uzaktaki bir nesneyi vurabilecek oklar fırlatır...
“Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez...
“Derler ki, doğa’nın insanlara en hakça dağıttığı nimet akıldır, çünkü kendi payına düşen akıldan yakınan yoktur...
“Bazı yenilgiler zaferlerden daha muzafferanedir...
“Halkı bir tek insan, bir tek insanı bütün halk gibi gör...
“Acıkmaya görsünler, kralı da, dilencisi de aynı iştahla yer...
“Alçakgönüllülük ola ki kendini beğenmişlikten geliyordur...
“Dünyanın en yüce tahtında bile kıçımızın üstünde otururuz...
“İnsanların gözü karanlıkta da iyi görmez, çok parlak ışıkta da…
“Eğitim görmüş bir halkı bir yöne sevketmek kolay, sürüklemek güçtür; idare etmek kolay, köleleştirmek olanaksızdır…
“Uzağa atan okçu da kısa düşüren kadar şaşar hedefi...
“İnsan, en az bildiği şeye en çok inanır...
“Alışkanlık, içimize sinsice girer. Önceleri kuzu gibi sevimlidir, zamanla yerleşir, azılı ve acımasız bir hâl alır...
“Cimriliği yaratan yoksulluk değil, zenginliktir daha çok...
“Cimrilik, insanlığın tüm deliliklerinin en gülüncüdür...
“Dünyada kendimden daha büyük bir canavar ya da mucize görmedim...
“Kedimle oynarken, onun beni eğlendirmesinden çok ben onu eğlendiriyorum belki de. Soytarılıklarımızla birbirimizi eğlendirip duruyoruz işte...
“Ününden daha uzun ömürlü kaç âdemoğlu gördük ki!
“Vermede nasıl bir üstün olma niteliği varsa, almada da bir boyun eğme niteliği vardır...
“Bugüne kadar bir hekimin başka bir hekimin yazdığı reçeteye bir şeyler çıkarmadan ya da eklemeden onay verdiği görülmüş şey mi?
“Sofra sohbetinde, hoş ve nüktedan insanları bilgili ve ciddi insanlara yeğlerim; yatakta ise, güzelleri iyilere...
“Eskilerden biri demiş ki, tanıdığımız bir köpek, dilini bilmediğimiz bir insandan daha iyi dosttur...
“[Evlilik] kafese benzer; dışarıdaki kuşların içeri girmeye çabaladığını görürsünüz, içeridekilerin de dışarı çıkmaya çabaladığını...
“Bir aileyi yönetmek de koca bir krallığı yönetmek kadar belalı bir iştir... Aile sorunları, belki daha önemsizdir, ama bir krallığı yönetmenin sorunları kadar zorlu olmadıkları söylenemez...
“Kendimize, tümüyle bizim olan, başkalarının giremeyeceği, gerçek özgürlüğümüzü oluşturabileceğimiz, tam anlamıyla inzivaya çekilip yalnız kalabileceğimiz küçük bir arka oda ayırmalıyız...
“Ölümün bizi nerde beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim...
“Ölümün, beni lahanalarımı ekerken bulmasını isterim...”
* * * * *
Tekrar Zweig’ın, intihar meselesine dönersek: Onun “Eşiyle birlikte kendilerini öldürmelerinin nedeni, İkinci Dünya Savaşı’nın önlenememiş olması, bu Nazi iktidarını engelleyememiş olmaları, bu kaostan duyduğu acı ve sorumluluk idi” diyen Erdal Atabek ekler: “Bugün pek çok kişi ‘Adamın zoruna bak, sen nasıl engel olabilirmişsin ki bütün olup bitenlere’ der. Elbette o zaman da öyle düşünen milyonlarca insan olmuştur…
Ama Zweig farklı düşünmüştür: ‘Bu olan bitenlerden hepimiz sorumluyuz. Ben görevimi yapamadım. Bir yazar olarak buna engel olmalıydım’ diye düşünmüştür. Sonra da kendisi için kara bir hüküm vermiş, eşiyle birlikte bu hükmün gereğini yapmışlardır.”
Bu doğru bir tutum olabilir mi? Kanımca değil.
Elbette yaşama karşı sorumluluk duymalıyız; “Sorumluyum” demeliyiz.
Haksızlıkların, zulmün ortağı olmamak için bir şeyler yapmalıyız.
Ancak bunu yolu intihar olamaz, olmamalıdır da.
Bu konuda Ahmet Cemal farklı düşünceleri şöyle ifade eder:
“Dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarındaydı. Ama Zweig, bu cehennemin Nazilerin ve bombaların erişemeyeceği kadar uzağındaydı. Ayrıca çok varlıklıydı. Bu koşullara rağmen hayatına kendi eliyle son vermesi, sonraki yıllarda ‘aşırı karamsar’ ya da ‘zayıf iradeli’ gibi değerlendirmelerle de karşılaştı.
Aslında karamsar olmaması ya da dünyaya ‘iyimser’ bakması için hiçbir neden yoktu. Brezilya’da iken arkadaşı Victor Wittkowski ile yaptığı bir söyleşide şöyle der: ‘Bir İngiliz şehrine şu kadar bomba yağdırıldığını, Atlantik Okyanusu’nda bir Fransız gemisinin torpillendiğini ve şu kadar yolcu ile battığını okuduktan sonra nasıl çalışabilirim? Artık gazeteleri açamıyorum, çünkü böyle haberleri okuduğumda, böyle sayıların dile getirdiği o dev insani yıkım karşısında ürperiyorum ve üstelik bu yıkımın daha önce olanların, şimdi de her gün devam edenlerin ancak çok küçük bir yüzdesi olduğunu da biliyorum. Düşünülebilecek en anlamsız yıkımın dünyayı kasıp kavurduğunu, binlerce ve binlerce masum insanın o yıkıma kurban gittiğini bildikten sonra nasıl soluk alabilirim, uyuyabilirim, yemek yiyebilirim ve çalışabilirim? Çünkü yaratmak, bir şeyler inşa etmek demektir ve şeytani bir yıkımın sürüp gittiğini bildikten sonra, bu bilgi ile eşzamanlı olarak nasıl bir şeyler inşa edebilirim!’
Zweig, arkadaşı Berthold Viertel’e intiharından bir ay kadar önce, yazdığı 30 Ocak 1942 tarihli mektubunda ise, yukarıdaki satırlardan yansıyan karamsarlık ile adeta bir hesaplaşmaya girer: ‘Artık sadece melankoliye kapılmamak veya delirmemek için çalışıyorum. Bir zamanlar gücümün kaynağını oluşturmuş olan şey şimdi, bu yaşadığım zamanlarda ancak mutsuzluğumun kaynağı olabiliyor: Yani berrak ve uzak görüşlü düşünebilmek, kendime yalan söylememek ve gerek kendimi gerekse başkalarını yanılsamalarla ve boş sözlerle aldatmamak. Bizim kuşağımızın hayatının kaderi artık kesinleşti, olayların akışını etkileyebilme gücünden yoksunuz ve kendi kuşağımızda bunca iflas ettikten sonra, bir sonraki kuşağa öğütler verme hakkına da sahip değiliz... Aramızdan hayatlarına sessizce son verenler, belki en bilge olanlardı, onların artık tamamlanmış birer hayatları var, bizler ise artık sadece kendi kendimizin gölgeleri olup çıktık...’
Zweig, ‘berrak ve uzak görüşlü’ düşünebilmesinden ötürü, bir olgunun farkındaydı. 1933’ten, yani Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelişinden sonra olanlar, ‘Dünün Dünyası’ olan Avrupa’yı ve Erasmus’un mirası olan bir ‘Avrupa Düşüncesi’ni yıkmıştı. Böylesine radikal bir yıkımın ardından günün birinde sanki o yıkım hiç yaşanmamışçasına yola devam edilebileceği düşüncesi ise, yine Zweig’a göre, ancak bir ütopya olabilirdi. Zaman, Zweig’ı haklı çıkardı...
Ve - ölümünden sonra kendisini çok iyi tanıyanların nitelendirmesiyle - ‘Son Avrupalı’, ya da Erasmus’un kurduğu Batı hümanizminin son sancaktarı Zweig, ölmeden önce kaleme aldığı son başyapıtı ‘Montaigne’de bir zamanlar Avrupa’yı Avrupa kılmış olan düşünce mirasının son bir özetini çıkardıktan sonra, hayatını büyük bir soğukkanlılıkla ve kendi eliyle noktaladı. Misyonunun artık bittiğine, gücünün ise tükendiğine inanmıştı. Dostlarına son bir mektupla: ‘Sizler yeni bir gündoğumunu bekleyebilirsiniz, benim ise buna gücüm kalmadı!’ diye seslendikten sonra, noktayı koydu.
Böylesi, ne bir irade zaafıdır ne de bir ‘sendrom’dur; yalnızca, hayatının her anıyla hesaplaşabilmiş birinin erişilmesi çok zor irade gücüdür!”
* * * * *
Ahmet Cemal’in ki, öznel mi öznel bir yorumdur.
Evet Zweig, bir ıstırabın kurbanıdır.
Ancak “ıstırap”dan ne anlaşıldığı önemlidir.
Goethe gibi, “Istırap çekerek çok şey öğreniyorum” veya Diderot gibi “Istırap çekiyorum, ama yalnız ben değil,” denilebilir.
Ya da “ıstırap”ınız Zweig gibi bir vazgeçişe de kapı açabilir…
Bu noktada Emre Kongar’ın düştüğü şerh önemlidir:
“Faşizm bir karabasan gibi üzerinize geliyor!
Önünüzde iki yol var:
Ya biat...
Ya isyan!
Biat edemeyecek, dönek olamayacak kadar birikimli, vicdanlı, bilinçli, onurlusunuz...
İsyan ediyorsunuz!
Belki protestoların en etkilisi olduğunu düşündüğünüzden...
Belki ölümün kaçınılmaz olduğunu bildiğinizden ve bunu kendi iradenizle gerçekleştirmek istediğinizden...
Belki mücadele gücünüzü yitirdiğinizden...
Belki umutsuzluğun kara deliği içinde yok olduğunuzdan...
Sevgili eşinizle birlikte intihar ediyorsunuz...
Ve yanlış yapıyorsunuz!”
Zweig yanlış yaptı. Çünkü doğru olan -bir “protesto” da olsa- bir vazgeçiş olamazdı…
Bitiriyorum: Euripides’in, “Bil ki, hepimizin ödemesi gereken bir borçtur ölüm”; Simone de Beauvoir’ın, “Ölüm, zamana son verir”; James Dean’in, “Hayatta tek bir soylu gerçek vardır, o da ölümdür”; Charles de Montesquieu’nün, “İnsanlığın doğumuna ağlamalı, ölümüne değil”; François de La Roche’un, “Güneş ile ölüme dik dik bakılmaz,” diye betimledikleri ölüm, tashihi mümkün olamayan bir gerçektir.
Nihayetinde aslı sorulursa ölmeden önce, binlerce kez “ölünür”ken; her şeyi eşitleyen sonun başlangıcıdır.
Bu “sonu”, Mark Twain’in, “O şekilde yaşamalısın ki, öldüğün zaman tabutçu bile matem tutsun,” biçiminde ve Pablo Neruda’nın, “Tüm çiçekleri kopartabilirler ama yine de baharın gelmesini asla engelleyemezler,” sözlerindeki ölümsüzlük mantığıyla noktalamak “sonu” yeniden “başlangıç”a tahvil etmek ise, aşka ve hayata bağlanmış devrimciliğin “olmazsa olmazı”dır…
8 Haziran 2012 11:22:50, Ankara.
N O T L A R
[*] Gelecek Gazetesi (Kıbrıs), Yıl:2, No:48, 23 Haziran 2012; Gelecek Gazetesi (Kıbrıs), Yıl:2, No:49, 30 Haziran 2012…
[1] Moliere.
[2] Sfetan Zweig, Montaigne, Çev: Ahmet Cemal, Can Yay., 2012.
[3] yage.
[4] Ali Bulunmaz, “Yarım Kalan Veda Denemesi”, Cumhuriyet Kitap, No:1151, 8 Mart 2012
Yorumlar