“Rakıya su kattık (amenna) Şiire su katmadık (haşa).” [1] “Ateşe dokunmaktır şiir,” [2] der Asım Öztürk. Alper Hasan...
“Rakıya su kattık (amenna)
Şiire su katmadık (haşa).”[1]
“Ateşe
dokunmaktır şiir,”[2] der Asım Öztürk.
Alper
Hasanoğlu da, “Şiir insan ruhunun derinliklerine nüfuz eder,” derken; ekler
Sennur Sezer: “Şiir her derde devadır…”
“İyi de nasıl
bir şiir” mi? Mesele şiirin “ne”yliğinde. Fazıl Hüsnü Dağlarca fısıldıyor: “Kişi
hem bir saat gibi içinde bulunduğu süreç’i yazmalıdır, hem de bir pusula gibi
varılması gereken yönü göstermelidir.” Gülten Akın ise: “Dünyaya bakmadan,
sadece kendi kafası içinde olanlarla şiir yazmak benim pek aklımın alacağı bir
şey değil. Oysa içinde biçem olan, yani hem biçimin hem özün bir arada, dengeli
olabildikleri şiirlere gereksinimimiz var…”
Orhan Veli
sorar: “İnsan toplum içinde yaşamasaydı yalnızlık duygusu diye bir duygunun var
olduğunu bilebilir miydi?”. Bir arada olmaya tahammül edemeyeceğimiz bireyler
hiç mi olmadı? J. P. Sartre’ın dediği gibi “Bize cehennem olan başkaları”.
Şiirin şairi için de okuru için de bir ‘içe dönüş’ anahtarı olduğu
varsayılırsa: İnsanın kuytusunu dolduran onlarca şey var yaşamda ve bunlar ilk
bakıda şiirle ilintisiz dursalar da şiirin ta kendisi ya da astarı olabilirler.
Şiir, nefes alma alanı açabilecektir size…
İnsan dilinin
tutsağıdır. Dili kadar düşünür, dili kadar yazar ve yaratır. Octavio Paz “Şiirsel
yaratı öncelikle dile karşı bir öfkedir. İlk iş sözcüklerin kökünü sökmektir”
derken, bu bozgunu vurgular.
Mutlaka
güzellik ideolojik bir kavramdır. Gramsci’nin “biçim içeriktir” saptaması
önemsenmeli. Ahmet Oktay’ın bir şiir ya da sanat eserinin kalıcılığı konusunda
sarf ettiği; “o eserin güzel olması değil yapısıdır bunu belirleyen” söyleminin
de algılanması gerekli…
Şiir dilin
kendiliğinden işlevsel yapısını yıkar, ancak sözlüksel temellerini bırakır
geride. Sözcük içi boşalmış bağıntılar çizgisi üzerinde patlar. Bachelard ise “Şairlerin
bize sunduğu hayaller karşısında -tek başımıza asla tahayyül edemeyeceğimiz
hayaller karşısında- hayranlığın yol açtığı toyluk olağandır” der. Ancak şiir
okuru, böyle bir hayranlığı edilgence yaşamakla yaratıcı hayal gücüne yeterince
derinlemesine katılamaz. Hayal fenomenolojisi yaratıcı hayal gücüne katılımı
etkinleştirmemizi bekler. Ampirik bir betimleme nesneye köle olmayı getirecek,
özneyi edilgenlik içinde tutmak için bir yasa oluşturacaktır. Şairin ruhu, her
tür hakiki şiirin bilince yönelik açılımını, poetik hayal gücünün
yönelmişliğiyle bulur.
Eagleton “Bir
şiir, sözel açıdan yaratıcı, satırların nerede biteceğine yayıncı veya kelime
işlemcinin değil yazarın karar verdiği, kurmaca bir ahlâkî ifadedir” der. Şiir
öncelikle uyak, ölçü, ritm, imgelem, söyleyiş veya sembolizm ve benzeri
şeylerin hiçbirine başvurmaz. Bunları kullanmayan şiirler olduğu gibi, kullanan
düzyazılar vardır. Eagleton “ahlâkî ifadenin” açılımını şöyle yapar: “Şiir
insani değerler, anlamlar ve amaçlarla ilgilenir.” Malzemeleri ne kadar özel
olursa olsun bir şiir yazma ediminin kendisi, kendisine verilecek tepkinin
kısmi toplumsallığından ötürü ahlâkîdir de denebilir.[3]
Sonra da
Haydar Ergülen, “Şiir, oyun kurucudur”; Mehmet Akif Tutumlu, “Şair dünyaya dil
içinden bakar”; Özgen Seçkin, “Şair ve şiir insanlığın, doğanın yanılan,
acıyan, yanan, kanayan ama doğru olanı da yazan vicdanıdır,”[4] derler.
Bunların tümü
doğrudur; Federico Fellini’nin, “Para ve şiir her yerde. Eksik olan şairler,”
diye betimlediği bir şairsizlik döneminde…
*
* * * *
Evet bir
şairsizlik döneminden geçmekle kalmıyor; aynı zamanda da en has şairler(imiz)i
yitiriyoruz…
Onur Caymaz,
“Ölü mü denir şimdi onlara, derdi Cansever! Denmez; hem deli misiniz, Ahmet
Erhan ölür mü? Nar gibi adamdı o. Yüreğini kalkan bilip sokaklara çıkanların
şairi,” notunu düşse de Ahmet Erhan geçenlerde 55 yaşında hayata veda etti.
Kuşağının önemli isimlerinden olan Erhan, ilk kitabı “Alacakaranlıktaki
Ülke”yle 22 yaşında Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanmıştı. Söylemini,
imgelerini, izleklerini yaşamın kendisi kadar çeşitlendirebilen bir şairdi.
Şiiri o yüzden devingendir: Zamana, duyarlılığa, sevgiye, acılara yürür...
İstiklal Caddesi’nde,
yavru kedilere biberonla süt verdiği rivayet olunur. Onu en iyi Orhan
Alkaya’nın şu sözleri özetledi sanırım: “Bizim kuşağın ilk yıldızıydı. Şiiri
tamamen kendisi gibiydi. Bu dünya için fazla iyi bir insandı. Fazla iyi olduğu
için de şiirini büyütmek istemedi.”
Edebiyatı
öğrenimi gören Erhan, uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı. Erhan’ın şiirleri
birçok sanatçının parçalarında da yer aldı. “Bugün de ölmedim anne” şiirini
Ahmet Kaya seslendirmişti; “Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım/ Kahvelerde
oturdum çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim/Sevgilimle buluştum/ Bu gün
de ölmedim anne. Kapalıydı kapılar, perdeler örtük/ Silah sesleri uzakta boğuk
boğuk/ Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük/ Bu gün de ölmedim anne...
Bana böylesi garip duygular/ Bilmem niye gelir, nereye gider?/ Döndüm işte;
acı, yüreğimden beynime sızar/ Bu gün de ölmedim anne.”[5]
Adnan Özer’in,
“Hepimizin şairiydi,” diye betimlediği O; artık aramızda değil; bilinç ve inanç
kanunları açısındansa hâlâ burada, aramızda.
Bir insan
yaşamını yitirdiğinde, konuşulan şey aslında yalnızca ölüm oluyor. Herkes
durmadan çoğaltıyor ölümü; anılara yaslanan, yaşama kapalı bir dil kuruluyor
ister istemez. Çünkü hayat bize durmadan, gizli, karamsar bir yenilgi duygusu
aşılıyor. Bir ölüm, binlerce ölüm oluyor böylece. Elbette bir acıyı sonuna dek
duyumsama hakkı saklı herkesin; ailelerin, anaların, baların, eşlerin… Ancak
geri kalanlar, yiteni bir kez daha öldürme hakkına sahip değiller; yaşama,
aramıza ısrarla çağırmalılar yiteni. Yiten bir ozansa, hele ki
Ahmet Erhan’sa
ısrarla böyle olmalı bu… Çünkü ölümün, ölümün yarattığı boşluğun, ele
geçiremeyeceği bir şeyler olmalı / kalmalı insanda... Hayat, teslim edilmemeli
yokluğa…
Ahmet Erhan
şiirini de bu noktadan okumak gerekiyor. Erhan’ın sözcüklerindeki kırgınlık/
karanlık insanı arayan insanın karanlığı ve kırgınlığı. Belki de bu yüzden
karanlığın/ kırgınlığın uçsuz bucaksız alanında insan ayağa kalkıyor, yeniden
tarih ve ülke içre bir yer buluyor kendine.[6]
*
* * * *
Türkiye şiirinin
“Alacakaranlık Kuşağı”nı temsil eden Ahmet Erhan, 8 Şubat 1958’de Ankara’da
dünyaya geldi. Çocukluğu Mersin ve Adana’da geçti. Gazi Üniversitesi, Eğitim
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün ardından edebiyat öğretmenliği
yapmaya başladı. Hayatının büyük bir bölümünü Ankara’da geçiren şair, 2001
yılında İstanbul’a yerleşti. Adana Demirspor Genç Takımı’nda futbol oynadı. O
yıllarda geçirdiği ağır sakatlık döneminde şiir yazmaya başladı. 1976’da
Militan dergisinde topluca yayımlanan şiirleriyle dikkat çekti.
1981 yılında
yayımladığı ‘Alacakaranlıktaki Ülke’ isimli kitabı ‘Behçet Necatigil Ödülü’ne
değer bulundu. Cahit Külebi, 1982 tarihli bir söyleşisinde kendisi için
‘şaşırtıcı bir olgu’ tabirini kullanmıştı.
‘Yaşamın Ufuk
Çizgisi’, ‘Akdeniz Lirikleri’, ‘Kuş Kanadı Kalem Olsa’, ‘Ölüm Nedeni
Bilinmiyor’, ‘Deniz Unutma Adını’, ‘Öteki Şiirler’, ‘Çağdaş Yenilgiler
Ansiklopedisi’, ‘Köpek Yılları’, ‘Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi’, ‘Ankara-İstanbul
Karatreni’, ‘Bugün de Ölmedim Anne’, ‘Ne Balık Ne de Kuş’ ‘Kaybolmuş Bir Köpek
İlanı’ (Yunus Nadi Şiir Ödülü’ne değer bulundu), ‘Şehirde Bir Yılkı Atı’ (TTB
Behçet Aysan Şiir Ödülü), ‘Buz Üstünde Yürür Gibi’, ‘Sahibinden Satılık’, ‘Anne
Bu Şiiri Senin İçin Yazdım’ adlı şiir kitapları vardır. ‘Kara Köpekli Adam’ adlı
bir romanı bulunmaktaydı.
‘Bugün de
Ölmedim Anne’ (Ahmet Kaya) ve ‘Oğul’un (Teoman) da aralarında bulunduğu birçok
şiiri bestelenmişti.
*
* * * *
Ahmet Erhan
70’li yılların son şairiydi. 78 Kuşağı’nın devrimci delikanlılarındandı.
Eserleriyle 78
kuşağı şairlerinden sayılan Erhan, devrimci, ama genellikle ölüm temalı,
“karanlık” şiirler yazdı. Kuşağının geleceğe ilişkin umudu onun şiirlerinde
belki fazla yer edinmedi ancak o, çağının acılarını, kişisel ve toplumsal
boyutlarıyla, kendini de katarak anlattı.
Denilebilir
ki, o günlerde, artık alışılan, neredeyse birer sayıya dönüşen ölümlere,
arabesk bir hâlle değil, “insan” olarak acı duydu ve şiirlerine de bu acı
yansıdı. Ancak 12 Eylül darbesi sonrasında yazdığı şiirlerinde bile “ölenlerle
birlikte ölmeyi göze alan” tavrı değişmedi.
O heyecan,
coşku, korku ve ölüm günlerinde devrim umuduyla sokaklara koşan gençlerin
şiirini yazmıştı. “Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım/ Kahvelerde
oturdum çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum/ Bugün
de ölmedim anne” demiş, dizeleri ezberlenen bir şair olmuştu.
İlk şiir
kitabı “Alacakaranlıktaki Ülke” (1981) adıyla da, içindeki şiirlerle de o
yıllarda içinde bulunduğumuz ruh hâlini anlatır. Binlerce ölü, on binlerce
tutuklu, işkencede kaybolanlar, sürgünler...
Karanlıktaydık.
O günleri dizelerinde en iyi yansıtan şairlerdendi Ahmet Erhan. Toplumcuydu.
Kendine has bir şiiri vardı. “Onun şiirinde hem 70’li yılların heyecanlarını,
ataklığını, çoğulculuğunu bulursunuz, hem de 80’li yılların değişen dünya
içinde kendini, kimliğini sorgulayan, arayan bireyini. Kendine özgü sesi,
kimliği, imge yapısı, edası olan şairlerimizdendir Ahmet Erhan diye yazmışım,” diyordu Metin Celâl, “Buz Üstünde
Yürür Gibi” adlı seçme şiirleri için (2006).
Ve devam ediyor:
“Alacakaranlıktaki Ülke” ile Behçet Necatigil Ödülü’nü kazandığında 23
yaşındaydı. Seksenli yıllardan başlayarak ödüllerle, yeniden basımlarla
taçlanan verimli bir şiir üretimi vardır. Şiirini iki ana izlekte geliştirdi.
Bir yandan sözünü ettiğim toplumcu anlayışı kendi kimliği ile yoğurup şiirler
yazarken diğer yandan “Akdeniz”i konu alan şiirler yazdı. Akdenizliliğin bir
yaşam biçimi olduğu bilinciyle doğayla insanın buluşmasından yaratılacak bir
yaşam sevincini, hayata bağlılığı şiirleştirdi. Mersin’i onun güzel şiirleriyle
bildik hep.
İstanbul’a
gelişi mi şiirinde değişim yarattı yoksa şiirindeki değişimle mi Ankara ona
yetmez oldu? Galiba ikisi birden… Beat Kuşağı’nın tavrına yakın, hayatı her
alanında sorgulayan, bireysel olarak direnmeye, başkaldırmaya çağıran ironik
bir söylemle yazdı son dönem şiirlerini. “Beni yetiştiren, beni edebiyata
yönlendiren babam alkolden ölmeden önce içkiden nefret ederdim. 17 yaşındaydım
ve onun ölümü her şeyi tersine çevirdi. Öldüğünde alkolik bayrağını aldığım gibi
meyhaneye koştum,” diyordu Teoman’la söyleşisinde.[7]
Şiiri sevdiği
kadar alkole sarıldı. Tüm sağlık sorunlarının altında alkolle aşırı dostluğu
vardı. Evini, işini, sevdiği kentini bırakıp İstanbul’a taşındı. Yeni bir hayat
için... Çok kalamadı İstanbul’da. Silivri ona kucak açtı. Hastaneye yatışları
rutinleşmişti. Sık sık hastaneye yatıyor, tedavi oluyor, “Artık içmek yok” diye
çıkıyor, sözünü tutamıyor yine içkiye başlıyordu. “İnsan yaşayarak da intihar
eder” diyordu her hareketiyle. Sonunda önce sesini alacak, sonra bedenini
saracak pis bir kanser geldi buldu onu.[8]
*
* * * *
Eşi Hacer
Erhan’ın, “Onu Sivas katliamı tüketti”; Ahmet Telli, “Bu dünyaya dahil değil,
müdahildi”; Adnan Azar’ın, “Kendi şiiri gibi duran, kendi şiiri gibi giden...
Hiç gibi olmayan biriydi,” notunu düştükleri O; yani “Acısının peşinde gezen
şair” Ahmet Erhan, toplumcu şiir geleneğinin etkili isimlerinden biriydi.
“İntihar diye
bir şey/ Yok bu dünyada./ Ölümle biten bir intihar yok./ Asıl intihar/ Gün gün
yaşamakta,” diye haykıran Onun “Kuşağım Acılı Kuşağım”daki dizeleri yaşamının
özetidir sanki: “Acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak kimselere nasip
olmadı…”
3 Ağustos 2013
gecesi bizi terk edip giden O; “Anla, tek yasal sloganın şu olduğunu: Tek yol
ölüm!” diye söz ederdi ölümden…
80 sonrasının
en önemli şairlerindendi; “acının şairi”ydi; 55 yaşında kansere yenik düştü;
nihayet Turgut Uyar’ın doğum gününde, çok sevdiği dostu Behçet Aysan’la
buluştu.
Ardından C.
Hakkı Zariç, “Her şeyi din olarak yaşayan dinsiz dincilerin, tanımsız öfkelerin
ve ‘durmaksızın uluyan acı’nın devrinde yaşıyoruz, ey ‘Acının Son Şairi’,
çığlıklarla gitmek kalır sana, dünyadan,” deyişiyle uğurlamıştı Onu. Haklıydı…
*
* * * *
“Çiçekçi bana
bir gül ver/ Sevgilime değil, bir ölü için/ Çiçekçi bana bir gül ver/ İçine
gözyaşlarımı sığdırabileyim,” dizeleriyle ‘Ağıt’ında; veya “Işık karanlıktır
nice/ Ayırabilirsen ayır elin erdiğince/ Ben bildiğimi söylerim/ Şair olmak
zarar ömüre...” mısralarıyla ‘Şair Olmak Zarar Ömüre’sinde muradını gayet açık
ifade eden O; “Şiiri eskimeyen ve eskimeyecek olan şairlerdendi. Kişiliğinin,
bungunluğunun, tedirginliğinin, yalnızlığın, dünyaya yabancılaşmanın bir
radyografisiydi şiiri. Kendini şiirde bunca başarılı dile getiren,
mızıklanmadan, teslim olmadan, kırılgan bir dirençle ve tüm samimiyetiyle
yaşadı,” Doğan Hızlan ifadesiyle…
“... ‘anla,
tek yasal sloganın şu olduğunu:/tek yol ölüm!’ diyen bir insandan bahsedeceğim.
Ölümün ve yalnızlığın ne denli basit ama öte yandan da ne kadar içimizde
olduğunu gösteren şiirlerin sahibi. Tıpkı bu dediklerimi nasihat eden bir baba
şevkatiyle. Sıcacık bir üslup, umut dolu bir umutsuzluk. Aslında tıpkı onun da
dediği gibi, ‘Umut yok, ama bu umutsuzluk demek de değil’ mantığında bir insan
o…
Acıyı, özlemi,
yalnızlığını ve yılgınlığı, eşi benzeri az görülür bir umutla sağladı. ‘Kan’
şiirinde bu dediğimi şöyle izah ediyor şair:
‘ölüm
günleridir şimdi/ ölüme doğar çocuklar/ ey soruların gelini, soruların gelini/
nereye yürüsek duvar/ nereye baksak çöl/ anlatsam sana bir şeyleri/ ağlar hep
ağlar bir mor/ bulamayarak bir türlü çiçeğini/
sevda epeydir
sevgiyi söylemektir sanılıyor/ satranç tahtalarında sevişiliyor/ güldürerek
geometriyi/
sevgilim,
sevgilim/ sözünü kanla kestim...”[9]
*
* * * *
Toparlarsak
nihayetinde O; “Acının son şairi: acısının peşinde gezen şair. Hangisinin ne
zaman şiir olduğu artık bilinmiyor. Ahmet’in şiiri mi daha acılaştırıyor
dünyayı yoksa Ahmet Erhan acıyı yazmak için mi bu dünyaya gelmiş, belki de
Nilgün Marmara’nın ‘onun bedeni bir tımarhane’ dizesi gibi, Ahmet Erhan için de
bu dünya büyük bir ‘hastane’dir: müebbet hastane. Bir ceza gibi. Şifası da şiir
olan zehri de. ‘kendime dünyada bir acı kök tadı buldum’ demek gibi. Belki de
şair, Ahmet’in şehirde bir yılkı atı kitabıyla adlandırdığı gibi, atların
doğada yılkıya, yani ölüme bırakaldığı gibi, dünyada yılkıya bırakılmış bir
uyumsuzdur, bir ötelidir, bir umutsuz, ve kabilenin hayırsız oğludur. Bunun
bilinci şaire acıyla kazılı, şiirine acıyla yazılıdır baştan beri,” Haydar
Ergülen’in özetlediği üzere…
28 Kasım 2013
13:05:17, Ankara.
N O T
L A R
[*] Newroz,
Yıl:8, No:253, 27 Haziran 2014…
[1] Eray
Canberk.
[2] Asım
Öztürk, “Ateşe Dokunmaktır Şiir”, İnsancıl, Yıl:23, No:277, Ağustos 2013,
s.42-43.
[3] Ogün
Kaymak, “Güncel Bir Olasılık Olarak: Şiir”, Birgün Kitap, No:135, 15 Kasım-28
Kasım 2013, s.10.
[4]
Özgen Seçkin, Kendilik Sürecinde Şair/ Şiir/ Vicdan, Doruk Yay., 2013, s.121.
[5] A.
Hicri İzgören, “Yetim Kaldı Şiirler”, Gündem, 22 Ağustos 2013, s.15.
[6] Onur
Akyıl, “Dağınık ve Yalnız Bir Ahmet Erhan Yazısı”, Birgün Pazar, No:335, 11
Ağustos 2013, s.11.
[7]
Radikal, 31 Mayıs 2007.
[8]
Metin Celâl, “Ahmet Erhan”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2013, s.17.
[9]
Burak Abatay, “Ahmet Erhan’ın Ardından... Anne Ben Geldim, Oğlun, Hayırsızın…”,
Birgün, 6 Ağustos 2013, s.13.
Yorumlar