“Süren acılara dayanmak, çabucak ölmekten çok daha büyük bir kahramanlıktır.”[1] Pablo Picasso’nun, “Her çocuk sanatçıdır. Ama s...
“Süren acılara dayanmak,
çabucak ölmekten çok daha
büyük bir kahramanlıktır.”[1]
çabucak ölmekten çok daha
büyük bir kahramanlıktır.”[1]
Pablo Picasso’nun, “Her çocuk sanatçıdır. Ama sorun; büyüdüğünde geriye nasıl bir sanatçı kalacağıdır,” saptaması sanat ve insan ilişkisinin en net betimlemelerinden biriyken; bu da biz(ler)e sanatın “Anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuksu naifliğinden beslenen isyancı niteliğini anımsatır. Bu elbette işin bir yanıdır.
Ötekine gelince o da F. Lentricchia-J. McAuliffe’nin altını çizdiği, “Sınırları ihlâl eden bir sanat yaratma güdüsüyle şiddet”in paralelliğidir.[2] Çünkü hayata dokunan devrimci sanat, özü gereği eleştirel yaratıcı yıkımdır.
Sanatın eleştirel yaratıcı yıkıcılığı, bilinç alanındaki her görünüm gibi, maddi dünya ile ilişkisince belirlenir. Yani, sanat ürününün varlık nedeni olan maddeyi, gerçeğini ortaya çıkarır.
Özetle sanatı doğuran nedenleri, onun karakterini anlamak maddenin (toplumsal gerçeğin) üstüne atılan örtünün kaldırılmasını, yani eleştiriyi, itirazı, isyanı “olmazsa olmaz” kılar…
Yani, Hannah Arendt’in işaret ettiği gibidir durum: “İnsan zorunluluğa neden maruz kaldığını bilemediği takdirde, özgür olamaz ve kendisini zorunluluktan kurtarmaya çalışması da onu hiç bir zaman özgür kılmaz.”
* * * * *
Modern Alman şiirinin önemli isimleri arasında gösterilen Gerhard Falkner’in, “Sanatın kendine inancını kaybettiği”nin altını çizdiği postmodern sanat(sızlık) hâl(sizliğ)i vahim ve bir o kadar da içler acısı özellikler taşıyor.
Bu durum karşısında Robert Redford bile, “Bağımsız düşünce taraftarıyım. Sanatta da ‘bağımsız fikir’ olması gerektiğini düşünüyorum,” demek durumunda kalırken; ve kapitalizmin kollarında sanat metalaşırken, sanatçının da iktidarla hizalanması, yani bağımsızlıktan uzaklaşması “reel” durum olarak dikiliyor.
Sadece bu kadar değil. İktidar için sanat ve sanatçının üzerindeki baskıların nedenlerinden biri, egemenlerin, sanattan yararlanarak kitleleri yönlendirmek/ yönetmek isteğidir. Çünkü doğası gereği sanat yapıtlarının ve sanatçının kitlelerin üzerinde büyük bir etkisi vardır. Bu etki, yaratıcı ve özgün bir kişiliği olan sanatçıların kitleleri etkilemesiyle sınırlı değildir. Asıl olan, sanatçıların yapıtlarıyla kitleleri yaygın, derinden ve sürekli biçimde etkilemesidir.
O hâlde iktidarın konsalidasyonu ve insan(lık)ın yabancılaş(tırıl)ması için sanatın sanat olmaktan çıkartılması gerektirir.
Bir başka deyişle, “Estetik etkinlik ve siyasi iktidar ilişkisi aslında dünyanın en eski konusudur. Bu ilişki üzerine düşünmeye başlayınca, daha sıra Kant, Hegel, Lukacs, Croce, Heidegger gibi düşünürlere gelmeden, önümüze Sokrates/Platon ve Aristotales çıkıyor. Bu konu işte bu kadar eski, o kadar da ilginç. Devlet, egemen sınıf; bu ikisi adına konuşanlar sanatçıyı, sanatı sevmiyor, en azından kuşkuyla karşılıyorlar. Bunlara göre sanatçı ‘bencildir’, ‘toplumun’, ‘halkın değerlerine’ saygı göstermez; küçümser, eleştirir, hatta kendi saplantılarıyla, ürünleriyle bu değerleri kirletir, yozlaştırır.
Yapıtının halk tarafından beğenilmesini, yüceltilmesini isteyen bir sanatçının halkın değerlerine ters, bunlara tepeden bakan estetik ürünler yaratması adeta bir ‘çılgınlık’ olmuyor mu? Neticede halk bu ürünleri reddeder, ilgilenmez, sanatçı açlıktan ölür gider. Öyleyse siyasi iktidardakilerin sanatçıyla alıp veremedikleri nedir? Neden bu geleceği olmayan garip yaratıktan bu kadar korkarlar?
Bu ‘çılgınlığın’, egemen sınıfların korkusunun ‘sırrı’, ‘toplumun, halkın değerleri’ olarak sunulan şeyin, aslında, dünkü/bugünkü egemen sınıfların değerleri olduğunu görmeye başladığımızda hemen ortadan kalkar. Halka bu kadar ‘ters’, yabancı vb. birinin neden bu kadar korku yarattığı da böylece anlaşılmış olur. Halkın bu ‘yabancıya’ neden düşman olmadığı, hatta çoğu zaman ilgi duyduğu da...
Platon bu konuyu Sokrates diyaloglarında derinlemesine tartışmış, sansürün, halkı devletin, toplumun (sitenin) değerlerine uygun yönde eğitecek ürünlerin yaratılmasının olasılığı üzerinde durmuş. Platon o olağanüstü dehasıyla, bunların ortaya, kimsenin ilgisini çekmeyecek, bıktırıcı, can sıkıcı şeyler çıkarmaktan başka bir işe yaramayan boş çabalar olacağını görmüş, sonunda çözümü sanatçıyı ‘site’den kovmakta bulmuş.
Bu bağlamda, öğrencisi Aristotales’in ‘Poetika’sını, Platon’un ortaya attığı soruna bir çözüm bulma çabası olarak görebiliriz: Devleti tehdit etmeyen ama can sıkıcı da olmayan, estetik açıdan başarılı ürünler üretmek için el kitabı gibi bir şey; adeta ‘ustaların’ eserlerinin sırrını çözüp estetik ürün üreticisine sunulan bir ‘teknolojik’ kurallar listesi...
Aristotales’in çok başarılı olduğu kesin! Bu başarının çapını, bu kurallara göre üretilen, kralları, peygamberleri, azizleri yücelten estetik ürünlerin yüzyıllarca sarayların, kiliselerin, köşklerin duvarlarını, tavanlarını salonlarını süslemiş olmasında görebiliriz. Bu ürünlerin, olağanüstü teknik başarısı, en azından en önemlilerini belki ‘kitsch’ olmaktan kurtarır ama egemen düzeni yücelten, anlatan, üreten birer ‘propaganda’ olmaktan kurtarmaz. Sanat-kitsch ikileminin, propaganda kavramının ‘modern zamanların’, kapitalizmin, estetik ürünleri eski rejimi eleştiren, ‘yeni insanı yapan’ araçlar olarak üretmeye başlamasından bu yana geliştirildiğini anımsamak da yararlı olabilir. Bugün sanat üzerinde düşünürken de Aristotales’in ‘kurallarından’ değil, Platon’u korkutan şeyi, sanatçının ‘düzen bozucu’ etkisini anlamaya çalışmaktan başlamak gerekir.”[3]
Evet sanat, insanın kendini tanıması için en önemli araç olurken; sanatçı da “düzen bozucu” görevini üstlenmiştir.
Çünkü Edward Said’in ifadesiyle, “Bağımsız sanatçı ve entelektüel sahiden yaşayan şeylerin basmakalıplaştırılmasına ve sonuç olarak cansızlaştırılmasına karşı direnebilecek ve mücadele edebilecek donanıma sahip, sayıları gittikçe azalan birkaç kişiden biridir.”[4]
Bunun için de doğası gereği muhalif olan sanatçının yetkinleşebilmesi iktidara teslim olmamasıyla mümkündür. “Entelektüellerin sorumluluğu”ndan söz eden Noam Chomsky’nin, “Baskın olan kültürün içine çekilmek çok kolay. Çok da çekici,”[5]uyarısındaki üzere, aydını/ sanatçıyı var eden iktidara meydan okumasıdır.
* * * * *
İktidara meydan okuyan sanat, iktidar tarafından ya sanatın metalaştırılmasıyla satın alınır; ya da bu başarılamıyorsa görmezden gelinir; yok edilir…
Bu böyle olunca da sanat sanat olmaktan çıkar(t)ılarak, aestetik bir metaya dönüş(türül)ürken, “olağan” denilen iktidara teslim olur/ alınır.
Oysa “Estetik, sanat felsefesi olarak anlaşılıyorsa, bu da sanatın gerçeklikle ilişkisinin irdelenmesi anlamına gelir”ken;[6] sanatçının “düzen bozucu” fantezisi, “creatio ex nihilo/ olmayan bir şeyden/ hiçten yaratım” değildir, olmaz da elbette…
Ama metalaş(tırıl)an “sanat”, bu gerçeği “es” geçip, görüp/ duymazdan gelir!
Örnek mi?
“İşi para ile para kazanmak olan bankalar, Savaş nesneleri üreten şirketler, Hayatımızı kolaylaştırdıklarını söyleyen bulaşık makineleri, buzdolapları, cep telefonları vs. üreten şirketlerin sanatı bu kadar sevmeleri nedendir?
Koç Holding ‘İstanbul bienalini düzenleyen İKSV’ ye ana sponsor Akbank ‘İstanbul Contamprary ana sponsor’, Ülker Grubu ‘Art Beat’e ve Art İstanbul’a ana sponsor’ bu liste böyle uzar gider. Aynı bir malın marka değerine kavuşturulması gibi. Sponsor oldukları bu sanat festivalleri/bayramları (Adına ne denirse densin) marka değerine ulaşınca gelsin müşteriler. İlerde ‘İstanbul Contamprary’i Dubai’li bir şeyh şirketinin, Art Beat’i Abu Dabi’li bir holdingin aldığını duyarsanız şaşırmayın derim. Sonuçta; ‘Sanat-Para-Sanat/ Meta -Para-Meta’ ilişkisi geçerlidir. Bu bağlamda da ‘sanatçı’ piyasa için mal üreten oluyor.”[7]
Bu korkunç bir hâldir!
Çünkü “Sanat tarihine baktığımızda kilise, monarşiler, bugün totaliter olarak adlandırılan ideolojiler sanatın üretiminde ve dağıtımında önemli rol oynamıştır,” diyen Küratör Fulya Erdemci’nin işaret ettiği üzere:
“Bugün neo-liberal ekonomik politikalar, toplumsal sorumluluklar da dahil olmak üzere, devletin geriye çekilerek (her ülkede farklı ölçü ve ölçeklerde), yerini serbest piyasa koşullarının spekülatif alanına bırakmasına yol açmıştır. Bu da devlet destekli sanat üretiminin özel alana kaymasını ve serbest piyasa parametrelerine açılmasını beraberinde getirmekte. Sanat, bugün sistem içinde hareket etmekte”!
Evet vahim olan tam da budur!
Yani iş dünyasında koleksiyonerlerin sayısının arttığını belirten ‘Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü’ Nazan Ölçer’in, “Milyarlık şirketlerini büyük paralar alan CEO’lara teslim ettikleri gibi koleksiyonları da teslim edecekleri vasıflı insanlar yetiştirmeliler,” demesi!
Veya Tansa Mermerci Ekşioğlu’nun, “Sanat piyasaları merak edilen, çok konuşulan bir konudur. Piyasaların son yıllarda gözünü Batı’dan Doğu’ya çevirmesi de ülkemiz ve bölge açısından oldukça iyi sonuçlar verdi. Biz de bölge sanat piyasalarına bakmak ve anlamak istiyoruz,” diye eklemesi!
Ya da Bedri Baykam’ın boş çerçevesini 100 bin dolara satması! Ve bunu da “sanat” adına savunması!
“Bedri Baykam’ın boş çerçevesinin satılması ardından yazdığı yazıda, yapıtı üreteni, satın alanı, ücretini bir kenara bırakmamızı, sadece sanat tarihinde boş çerçevenin ne anlama geldiğini düşünmemizi öneren Hasan B. Kahraman, bütünü gözden kaçırarak ayrıntılarla oyalanmamızı istiyor bizden. Ama biz bütüne bakarak boş çerçeveyi satın alan, muhazafakâr olsun, olmasın bir kapitalistin nasıl bir dünya tahayyül ettiğini anlamak istiyorsak boş çerçeveyi üreteni, satın alanı, yine boş çerçeve üzerinden değerlendirmek zorundayız…
Boş çerçeve kapitalizmin içini boşalttığı ve artık istediği gibi doldurabileceği hayatın bir simgesi. İktidarlar projelerini boş çerçeveler olarak tasarlıyor ve bu boş çerçeveler yeryüzünün her hangi bir parçasına çevrildiğinde sadece çerçevenin önemli, içeriğinin ise değiştirilebilir olduğunu biliyoruz. İstanbul’a Terkoz Gölü civarındaki yapılacak 3. havaalanı projesi için hazırlanan ÇED Raporu’nda, bölgeden her yıl en az 500.000 leylek, 25.000 kara leylek, 250.000 yırtıcı kuşun geçtiği vurgulandıktan sonra, haşerat olarak baktığı kuşlarla mücadele etmenin yöntemleri sıralanıyor; bir ÇED Raporu sadece bir projenin doğaya verebileceği hasarları tespit etmekle yükümlü olması gerekirken, çerçevenin içinin nasıl boşaltılacağına dair bir talimata dönüşmesi de ilginç bir nokta.[8]
Boş çerçeve kapitalizmin çoktan icat ettiği bir yapıt! Bedri Baykam biraz geç kalmış anlaşılan. Doğaya, insana içeriği her an değiştirilebilir boş bir çerçeve olarak bakan bir kapitalistin boş bir çerçeveyi güncel sanat olarak satın almasına şaşmamalı…”[9]
Hayır, sanat metalaştırılmamalı, bu anormali “doğal”mış gibi sunulmaya kalkışılmamalı!
Fazıl Say, “Desteksiz kalmak sanatı bitirir,” dese de; her şey ‘Kültür-Sanat Sen’ Başkanı Yavuz Demirkaya’nın, “Kültür sanatı ticarileştirmek amaçlı yapılan bu tutuma karşıyız. Sanatçılara ne unvan verilecek bilmiyoruz ama sanatseverlere ne deneceği belli: Müşteri” saptamasındaki üzeredir!
Bıkıp, usanmadan tekrarlıyorum: Sanat metalaştırıl(a)maz!
Korhan Gümüş gibi, “Kültür ve sanat ‘büyük sermaye’ tarafından destekleniyor. Bu alanda büyük bir dinamizm olduğu, İstanbul’da Arter, SALT, Pera Müzesi, Borusan Kültür ve Sanat Merkezi, Sabancı Müzesi, Koç Müzesi, Aksanat... gibi çok sayıda sanat mekânlarının açıldığını, İstanbul Bienali, İstanbul Festivali, Contemporary Istanbul gibi çok sayıda büyük etkinliğin gerçekleştiğini görüyoruz. Bu dinamizm hiç şüphesiz bir metropol için son derece önemli,” diyenler bunu anlamasa, farklı zırvalarla savunmaya kalkışsalar da!
* * * * *
Yok eğer, sanat metalaştırılırsa; artık paranın kölesi, iktidarın yalakası olmuş demektir…
“Nasıl” mı?
Tam da içinden geçtiğimiz kesitteki AKP örneğinde olduğu gibi…
“Sanatın içine tüküren(lerin)” AKP’si “iktidar güdümünde sanat”[10]dayatmasının nadide örneklerini sunuyor…
Mesela “Sanatta yetkiler 11 kişilik ‘Türkiye Sanat Kurulu’nda olacak” diyen AKP, Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi’ni kapatıp; sanatsal faaliyetlere desteği, kurulacak olan ‘Türkiye Sanat Kurulu’ bünyesinde toplamayı öngörüyor!
Bu sanatın, iktidarın ücretli seçilmiş kuklasına, soytarısına dönüştürülmesi ya da sanatın zanaata tahvil edilmesi demektir ki böyle olunca da karşımıza dikilecek olan tablo tam da şöyle olacaktır:
“Hemen bütün padişahlar şiirle meşgul olmuş, bir kısmı ‘Divan’ tertip etmiştir. Bürokratlar, ilmiye sınıfı, askeriye hatta buna halkı da katalım şiirle içli dışlıdır. Okuma-yazması olmadığı söylenen şair ‘Mürekkepçi Enverî’nin divanı vardır. (O söylemiş, başkası yazmış elbette).
II. Bayezid, Sultan Cem, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman hatırı sayılır şairlerdendir. Kanunî ayrıca kuyumculuk sanatında mahirdir.
II. Selim kitap arasına konulan, satır takibine yarayan ‘hilâl’ yapımında ustadır.
III. Mehmet kaşık ustasıdır. I. Ahmet Çerkes kamçıları yapar.
II. Osman saraçtır. Eğer ve at koşumları yapar. III. Ahmet hattattır.
III. Selim usta bir musikişinas ve bestekârdır. Ayrıca kaval tüfeği yaparmış.
II. Mehmet hem hanende hem sedefkârdır.
Sultan Abdülaziz neyzen, musikişinas, bestekâr ve pehlivandır.
Abdülmecid Han hattattır. Mecidiye ve Dolmabahçe camilerini süsleyen celî hatlar onundur.
II. Abdülhamit usta bir marangozdur.
Son halife Abdülmecid Efendi batı tarzı resim yapmakta şöhret sahibidir…
Sarayda Enderun birinci sınıf bürokrat yetiştirirken halk arasında bilhassa tekkeler sanat faaliyetlerinin merkezi gibidir. Bu müesseseden ne musikişinaslar ne hattatlar çıkmıştır, saymakla bitmez. Karadeniz’in, Tire’nin, Eğin ve Safranbolu’nun, Berat’ın, Mardin’in, Muğla’nın, Kemah’ın, Amasya, Kütahya gibi şehzade şehirlerinin, küçük kasabaların bakmaya doyamadığımız muhteşem konaklarını halktan yetişme kalfalar yapmıştır.
Sözü şuraya getirmek istiyorum. Osmanlı ricalinin sanatla bu kadar içli dışlı olmasına mukabil Cumhuriyet ricalinden niçin kimse çıkmamış.”[11]
Evet, sanatı metalaştıranların açtığı güzergâhta iktidarın “sanat”ına(?!) biçilen işlev budur/ böyledir! Yeni efendilerin boş vakit eğlencesi olmak!
Buna dur demek için yeniden Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerine kulak verme zamanıdır: “Uyan ey köşem bucağım.../ Kırık kolum, eğri boynum/ Sağır kapım, dilsizim,/ Vaktidir direnmenin/ Vaktidir şimdi...”
27 Mayıs 2013 10:19:32, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:146, Ağustos 2013…
[1] Fernand Crommlynck.
[2] F. Lentricchia-J. McAuliffe, Katiller, Sanatçılar ve Teröristler, çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2004.
[3] Ergin Yıldızoğlu, “Sanat, Eğlence, Propaganda (Muhteşem Yüzyıl)”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2012, s.11.
[4] Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2004, s.30.
[5] Noam Chomsky, Entelektüellerin Sorumluluğu çev: Nuri Ersoy, Bgst Yay., 2005.
[6] Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, Metis Yay., 2011, s. 126-32.
[7] Özcan Yaman, “Sermayenin Kültür ve Sanata Ettikleri (3)”, Evrensel, 9 Mart 2013, s.16.
[9] Rahmi Öğdül, “Boş Çerçeve Ne İşe Yarar?”, Birgün, 2 Mayıs 2013, s.13.
[10] Zeynep Oral, “İktidar Güdümünde Sanata Hayır!”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2013, s.19.
[11] Mustafa Kutlu, “Devlet ve Sanat”, Yeni Şafak, 1 Mayıs 2013, s.17.
Yorumlar