“Ne kadar nahoş olsa da, olguları açıkça görmek, adlı adınca çağırmak, … doğruyu söylemek zorundayız.” [1] “12 Eylül 1980 sonr...
“Ne kadar nahoş olsa da,
olguları açıkça görmek,
adlı adınca çağırmak, …
doğruyu söylemek zorundayız.”[1]
“12 Eylül 1980 sonrası sosyalist mücadelede
sosyalist aydınlar” konulu bir yazıyı kaleme almak “zor”; dahası, zor olduğu
kadarıyla hüzünlü.
Bizi bırakıp giden(lerden) biri bağlamında bana;
Maksim Gorki’nin, “İnsan, ne onurlu sözcük”; Bertolt Brecht’in, “İnsan olmak
büyük bir şeydir”; Anton Çehov’un, “İnsanlar inandıklarıdır,” sözlerini
anımsatan Ata Soyer’e dair;[2] yazmak daha da “zor” bir iş...
Bir şey daha: Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın,
“Olgun meyvelerde bir hüzün vardır,” dizeleri; “Düne ait hüzünler ve yarına ait
korkular” formülasyonuyla bizi uyaran Bernard Shaw’ın altını çizdikleri veya
“Herkesin;/ Bir umudu vardır,/ Bir savaşı,/ Bir kaybedişi,/ Bir acısı,/ Bir
yalnızlığı,/ Bir hüznü…/ Çünkü herkesin bir gideni vardır./ İçinden bir türlü
uğurlayamadığı,” çığlığıyla Turgut Uyar ifade ettiğim “hüznün” ne demek
olduğunu gayet iyi betimler.
Herneyse…
80’Lİ YILLAR
Sözünü
ettiğimiz 80’li yıllar kimilerince ‘Dallas’, ‘Küçük Ev’, ‘Bonanza’, ‘Flamingo
Yolu’, ‘Köle İsaura’, ‘Kökler’, ‘Magnum’, ‘Kara Şimşek’, ‘Mavi Ay’, ‘Avanak
Avni’, ‘Gırgır’, ‘Fırt’, ‘Atari’, ‘Commodore 64’ , ‘Amiga’, ‘12 Eylül’,
‘Kenan Evren’, ‘Turgut Özal’, ‘Tek Kanal TRT’, ‘Renkli Tv’, ‘Eurovision’,
‘Çetin Alp’, ‘Michael Jackson’, ‘George Michael’, ‘Madonna’, ‘Samantha Fox’,
‘Playboy’, ‘Playmen’, ‘Erkekçe’, ‘Kadınca’, ‘Patronlu Burda’, ‘Tele Kutu’,
‘Bariş Manço ile 7’den 77’ye’, ‘Cenk Koray’, ‘Erkan Yolaç’, ‘Evet Hayır
Yarışması’, ‘Voltron’, ‘Şeker Kız Candy’, ‘Berlin Duvarı’nın yıkılması’,
‘Gorbaçov’, ‘Reagan’, ‘Margaret Theatcher’, ‘Falkland Savaşı’, ‘İran Irak
Savaşı’, ‘Sabra ve Şatilla Katliamı’, ‘Çavuşesku’, ‘82 ve 86 Dünya Kupası’, ‘84
ve 88 Avrupa Şampiyonası’, ‘Rossi’, ‘Rummenigge’, ‘Maradona’, ‘Platini’,
‘Socrates’, ‘Zico’, ‘Van Basten’, ‘Gullit’i vb’lerini anımsar…
Evet 80 ile
başlayan yıllar: Vatkalı kazaklar ve gömleklerin... Saçma sapan müziklerin...
Saç bandı, ‘tayt, ‘Müjde Ar, ‘perukumsu kabarık saçlar, ‘Murat 131, ‘koca
kolonlu teypler… Küçük sanatçıların mantar gibi türediği... Turgut Özal ve
BMW’nin altın yıl(lar)ıydı...
Cep
telefonları yoktu, hatta şehirlerde bile pek çok evde telefon yoktu…
Bankalarda ATM
yoktu, ‘KDV’, fiş falan hayatımıza girmişti 80’lerin ortasında…
“Olmaz maykıl
bende de yok!” yanıtı yaygındı…
‘Omo’ ve ‘Alo’
deterjan kutularından (araba falan da vermezlerdi ya!) araba kuponu çıktığı
yıllardı…
“Hayat Bilgisi” kitabında Kenan Evren’in resmi
yerini almıştı…
TRT 1’de
oluşan sorunlar sonucu yayına bir süre ara verildiğinde ekrana getirilen donuk
ağaç zihinlerde yer etmişti…
Sonra
siyah-beyaz birkaç saatlik tek kanallı yayınlardan renkli tv, bir sürü kanala,
oradan da bilgisayar dünyasına geçildi…
Ancak 80’li yıllar
bu kadar değildi!
O tarihsel
kesit; “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diye nitelenebilecek “Zor Yıllar”dı…
Televizyonun
siyah beyaz ve askeriyenin yeşil renginin birbirine karışarak topluma rengini
verdiği dumanlı, kan revan zamanlardı…
Depolitizasyonun,
‘toplumsal dokuya sirayet eden ve “Semra koy bir kaset de neşemizi bulalım”
diyen Özalcı neo-liberal zihniyetin egemen olduğu; özelleştirmelerin çoğaldığı
yıllardı: KDV ortaya çıkmıştı. İMKB açılmıştı…
Yasak kitaplar
ve müzikler, yasaklı sanatçılar vardı. Zindanlar doluydu. İşkence gündelik
“vaka-ı adiye”dendi. İtiraz sindirildi; baskı öne çıktı.
Özetle bu ülke
tarihinin en çaplı çürüme döneminin yaşandığı yıllardı...
Ucube,
“derinliksiz”, “duygusuz”, “kapalı” bir dönemdi 80’li yıllar…
Aslı sorulursa
Anton Çehov’un, ‘Kılıflı Adam’ında betimlediği üzereydi çok şey, şöyle ki:
“İnsanların
nasıl yalan söylediklerini görür, işitirsin!
Bu yalanları
yuttuğun için de, sana budala derler... Hakarete, horlanmaya tahammül etmek,
namuslu, hür insanlardan yana olduğunu açıkça söyleyememek, gülümsemek, yalan
söylemek zorunda kalmak; bütün bunları da bir lokma ekmek, sıcak bir köşe,
küçücük bir memurluk hatırı için yapmak;
Hayır, hayır,
artık böyle bir hayat, daha fazla yaşanamaz!”
İYİ DE 12 EYLÜL “NE”YDİ?
“24 Ocak 1980 Kararları” bilinmeden,
“neden”i anlaşılması mümkün olmayan 12 Eylül darbesinin haberini CIA ajanı Paul
Henze, Washington’u arayarak, “Bizim çocuklar işi bitirdi/ Our boys have done
it,” diye vermişti…
Türkiye
İşveren Sendikaları Başkanı Halit Narin, 12 Eylül darbesine ilişkin demecinde,
sendikal faaliyetin yasaklanmasını kastederek, “Şimdiye kadar biz ağlıyorduk,
onlar gülüyordu, şimdi ağlama sırası onlarda”; İstanbul Sanayi Odası Başkanı
İbrahim Bodur, “12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak kararlarının etkisini
iki kat arttırmıştır,” derlerken; 12 Eylül’ün ilk Başbakan Yardımcısı,
1984-1989 döneminin Başbakanı, ardından da Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal da,
24 Ocak 1980’de Başmüsteşar olarak getirdiği kararlar için “12 Eylül olmasaydı,
bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” demişti…
Ayrıca “günün
mana ve ehemmiyeti”ni Rahmi Koç da şöyle dile getirmişti:
“12 Eylül
harekâtından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu
da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini
gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleştiriliyor, her
şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu.
Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir
zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. Ve üstelik askeri
yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor.”[3]
Öte yandan “Ve
işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız,
bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin
tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son
kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”[4]
“Evren Paşa (...) seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş
yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden
nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki -doğrusunu Allah
bilir- hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna
vesile olabilir, cennete de gidebilir,”[5]
diyen Fethullah Gülen’in desteklediği darbe ile bir kuşak sindirildi, baskı
altına alındı.
Büyük felaketti; kara bir lekeydi: Darbe
döneminde akıl almaz işkenceler yapıldı. Hele Diyarbakır Zindanı’nda yapılan
işkenceler…
Kenan Evren’in
halka, “Kaybolan devlet otoritesini yeniden kazandırmak amacıyla devlet
yönetimine geçici süreyle el koyuyoruz” diye takdim ettiği 12 Eylül;
çocukların, çocukluğunu, insanların yaşamını elinden zorbaca alan, daha doğrusu
çalan hırsızdı…
Aslı sorulursa
darbeyle ilgili en iyi tanımı, “Şimdi benim evlendiğim yolunda dedikodular
çıkaranlar var. Onları bir bulursam 12 Eylül’den fena yapacağım,” sözüyle Kenan
Evren yapmıştı…
12 Eylül’ün
sonuçları ve sonrasında değişenler kabaca şöyleydi:
i)
Aptallıkları suratlarından akıyordu, toplumu da aptallaştırmaya koyuldular!
ii) Öldürmek
için eğitilmişlerdi, “beslemeyip öldürmeyi” marifet sandılar!
iii) Ali kıran
baş keseni oynadılar, patronlara el pençe divan durdular!
iv) “Huzur”
dediler, işkence yaptılar!
v) Toplumsal
barışı dillerinden düşürmüyorlardı, emeğin sesini kestiler!
vi) “Kansız
bunlar” en sık kullandıkları sözdü, en çok da devrimcilerin kanını dökerken
zikrettiler!
vii)
Üniformaları hakiydi, memleketi “sarıklılara” teslim ettiler!
viii)
Zavallıydılar ama korkunçtular!
“Ve celladın, ansızın uyanıp, cehennemin
kapılarını açtığı gece”nin adı. Zebaniler hazırladıkları bilmeceyi tam 650.000
kişiye sormuş, cevap veremeyen 50 kişi asılmış, 16 kişi “kaçarken”, 14 kişi
“açlık grevinde”, 95 kişi “çıkan çatışmada”, 73 kişi “doğal yollarla”, 171 kişi
“işkence ve kötü muamele”, 43 kişi ise “intihar ederek” ölmüştü 12 Eylül’ün
utanç tablosunda!
1 milyon kişi
gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin
kişi yargılandı, yaklaşık 100 bin kişi “örgüt üyesi” olmak suçundan yargılandı.
7.000 kişi için idam istendi. 517 kişiye ölüm cezası verildi. 259 kişinin idam
dosyası TBMM’ye gönderildi. 55 kişi idam edildi. “Bütün bu yapılanlar, başımdan
geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka
ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir
şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur,” diyen 17 yaşındaki
Erdal Eren’in yaşı büyütülüp idam edildi. Binlerce kişiye müebbet, onbinlerce
kişiye de çeşitli hapis cezaları verildi.
30 bini aşkın
insan yurtdışına çıktı. 4 bin kişi vatandaşlıktan atıldı. 388 bin kişiye
pasaport verilmedi. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten çıkarıldı. 171
kişinin işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı. İşkence sonucu ölen diğer
yüzlerce insan resmi kayıtlara giremedi. Metris, Mamak, Diyarbakır vb’i
cezaevlerinde işkenceciler tam istim çalıştı. Diyarbakır cezaevinde 14 kişi
açlık grevlerinde öldü. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci öldürüldü.
Gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. 13 büyük gazete
için 303 dava açıldı. Gazetecilere toplam 3315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
Gazeteler 300 gün kapatıldı. 49 ton gazete, dergi ve kitap “sakıncalı” olduğu
için imha edildi. 133.607 kitap yakıldı. 18.000 kitabın sahibi ise gözaltına
alındı. 23.667 derneğin faaliyeti durduruldu. 937 film sakıncalı bulunduğu için
yasaklandı.
Bir başka
deyişle tarihin “necip Türk milleti”ne Kenan Evren cezasını uygun gördüğü
gün ve kara tarih olarak anılan 12 Eylül’le kitaplar banyo kazanlarında
yakıldı. Şeffaf zarflar içerisinde mühürler “Evet”e bas(tır)ıldı. “Yeni
anayasa” yaz(dır)ıldı.
En önemlisi insanlar su gibi içerisine
konuldukları kabın şeklini aldı! Yani 12 Eylül darbesi toplumu dönüştürme çabasıydı,
başarılı oldu! (Ancak yine de mahalle aralarında, evlerin duvarlarında,
apartman balkonlarında, su kanallarında o günlerden kalma sloganlar yazılıdır,
yer yer silinmiş, okuması zor olsa da!)
Özetle hiçbir şeyin artık eskisi gibi
olmadığı keskin bir virajdı 12 Eylül.
Hayat(lar)ımızı
kötü bir ressamın beceriksiz fırça darbelerine teslim ettiğimiz gündü 12 Eylül.
O beceriksiz
ressam ki, dil(imiz)in düğümlenmesinin, eli(mizi)n tutulmasının, akl(ımız)ın
durmasının mimarıydı.
Travmatik,
kimliksiz, apolitik, özenti, şaşkın ve korkak bir gelecek inşa edildi.
Bunlar
böyleyken, “Herkes layık olduğu şekilde yönetilir,” denilebilir miydi acaba?
DARBE “NE”YE YOL AÇTI, “NE
GETİRDİ”
12 Eylül devasa bir depolitizasyonunun önünü
açtı.
Bir de şu iki karardaki “gerçeği”!
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı: “İlde
bütün esnaf dükkânlarının önüne çöp kovaları koyacak, kovalar siyah ya da mavi
renge boyanacaktır”!
Adana-Mersin-Kahramanmaraş Sıkıyönetim
Komutanlığı: “İl ve ilçeler temiz ve düzenli tutulacaktır. her çeşit malın
ucuza satması sağlanacak, tartı ve ölçü aletleri denetlenecektir”!
Cesaret budandı, korku/ korkaklık ve itaat
egemen kılındı.
Evet, evet 12
Eylül için çok şey söylenebilir, şu sebepten oldu bu sebepten oldu vs. vs. Ama
12 Eylül’ün tanımlanmasındaki evrimi izlemek, o tarihte ekilen tohumların
meyvesini gösterir bize:
80’lerin ilk yarısında kocaman bir tabuydu.
Cılız çıkan muhalif sesler hâlâ vardı. Onlar da malum şekillerde susturulurdu.
“12 Eylül iyi ki oldu”; “Kenan Paşa da süper adam, bir gecede akan kan kesildi”
yaygaraları dört yanı kaplıyor. Sol itiraz “yok” gibi…
80’lerin ikinci yarısında, yavaş yavaş
“Aslında olmasa da olurdu” fısıltıları ortaya çıkıyor. Ama yine de herkes 12
Eylül’ü biliyor, tanıyor. Solda tövbekârlık prim yapıyordu artık! Yani hararetli
sosyalizm tartışmalarında, Marx’ın Beyoğlu’ndaki rakı masalarına meze olduğu;
umutların, isyankâr ergen hezeyanları muamelesi gördüğü evreye geçilmişti…
Bu yanıyla da 12 Eylül, herhangi bir sol
eyleme kıyısından köşesinden bulaşmış insanların psikolojileriyle oynadı.
Patolojik karakterler üretti.
12 Eylül
coğrafyamızda gençlerinin çarpım tablosunu bilmeden lise mezunu
olabilmesine…
Onura, barışa,
adalete, insanlığa değil, bireyselliğe, paraya, şöhrete, eğlenceye önem
vermesine…
Bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olunmasına…
Kitaptan
nefret edilmesine...
Hayalsizleşmeye,
düş kurulamamasına…
Düşünme özürlü
olunmasına...
Örgütsüzleştirilip,
sevdalanamamasına…
İnsan(lığın)ın
yok edilerek robotlaştırılması yol açtı…
“Sokağa çıkma
yasağı”; “sıkıyönetim”; “çatışmada ölü ele geçirilmek”; “işkence”; “milli
güvenlik konseyi”, “ev araması”, “üst araması”, “cemse”, “kimlik sorma”,
“kimliğinden utanma”, “korku”, “suskunluk” ışığa çekilmiş kara bir perdeyken
“yenilgi yılları”nın da başlangıcıdır…
Böylelikle de
korkunun sessiz çığlıkları dört yanı sararken; toplumsal ilişkilerde derin bir
yara açılmış oldu.
Çünkü 12 Eylül
uyuşturup, unutturan kıyamet günüydü.
Çünkü 12 Eylül
yasal sonuçları itibariyle, hem devletin işleyişinin militerleşmesi, hem askerî
otoritenin özerkliğinin mutlaklaştığı bir aşamayı oluşturur.
Çünkü 12 Eylül
darbesi “hukuk sistemiyle”, “anayasasıyla”, “hapishaneleriyle”,
“patronlarıyla”, “paşalarıyla”, “hacılarıyla”, “moronlarıyla”, “eğitim
sistemiyle”, “medyasıyla”, “aydın(ımsı)larıyla” 1980’de start almış bölünmez
bir bütündü, neo-liberal saldırganlıktı…
Askerlerin
terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. Yani en doğal hak ve
özgürlüklerin kendinden esirgenmesi karşısında sessiz kılınmış bir halk yarattı
12 Eylül. (Oysa TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar’ın
belirttiğine göre, vatandaşın elinden 1.000.000’a yakın silahın toplamıştı
darbe!)
80’lerle şöyle
bir şey ortaya çıktı: Kitap okuyan insan solcudur. Bu insan “terörist” ya da
“anarşist” olma potansiyeli taşıyan bir kişidir.
Kitap okuma
oranları düştü. Böylelikle solcu insana, okuyan, araştıran, merak eden,
bilgilenen insan tipine karşı merak etmeyen, sorgulamayan, soruşturmayan, fazla
kurcalamayan, icat çıkartmayan bir insan tipini devreye soktu 12 Eylül…
Tam anlamıyla milliyetçi ve muhafazakâr özellikler
taşıyan Türk-İslâm sentezcisi darbeyle; Türkiye tarihinin en büyük siyasal
likidasyonu yaşandı. (Ayrıca 1981 doğumluların sayısı 1.481.000 ile tüm
yılların rekor seviyesine ulaşmıştı!)
Coğrafyamız
yaşanılmaz kılındı… Binlerce kişinin canına kıyıldı… Yüz binlerce kişinin
özgürlüğü gasp edildi... “Düşünme/eleştirme/itiraz” yerine depolitizasyon ikame
edildi… Her şey Arabeskleştirildi… Gerçek sanatçılar içlerine çekildi, meydan
soytarılara kaldı…
Özetin özeti
değişik ironiler barındıran tarihti Tevfik Fikret’in, ‘Sis’ dizelerindeki
üzere: “Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,/ Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey
mütezâyid./ Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,/ Bir tozlu kesâfetten
ibâret bütün elvâh;/ Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar/ Dikkatle nüfûz
eyleyemez gavrine, korkar!”[6]
EYLÜL HÜZNÜ
Dört yanı
ayrılık hüznünün kuşattığı; kuşların çekip gittiği; sonbaharın ayrılık
mevsimiydi 12 Eylül’le kapıları çalan.
Eylül hüznüyle
gelmişti ve yaşanan sanki Fyodor Dostoyevski’nin, “Bu devir, sıradan insanın en
parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin,
hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup
düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç
dikse herkes gülüyor: ‘Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’
Öte yanda
iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert
ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı.
Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes
kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse
açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor,”[7]
cümleleriyle resmettiği ve “Di pîsîyê
de gerîn, ji yê bi herîyê re mane digerîne/ Pisliğe bulanan, çamurluya
mana bulur,” diye betimlenmesi mümkün olan tabloydu.
Hani Sezen
Aksu’nun ‘Zor Yıllar’ şarkısındaki gibi: “biraz daha yitip gitmek yıpranan
dostluklarda / yaralayan sözler sözler gibi/ silinmeyen izler izler gibi/
bir birini gözler gözler gibi/ zor zor yıllar/ uykusuz gecelerde sarıveren
kaygılar/ kuşkuyla gözlediğin o ölüm dolu sokaklar/ eksildi ömrümüzden umut
dolu o yıllar/ siz miydiniz bizler miydik yorgun düşen kuşaklar”…
İnsanın içine
işleyip, hüzne boğan şarkıyı seslendiren Sezen’in 12 Eylül yorumu ise, “Türk
Silahlı Kuvvetleri, ülkemizde her şeyin çıkmaza girdiği bir dönemde yönetime el
koymuştur. Bence, zamanında ve yerinde bir karar alınmıştır. Halkımıza hayırlı
ve uğurlu olmasını diliyorum”du![8]
Bundan neden
mi söz ediyorum?
Eylül hüznü
böyle bir şeydi; acımasız bir bilinç bölünmesi; vazgeçiş ve unutuş!
ORAL ÇALIŞLAR’IN 12 EYLÜL’DE AYDINLIK
İÇİN
KENAN EVREN’E YAZDIĞI MEKTUP (TAM METİN)
|
İstemde bulunan: Aydınlık Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Oral Çalışlar.
İstemin konusu: Aydınlık Gazetesi’nin yayınını
durdurma kararının kaldırılması için gerekli emrin verilmesi.
Komutanlığınız,
Silahlı Kuvvetlerin ülke yönetimine bütünüyle el koymasından bir gün önce
Aydınlık Gazetesi’nin yayınını ‘ikinci bir emre kadar’ durdurmuş
bulunmaktadır. 11 Eylül 1980 tarihini taşıyan bu karar, gazetemize 12 Eylül
günü bildirilmiştir.
Aydınlık
Gazetesi ilk çıktığı 20 Mart 1978 tarihinden bu yana yayınını şu ilkeleri
temel alarak sürdürmüştür;
1-Özellikle
Sovyetler Birliği’nden gelen dış tehdit, sızma ve yıkıcılığa karşı milli
bağımsızlığı savunmak, savaş tehlikesine karşı hazırlıklı olmak, milli
savunmayı güçlendirmek.
2-Dünyanın
ve Ortadoğu’nun büyük çalkantılara ilerlediği ve dış tehdide göğüs germenin
ülkemizin ve halkımızın geleceği açısından belirleyici bir önem kazandığı
bugünlerde, ayağı Türkiye toprağına basan bütün güçlerin birliği için
mücadele etmek, milli birlik ve istikrar siyaseti izlemek, tüm yayın
siyasetlerini buna bağlı olarak yürütmek, mezhep ayrılıklarına ve
kavgalarına, milli güçler içinde düşmanlıklara ve siyasi gerginliğe karşı
mücadele etmek, görüş ayrılıklarını özgürlük ortamı içinde barışçı
yöntemlerle çözmek.
3-Milli
Birlik Siyasetinin bir gereği olarak, iç savaş yönündeki gidişin önlenmesi ve
sağlanması, gerek Moskova’nın kışkırttığı gerekse MHP’nin yönettiği terör ve
anarşinin kökünü kurutulması için kararlı bir mücadele yürütmek.
4-ülkemizin
birliğinin ve barışın temeli olarak demokrasi bayrağını yükseltmek,
özgürlükleri savunmak.
Aydınlık,
yayına başladığı 20 Mart 1978 tarihli ilk nüshasında bu ilkeleri ilan etmiş
ve iki buçuk yıldır bağımsızlık, milli birlik, iç barış ve özgürlük için
mücadele etmiştir. Bu yüzden Moskova’nın ve faşist güçlerin hedefi olmuş, her
iki terör odağının zorbalığına göğüs germiş, bu uğurda bazı çalışanlarını
kurban vermiştir. Şunu gururla belirtmeliyim ki, aydınlık, ülkemizde her iki
terör odağına karşı aynı kararlılıkla mücadele eden tek gazetedir. Terör
örgütleri, mafya, kaçakçılık ve vurgunculuk şebekeleri ile hiçbir çıkar
bağımızın ve girdi-çıktımızın olmaması, gazetemiz için daima bir övünç
kaynağı olmuştur.
Aydınlık,
yayın hayatı boyunca yobazlığa ve ortaçağ karanlığına karşı durmuş, Türkiye
halkının bağrından çıkan en büyük devrimci Atatürk’ün devrimci mirasını en ön
safta savunmuş, istiklal marşımıza yapılan saygısızlıklara karşı basında en
kararlı tutumum almış, daima emekçi halkın menfaatlerinin ve demokrasinin
yanında yer almıştır.
Sıkıyönetim
komutanlığının aydınlık hakkında açtığı soruşturmalardan hiçbiri gazetemiz
aleyhine sonuçlanmamıştır. Tamamlanan soruşturmaların hepsinde takipsizlik
kararı verilmiştir.
Bunun
ötesinde Aydınlık, yaptığı birçok yayınla Sıkıyönetim Komutanlıklarının,
terör ve zorbalık odaklarına karşı başarı kazanmasına yardımcı olmuştur.
Gazetemizin
yayınının durdurulması kararının alındığı 11 Eylül gününün ertesinde Silahlı
Kuvvetlerin ülke yönetimine el koyması üzerine kurulan Milli Güvenlik Konseyi
yayınladığı bildirilerde ve Devlet Başkanı, Milli Güvenlik Konseyi ve
Genelkurmay Başkanı Sayın Orgeneral Kenan Evren’in yaptığı temel
açıklamalarda ‘ülkemize yönelik tehditlerin ulusça göğüslenmesi’, ‘milli
bütünlüğün korunması’, anarşi ve teröre son verilerek, ‘iç barışın ve huzurun
sağlanması’, ‘milletin hak, hukuk ve hürriyetinin korunması’ üzerinde
durmuştur ve bu uğurdaki hazırlıkların tamamlanarak ülke yönetiminin ‘insan
hak ve hürriyetlerine saygılı, milli dayanışmayı ön plana alan özgürlükçü,
demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetime
devredileceğini’ ilan etmişlerdir.
Aydınlık
Gazetesi, bugüne kadarki yayını ve mücadelesi ile Milli Güvenlik Konseyinin
ilan ettiği bu amaçların gerçekleşmesine basın alanında destek olmak için
‘hayatını dahi seve seve feda etmeye hazır’ olduğunu kanıtlamıştır.
Bu
fırtınalı dönemde, ülkemizin ihtiyacı sizlerin de değerlendireceği gibi
eyyamcı, çıkarcı, yoz kültürü savunan, dalkavuk bir basın değil, ülkemizin
bağımsızlık ve birliği, iç barış ve özgürlükler için cesaretle mücadele eden
bir basındır. Aydınlık Gazetesi’nin yayınlanması, ülkemizde milli dayanışmayı
güçlendirecek, halk içindeki kardeşlik ve barış ortamına hizmet edecektir.
Aydınlık, özellikle bu tarihi dönemde, anarşi ve terör kaynaklarının
kurutulmasında kamuoyunun ve halkın en geniş desteğinin sağlanması için
üzerine düşen görevi yerine getirmeye her bakımdan hazırdır. Gazetemiz,
görüş, öneri ve yapıcı eleştirilerini her zaman olduğu gibi açık yüreklilik
ve dürüstlükle ortaya koyarak,yeni yönetimin ilan ettiği amaçları başarmasına
katkıda bulunacağına güven duymaktadır.
Hiçbir
kar amacı olmayan, yalnız ve yalnız ülkesinin bağımsızlık, birlik, iç barış
ve özgürlük can verip baş koyan Aydınlık’ın yeniden yayınlanması için
bildirimde sözünü ettiğiniz ‘ikinci emrin verilmesini’ arzederim.
Saygılarımla.
17 Eylül 1980
Oral Çalışlar
Genel Yayın Yönetmeni
Gereği
için:
1.
Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı
Bilgi
için:
-Milli
Güvenlik Konseyi Başkanlığı
-Genel
Kurmay Başkanlığı
|
Ya da Fikret
Başkaya’nın, “Kapitalizmde ‘ahlâk’ istisna, ‘ahlâksızlık’ kuraldır...
Kapitalizmin ahlâkı yoktur. Kendi ahlâkı yoktur ama başkalarının ahlâkını yok
ettiği, dejenere ettiği kesindir. Bu yüzden kapitalizmin her ileri aşaması
ahlâksızlığın da bir üst aşaması demektir,” diye tarif ettiğiydi…
Hayallerin
küçülmeye başlamasının tarihidir 12 Eylül!
Düşün-e-meyen,
üret-e-meyen, hayal kur-a-mayanların yaratılmasının ilk adımıdır!
Veya Sezen’in,
‘Son Bakışı’ındaki ifadeyle: “bir söz bitişi gibi son buldu sevişler/ bir yaz
güneşi gibi eritir hep bu terk edilişler”dir!
AYDIN(LARIMIZ) ÜZERİNE
İyi de böylesi
bir tabloda aydın(lar) ne olabilirdi ki?
Açıkça söylemeliyiz: 1980 sonrası, Türkiyeli
sol/sosyalist aydınlar için bir yenilgi çağıydı. Hem “içeride”, hem de
“dışarıda”: “İçeride”, 1970’li yıllarda yükselen toplumsal muhalefet, 12 Eylül
duvarına çarparak dağılmış, ülke uçsuz bucaksız bir zindana, bir işkencehaneye,
bir salhaneye dönüşmüş, her türlü muhalif ses, askerî rejimin çizmeleri altında
bastırılmıştı. Bir hayli yakın gözüken sol-halkçı-sosyalist dönüşüm olasılığı,
berhava olmuştu.
“Dışarıda” ise, sosyalist sistemin çöküşü,
“Elveda proletarya”, “Tarihin sonu” söylemleri eşliğinde, Neo-liberal
uygulamaları sokmuş, yönetim ve denetiminde yeni bilişim teknolojileriyle
donanmış “sivil toplum”un söz sahibi olduğu “demokratik kapitalizm”in sonsuza
dek sürecek, insanlığın mutluluğunu sağlayacak rakipsiz ve “doğal” bir sistem
olduğu söylencelerinin hegemonyası sağlanmıştı. Bu şeker kaplı ideolojik zehri
yutmayanları ise, postmodern söylemin sonsuza dek çoğalttığı itiraz ve yakınmaları
yanıtlama uğraşı bekliyordu…
Bu çifte yenilgi, bir kesim muhalif aydının
“zamanın ruhu”na ayak uydurup postmodern sirenlerin (“kimlik, haz, tüketim,
beden politikaları, toplumsal cinsiyet, etnisite…”) cazibesine kapılarak sınıf
eksenini terk etmesine yol açtı. Aralarından bazıları, doğrudan Neo-liberal
rejimin PR’cılığına soyunacaktı.
Neo-liberal propagandaya aklı yatmayanlar
ise, genel örgütsüzleşme havası içinde, soluk alabildikleri, kurumlara çekildi.
(TMMOB, TTB, İHD, KESK…)
1990’lı yıllarda yükselen Kürt mücadelesi ve
bunun tetiklediği “düşük yoğunluklu iç savaş”, aydınlar için yeni bir sınanma
eşiği oldu. Liberalleşen aydınlar kirli savaş süresince suskun kalmayı (ya da
Kürt hareketinin “milliyetçi” yönelimini eleştirmeyi) yeğlerken, sol aydınlardan
bir kısmı Kemalist köklerine dönecekti.
Evet, 12 Eylül’le özüne dönen Kemalistler ve
liberalleşenler burjuvazinin organik aydınlığına soyundular!
Her şey
Gramsci’nin işaret ettiği gibiydi. Yani toplumda entelektüel işlevi görenlerin
ikiye ayrılabileceğini göstermeye çalışan Gramsci’ye göre, birinci kategori
nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler
gibi geleneksel entelektüeller, ikincisi ise entelektüellerin çıkarlarını
örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için
kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını
düşündüğü organik entelektüellerdir.
Nitekim,
Gramsci organik entelektüele ilişkin olarak şöyle der: “Kapitalist girişimci
kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir
kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır.” Bir deterjan
ya da havayolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için
teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da halkla ilişkiler uzmanı,
demokratik bir toplumda müşterilerin rızasını kazanmaya, tüketicinin ya da
seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan biri, Gramsci’ye göre bir organik
entelektüeldir.
Ama
burjuvazinin “organik entelektüeller”ini, içinde debelenmeyi seçtikleri çukurda
bırakalım biz şimdi. Ve “entelektüel” vasfını hak edenlere dönelim. İktidarın
yüzüne karşı doğruları söyleyen; hiçbir güce sorgusuz sualsiz itaat etmeyen;
eleştirel, olağanüstü cesur ve öfkelidir entelektüel… Ve sürgündür…
Bu konuda
‘Minima Moralia’daki 18 numaralı fragman sürgünün anlamını çok iyi yakalayıp,
“Sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek,” der ve ekler Adorno: “Artık
imkânsızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilemez bir hâle
gelmişlerdir: Bunlardaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her
barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir.”
“Nitekim” der
Adorno, “Ev bitmiştir... Bütün bunlar karşısında en iyi davranış tarzı
bağlanmamış, arada kalmış davranıştır hâlâ... Bugün insanın evindeyken kendini
evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur.”[9]
Evet günümüzün
entelektüeli Jean-Paul Sartre değil ama Sartre’dan pek farklı da değil. Peter
Osborne, “Klasik olarak ‘entelektüel’, (burjuva) devrim geleneğindeki soyut
ussal öğenin, somut bir toplumsal kişilikte simgelendiği Fransız imgeleminin
ürünüdür,”[10] derken; sürgün
ayrıcalığın, iktidarın ve (deyim yerindeyse) evde olmanın sağladığı konforların
dışında marjinal bir figür olarak duran entelektüeli karakterize eden durumdur.
Entelektüel,
gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine
benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan Robinson Crusoe değil,
olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir bedavacı, fatih ya
da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan Marko
Polo’dur.
Entelektüel
için sürgünle yerinden olma, aslî yapıtaşlarını “idare etme”nin ve çizilmiş
yollardan gitmenin oluşturduğu bildik bir hayat yaşamaktan kurtulmak demektir.
Sürgün her zaman bir marjinal olacağınız ve önceden belirlenmiş bir yolu
izleyemediğiniz için bir entelektüel olarak yaptığınız her şeyi kendi kendinize
yapmanız gerektiği anlamına gelir.
Söz konusu
yazgıyı bir mahrumiyet, hayıflanılacak bir şey olarak değil de bir tür
özgürlük; her şeyi önünüze koyduğunuz belli bir amaç tarafından belirlenen,
kendi kendinize oluşturduğunuz bir modele göre yaptığınız, hangi konu ilginizi
çekiyorsa onunla uğraştığınız bir keşif süreci olarak yaşayabilirseniz eşi
benzeri olamayan bir haz alırsınız.
Burada
göstermeye çalıştığım gibi, entelektüellerin temsil eylemlerini
gerçekleştirdikleri kamusal alan aşırı karmaşık bir niteliktedir ve rahatsız
edici özellikler içerir; fakat, ancak entelektüelin, milletler ve bireyler
arasında farklar olmasına izin verirken aynı zamanda bu farkları gizli
hiyerarşilere, tercihlere ve değerlendirmelere tâbi tutmayan bir adalet ve
hakkaniyet kavrayışına sarsılmaz bir inanç duyması hâlinde, bu alana etkili bir
müdahalede bulunmanın bir anlamı olabilir. Bugün herkes için eşitlikten ve
uyumdan dem vuran liberal dili kullanmayan yok. Entelektüelin sorunu ise bu
kavramları, eşitlik ve adalet lâfları ile o kadar da hoş olmayan gerçeklik
arasındaki uçurumun son derece büyük olduğu fiili durumlarla
ilişkilendirmektir.[11]
Çoğunluk böyle olmadı; ama 12 Eylül’den bir
İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Haluk Gerger vb.’leri, yani az sayıda aydın
gibi aydın yüzünün akıyla çıktı…
DOĞRUDA -DİK- DURMAK, DİRENMEK,
VAZGEÇMEMEK, TESLİM OLMAMAK
Aydın olmak; ezilenlerden,
ötekileştirilenlerden, mağdur/ madunlardan yana doğruda -dik- durmak, direnmek,
vazgeçmemek, teslim olmamak ve iktidarla arasına sınır çizerek; Fidel
Castro’nun, “Umut sonsuzdur! Ne zaman kendimi yalnız hissetsem, Dünyanın bütün
güçleri bağrımda toplanır”; Ernesto Che Guevara’nın, “Kaybetmekten değil,
vazgeçmekten kork” sözlerini terennüm eden bir devrimci praksistir.
Sınıflı sömürücü yapılarda hepimize, esnek
olmak tavsiye edilse de “dik durmak”, insan(lık)ın kendine güvenini perçinleyen
bir duruş biçimidir; ruh sağlığı için faydalıdır; aydın olmanın “olmazsa
olmazı”dır.
Çünkü dik durulmadan doğru(lar)
seslendirilemez.
Çünkü Guy
Debord’un, “Gerçek anlamda altüst olmuş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır,”
diye betimlediği yerkürede gerçek, iktidarın yasakladığıdır. Veya her zaman bilinse
de, ara sıra söylenebilendir.
O hâlde
gerçeği dillendirmek, yüksek sesle haykırmak direnmekle mümkündür.
Karşı koymak,
ayakta durmaya çalışmaktır direniş; cesaret, gayret, umut, sebat ve hayat
belirtisidir...
Bir olaya,
duruma, hastalığa yenilmek istememek durumunda gösterilen tepkidir; yani
“Berxwedan jiyan e” diyerek yaşamaktır; “inadına”dır hep...
Ayakta kalmak
için yapmak zorunda olduğumuzdur; etkiye karşı ısrarlı tepki eylemidir.
Israr
etmektir; yaşatma/ yaşamaya hakkının devamlılığına yönelik kuvvetli arzudur;
farkındalıktır; karşı güçtür.
İnandığı şey
için meydan okumaktır, kafa tutmaktır, karşı koymaktır, mücadele etmektir ve
illa ki fedakârlıktır.
Sabırdan daha
asi, daha söz dinlemez, daha inatçıdır. Sabır boynunu büküp köşesine geçerken,
o daima savaşır.
Yani dik duran
bir yaşam biçimidir.
Baskıya karşı
mukavemettir; dirençtir
İşlerliliğini
kaybetmek yani bozulmaktır; çözülmektir; eğilmemektir…
Bu da
vazgeçmemekle mümkündür.
“Vazgeçmemek”, ulaşmak için tekrar tekrar
deneyebilme gücüyle hiç düşünmeden devam etmektir; düşünce ve davranışa
müteallik inattır.
Teslim
olmamaktır.
Mücadeleyi
bıraktıran teslimiyet güçsüzlüktür; yaşam akışına karşı koymaktır; direncini
kaybedip, kendini koy vermektir; özgürlükten vazgeçiştir.
Boyun eğmedir.
Ardından birinin isteğini olduğu gibi kabul etme, benliğini hiçe sayma gelir
ki, korkunun vicdana yenik düştüğü andır. Cesaretin, gücün tükendiği andır.
Nihayet “Manam
bitti, manasız her şey” cümlesidir.
Bunlar
olmadan, ne olursa olunsun, hangi malumatfuruşluktan söz edilirse edilsin aydın
olunamaz!
Bu arada haberiniz
var mı? Vehbi Koç’un kızı Sevgi Gönül, ‘Hürriyet’in ‘Pazar İlavesi’nde
“entelektüel’in nasıl olması gerektiği”ni, “Entelektüel aşkı derinlemesine
yaşamalıdır ama hiçbir zaman evlenmemelidir… “İyi bir entelektüel daima
egoisttir… “Hakiki entelektüeller Avrupa’da yaşarlar… “Zaten iyi bir
entelektüel yaptığı işi iyi yapıyor demektir ve dolayısıyla ortaya çıkan bu
işten iyi para kazandığını da varsaymaktayım,”[12]
diye tanımlıyor! O zaman bir daha altını çizeyim: “Büyük aşklar yolculuklarla
başlar,” diyebilen “entelektüel”i malumatfüruşlukla veya Gönül’ün zırvalarıyla
eşitlemeye kalkışanlar meseleden hiçbir şey anlamamışlardır. Lafazanlıkla,
zamandan ve mekândan ari “aydın olmak” arasında ince bir çizgi vardır.
Dedik ya 12
Eylül sonrasında böyleleri çok azdı.
“SONUÇ YERİNE”: ENTELEKTÜEL İÇİN KENAR
NOTLARI
Ancak bunda
şaşırtıcı olan bir şey yoktur.
Entelektüel
olmak büyük ölçekli bir iddiadır. Zordur, çetrefilfdir, anlaması güç olan “o az
gidilen yoldan, inadına giden”dir.
Çünkü Jean
Paul Sartre’a göre entelektüel, onu ilgilendirmeyen işlere karışan kişidir.
Entelektüel,
aklını kullanmayı meslek edinmiş kişidir; sorgulayıcıdır; genelgeçer doğruları,
dogmaları sorgulamadan kabul etmekten kaçınır, statüko karşısında sürekli bir
muhalefet hâlindedir.
Gerçek
entelektüeller, pek nadir bulunan yaratıklardır. Çünkü mevcut dünyaya ait
olmayan ebedi hakikât ve adalet standartlarının bayraktarlığını yaparlar.
“Aydın olmak”
ayırdedici bir kavramdır; “aydın olmak” zordur.[13]
Üstüne vazife olmadığı hâlde, tamamen kendi
kanaatini açıklayan kimse olarak aydın kolay kolay elde edilemeyecek sıfattır.
“Entelektüel insan kriz çözmez kriz
yaratır,” vurgusuyla ekler Edward Said: “Bence entelektüelin görevi krizi
evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir
insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir.”
Halk arasında gerçek anlamından uzakta
kullanılan “kâmil” kelimesinin modern versiyonudur entelektüel.
O, topluma yabancı, marjinal bir kişiliği
temsil eder. Bu yabancılık ve marjinallik aslında geniş yığınları tutsak alan
düşünce kalıplarına mesafeli olabilme anlamında bir seçkinlik olarak da
ifadelendirilebilir. Gerçekten de entelektüel, yığınların inançlarına, kanaatlerine,
düşüncelerine tabi olmamak anlamında seçkin bir insandır.
Yaratıcı zekâya sahip olan bir düşünce
insanıdır. Bulduğuyla asla yetinmez. Bu nedenle sürekli araştırır. Hiç bir şeye
körü körüne bağlanmaz. Düşünceleri evrenseldir, dar kalıplarda sıkışıp kalmaz.
Özgürlükçüdür. Korku nedir bilmez ve
düşüncelerine asla gem vurmaz. Doğru bildiğinden şaşmaz. Doğmaların dışına
çıkmaktan korkmaz.
Her düşün insanına entelektüel denmez.
Entelektüel olma özelliğine sahip olmayanlar toplumda kendilerini bu kategoride
görür ve göstermeye çalışırlar.
Tekrar edeyim: “Nadir”dir. (Belki de
herkesin kolayca “aydın” ilan edildiği coğrafyamızda anlaşıl(a)mayan budur!)
Evet, evet hak
etmenin o kadar da kolay olmadığı unvandır “aydın olmak”.
Çünkü
nihayetinde anlamı, akla ait, derin düşünebilen, olaylara derinlemesine ve en
geniş perspektiften bakabilen zihinle ilgili duruş demektir.
“Entelektüel,
aklı kendisini gözleyen kişidir/ an intellectual is someone whose mind watches
itself,” diyen Albert Camus’ye göre, birinin entelektüelliğinden bahsetmek için
o kişinin kendine, düşüncelerine ve sözlerine mündemiç duruşunu irdelemek
gerekmektedir.
Entelektüel,
düşüncelerini toplum içerisinde kimseden sakınmadan dile getirerek davranandır.
Edward
Said’in, “Belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı,
felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimlendirme, ifade etme yetisine sahip
olan bireydir,” diye resmettiği entelektüel, aynı zamanda bir şeylerin cahili
olduğunu bilen kişidir; merak edip, öğrenen ve soru(n) çıkarandır…
Bu çerçevede
entelektüelin görevleri: Düşünmek, doğruyu aramak, nesnel bilgiye ulaşmaktır.
Entelektüel
hiç kimseye ahmakça bir saygı göstermemeli, müesseseleşen doktrinlere kuşku ile
bakmalıdır. Dogmalara bağlanmak kısırlaşmaktır. “Gelenekle savaş evet, modaya
teslimiyet hayır,” der, sosyal uyarıcıdır; eleştirel itirazdır.
Hem de Edward
Said’in ‘Entelektüel’ başlıklı yapıtında altını ısrarla çizdiği üzere:
“Bir düşmanın
durup dururken bir şiddet eylemine girişmesini kınıyorsak, hükümetimiz kendisinden
daha zayıf bir ülkeyi işgal ettiğinde de aynı şeyi yapabilmeliyiz”…
“Ne yapacağımı
ve ne yapmayacağımı anlatayım sana. İster evim, ister yurdum, ister kilisem
olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim: Ve kendimi olabildiği kadar özgürce
ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı
bulmaya çalışacağım, kendimi savunmak için de kullanmasını bildiğim silahları
kullanacağım: sessizlik, sürgün ve kurnazlık”…
“Mümkün
olduğunca hakikâti anlatmaya çalıştıkları alternatif versiyonlar
geliştirmeleridir. Entelektüel her zaman yalnızlık ile saf tutma arasında bir
yerde durur. Entelektüelin zayıf olanların ve temsil edilmeyenlerin safına ait
olduğundan eminim”…
“Entelektüel,
ne insanları teskin etme ne de konsensüs oluşturma derdindedir; çok ciddi bir
anlamda, ucuz formülleri, hazır klişeleri ya da iktidar sahiplerinin ve
uzlaşımcıların söylediklerinde, yapıp ettiklerinde gözlenen sorunsuz,
uzlaştırıcı olumlamaları kabullenmeyi istememe anlamında tüm varlığını ortaya
koyan biridir. Hatta sadece bir şeyleri pasif olarak istememekle yetinmez, bunu
aktif olarak kamuoyuna söyler de”…
“Yerleşmenin,
evet-demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört
bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir sürgün. kişinin gerçek bir
göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele
rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara
çekilmesi mümkündür hâlâ. Bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiçbir
zaman geçmemiş kafaların göremediği şeyler görür insan”[14]…
Bu hâliyle
“sürgün, marjinal, yabancı” olan ve fark edilme kumkuması olmayan, orada burada
kendini sergilemeyen, her zaman tek başına olduğunu çok iyi bilen, yeniyi arama
kaygısı olandır.
Çünkü entelektüelin siyasi işlevi söz
konusudur.
Yeri gelmişken, burada durup bir parantez
açalım: Coğrafyamızda çoğunlukla tanım/anlam kargaşasına neden olabilen, kendi
içlerinde de sık sık çekişen, anlaşılamadıkları birçok noktada halktan kopuk
olmakla suçlanarak eleştirilerin hedefi hâline gelendir aydın...
Ancak burada bahse konu olan tipoloji, “-mış
gibi olanlar”dır...
Yani göründükleri gibi ol(a)mayan, oldukları
gibi görünmekten de ödleri kopanlardır.
Hani fildişi kulelerde yaşamayıp, bunun
ötesinde geçerek, pratik hayata katılanlardır…
Kolay mı?
Zygmunt Bauman’a göre, “entelektüel olma”nın anlamı, kişinin kendi mesleği ya
da sanat türü ile kısmi uğraşının üzerine çıkıp, içinde yaşadığı zamanın
-hakikât, yargı ve beğeni gibi- evrensel meseleleriyle ilgilenmesidir.
Veya Sabri
Ülgener için de, “Kültür değişimine öncülük etmek, değişeni daha popüler ve
yaygın hâle getirmek, yeni bir zevkin ve üslûbun öncülüğünü sürdürmek, halkın
politik ve sosyal tercihlerini etkilemek”tir…
Ece Ayhan
gibi, “Aşk örgütlenmektir bir düşünün ağabeyler,” diyen; Edip Cansever,
‘Tragedyalar’ındaki, “ey umut, ey beyaz örtülerin tükenmez uzunluğu/ kimse bir
gün sana koşmaktan kendini alamaz,” dizeleri ısrarla terennüm eden O, özetin
özeti: Bir çığlık, meydan okuyan, diz çök(ertil)meyen bir duruştur entelektüel
sözü.
“Söz diyalogu
mümkün kılan bir araçtan öte bir şeydir. Söz içinde iki boyut buluruz.
“Düşünme” ve “eylem”, bu ikisi öylesine radikal bir etkileşimdir ki biri kısmen
bile feda edilecek olsa, öteki dolaysızca zarar görür. Aynı zamanda bir praksis
olmayan hiçbir gerçek söz yoktur.”
“Bir söz,
eylem boyutundan yoksun bırakıldığı zaman, düşünmede otomatik olarak zarar
görür. Sözün yerini boş laf, lafazanlık, yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı
‘dırdır’ alır. Öte yandan düşünce bir yana bırakılıp tek yönlü olarak eylem
vurgulanırsa, söz aktivizme dönüştürülmüş olur.”[15]
20 Kasım 2013
12:04:33, Ankara.
N O T
L A R
[*]
Toplum ve Hekim, Cilt:28, No:5, Eylül-Ekim 2013…
[1] V.
İ. Lenin.
[2] Ata Soyer bir Kurtuluş’çuydu. Devrimci bir
sosyalistti. 90’larda ÖDP üyesiydi ve enternasyonalist kimliğiyle Özgürlük
Hareketi’ni hep destekledi. Tüm bunlarla birlikte yürekli, iyi bir insandı O.
[3]
http://www.birgun.net/…=64&devami=26764#haber_basi
[4] “Son
Karakol”, Sızıntı, Cilt:2, No:21, Ekim 1980.
[5]
Fethullah Gülen, “Zorunlu Din Dersi Evren’in Sevabı”, http://www.milliyet.com.tr/content/fethullah/html/fet09.html
[6]
“Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,/ beyaz bir karanlık ki,/
gittikçe artan ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,/ bütün tablolar tozlu
bir yoğunlukla örtülü;/ tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki,/ bakanlar onun
derinliğine iyice sokulamaz, korkar!” (Tevfik Fikret, “Sis”.)
[7]
Fyodor Dostoyevski, Budala, çev: Nihal Yalaza Taluy , Can Yay., 2004.
[8]https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjs1kuU7J2B6aX8MoJfLJnzovpX0cdNuVeTTHpP8oXNbHkEA1B_DodASHHR4fO-owm2yepQ13kqhmG7AQDQUl9QjSlRI7ljyYMRZI5WsCGSc54h5M_2R5t4Ja63k-J-H_YWWMvEX4qm6xI/s1600/Sayfa_10_12eyluldarbesi-02.jpg
[9]
Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2004, s. 22, 61-62.
[10]
Eleştirel Bakış-Entelektüellerle Söyleşiler, Editör: Peter Osborne, Çev: Elçin
Gen, İletişim Yay., 2013.
[11]
Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2004, s. 63, 65, 89.
[12]
http://www.hurriyetim.com.tr/…27@nvid134238,00.asp.
[13]
Edward Said, “Yazar ve Entelektüellerin Kamusal Rolü”, Cogito, No:31, Bahar
2002, s.37-57.
[14]
Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2004, s. 12, 31, 35,
36, 66.
[15]
Paulo Freire, Ezilenleri Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı,
Ayrıntı Yay., 2013, s. 64-65.
Yorumlar