TEORİK/ KAVRAMSAL PARANTEZ “ÖTEKİ(LEŞTİRME)”NİN TÜRKÇESİ İNKÂR VE ASİMİLASYON DEĞİRMENİ T.“C” ÖTEKİ(LEŞTİRME)NİN GENEL DÖ...
TEORİK/
KAVRAMSAL PARANTEZ
“ÖTEKİ(LEŞTİRME)”NİN
TÜRKÇESİ
İNKÂR VE
ASİMİLASYON DEĞİRMENİ T.“C”
ÖTEKİ(LEŞTİRME)NİN
GENEL DÖKÜMÜ
TAHRİR
DEFTERLERİ
1913-1914
RUM KAÇIRTMASI
1915-1916
ERMENİ SOYKIRIMI
1921’DE
GİZLİ HIRİSTİYANLAR
1934 TRAKYA
OLAYLARI
1934 İSKAN
KANUNU
1942 VARLIK
VERGİSİ KANUNU
6-7 EYLÜL
1955 YAĞMASI
1978
KAHRAMANMARAŞ VE ÇORUM KATLİAMLARI
12 EYLÜL, 28
ŞUBAT DARBELERİ
ERMENİLERİN
SOY KODU: 2
“İYİ DE
NEDEN” Mİ?
KEMALİST DÖNEM
DERİNLEŞİP,
YAYGINLAŞTIRILAN TÜRKLEŞTİRME
VE BUGÜN
ROMAN ÖRNEĞİ
DEVLET
TAVRI, CEZASIZLIK
“SONUÇ
YERİNE”
ÖTEKİ(LEŞTİRİLME)NİN TÜRKÇESİ: “AZINLIKLAR”[1]
“Ayrımcılık
insanın kendisine duyduğu tiksintiyi
başkasına yöneltmesinden ibarettir.”[2]
“Türkiye’de Öteki Olmak...” konusunda
diyeceklerime başlamadan belirtmem gerek: “Türkiye Türklerindir!”, “Ne Mutlu
Türküm Diyene!” diyenlerden değilim.
Her daim halkların, etnik grupların
kardeşliğinin yanında, “ama”sız, “fakat”sız eşitliğini savunanlardanım.
“Tekçilik”ten, “asimilasyon”dan malûl
düşünce(sizlik)lere ve “hoşgörü” söylencelerine prim vermeyenlerdenim!
“Neden” mi?
W. Goethe’nin, “Hoş görmek, bir anlamda
incitmek, hakaret etmektir”; Jean Rostand’ın, “Hoşgörüde bir katman var ki
küfürle sınırdaş”; W. Somerset Maugham’ın, “Hoşgörü, kayıtsızlığın bir başka
adından başka bir şey değildir,” saptamalarını çok önemserim de ondan…
Siz bakmayın,
“hoşgörü” söylencelerini gerektiğinde “zorunluluk” mazeretleriyle bezeyerek
tersine çevirip, resmî ideolojiyi rasyonalize etmeye kalkışanlara!
“Ege ve Trakya bölgelerinden Osmanlı vatandaşı
Rumların bir kısmının savaştan önce Yunanistan’a tehcir edildiği doğrudur. Buna
bakarak, savaş ortamı yokken bile Osmanlı’nın ırkçılık duygularıyla azınlık
düşmanlığı yaptığını söylemek mümkün mü? Resme böyle bakarsanız mümkün… Fakat
böyle bakmak yanlıştır,” diyen Taha Akyol da onlardan birisidir!
İnsanları,
sırf “Rum” diye vatanlarından koparacaksınız; sonra da bunu “makul”
göreceksiniz!
Olmaz böyle
şey!
Görmüyor, bilmiyor
olamazsınız!
Yaklaşık bir
asırlık dönemde Anadolu’nun ve İstanbul’un insan dokusunda inanılmaz bir
değişim yaşandı. Geç gelen “ulus-devlet” bilincinin savaşlarla harmanlanması,
cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşuna trajik “yok oluşlar”ın eşlik etmesini de
beraberinde getirdi. Anadolu’nun zenginliği ortadan kalktı, İstanbul ise tek
kelimeyle “çoraklaştı”.
1920’de bile
yani 1915 “büyük Ermeni tehciri”nden, soykırımından yıllar sonra bile,
Diyarbakır’da Müslümanların toplam nüfusun yüzde 40’ını oluşturduğunu, bunların
yarı yarıya kendilerini Türk ve Kürt diye tanımladığını, kent nüfusunun Katolik
ve Ortodoks Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Keldaniler ve diğerlerini
barındırdığını biliyor muydunuz?
Bir
imparatorluk başkenti olarak İstanbul’un zenginliğini varın siz
değerlendirin... Ama hiç kuşku yok ki, İstanbul’un en büyük kaybı, bu kente
ruhunu veren Rumlar olmuştur. Belli bir “zamanaşımı”nın ardından, mekanik bir
soğuklukla bahsediyoruz çoğu zaman ama evlerinden, vatanlarından kitleler
hâlinde sürülen İstanbul Rumları, hep aynı hasretin sıcaklığıyla yaşadı.
Yunanistan ‘da kendilerini hiçbir zaman evlerinde hissetmediler. Her karışında
anılar bıraktıkları İstanbul’a özlemle yaşadılar ve çoğu o hasretle yaşama veda
etti...
Bu noktada söz
“Müsaadenizle şahsi bir anı aktarmak istiyorum” diyen Ayca Yılmaz’a bırakayım:
“Atina’nın bir
mahalle tavernasında oturuyorduk. Orada yaşayan dostumuzu ziyarete giderken,
yanımızda Türkiye’den rakı götürmüştük. Tavernada şişeyi açtık. Bütün gözler
bizim masaya çevrildi. Anladık. Bütün masalara dağıttık şişedekini. Ardından,
masamıza konuk olan İstanbullu bir Rum, ‘Siz bilmezsiniz İstanbul’u, bir de ben
geldiğimde gezdireyim sizi’ derken gözleri dolu dolu olmuştu…”
Sahi, hiç
düşündüğünüz oldu mu? Türk olmayan ya da Türkleştiremediğimiz komşularımız
nasıl kayboldu? Anadolu neden böyle çoraklaştı?
Duydunuz mu
bilmem? Turizm ve Kültür Bakanı Sayın Ömer Çelik, Türkiye’den kaçırılan, göçe
zorlanan Müslüman olmayan azınlıklara bir çağrı yapıp, “Geçmişte yapılan bazı
yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine
‘Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz,” dedi…
Bu çağrı,
1930’lardan günümüze kadar çeşitli baskılar nedeniyle doğup büyüdükleri,
yurttaşı oldukları Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan yüz binlerce Rum,
Ermeni, Yahudi, Süryani ve Yezidi’yi ilgilendirmektedir.
Türkiye
kamuoyu, 1934 Trakya Olayları, 6/7 Eylül 1955 Olayları, 1942/1943 Varlık
Vergisi, Yunan uyruklu Rumlara karşı uygulanan, fakat ailelerinin de
etkilendiği Türkiye’yi terk etmelerine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı gibi (1964)
uygulamalar gibi belli başlı olanlar dışında Türkiye genelinde Müslüman olmayan
azınlıklara karşı yapılan baskılardan habersizdir.
Bu baskılara
en somut örnek 1964 yılından başlayarak varlıkları Lozan Antlaşması’nın ilgili
hükümlerince güvence altına alınmış, tümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan
Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada (Tenedos) Rumlarına karşı gerçekleştirilen
uygulamalardır.
Bu uygulamalar
kapsamında 1964 yılında yaklaşık 6 bin Rum’un yaşadığı Gökçeada’da ve yaklaşık
bin Rum’un yaşadığı Bozcaada’da ilkin Rum okulları kapatılmış, okul çağında
çocuk sahibi aileler Yunanistan’a göçe zorlanmıştır. Rumlara ait tarım alanları
büyük çapta kamulaştırılmış, Gökçeada’da ada dışına hayvan satışıyla Rumların
balıkçılık yapmaları yasaklanmıştır. Böylelikle gelir kaynakları kurutulan
Rumlar çareyi Yunanistan’a göçte bulmuşlardır. Bunlar da yetmemiş, adada bir
açık cezaevi kurulmuş, Türkiye’nin dört bir yanından getirilen, çeşitli adi
suçlardan hükümlü binlerce mahkûm adaya salınmış, sayıları giderek azalan
Rumlar korkudan evlerinden çıkamaz olmuştur.
Bugün
Gökçeada’da 273, Bozcaada’da ise 22 Rum kalmıştır. Giden Rumların geride kalan
evleri, tarlaları gasp edilmiş, hukuksuzluklar birbirini kovalamıştır. Bugün
haklarını arayan Rumların hukuksal başvuruları ya mahkemelerde ya da
bürokraside takılıp kalmakta, yetkililerin elleri çoğu kez Rumların haklarını
teslim edecek kararların altına imza atmaya gitmemektedir.
Ne olur bana resmî ideolojinin,
“azınlıklara” ya da “ekalliyete” yüzlerce yıllık “hoşgörü” hikâyelerinden söz
etmeyin!
O hikâyelerden
bugüne uzanan, olsa olsa, Canan
Kızılaltun’un aktardıklarıdır:
“Roman’ın yaşam alanını elinden al, evini
yık, çocuğunu okula alma, hastasını hastaneye sokma, gencine iş verme, kiralık
evine layık görme, bakkalından alışveriş yaptırma, ondan sonra da ‘bunlar
hırsız, yankesici yavv’!
Nasıl bir
memlekette nefes alıyor, nasıl bir memlekette yaşamaya çalışıyoruz biz! Bu
nasıl bir faşizmdir aklım almıyor. Alevîlerden nefret ediyoruz. Ermenilerden
nefret ediyoruz. Kürtlerden nefret ediyoruz. Romanlardan nefret ediyoruz.
Abhazlardan nefret ediyoruz. Az kaldı yakında Gürcülerden, Lazlardan,
Çerkezlerden, hülasa bu memlekette nefes alan her etnik kimlikten nefret
edeceğiz. İş öyle bir noktaya geldi ki ‘beyaz’, ‘erkek’, ‘Türk’, ‘Müslüman’,
‘Sünni’ değilsen, hiiiç boşuna yaşama!
Bursa Yıldırım ilçesi Meydancık mahallesi’nde
bir beyaz Türkümüz rahatsız olduğu ‘Çingeneler’i bakanlığa şikâyet ediyor.
Neymiş; kalabalıklarmış, gürültücülermiş, hırsızlık yapıyorlarmış, uyuşturucu
satıyorlarmış, bıkmışlarmış, usanmışlarmış. Mışmışmış... Bir insanı ya da bir
yaşam biçimini ya da bir etnik aidiyeti, bir kimliği, bir yönelimi sırf
ontolojik nedenlerden dolayı şikâyet etmek nedir?”
“Nedir” mi?
Bir
etnik aidiyeti, bir kimliği ötekileştiren ırkçılıktır! (Ancak etnik aidiyetler
de, karşıtlığı da “sonsuz” değildir; sınırı vardır.)
TEORİK/ KAVRAMSAL PARANTEZ
Etnik deyimi,
eski Yunanca ‘ethnikos’ kelimesinden geliyor ve müşterek kültürel bağlar ve değerleri
paylaşan (dinsel, ulusal... vb.) ve bazen de fiziksel karakteristikleri içeren
sosyal gruplar anlamında kullanılıyor.
Etnik
farklılıklar özünde çelişkili farklılıklar değildir. Ancak, etnik farklılıklar,
belli toplumsal koşullarda bir karşıtlığa dönüştüklerinde karşımıza özel bir
durum çıkıyor.
Bu özel durum
üzerinde düşünürken, önce bir başka toplumsal farklılık/ çelişki türüne, sınıf
çelişkisine bakmak yararlı olabilir. Kapitalist toplumda sınıfsal çelişkiye yol
açan farklılıklar bireylerin kendilerinden değil, toplumsal yapı içindeki
farklı konumlarından kaynaklanır. Birey işçi olduğunda işçi sınıfına aittir. Bu
konumdan çıktığında bu özelliğini kaybeder hatta, sermaye sahibi olabilirse
kapitalist sınıfa katılabilir.
Emek-sermaye
çelişkisi, bir tarafın varlığının öbürüne bağımlı olduğu bir çelişkidir. İşçi
kapitaliste, kapitalist işçiye göre tanımlanır. Bu çelişkinin çözümüne ilişkin
dinamikleri bu çelişkinin karşıtlık biçimi (üretim araçlarının mülkiyeti, artık
değerin üretilmesi, paylaşılması gibi) içerir. Bu çelişki çözüldüğünde, bağ
koptuğunda, her iki konum da ortadan kalkacaktır. Bu çelişki aşılarak bir
senteze, yeni bir toplumsal yapıya yol açabilir. Bu yüzden bu diyalektik bir
çelişkidir.
Buna karşılık, etnik farklılıklar, bireyin istese de
terk edemeyeceği kimi “organik” olarak değerlendirilen özelliklerden
kaynaklanır. Birey ait olduğu etnik kimliğini (yok saysa bile) yok edemez. Bu
nedenle etnik farklılıklar bir etnik karşıtlığa dönüştüğünde karşımıza özgün
bir durum çıkıyor. Bu durumu, Zizek’in, Karatani üzerinden gelerek bize,
Kant’tan aktardığı “antinomi” kavramının yardımıyla düşünmeyi deneyebiliriz.
“Antinomi”,
taraflarından birinin öbürüne indirgenemediği, diyalektik bir senteze
ulaşılarak aşılamayan bir çelişki, karşıtlıktır. Bir “antinomi” ile karşı
karşıya olduğumuzda, bu karşıtlığı eleştirmeye, başlarken onu oluşturan
unsurların özelliklerinden hareketle değil, bir üçüncü noktadan yaklaşmak
(“parallax” bakış) gerekecektir. Örneğin, bugün karşımızda, bir taraftan
bakınca “Kürt sorunu”, öbür taraftan bakınca “Türk sorunu” olarak görülen bir
karşıtlık var. Bu karşıtlığa yönelik radikal bir eleştirinin, tarafların
“sorun” algısının dışında üçüncü bir noktadan bakan bir yaklaşımı
gerektirdiğini düşünüyorum.
Yoksa, “çözüm”
seçenekleri karşımıza, ilişkinin, parçalanması (ayrılma) ya da taraflardan
birinin yok olması (asimilasyon) ile sınırlanmış olarak çıkabilir. Üstelik
şiddet içeren bu iki “seçenek”, asla “sorunu” ortadan kaldıracak bir kesinliğe
ulaşamayacak, en fazla karşıtlığı geçici bir süre, şiddet kullanarak
bastıracaktır.
Üçüncü bir
noktadan hareketle, dışından, eleştirildiğindeyse, bu “antinomi” yönetilebilir
(yapının istikrarını bozmayacak, egemenlik ilişkilerini koruyacak bir düzeyde
tutulabilir) ya da tümüyle ortadan kaldırılabilir.
Acaba, etnik
olarak farklı grupların birlikte barış ve uyum içinde yaşayabilmesini sağlamak
için bu “antinomi”, her iki tarafı da kapsayabilecek bir üçüncü ilişkinin içine
gömülerek yönetilebilir mi?
Örneğin bu
üçüncü ilişki, “Tanrı önünde eşitlik” vaat eden dini bir kimlik, ya da “yasalar
önünde eşitlik” vaat eden “vatandaşlık” olabilir mi? Tarihsel deneyler
(Yugoslavya, ÇHC), bir kez antinomi oluştuktan sonra, bir başka, üçüncü kimlik
noktasından yapılan yaklaşımın yeterli olmayacağını, ancak geçici çözümler
sunabileceğini gösteriyor. Çünkü, dini ya da vatandaşlık kimlikleri çelişkili
sınıf konumları üzerinde şekillenmiş toplumsal yapılarda (örneğin, kapitalizm)
patlayıcı çelişkileri taşımaya devam ediyorlar. Bu çelişkiler de etnik
“antinomiyi” yeniden patlayıcı bir noktaya itebiliyor.
Bu etnik
karşıtlığı (antinomiyi), kimi reformlarla da sonsuza kadar biteviye yönetmeye
kalkarak Sisifus’un yükünü üstlenmek yerine, reformlara ek olarak ortadan
kaldırmayı amaçlamak daha gerçekçi bir seçenek olabilir. “Üçüncü noktayı” bir
başka kimlikte değil, etnik kimlikler arası ilişkiyi, karşıtlığa dönüştürerek
bir antinomiye yol açan, maddi koşullarda, yapının ekonomi politiğinden
kaynaklanan çelişkilerde arayabiliriz.
Eğer bu
saptama doğruysa, antinomiye dönüşmüş etnik karşıtlığa, gerek reformlar yoluyla
yönetmek, gerekse ortadan kaldırmak için, yaklaşırken, öncelikle kapitalizmi,
varsa feodal ilişkileri, bunlar üzerinde yaşayan emperyalist süreçleri
eleştirmek gerekecektir.
Aksi takdirde,
yasal, kurumsal, ne kadar kapsamlı, ayrıntılı düzenlemelerle (reformlarla)
yönetilirse yönetilsin, toplumsal zenginliğin üretiminden, bölüşümünden, bunu
sağlayan siyasi yapı içindeki konumlardan (sınıfsal farklılıklara) kaynaklanan
çelişkiler, kaynakları anlaşılamadığı takdirde, etnik kökenli eşitsizlikler
olarak görülebilecek, gösterilebilecek, böylece etnik gruplar arası ilişkiler,
özellikle, gelir dağılımının bozulmaya, ekonomik güvensizliklerin artamaya
başladığı dönemlerde, kolaylıkla “antinomiye” dönüşecek, dönüştürülecek, bir
kez dönüştükten sonra, yapılmış tüm reformlara karşın, ekonomi politikten gelen
maddi belirleyiciler ortadan kalkmadıkça, yok olmayacaktır.[3]
“ÖTEKİ(LEŞTİRME)”NİN TÜRKÇESİ
O hâlde
ekonomi politikten gelen maddi belirleyicileri ortadan kalkmadıkça, ODTÜ
Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam’ın, “Hep haklı olmak tehlikelidir…
İnsanların ‘benim dilim, benim dinim, benim etnik kimliğim’ demesi çok büyük
bir tehlikedir…”
ODTÜ Felsefe
Bölümü’nden Prof. Yasin Ceylan’ın, “Öteki insanlığın tarifini daraltır…”
Bilgi
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Turgut Tarhanlı’nın, “Kimlikler bakımından, farklı
kimliklere mensubiyet bir ayrıcalık olamayacağı gibi aynı zamanda bir
mağduriyetin de nedeni olmamak zorundadır,” saptamalarının altını özenle çizip,
hatırlatalım…
“Ulus-devletlerin hepsinin karnesi, iş insan
haklarına ve adalete geldiğinde, birbirinden zayıf notlarla dolu” vurgusuyla
ekler Karin Karakaşlı:
“Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi
sırasında 1924’te iki ülkenin de kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası
üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına yol açmış, mübadele ile 1 milyon 200 bin
Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500 bin Müslüman Türk de
Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştı. Türkiye’de sadece
İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise
sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutuldular. Aradan geçen onyıllar
boyunca Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Kıbrıs olayları ile akın akın göç etmeye
devam eden İstanbul Rum nüfusu 2 bin kişi kalmışsa, bu da bir şeyler anlatıyor
olmalı…”
Haksız da
değildir.
Darbecilerin
‘İç Tehditler’ raporunda Ermeniler mutlak düşman olarak nitelendiriliyor.
Ayrıca tehcirin de yasal ve haklı bir politika olduğu savunulmaktadır. 12 Eylül
darbe davasına Genelkurmay Başkanlığı tarafından gönderilen “Türkiye’ye Yönelik
İç Tehdit” raporunda, Hıristiyan azınlıklara ilişkin fişlemeler de yer alıyor.
Ermenilerin ağır bir dille eleştirildiği raporda, 1914-1915 olaylarının “yasal
ve haklı olduğu” savunuluyor. Raporda, Rumların Ermenilerle işbirliği içinde
oldukları savunulurken, ayrıca Süryani ve Yahudilerin de dikkatle izlenmesi
tavsiyesinde bulunuluyordu.[4]
Bu kadar da
değil!
Devlet, Türk
ve Müslüman olmayan vatandaşlarını kaydederken, kendi anlayacağı şekilde birer
de numara eklemiş. Böylece, 1-2 ve 3 numaralarıyla Rum, Ermeni ve Yahudi
vatandaşlar kayıtta ayrıştırılırmış.
Uygulama,
Lozan Antlaşması’yla azınlık statüsü ve belli haklar kazanmış Müslüman olmayan
azınlıkların bilinmesi şeklinde açıklandı…
Gerekçe olarak
Lozan Antlaşması gösterildiği zaman, dönemin koşulları falan diyerek bir takım
mazeretler dile getirilebilir. Ve getirildi ama, bunun doğru olmadığı da 4 ve 5
gibi iki numaranın daha kullanılmasıyla ortaya çıktı.
4 sayısı
Süryanilerin tasnifinde kullanılıyormuş, 5 ise “diğerleri” içinmiş.[5]
Söz konusu
tabloda Türkiye’yi terk eden 1947 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi mezunu Gregory Athanassiadis, “Ben kendimi istediğim kadar Türkiye’ye
ait hissetsem de, devlet ve yaşadığım ortam bana yabancı gibi baktı. Öteki, hem
de ‘şüpheli bir öteki’ gibi davrandı. Haklarımın sınırlı olduğunu fazlasıyla
hissettirdi. 6-7 Eylül olaylarını, o zaman 8 yaşımda olmama rağmen daha dün
gibi hatırlıyorum. Yolda Rumca konuşan arkadaşlarımın dövüldüğünü, otobüsten indirildiğini
gördüm. 4 sene askerlik yapmış olan babamın, varlık vergisi, amele taburları
olaylarını anlatışı hâlâ kulaklarımda. Evet, maalesef bütün ulus devletlerde
herkesin bir ötekisi vardır, Almanya’da Yahudi, Amerika’da siyah, İrlanda’da
Katolik, Yunanistan (Batı Trakya) ve Bulgaristan’da Türk, İsrail’de Filistinli
‘öteki’dir,” derken İshak Alaton da ekliyor:
“Türkiye bütün
gayrimüslimleri ve ötekileri korkuttu ve hapsetti diyebilirim. Öyle ki iki
kimlikli, yani kendi içinde şizofren insanlar yarattı. Dışarıya karşı rahat
görünmek isteyen ama içinde başıma her an bir şey gelebilir tedirginliği
yaşayan insanlar... Aslında bu insanların hepsi hasta oldu. Doğrudur, babam da
öyleydi. Kendimi bildim bileli de hep böyle insanlarla karşılaştım. Lefter’in
kamerayı kapattırmasını çok iyi anlıyorum çünkü ben açık konuşan bir
gayrimüslim olarak istisna olduğumun idrakindeyim. Ama benim istisna olmam bu
ülkedeki kuralı teyit ediyor. Mutlu yaşamak istiyorsan, gizli yaşa diye
mottomuz var. Daha ne...
Rejim 90 yıl
boyunca zenofobik (yabancı düşmanlığı) ve antisemitik (Yahudi düşmanlığı) oldu.
Ben böyle deyince bir soru geldi; ‘Araştırmalara göre toplumun yüzde 60’ı
Yahudi komşu istemiyor, bu nasıl iş’... Bana göre yüzde 60 hiç Yahudi’yle temas
etmediği ve rejim onu gayrimüslimlere karşı endoktrine ettiği için böyle
düşünüyor. Koskoca Türkiye’de 21 bin 500 Yahudi kalmışız, 19 bin 500’ü
İstanbul’da, 2 bini İzmir’de... Bir zamanlar 300 bindik. Şimdi bizi görmüyor ve
tanımıyorlar. Sebep bu bence...”
“Azınlık” ilan edilenlere karşı zenofobiye
ilişkin önemli verilerden birisi de, Türkiye
tarihinin en önemli yansımalarından Yeşilçam sinemasıdır. Bu görsel tarih
içinde de azınlıkların temsili, toplumun belki yüzlerce yıllık önyargısını
yansıtıyor. Yaşar Üniversitesi Araştırma Görevlisi Dilara Balcı onlarca filmi
araştırarak yazdığı ‘Yeşilçam’da Öteki Olmak’ kitabıyla azınlıkların
beyazperdedeki yansımalarını inceledi. Sonuç mu? Ne yazık ki Yeşilçam’ın
gayrimüslimlere bakışı da toplumun genelinden pek farklı değil. Önemsenmiyorlar,
görmezden geliniyorlar.
Onlara, meyhaneci, kuyumcu ya da seyyar
fotoğrafçı olarak rastlayabilirsiniz. O zaman şanslısınız demektir. Genelde,
huysuz pansiyoncu, paragöz hayat kadını veya zalim tefeci olarak karşımıza
çıkalar. Onlar Yeşilçam’ın ötekileridir...
Dilara Balcı’nın ‘Yeşilçam’da Öteki
Olmak-Başlangıcından 1980’lere Türkiye Sinemasında Gayrimüslim Temsilleri’
başlıklı yapıtı, acı gerçeği ortaya koyuyor. İşte kitaptan bazı önemli
anekdotlar:[6]
“NUBAR
TERZİYAN, AYHAN IŞIK’IN AMCASI DEĞİLDİR”
|
Kitaptaki
ilginç notlardan birinin kahramanı ise Nubar Terziyan ve Ayhan Işık. Terziyan
Ayhan Işık öldükten sonra bir gazeteye, “Oğlum Ayhan. Dünya fanidir ölüm
herkese nasip ama, sen ölmedin zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların
kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana (...) Amcan: Nubar Terziyan.” şeklinde bir
ilan verir. Bu ilanın yayımlanmasının ardından Ayhan Işık’ın gayrimüslim
olarak algılanmasından endişe duyan ailesi şöyle bir ilan verir: “Önemli bir
düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız
Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (...) Görülen lüzum üzerine üzüntüyle
duyururuz. Ailesi.” İlandan da anlaşılabildiği gibi Işık’ın ailesi, ünlü
oyuncunun ‘Ermeni’ olarak anılabileceğinden büyük endişe duymuştur.
|
KENAN
PARS: “BEN BİR TÜRK’ÜM”
|
1950
ve 1960’lı yılların ünlü jönü Kenan Pars, bir röportajında Kirkor Cezveciyan
kimliğiyle hatırlanmak istemediğini şöyle dile getirir: “Kirkor Cezveciyan,
sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum. Ben Türkiye vatandaşı Kenan Pars’ım.
(...) Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk
gibi yaşayan adama ne denir? Ben bir Türk’üm. Türk olmanın anlamını
hissediyorsan sen de Türk’sün.”
|
TERZİYAN’IN
CESARETİ
|
Ermeni
kökenli olan oyuncular -Nubar Terziyan dışında- etnik kimliklerini gizleme
ihtiyacı hissetti. Türkiye’de adıyla sanıyla Ermeniliği akla gelen ilk kişi,
Yeşilçam’ın tonton adamı Nubar Terziyan. Soğuk ve kötü adam tipinin
vazgeçilmez aktörlerinden Kenan Pars ise herkesçe tanınsa da asıl adının
Kirkor Cezveciyan olduğu ve seslendirme yapıldığından tipik bir Ermeni
aksanıyla konuştuğu dahi bilinmez. Yeşilçam’ın olmazsa olmazlarından Vahi
Öz’ün, Sami Hazinses’in, Turgut Özatay’ın, Naşit Özcan’ın çocukları Selim
Naşit ve Adile Naşit’in – “Hababam Sınıfı”nın Adile Ana’sının- Ermeni olduğu
kimsenin aklına bile gelmez. Ama Toto Karaca aksanıyla ele verir kendisini.
|
SELDA
ALKOR’UN BABASI KİMİ ÖLDÜRDÜ?
|
İstanbul’un
işgal altında olduğu yıllarda yaşamış ve çok sayıda Türk polisi öldürmesiyle
nam salmış gerçek bir karakter olan Hrisantos karakteri de Yeşilçam’da
kendisine sıkça yer bulur. Gerçek adı Hristo Anastadiyadis olan Hrisantos’un
sabıka fişinde doğum tarihi 1898, tabiyetinin Osmanlı, mezhebinin Rum ve
mesleğinin terzi çırağı olduğu yazmaktadır. Hrisantos, çocuk denecek bir
yaştan itibaren soygunculuğa başlamış ve bir çete kurmuştur. Bir muhallebici
dükkânını soyup, dükkân sahibi Recep Usta’yı öldürdükten sonra yakalanan çete
üyeleri, kısa süre sonra koğuşlarının altından bir tünel açarak kaçmayı
başarmışlardır. Bu tarihten sonra İngiliz istihbarat servisine casusluk
yapmaya başlayan Hrisantos, İngilizlerden para ve silah yardımı almaya
başlamıştır. Hrisantos ve çetesi, hapisten kaçmalarının ardından çok sayıda
polis öldürmüş, İstanbul polis teşkilâtına terör estirmişlerdir. Hrisantos, 7
Eylül 1920 tarihinde, ihbar üzerine bir evde kıstırılmış, Komiser Yardımcısı
Muharrem Alkor ve polis memuru Cafer Tayyar tarafından vurulmuştur.
Hrisantos’u vuran silah bugün hâlâ polis müzesinde sergilenmektedir. Muharrem
Alkor da Hrisantos’la mücadelesini anlatan “Hırisantos’u Ben Öldürdüm” isimli
bir kitap yazmıştır. Muharrem Alkor, Yeşilçam’ın ve bugünün ünlü oyuncusu
Selda Alkor’un babasıdır. Hrisantos karakteri Kani Kıpçak’ın 1951 yapımı
‘İstanbul Kan Ağlarken’, Lütfi Akad’ın yönettiği 1952 yapımı ‘İngiliz Kemal
Lawrens’a Karşı’, Semih Evin’in 1966 yapımı ‘Ay Yıldız Fedaileri’, Remzi
Jöntürk’ün 1974 yapımı ‘Sayılı Kabadayılar’ filmlerinde sıkça seyircinin
karşısına çıkar. Ancak, 1950’li yılların tarihi filmlerinin maceralı olay öykülerinde
bir gerilim öğesiyken, 1960’lı yıllarda Türk’ün üstünlüğünü seyirciye ispat
etmek maksadıyla kullanılan bir unsura dönüşmüştür.
|
GAZETECİYE
KIZ VERMEZLER!
|
1933
tarihli ‘Cici Berber’ filminde berber dükkânında kasiyerlik yapan Eleni
isimli bir Rum kızıyla, gazeteci Selim’in evlilikle sonuçlanan aşkları
anlatılır. Ancak Eleni’nin babası Yani ise gazeteci düşmanıdır ve Selim’i
kovar. Eleni ve Selim’in izdivacıyla son bulan film din ve millet farkının
aşka engel etmediği yapımlardan biri olarak kayıtlara geçer. Kıbrıs krizinin
patlak vermesinin ardından 1960’lı ve 1970’li yılların filmleri, seyircide
İstanbul’da yaşayan tüm Rum kadınları cinselliğini ön plana çıkarmaktan ve
fuhuş yapmaktan imtina etmeyen karakterler olarak resmetmiştir. Orta yaşlı
Ermeni kadınların payına ise pansiyonculuk yapan ‘madam’ karakteri düşmüştür.
|
Yeşilçam’daki anlatım dili, genel olarak
toplumun azınlıklara karşı önyargılarını yansıtır.
Bu önyargının yarattığı stereotiplerin kimisi
yüzlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Geleneksel Türk tiyatrosundaki Yahudi
tiplemesinin cimriliğine, korkaklığına ve para hırsına Shakespeare’de de,
günümüze ait popüler eserlerde de rastlanır. Buna karşın Rum kadının
hafifmeşrepliği ve Rum erkeklerin güvenilmezliği gibi stereotipler Osmanlı İmparatorluğu’nun
son yıllarında şekillenmeye başlamış; ilk roman ve ilk modern tiyatro
eserlerine yansımıştır.
Yeşilçam’ın en sevdiği gayrimüslim
tiplemeleri Ermenilerdir. Bu tiplemelerin en popüleri pansiyonculuk yapan,
ağzıbozuk, paragöz, orta yaşlı dullardır. Bencil ve cimri olmalarına karşın
seyircinin sempatik bulduğu bu tiplemeler filmlerde güldürü unsuru
oluşturmaktadır. Ermeni erkek tiplemeleri esnaf olarak karşımıza çıkar. Rum
kadınların fettan ve oldukça tehlikeli film kişileri olduğu görülürken; Rum
erkekler soyguncu, hırsız ya da çete üyesidir. Yine dönem filmlerinde Rum
karakterlerin Milli Mücadele’ye engel oluşturan iç tehditler olarak
sunuldukları dikkati çeker. Yahudi tiplemelerle ise belirtmiş olduğum gibi
yüzlerce yıllık cimri ve korkak Yahudi imgesi sürdürülür.
Günümüz sinemasında da gayrimüslim imgesinin
elli yıl öncesinden farklı değil. Bu kitabı okuyanlar, gayrimüslimlere dair
basmakalıp fikirlerin henüz değişmediğini daha iyi anlayacaklardır. Güz Sancısı
filminde 6-7 Eylül Olayları anlatılırken başkarakter Elena’nın fahişe olması;
Kurtuluş Son Durak filminde eşi ve çocuğu olmayan Vartanuş’un hasta babasıyla
birlikte yaşaması; Aşk Geliyorum Demez filminde esnaf Miran Dayı’nın yalnız
yaşayıp, yalnız ölüşü güncel örneklerden yalnızca birkaçıdır.
İNKÂR VE ASİMİLASYON DEĞİRMENİ T.“C”
T.“C”,
bir inkâr ve asimilasyon değirmenidir.
Kolay mı? Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin
211’i köy ismi olmak üzere 28 bin isim, asimilasyon amaçlı olarak değiştirildi.
Bir sistem asimilasyonu akla koyunca isimleri
de değiştirir, isim sahip ve varislerinin dünyasını da. Anadolu, kültürlerin
beşiği; dolayısıyla kökleri eskilere dayanan birçok uygarlığın mirasını
barındıran bir yer. O mirastan biri de şüphesiz ki isimlerdir. Tarihimizle,
kültürümüzle bağlarımızı kopartmak için isimlerimizin çoğunu değiştirdiler.
İsim değiştirme uygulamasının gerekçesi “yabancı dil ve köklerden gelen ve
kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan adların Türkçe adlarla
değiştirilmesi” şeklinde gösteriliyor; oysa uygulamalara bakıldığında, buradaki
birinci hedefin isimler değil, isimlerin temsil ettiği kültürler olduğu
ortadadır.
Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri
isim tahrifatı ile etnik köken inkâr ve tahribatının birlikte yapıldığını
görüyoruz. “Bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk
vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”. Bu sözler,
beyni ırkçılık virüsüyle hasta edilmiş câhil bir gence değil, 1924’te kabul
edilen anayasanın hazırlayıcıları arasında yer alan, birkaç üniversitede hukuk
dersleri veren, Cumhuriyet döneminde “adalet bakanlığı” da yapmış Mahmut Esat
Bozkurt’a ait.
“Biz açıkça milliyetçiyiz. Ve milliyetçilik
bizim yegâne birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların
(ırkların) hiçbir nüfûzu (etkisi) yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk
olmayanları behemehâl (mutlaka)
Türk yapmaktır. Türkler’e ve Türklük’e muhalefet edecek anasırı (unsurları)
kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız, Türk
olmalarıdır”. Bu sözlerin sahibi de, kemalist Cumhuriyet’in “Tek Adam”ı ve
“Ebedî Şef”i Mustafa Kemal’den sonra gelen “İkinci Adam”ı ve “Milli Şef”i İsmet
İnönü’dür.
Bozkurt ve İnönü’nün sözleri yanlışlıkla
ağızdan kaçan hezeyanlar değil, Cumhuriyet dönemi boyunca kabul görmüş ve
uygulanmış resmî söylemin ifadesidir aslında.
Bir yalan ve
tezvirat makinesi olan resmî söylemin “ilk”
yalan ve “ilk inkâr 1915’tir. Adlandırılışı üzerinden kıvranılan ama esasen özü
sahiplenilemeyen büyük utanç. Yumuşak karın olarak dış siyasetin orta yerinde
duran, parlamento tasarıları ve 24 Nisan anmaları gibi alerjik tarihlerde yüz
yüze gelinen, devlet refleksinden en esaslı biçimde payını alan Ermeni
soykırımı…
Gayrimüslim
vatandaşlara yabancı muamelesi çekilen 1934 Trakya, 1942 Varlık Vergisi, 6-7
Eylül 1955 olayları, 1964 mübadelesi gibi tarihin kırılma noktaları varsa,
Alevîlerin tarihteki sayısız kırımlar bir yana, yürek yakan ve sonraki
inkârlarıyla da mağdurları daha kerelerce öldürmeye devam eden Maraş ve Sivas
yıkımları var. Dersim zaten bir başına acılar coğrafyası; Kürtlerin tarihi
desen, varlığın inkârı üzerinden temellenmiş bir isyan ve zulüm silsilesi.
Hayat diye bilinen hep o kökünü kurutma çabası...
Ve bunların
hepsinin altın da T.“C” gerçeği yatıyor!
“Nasıl” mı?
Bir
araştırmaya göre, Türkiye’de 1940-2000 yıllarında köylerin yüzde 35’inin adı
değiştirildi. Kürtçe, Ermenice, Gürcüce, Lazca isimlerin yanı sıra içinde
“kızıl”, “çan”, “kilise” gibi “sakıncalı sözcükler” geçen Türkçe adlar da
tarihe karıştı
Fırat
Üniversitesi Beşeri ve İktisadi Coğrafya Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Harun
Tunçel’in araştırmasına göre, 1940-2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani
tüm ülkedeki köylerin yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme
furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi.
Erzurum’un 653, Mardin’in 647, Diyarbakır’ın 555, Van’ın 415, Sivas’ın 406,
Kars’ın ise 398 köyü bir gecede haritadan silindi. Kürtçe, Gürcüce, Lazca ve
Ermenice olarak bilinen köy isimleri büyük ölçüde değiştirilirken, içinde
“kızıl”, “çan” ve “kilise” sözcüğü geçen “sakıncalı” bazı köylere de yeni
isimler verildi. Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce, Türkçe sanılan bir
köy isminin de Ermenice olabileceğine dikkat çeken Tunçel, “Dilbilimcilerin
incelemesi sonucu Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinden izlere de
rastlanabilir,” dedi.
Doç. Dr. Harun
Tunçel’in 1940-2000 kesitini kapsayan, ‘Türkiye’de İsmi Değiştirilen Köyler’
çalışması, Türkiye’nin yakın tarihinin görmezlikten gelinen bir sayfasına ışık
tutuyor. 1940’dan günümüze hem Türkçe olmayan hem de Türkçe köy adlarında geniş
çaplı bir isim değiştirme operasyonu yapıldığını belirten Tunçel’in verdiği
bilgiye göre köy isimlerine değişiklik tablosu şöyle:
* İsimleri
değiştirilen köyler tüm Türkiye’ye yayılmış. Ancak, Doğu Karadeniz ile Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgelerinde belirgin bir yoğunlaşma var. Köylerin yeni
isimleri henüz, halk tarafından tümüyle benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler
ile yaşlılar hâlâ eski isimleri tercih ediyor.
* Türkiye’de
yer adlarının değiştirilmesi işlemleri Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri
yapılıyor. Örneğin Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları
‘Meclis- i Umûmiyye -i Vilâyet’ (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında
tümüyle değiştirildi.
* Ad
değiştirme işlemleri İçişleri Bakanlığı’nın 1940 yılı sonlarında hazırladığı
8589 sayılı genelgeyle resmileşti ve ‘yabancı dil ve köklerden gelen ve
kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan yerleşme yerleri ile tabii yer
adlarının Türkçe adlarla degiştirilmesi’ başlatıldı. Genelgenin ardından valilikler
tarafından yabancı dil ve köklerden gelen yer adlarına ilişkin dosyalar
hazırlanarak bakanlığa gönderildi. Ancak bu çalışmalar 2. Dünya Savaşı
nedeniyle uzun süre aksadı. 1949 yılında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’yla isim
değiştirme işlemleri yasal bir dayanağa kavuştu. 1957’de ‘Ad Değiştirme İhtisas
Kurulu’ kuruldu. Bu kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte
1978 yılında ‘tarihi değeri olan yer adlarının da’ değiştirildiği gerekçesiyle
işlemlere son verilinceye kadar sürdü.
* Türkiye’de
ismi değiştirilen köylerin sayısı 12 binden fazla. Bir başka ifadeyle köylerin
yaklaşık yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme işlemlerinde en çok
dikkat edilen özellik Türkçe olmayan veya olmadığı düşünülenler ile karışıklığa
sebep olan isimlerin öncelikle ele alınması.
* Aptaldam,
Atkafası, Cadı, Çürük, Deliler, Domuzağı, Dönek, Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı,
Keçi, Kıllı, Komik, Kötüköy, Kuduzlar, Sinir, gibi anlamları güzel çağrışımlar
uyandırmayan isimler ile içinde ‘kızıl’, ‘çan’, ‘kilise’ kelimesi olan köylerin
isimleri de değiştirildi. Kürt, Gürcü, Tatar, Çerkez, Laz, Arap, muhacir gibi
kelimeler içeren köy isimleri de ‘bulundukları ortamda bölücülüğe meydan
vermemek’ için tarihe gömüldü.
* Karadeniz
bölgesinde en çok dikkati çeken özellik Trabzon ile Rize arasındaki yoğunlaşma.
Trabzon ve Rize’de toplam 495 köyün ismi değiştirildi. 20’si Türkçe’yken,
diğerleri Rumca, Lazca, Ermenice, Gürcüce oldukları için silindi. Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da da yok olan isimler çoğunlukla Ermenice, Kürtçe veya
Arapça kökenliydi.
Doç. Dr. Harun
Tunçel, isimleri değiştirilen köylerin eski isimlerinin kökenini ortaya koyan
bir çalışma olmadığını söyledi. Bu konu üzerinde dil bilimcilerin çalışması
gerektiğinin altını çizen Tunçel, “Bu iş için de Türkçe, Farsça, Arapça,
Ermenice, Zazaca, Kurmanca, Süryanice-Aramca, Sümerce, Akadca, Urartuca gibi
pek çok dil ve lehçesi ile ilgili derinlemesine bilgi sahibi olunması gerekir”
dedi.
Köy
isimlerinin zaman içinde değiştiğini, Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce,
Türkçe, Aramca olabileceğini, aynı şekilde Türkçe sanılan bir ismin Arapça,
Ermenice veya Akadca olabileceğini anlatan Tunçel, “Hatta dilbilimcilerin
incelemesi sonucunda şu anda yaşamayan Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların
dillerinin izlerine de rastlanabilir. Yer adlarının değiştirilmesi konusunda da
kanuni bir sıkıntı yoktur, prosedür uygulanırsa bu mümkündür” diye konuştu.
Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinin eski ve hâlen halk
arasında yaygın olan ismi ise ‘Potomya’. Doç. Dr. Tunçel’in araştırmasına göre
2000 yılı itibarıyla ismi değiştirilen köylerin illere göre dağılımı şöyle:
Adana (169),
Adıyaman (224), Afyonkarahisar (88), Ağrı (374), Amasya (99), Ankara (193),
Antalya (168), Artvin (101), Aydın (69), Balıkesir (110), Bilecik (32), Bingöl
(247), Bitlis (236), Bolu (182), Burdur (49), Bursa (136), Çanakkale (53),
Çankırı (76), Çorum (103), Denizli (53), Diyarbakır (555), Edirne (20), Elazığ
(383), Erzincan (366), Erzurum (653), Eskişehir (70), Gaziantep (279), Giresun
(167), Gümüşhane (343), Hakkâri (128), Hatay (117), Isparta (46), İçel (112),
İstanbul (21), İzmir (68), Kars (398), Kastamonu (295), Kayseri (86),
Kırklareli (35), Kırşehir (39), Kocaeli (26), Konya (236), Kütahya (93),
Malatya (217), Manisa (83), Kahramanmaraş (105), Muğla (70), Muş (297),
Nevşehir (24), Niğde (48), Ordu (134), Rize (105), Sakarya (117), Samsun (185),
Siirt (392), Sinop (59), Sivas (406), Tekirdağ (19), Tokat (245), Trabzon
(390), Tunceli (273), Şanlıurfa (389), Uşak (47), Van (415), Yozgat (90),
Zonguldak (156)![7]
Burada inkâr
ve asimilasyonun, “Bir Kararla Değişen Mahalle ve Köylerin İsimleri Şimdi Artık
Destan Oldu” başlıklı dizelere nasıl yansıdığını da aktarmadan geçmeyelim:
“Bir kararla
değişen/ Mahalle ve Köylerin eski ismini öğren,/ Menfaatin icabı değişikliği
yapan,/ Ecdadını unutma istikbale bakarken.
Trabzon’un
kazası, ‘Atina’, ‘ Viçe’, ‘Rize’/ Bunları yazışımız garip gelmesin size,/
Telaffuzu dahi zor asırlık karyeleri,/ Yeni isimleriyle gerek var bilmemize.
Rize bir kaza
idi, vardı üç nahiyesi,/ Kura-ı seba idi ikizdere ilçesi,/ Kalkandere bilinir
‘Karadere’ namıyla,/ Elzemdir Çayeli’nin ‘Mapavri’ bilinmesi.
‘Viçe’ oldu
Fındıklı, ‘Atina’ oldu Pazar,/ Pazar’ın nahiyesi sadece tek Hemşin var,/
Ardeşen bir beldeydi, Pazar’ın içersinde,/ Çamlıhemşin beldeydi, büyüktü Hemşin
kadar.
Yeni isim
verilmiş karye olan her yere,/ Önce sıra verelim mahalle ve köylere,/ Sonradan
ilçe olan Derepazarı gibi,/ Önceden belde idi Güneysu, İyidere.
Bağdatlı,
Portakallık biliniyordu ‘Haldoz’,/ Balsu’nun ismi ‘Canco’, Değirmendere
‘Pindoz’,/ Pilavdağı, Kambursırt ikisiydi ‘İksenit’,/ Kaplıca ‘Büyük Samrı’,
Dağsu idi ‘Carıhoz’.
Kavaklı’ydı
‘Kamenit’, Çorapçılar ‘Sırahoz’,/ Paşakuyu ‘Kaluhten’, Yağlıtaş ‘Kangalınoz’,/
‘Kale, Müftü, Yeniköy’ aynı adla anılır,/ Şimdi Hamzabey olmuş ‘Humrik’ ile
‘Ramanoz.’
Atmeydanı
‘Vonit’‘ti Çamlıbel’di ‘Haçenoz’,/ Pehlivan’ Peripoli’, Fener’in ismi
‘Hurtoz’,/ ‘Piriçelebi’ ile ‘Eminettin’ aynıdır,/ Mermerdelen’in ismi bilinir
‘Kamaşinoz’.
Tophane
‘Pabik’ idi, Gülbahar’dı ‘Kuvaroz’,/ Ekmekçiler’in ismi bilinir ‘Arkılıkoz’/
Reşadiye ‘Roşi’‘ydı, İslâmpaşa’ydı ‘Humrik’,/ Camiönü ‘Arkotıl’, Halatçılar
‘Filiboz’.
Mahallelerden
sonra Köylerden edelim söz,/ Küçükköy ‘Küçük Samrı’, Gölgeli idi ‘Setroz’,/
‘Karasu, Karayemiş, Anbarlık’ değişmemiş,/ Kırklartepe ‘Kandava’, Camidağı
‘Mağaloz’.
Kasarcılar
ismi ‘Salaruha Atyanoz’,/ Güneşli Köyü ‘Kapnes’, Yemişlik ‘Serandenoz’,/ Üçkaya
‘Uma Tohlı’, Ortapazar’dı ‘Uma’,/ Beştepe Köyü ‘Kofin’, Kendirli idi ‘Ğoloz’.
Köprülü Köyü
‘Fosa’, Kokulukaya ‘Lıkoz’,/ Azaklıhoca ‘Sıkrık’, Selimiye ‘Ğılıçoz’,/
Çiftekavak bilinir, ‘Ağalınoz-u İslâm’,/ Bildircin Köyü ‘Hanis’, Müderrisler
‘İvaroz’.
‘Sinekli’
Düzköy,’Sağur’,’Kışlak’ Küçükköy ‘Konyat’,/ Güzelköy Köyü ‘Harvel’, Yolüstü
Köyü ‘Tarkat’,/ Sütlüce Köyü ‘Aron’, Pazarköy’dü ‘Mişona’,/ Pehlivantaşı Köyü
eskidendi ‘Canbolat’.
Soğukçeşme’ydi
‘Hohol’, Taşköprü’ydü ‘Lestengoz’,/ Muğlalı ‘Mahanca’‘ydı, Uzunköy Köyü
‘Rados’,/ Elmalı’ydı ‘Kaçaran’, Kireçhane’ydi ‘Fatla’,/ Topkaya ‘Filargoz’‘du,
Alipaşa ‘Savalos’.
Küçükçayır’dı
‘Andon’, Taşlıdere ‘Askoroz’,/ Kömürcüler’di ‘Singaz’, Üzümlü’ydü ‘Holitoz’,/
Zincirliköprü Köyü eskindendi ‘Kaçeran’,/ Muradiye ‘Ruspa’ydı, Yiğitler’di
‘Ahincoz’.
Akarsu’yla
Pekmezli biliniyordu ‘Ğutoz’,/ Kocatepe, Çiftekavak ‘Ağraloz’,/ Ketenli’ydi
‘Ayancos’, Dağınıksu’ydu ‘Godri’,/ Gündoğdu-Hamidiye, ikisi ‘Mirakaloz’.
Veliköy idi
‘Vela’, Akpınar’dı ‘Kalamoz’,/ Söğütlü Köyü ‘Raşot’, Balıkçılar ‘Hamalyoz’,/
‘Aytonos Çıkara’‘ydı Bozukkale’nin ismi,/ Taşpınar ‘Concik’ idi, Taşlık’tı ‘Kuzandonoz’.
Adacami
Köyüyle Yenicami ‘Kuriloz’,/ Taşcami’yle beraber Selamet Köyü ‘Kanboz’,/
‘Gürgen’ Köyünün ismi kayıtlarda aynıdır./ Tepecik ‘Vonit-i Rum’, İslâhiye
‘Kasatoz’.
Kiremitköy
‘Kalharaf’, Dumankaya ‘Puluhoz’,/ Ulucami ‘Hazavit’, Küçükcami’ydi ‘Veroz’,/
‘Singaz’ diye anılır Tepebaşı, Yeşilyurt,/ Ortaköy, Kibledağı, ikisi birden
‘Setoz’.
Şimdi
Derepazarı, eski ismi ‘Filandoz’,/ Bahattinpaşa ‘Hama’, Tersane ‘Mağalaroz’,/
Çeşmeköy idi ‘Muskas’, Eriklimanı ‘Malpet’,/ Uzunkaya’ydı ‘Ruspa’, Bürücek’ti
‘Akatoz’,
Sandıktaş Köyü
‘Hancı’, Yanıktaş’tı ‘Argaloz’,/ Kirazdağı Köyünün ismiydi ‘Şimadiyoz’,/
Maltepe’nin ismi ‘Hos’, Çukurlu Köyü ‘Çaklı’,/ Çalışkanlar olmuştur eski
‘Lazkozderalkoz’.
Çiftlik Köyü
‘Zavendik’, Yaylacılar ‘Kalikoz’,/ Sariyer ‘Masen’ idi, Taşhane’ydi
‘Salandoz’,/ Üstüpiler ‘Liparit’, Subaşı’ydı ‘Kolica’,/ Fethiye ‘Aspet’ idi,
Hazar idi ‘Mashandoz’.
Köşklü iki
bölgeydi, ‘Lazlar’ ile ‘Varatlar’,/ Kalecik ‘Mavrant’ idi Sarayköy’dü
‘Çiklenar’,/ Denizgören Köyünün ismiydi ‘Ğuncivanoz’,/ Fıçıtaşı ‘Botrozkom’,
Çanakçeşme ‘Kaluklar’.
‘İnci’ Köyünü
aynen bildirmek uygun düşer,/ Geçitli’ydi ‘Tavranoz’, Dülgerli idi ‘Maşer’,/
Ormanlı Köyü ‘Patır’, Çağlayan Köyü ‘Vandrı’,/ Yumurtatepe ‘Arev’, Kuruköy idi
‘Çiller’
‘Andıra’ şimdi
oldu Kayabaşı, Hurmalık,/ Çayırlı Köyü ‘Silyan’, Kızıltoprak’tı ‘Tonik’/
Hüseyinhoca Köyü eskidendi ‘Suvarma’,/ Fındıklı ‘Apancene’, Dilsizdağı
‘Taserik’,
‘Basalet’
denen yerde, Aksu ve Tatlısu var,/ ‘Kapnes’ olmuş Dağdibi, ‘Tulon’ olmuş
Taşçılar,/ ‘Toğli’nin yeni ismi Medrese Mahallesi,/ Soğuksu ‘Andıra’ydı,
Yolbaşı ise ‘Seftar’.
‘Kura-i Seba’
dağlık, uzak kalır denize,/ Güneyce idi ‘Varda’, Rüzgârlı idi ‘Mize’,/ Kirazlık
Köyü ‘Manle’, Şimşirli Köyü ‘Komes’,/ Ilıca Köyü ‘Vane’, Demirkapı ‘Homeze’.
‘Veliköy’‘dü
eskiden, Dereköy’le Yağcılar,/ ‘Çohçer’ bilinen yerde Sivrikaya, Çamlık var,/
Gökyayla ‘Kabahor’‘du Çağrankaya ‘Kafkame’,/ Cevizlik ‘Plakorum’, aynıdır
‘Tulumpınar’.
Dünyada balı
ile ‘Anzer’ meşhurdur, inan,/ ‘Kapse’ ihlamur ile ibaret Ayvalıktan,/ Bakırköy
‘Kalyav’ idi, Tozköy ise ‘Mahura’,/ Yerelma’ydı ‘Cevatoz’, Meşeköy idi
‘Petran’.
Yetimhoca
Ortaköy, Başköy ‘Cimil’‘e gider,/ ‘Haya’‘ydı Eskice ve Çataltepe olan yer,/
Gürdere’ydi ‘Ethone’, Diktaş Köyü ‘İksenit’,/ Ballıköy, Çiçekli Köy, Köseli
Köyü ‘Anzer’.
Çayeli ‘Mapavrı’ydı,
Rize’nin nahiyesi,/ Aynı adları taşır ‘Yaka’ ve ‘Sırt’ Karyesi,/ Gürgenli Köyü
‘Haytef’, Çukurluhoca ‘Babik’,/ ‘Komika Zancel’ olmuş Taşhane Mahallesi.
Değişen
isimleri saymak gerekiyor tam,/ Armutlu’ydu ‘Ahıyoz’, Demirhisar’dı ‘Perkam’,/
Buzlupınar ‘Kominos’, Çataldere ‘Hahunç’tu,/ Büyükköy Leroz ‘Mervan’, İncesu
‘Mağribudam’.
Madenköy
‘Latom’ idi, Yenipazar ‘Murseva’,/ Yanıkdağ idi ‘Havya’, Caferpaşa ‘Canceva’,/
Ormanlık Köyü ‘Çutins’, Uzundere ‘Berastan’,/ ‘Raşot’tu Karaağaç, Şairler’di
‘Maryeva’.
Kaptanpaşa
‘Mesahor’, Yeşiltepe’ydi ‘Tulnos’,/ Musadağı ‘Aprık’tı, Aşıklar’dı ‘Asrifos’,/
Eskipazar geçmişte bilinir ‘Halotena’,/ Yenice ‘Bilahor’du, İncesırt’ti
‘Aytoros’.
Büyük Taşhane
‘Zancel’, Sabuncular ‘Kuvaroz’,/ Limanköy’dü ‘Arkotil’, Sefalıköy’du ‘Miloz’,/
Başköy ‘Hemşinbaş’ idi, Haremtepe ‘Çaçeva’,/ Çataklıhoca Köyü bilinirdi
‘Kavalyoz’.
Bunları
öğrenmeye elbet gerekmez okul,/ ‘Galata Kuvalyoz’u git Yalı’da ara bul,/ Sarısu
‘Musavrı’ydı, Beyazsu’da ‘Bodolya’,/ Yamaç Köyü ‘Çikaron’, Kesmetaş idi ‘Mamul’.
‘Ardişen’, Düz
Mahalle, bağlıydı ‘Atina’ya’,/ ‘Ğere’ Işıklı oldu, ‘Dutxe’ dönmüş Tunca’ya,/
‘Ortaköy’ aynı kalmış, ‘Zgami’ Durakköy’e,/ ‘Salınköy’ Armağanköy, ‘Okurdile’
Yayla’ya.
Yeniyol ‘Oce’
idi, Akkaya ‘Pelergivat’,/ Cami Mahallesiyle Kahveciler’di ‘Siyat’,/ Pirinçlik
Köyü olmuş ‘Sifat’ bilinen karye,/ Yamaçdere’ydi ‘Bakoz’, Bayırcık’tı
‘Yanivat’.
‘Cibistanı’
Kavaklı, ‘Ağvan’dı Seslikaya,/ ‘Zgami’ ayrılıyor, ‘Ulya’ ile ‘Suflaya’,/
Duygulu’ydu ‘Tolikçet’, Elmalık’tı ‘Kuvancar’,/ ‘Mutafi’ Gündoğan’a ‘Şangul’se
Doğanay’a.
Pazar idi
‘Atina’, Hısarlı’ydı ‘Kukulat’,/ Balıkçı Köyü ‘Zelek’, Sivrikale ‘Tordovat’,/
‘Noğadixa’ Karyesi, şimdiki Cumhuriyet,/ Örnek Köyü’ydü ‘Venek’, Kuzeyca’ydı
‘Sürmenat’.
Yemişli Köy
‘İlastaş’, Irmakköy ‘Mamacivat’,/ Derebaşı ‘Çukita’, Akmescit’ti ‘Cacivat’,/
Elmalı Köy ‘Kuzika’, Darılı’ydı ‘Aranaş’,/ Dernekköy ‘Koskanivat’, Derinsu Köyü
‘Zağnat’.
Dağdibi Köyü
‘Sület’, Akbucak’tı ‘Mermanat’,/ Uğrak Köyü’ydü ‘Çingit’, Merdivenli’ydi
‘Melyat’,/ Boğazlı ‘Cigeture’, Şehitlik idi ‘Haku’,/ Kesikköprü ‘Hudisa’,
Tütüncüler’di ‘Talvat’.
Yavuzköy’dü
‘Noxlapsu’, Subaşı’ydı ‘Xacabit’,/ Bucak Köyü ‘Açaba’, Güneyköy’dü ‘Avramit’,/
Zafer Mahallesiyle Kirazlık idi ‘Bulep’,/ Ortayol’du ‘Meleskur’, Soğuksu’ydu
‘Şileyit’.
Şimdi Handağı
olan ‘Dadivat’ Karyesi var,/ Kocaköprü’ydü ‘Hotri’, Aktaş Köyü’ydü ‘Xunar’,/
‘Kemer’ aynen kalmıştır, ‘Hançkun’ olmuş Alçılı,/ ‘Apso’ olmuş Suçatı,
‘Lamgo’da Yücehisar.
Fındıklı idi
Viçe, ‘Merkez’ idi ‘Filora’,/ Yeni Mahalle ‘Baçva’, değişmemişti ‘Hara’,/
Sulak’la Ihlamurlu biliniyordu ‘Zogo’,/ Meyvalı idi ‘Canpet’, Kıyıcık’tı
‘Mashora’.
‘Manastır’dı
eskiden Hürriyet Mahallesi,/ ‘Ab-i Hemşin’ anılır, şimdi Aslandere’si,/
Çağlayan Köyü ise bilinir ‘Ab-i Ulya’,/ ‘Ab-i Sufla’ okunur Aksu’nun şeceresi.
‘Demilor’,
‘Yeniköy’ün adları aynı kalmış,/ ‘Sumle’ bilinen karye Sümer adını almış,/
Çınarlı Köyü olmuş, ‘Çurçeve’ denilen yer,/ ‘Bisxala’ysa Arılı Köyü diye ün
salmış.
‘Zuğa Hemşin’
bilinen beldede birkaç köy var,/ Ortaköy, Ortayayla, Sıraköy ve Ortaklar,/
‘Nefsi Zugo’ karyesi olmuştur Çamlıtepe,/ Hemşin’in hudutları uzar Başköy’e
kadar.
‘Tezina’
Akyamaç’a, ‘Sanova’ Nurluca’ya,/ ‘Tepan’ Bilenköy olmuş, ‘Ğomlo’ olmuş
Yaltkaya,/ ‘Sağırlı’ dönüşmüştür Hilal Mahallesine,/ ‘Bodullu’ Mutlu olmuş,
isim yok ‘Badara’ya.
Çamlıhemşin’in
ismi bilinir ‘Viçe’ diye,/ ‘Canadobra’ dönüşmüş Aşağı Şimşirliye,/ ‘Kolona’
Zilkale’ye, ‘Hemşin Baş’ Ortaklar’a,/ ‘Vareş’ yazlık Köyüne, ‘Elevit’
Yaylaköy’e.
‘Guvant’
Çayırdüzü’ne, ‘Sanu’ysa Topluca’ya,/ ‘Komilo’ Muratköy’e, ‘Çinçiva’
Şenyuva’ya,/ ‘Livikçakıslı’ olmuş şimdi Güroluk Köyü,/ Eski ‘Mekaliskirit’
şimdi olmuş Dikkaya.
‘Apişxo’
Köprübaşı, ‘Sirdenkadan’da Kavak,/ Hısarcık Köyü olan ‘Kale-i Bala’ya bak,/
‘Kısmanmaliver’ denir Yukarı Şimşirli’ye,/ ‘Holco’ olmuş kaplıca, ‘Makrevis’
olmuş Konak.
Ey Rizeli
Kardaşum iyi öğren bunları,/ Ecdadın mekân tutmuş bu mübarek diyarı,/ Tarihini
bilmenin elbet büyüktür kârı,/ Geçmişi unutanın iyi olmaz sonları.”[8]
ÖTEKİ(LEŞTİRME)NİN GENEL DÖKÜMÜ
Yeri gelmişken
devletin kadim fişleme/ etiketleme/ damgalama/ işaretleme politikalarının
tarihsel örnekleriyle genel dökümünü sıralarsak:
TAHRİR DEFTERLERİ
Osmanlı
İmparatorluğu’nda devlet halkını XV-XVI. yüzyıllardan itibaren tahrir
defterleri (genel nüfus kayıtları), XVII-XIX. yüzyıllardan itibaren avarız
(olağanüstü vergi) ve Cizye (gayrimüslimlerden alınan vergi) defterleri ve XIX.
yüzyıldan itaberen temettüat (gelir) defterleri aracılığıyla kayıt altına
almıştı. Bu kayıtların esas işlevi elbette, vergi ve asker toplamaktı.
Bunlardan en çok bilgi verenler tahrir defterleriydi. Devletin arşivlerinde
3.422 tahrir defteri olduğu biliniyor. 1881 yılına kadar, bu defterlerde
kayıtlar, istisnalar hariç, ‘Müslim’ ve ‘reaya’ (devlete itaat eden ve vergi
veren halk) olarak tutuluyordu. Osmanlı kayıtlarında ‘reaya-yı millet-i selase’
denilen ‘üç millet’ genel olarak Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler olmakla
birlikte, Anadolu sayımlarında ‘reaya’ denildiğinde, eğer Ermenilerle ilgili
özel bir kayıt yoksa Ortodoks Ermeniler ve Rumlar kastedilirdi.
İstisnalara
örnek vermek gerekirse, 1831’de başlayıp 1838’de sona eren nispeten modern
tipteki sayımda yerleşik Müslümanlar tek bir grup altında toplanırken, göçebe
Müslümanlar, Arap, Kürt, Tatar, Türkmen, Yörük, Abdal gibi alt başlıklara
ayrılmıştı. 1844’teki ikinci sayımda hem Müslüman, Rum Ortodoks, Katolik,
Musevi ayrımı yapılmış, hem de 18 ayrı etnik-dilsel grup (Türk-Osmanlı, Arap,
Ermeni, Arnavut, Dürzi, Rum, Yahudi, Kürt, Romen, Slav, Süryani-Keldani, Tatar,
Türkmen ve Çingene) belirlenmişti. Bu arada 1881 yılına kadarki sayımlarda,
sadece erkek nüfus sayılmış, buna kadın nüfus yuvarlanarak eklenmişti.
1881-1893
nüfus sayımında (sayım aralıklarla 12 yıl sürmüştü) halk Müslüman, Rum
Ortodoks, Ermeni, Bulgar, Katolik, Yahudi, Protestan, Latin, Monofizit,
gayrimüslim Çingene, yabancı ve diğer olmak üzere 12 ayrı başlıkta toplandı.
1906-1907 tarihli son nüfus sayımında bunlara sekiz yeni grup (Kazak Ulah,
Maroni, Süryani, Samiriyeli, Yakubi, Yezidi, Ermeni Katolik) eklendi. Bu
sayımlarda Müslümanlar tek grupta sayılırken, gayrimüslimler alt gruplara
ayrılıyordu. Böylece Müslüman nüfus büyük, diğer gruplar ise küçük
gösteriliyordu.
Bu bölümü
bağlarken belirtmeliyim ki, ne tahrir defterleri ne de modernleşme
dönemlerindeki nüfus sayımları hiç bir zaman resmen ve bütün olarak yayımlanmadı.
Bilgiler hep bölük pörçük ve devletin uygun bulduğu şekilde verildi. İlk resmi
yayın 1919 yılında yapılmış olan 1914 yılındaki nüfus sayımının sonuçlarıydı.
Bu yayının amacı da Sevr görüşmelerinde Müslüman nüfusun büyüklüğünü
göstermekti. Aslında 1914’te sayım yapılmamış, 1906-1907 rakamlarına dayalı bir
projeksiyonla, imparatorluğun tahmini nüfus bileşimi verilmişti.
Gerek
sayımların yapılış şekli gerekse sonuçların usulüne uygun açıklanmaması
yüzünden devletin rakamlarıyla cemaatlerin rakamları (Patrikhanelerin veya
hahambaşılığın rakamları) arasında büyük farklar olmuştu. Müslümanlar dışındaki
grupların ayrıntılı şekilde ele alınmasından anlıyoruz ki devlet bu grupları
Müslümanlardan daha çok merak ediyordu(!), ancak bunun iyi niyetli bir merak
olmadığı ileriki yıllardaki tecrübelerle sabit oldu.
1913-1914 RUM KAÇIRTMASI
Bu kötü
tecrübelerden ilki 1913-1914’de, Ege bölgesinde yaşayan Rum tebaaya yönelik
kaçırtma harekâtı. Hezimetle sonuçlanan Balkan Savaşlarından sonra iktidardaki
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ‘dahili tümörler’ olarak görülen
gayrimüslimleri ülkeden sürmeyi kararlaştırdığında ilk hedef Ayvalık’taki 120
bin, Çanakkale’deki 90 bin, İzmir’deki 190 bin, Urla ve Çeşme’deki 130 bin
Rum’un kaçırtılmasıydı. İttihat ve Terakki’nin yeraltı kolu Teşkilât-ı
Mahsusa’nın liderlerinden Kuşçubaşı Eşref’in belirttiğine göre: “Ege
havalisindeki temizleme işini, Ordu olarak Pertev Paşa’nın (Demirhan)
kumandasında olan Dördüncü Kolordu’nun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey
(Eğilmez), mülkî amir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey, İttihat ve Terakki Fırkası
namına da mes’ul murahhas Mahmut Celâl Bey (Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin
bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezareti’nin ve
Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.”
Plan uyarınca
Kuşçubaşı Eşref’in yönetimindeki çeteler Rum köylerine baskınlar yapıyorlar,
eli silah tutan Rum gençleri, Amele Taburlarına sevk ediliyor, bunlar yol,
orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı. Kaçışı hızlandırmak için ‘Gavur’
İzmir’in camilerinde hocalar gayrimüslimlerden mal alınmasını boykot için vaaz
vermeye başlamışlardı. Geceleri Rum dükkânları renkli boyalarla işaretleniyor,
yerli-yabancı tüm kurumlara Rum çalışanları işten çıkarma emri veriliyordu.
Lafı uzatmayalım ekonomik boykot ve çete baskınlarıyla Edremit, Ayvalık,
Bergama, Foça, Menemen, Karaburun ve İzmir’in Rumları kaçırtıldı. Rum
kaçırtmasının başındaki isimlerden, Galip Hoca namlı Celal Bayar, 1967’de
yayımlanan hatıratında Birinci Dünya Savaşı öncesi sadece İzmir ve civarından
130.000 dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu övünerek
açıklamıştı.
1915-1916 ERMENİ SOYKIRIMI
Devletin kendi
tebaasını ‘Müslüman-gayrimüslim’, ‘vatanperver-vatan haini’ diye ayırmasının en
vahim sonucu 1915 Ermeni Tehciri/ Kırımı/ Soykırımı oldu. 24 Nisan 1915
tarihinde, İstanbul’daki evlerinden tek tek toplanan bir grup Ermeni aydını,
toplum lideri, sanatçısı, siyasetçisinin Ayaş ve Çankırı’ya sevkiyle gayriresmi
biçimde başlayan kırım, 27 Mayıs 1915’te çıkarılan geçici kanunla resmîleşti.
Tehcirin, fiilen sona erdiği 4 Ekim 1916 tarihine kadar, devlet, elindeki
kayıtlar sayesinde ufak tefek fireler (!) dışında Ermeni tebaasını Suriye
çöllerine doğru bir ölüm yolculuğuna çıkarılmıştı. Yakın tarihe kadar kaç
Ermeni’nin tehcir edildiğini de bilmiyorduk. Sayılar 2,5 milyon (Ermeni
Patrikhanesi’ne göre) ile 413.067 (ATASE’ye göre) arasında değişiyordu. Murat
Bardakçı’nın 2008 yılında yayımladığı Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi adlı
kitapta 924.158 Ermeni’nin tehcir edildiği yazılıydı.
Taner Akçam,
Talat Paşa’nın defterinde 18 vilayet ve kasabanın adının olduğunu, buna
karşılık Ermenilerinin sürgün edildiğini başka kaynaklardan bildiğimiz
İstanbul, Edirne, Aydın, Kastamonu, Suriye, Antalya, Biga, Eskişehir, İçel,
Kütahya, Menteşe, Çatalca ve Urfa gibi merkezlerden sürülenleri de ekleyince 1
milyondan fazla kişinin tehcir edildiğini ileri sürdü. Nitekim Talat Paşa’nın
defterindeki listenin altındaki notta, sayıların yüzde 30 arttırılması
gerektiği yazılı. Böylece en az 1.2 milyon Ermeni’nin tehcir edildiği ortaya
çıkıyordu.
Ermeni
kaynakları 1.5 ila 2.5 Ermeni’nin öldüğünü iddia ederken, 1918’de savaş
suçlarını soruşturmak üzere Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı
Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen
Ermeni sayısı 800.000’di. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde
“Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden
veya mülteci olarak 500.000’ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da
katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyordu. 1983
yılında ‘Resmî tarihçi’ Kâmuran Gürün “Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak
yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten
zaiyat (harp hâlinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300
bini geçmez,” diyerek ciddi bir iskonto yapmış ama ortada büyük bir katliam
olduğunu inkâr edememişti.
1921’DE GİZLİ HIRİSTİYANLAR
1913-1915
arasında canlarını kurtarmak için pek çok Ermeni’nin, Rum’un ihtida ettiğini
(Müslümanlığa geçtiğini ya da geçmiş göründüğünü) ve bunların devletin gizli
kayıtlarında olduğunu Müdafaa-i Milliye Vekili Fevzi (Çakmak) Paşa’nın ağzından
öğrendik. Paşa, Meclis’in 22 Ocak 1921 tarihli gizli oturumundaki konuşmasında
300-400 bini Karadeniz sahillerindeki vilayetlerde, 100-150 bini Niğde,
Kayseri, Akdağmağdeni gibi Orta Anadolu vilayetlerinde olmak üzere tüm ülkede
toplam 800 bin Hıristiyan bulunduğunu, bunların ekonomik hayattaki yerlerini
korumasından duyduğu rahatsızlığı belirtmişti. Generale göre ya bunların
imalathanelerde, nafıa işlerinde yani yol, köprü, tünel gibi bayındırlık
işlerinde çalıştırılması ya da orta hâllilerinden senelik 500, zenginlerinden
1000 lira ‘askerlik bedeli’ alınması gerekmekteydi. Bu tedbirler (!) o yıl
alınmadı ama ileriki yıllarda sık sık gündeme geldi.
Aradan 4 yıl
geçmişti ki, 1925 tarihli Şeyh Said İsyanı’ndan sonra hazırlanan Şark Islahat
Planı’nın bir parçası olarak 1927’de çıkarılan bir sürgün kanunu ile Diyarbakır
ve Bayazit (Ağrı) Vilayeti’nden 1.400 kişi Batı illerine sürüldü, bunların
yerine Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkasya’dan gelen Müslümanlar
yerleştirildi.
1934 TRAKYA OLAYLARI
Aradan 7 yıl
geçti. 1934 yılı yazında devlet yine elindeki listeleri karıştırdı ve hem
Trakya’daki Yahudilere hem de Doğu’daki Kürtlere karşı bir tasfiye harekâtına
girişti. Önce Yahudilerin başına gelenleri özetleyeyim. Yaklaşan savaşın da
yarattığı gerginlik ortamında devletin bazı unsurları ve yerel faşistler,
tarihsel olarak Trakya’da yoğunlaşmış olan yerleşik Yahudi halkını,
mandıracılık ve ticaretteki başarıları yüzünden kıskanıyorlar, tefecilik
yaptıkları için öfkeleniyorlar, Türkçe konuşmadıkları için sadakatlerini
sorguluyorlardı. Bu duyguların merkezi yönetimin Trakya’daki uzantıları
tarafından yönlendirilmesi zor olmadı. Önce, Edirne, Kırklareli, Keşan,
Çanakkale gibi merkezler olmak üzere Trakya’nın çeşitli bölgelerinde yaşayan
Yahudi cemaatinin önde gelen üyelerine ölüm tehditleri içeren mektuplar
gelmeye, halkı Yahudi tüccarları boykot etmeye davet eden bildiriler boy
göstermeye başladı.
İlk fiziki
saldırılar 21 Haziran 1934’te, yaklaşık 1.500 Yahudi’nin yaşadığı Çanakkale’de
başladı. Militanlar, alışveriş edilmesini önlemek için Yahudilerin
dükkânlarının önünde nöbet tutuyor, bazı evlere, şehri terk etmedikleri
takdirde öldürüleceklerine dair tehdit mektupları yolluyorlardı. Durumun her
geçen gün kötüye gittiğini gören Yahudiler 25 Haziran 1934 tarihinden itibaren
Çanakkale ve Gelibolu’yu terk etmeye başladılar. Alelacele gitmek zorunda
kaldıkları için mal ve mülklerini değerinin çok altında fiyatlarda elden
çıkarmak zorunda kalmışlardı.
2 Temmuz 1934
günü bir grup saldırgan “Yahudilere ölüm!” haykırışlarıyla Edirne’deki Yahudi
mahallesini bastılar, dükkânları ve evleri yağmaladılar, Yahudileri dövdüler ve
İstanbul’a gitmelerini emrettiler. Panik içindeki Yahudilerden varlıklı olanlar
buldukları ilk araçla İstanbul’a doğru yola çıkarken, yoksullar ve araç
bulamayanlar, yaya olarak Yunanistan ve Bulgaristan sınırına yönelmişlerdi.
Geride kalan bir avuç ürkmüş yoksul Yahudi’ye ise, fırınlar ekmek satmıyor,
bakkallar yiyecek vermiyor, sakalar su dağıtmıyordu. Görevleri etnik kökeni ne
olursa olsun vatandaşı korumak olan idari makamlar, görevlerini yapmak yerine,
kalanlara 3 Temmuz günü bir tebligat ile 48 saat içinde şehri terk etmelerini
emrettiler.
Ama en acı
olaylar Kırklareli’nde yaşandı. Sadece o yıla mahsus olmak üzere, her yıl
Edirne’de düzenlenen Kırkpınar güreşleri, Kırklareli’nin Loryalo Parkı’na
alınmış, böylece aslında küçük bir kasaba olan Kırklareli’nde büyük bir
kalabalığın toplanması sağlanmıştı. Ardından Yahudilere karşı sözlü sataşmalar
başlamış, Kırkpınar güreşlerinin son günü kalabalık dağılırken, bazı insanlar
bu grupların arasına sızarak, Yahudilerin evlerine, dükkânlarına girmeye,
onlara karşı kaba ve saldırgan bir tavır takınmaya, kadınlarına ve çocuklarına
sataşmaya başlamışlardı. Bir grup lise öğrencisinin Yahudi mahallesindeki
evleri taşlamasıyla tırmanan olaylar taşlamaya silahsız askerlerin ve halkın da
katılmasıyla çığırından çıkmış ve 65 ev yağmalanmıştı. Olaylar çarşıya sirayet
etmeden bastırılmıştı ancak çapulcular Kırklareli hahamı Moşe Fintz’i evinde
yakalayıp çırılçıplak soymuşlar ve usturayla sakalını kesmişler, biriktirdiği
paralarını almışlar, sokaklarda birkaç genç kızın yüzüklerini çalmak için
parmaklarını kesmişler, bir genç kıza da tecavüze yeltenmişlerdi. Gün
ağarırken, Kırklareli’nde yaşayan 400 Yahudi dehşet içinde gara koşmuş,
trenlere atlayıp İstanbul’a kaçmıştı. İşin ilginç yanı, Kırklareli tren
istasyonunda her zaman en fazla üç vagon olurken, o sabah tam 16 vagonun hazır
beklemesiydi.
Yahudilerin
diliyle ‘La Vaka’
(olay, vak’a), ‘Barunda’ (gürültü, karışıklık, kıyamet) veya ‘La Furtuna’ (fırtına),
Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Gad Franko ve Mişon Ventura’nın 4 Temmuz
1934 günü Atatürk’le yaptığı gizli görüşme sayesinde sona erecekti. Olayların
ardından CHF’nin hazırladığı bir rapora göre Trakya’da yaşayan 13 bin
Yahudi’den 3 bini (bazı kaynaklara göre 7-8 bini) İstanbul’a göçmüş, pek çok
kişi mal ve mülklerini kaybetmişti. Bu tarihten sonra Türkiye’deki Yahudiler
hiçbir zaman kendilerini güvende hissetmediler. Ve fırsatını buldukça başka
ülkelere göç ettiler.
1934 İSKAN KANUNU
Bu olaylardan
kısa süre önce devlet Kürt vatandaşlarına karşı da bazı ‘tedbirler’ (!)
almıştı. 1927-1930 arasında kademeli olarak gelişen Ağrı İsyanı’nı kanlı
biçimde bastırıldıktan sonra hem ‘Kürt Meselesi’ni hâlletmek hem de Türkiye’ye
dalgalar hâlinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için
hazırlandığı anlaşılan İskân Kanunu 15 Haziran 1934 tarihinde kabul edildi.
Kanuna göre halk üçe ayrıldı: 1) Türk kültüründen olanlar ve Türkçe konuşanlar
(Anadolu’nun etnik olarak Türk olduğu düşünülen ve Türkçe konuşan ahalisi ile
Türkçe konuşan göçmenler), 2) Türk kültürüne bağlı olanlar ama Türkçe
konuşmayanlar (Kürtler), 3) Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve Türkçe
konuşmayanlar (Araplar, Müslüman olmayan azınlıklar, anarşistler, casuslar,
göçebe çingeneler.) Bundan sonra sıra, Türk kültürüne bağlı olanların belli
yerlerde yoğunlaştırılmasına, Türk kültüründen olmayanların Türkler arasında
dağıtılmasına geldi. Kanun uyarınca kaç kişinin sürüldüğünü bilmiyoruz ama 1947
yılında çıkarılan 5098 Sayılı Kanun ile sürgünlerin iskân edildikleri yerde
oturma zorunluluğu kaldırıldığında, Türkiye’nin değişik bölgelerine
serpiştirilmiş 4.128 hanede yaşayan 22.516 kişi Şark vilayetlerindeki eski
yurtlarına dönmüşlerdi. 1948 yılında çıkarılan 5227 Sayılı Kanun ile 917 hanede
4.607 kişi daha Doğu Anadolu’ya döndü.
1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU
Bu olaydan 8
yıl sonra listeler yeniden masa üstüne çıkarıldı. Bu sefer kaçırtma için
fiziksel şiddet değil, ekonomik şiddet seçilmişti Başbakan Refik Saydam’ın
beklenmeyen ölümünün ardından Temmuz 1942’de Başbakan olan ve Türkçü
fikirleriyle tanınan Şükrü Saraçoğlu dönemine damgasını vuracak olan Varlık
Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350
milletvekilinin oybirliğiyle kabul edildi. Varlık Vergisi Kanunu’na göre güya
II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte yaşanan ekonomik sıkıntılara çare
olmak üzere bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi
alınacaktı.
Kanun metninde
gayrimüslim, Müslüman gibi ayrımlar yoktu ama uygulamada yükümlüler, Maliye
Bakanlığının belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu
(Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde
12.5’ini, G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini, D grubu (dönmeler) yüzde
25’ini, E grubu (ecnebiler) yüzde 12,5’sini ödemekle yükümlüydü; çiftçiler de
yüzde 5 ödeyeceklerdi.
18 Kasım
1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde
70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si
gayrimüslimdi. Gayrimüslimlere uygulanan vergi oranları Müslümanlara
uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da
Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.
Bu yüksek
vergileri ödeme süresi 20 Ocak 1943 günü bitti, ertesi gün hacizler başladı.
Haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın
mükellef 27 Ocak 1943 tarihinden itibaren çalışma kamplarına gönderilmek üzere
bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1.229 mükelleften 21’i (bir
kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta
hayatını kaybetti.
Avrupa’da
savaş cephesindeki gelişmeler ve İsmet İnönü’nün Roosevelt ve Churchill’le
görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine
dönebildiler. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi
faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin
anlaşılması sayesinde 15 Mart 1944’te kaldırıldı. Verginin kaldırıldığı
oturumda konuşan Emin Sazak “Bu kanun onları affederse bu gibi insanlar bu
milletin içinden çıkıp gitmelidirler. (...) Hükümet tedbir almadı fakat millet
intikamını alır. Linç mi eder ne eder bilemem,” diyerek 1955’teki 6-7 Eylül
olaylarının ilk sinyalini vermişti.
6-7 EYLÜL 1955 YAĞMASI
Kıbrıs’ın
kaderinin belirleneceği Londra Konferansı’nın toplandığı günlerdi. Bazı
Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa ‘o gün pek dışarı
çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına göz kulak olmaları’ yolunda
uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü, saat 13.00’de radyolar, Selanik’te
Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini vermişti. Öğleden
sonra o güne kadar tirajı 20-30 bini geçmeyen İstanbul Ekspres adlı gazete,
haberi 300 bin adetlik iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu.
Öğleden sonra,
İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya
başladı. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi
gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü,
Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Kadıköy, Moda,
Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik
etmek için “Makarios’a ölüm’, “Kıbrıs Türk’tür” diye haykırıyor, ellerindeki
Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin
ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, hemen her semtte
yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve
kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini,
hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba
boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini
anlatacaklardı. Olaylar sırasında, resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayri
resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. Değişik kaynaklara
göre 4 ila 15 arasında ölüm, 200’ü aşkın tecavüz olayı yaşanmıştı. Yıllar sonra
Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı, Genelkurmay İstihbarat başkanlığı ve MGK’da
üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu’na
6-7 Eylül’ün ‘devletin muhteşem bir örgütlenmesi’ olduğunu söyleyecekti.
1978 KAHRAMANMARAŞ VE ÇORUM KATLİAMLARI
Aradan 23 yıl
geçmişti ki, derin devletin eli tekrar kaşınmaya başladı. 1978 yılı yazında
görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, Alevîlerin ve solcuların
oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları
dolaşmışlar, yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla
işaretlemişlerdi. Bazı bölgelerde ise PTT görevlisi olduklarını söyleyen kişiler
kapılara işaret koymuşlardı. Müftü de resmî araçla şehri dolaşıp kışkırtıcı
konuşmalar yapmıştı.
19 Aralık 1978
gecesi, ‘Esir Türkler Haftası’ vesilesiyle Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD)
tarafından tüm Türkiye’de eş zamanlı gösterilen Sovyetler Birliği aleyhtarı
‘Güneş Ne Zaman Doğacak?’ adlı filmin gösterimi sırasında Kahramanmaraş’taki
Çiçek Sineması’na düşük tesirli bir bomba atıldı. Bir grup faşist ‘Müslüman
Türkiye!’ sloganlarıyla CHP İl binasına saldırdı. 20 Aralık’ta Yenimahalle’de
Alevîlerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atıldı. 21 Aralık’ta öldürülen
iki solcu öğretmenin cenaze töreninden sonra cenaze törenine katılanlarla 10
bin kişilik faşist grup arasında çatışmalar oldu. 23-24 Aralık 1978 günleri,
baltalı, palalı saldırganlar işaretli evlere, binalara saldırıya geçtiler.
Resmî rakamlara göre ölü sayısı 111, gayri resmî kaynaklara göre bunun en az
iki katı insan, doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledildi. Çok sayıda
kadına tecavüz edildi, göğüsleri kesildi. 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi..
Olaylardan sonra Ecevit Hükümeti’nin tek yaptığı 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek
oldu. Daha sonra olaylara karışan bazı kişilerin adına 1996’daki Susurluk
Skandalı’nda rastladık.
Aradan 2 yıl
geçmişti ama devletin fişlerle işi bitmemişti. Tedavi gördüğü kanser hastalığı
yüzünden ölmesi an meselesi olan MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın
bilinmeyen kişilerce 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da öldürülmesiyle doğan
gerilimin ‘meyveleri’ Çorum’da toplandı. Bu sefer iktidarda Süleyman Demirel’in
çoğunluk hükümeti vardı. Haziran ayı boyunca Çorum kent merkezinde ve çevre
köylerde gerginlik tırmandırıldı. 4 Temmuz 1980 Cuma günü ‘Komünistler Alaaddin
Camii’ne bomba attılar’ söylentisinin yayılması ve bunun TRT’nin 19.00
bülteninde yer almasıyla başlayan saldırıda saldırganlar ‘Kanımız aksa da zafer
İslâm’ın’, ‘Kana kan, intikam’, ‘Müslüman Türkiye’ sloganları atıyorlardı.
Bilânço, çoğu Alevî 50’den fazla ölü 100 civarında yaralıydı. 100’den fazla
işyeri de tahrip edilmişti.
12 EYLÜL, 28 ŞUBAT DARBELERİ
Aradan 2 ay
geçti. Yıllardır itinayla örgütlenen 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Devlet
yıllardır solcular ve ülkücüler hakkında topladığı fişleri masaya dizdi ve
operasyona başladı. 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi
fişlendi. Binlerce kişi ülkeden kaçtı, kaçırtıldı. Açılan 210 bin davada 230
bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam
cezası verildi. O günlerde ocağı söndürülen pek çok kişinin hayatı bir daha
iflah olmadı.
Aradan 17 yıl
geçti. 28 Şubat 1997 ‘post modern’ darbesiyle devletin dindar vatandaşlarını
fişlediğini öğrendik. Aslında bu fişleme işi tüm Cumhuriyet tarihi boyunca
düzenli olarak yapılmıştı, ancak 1950 sonrasında ağırlıklı olarak sağ-İslâmcı
muhafazakâr partiler iktidarda olduğu için (CHP Türkiye’yi 1923-50 arasında 27
yıl,1961-1979 arasında kesintili 2189 gün/6 yıl yönetti. 1979’dan beri de
iktidar yüzü görmedi) fişleme işini esas olarak Kemalist yönelimli TSK içindeki
oluşumlar yapmıştı. Bunlardan Batı Çalışma Grubu’nun 6 milyona yakın kişiyi
fişlediği iddia edildi. Bu fişlenenlerden kaçının işten atıldığını, kaçının
ocağının söndürüldüğünü henüz hükümet açıklamadı ama bilançonun en azından
psikolojik açıdan büyük travmalara yol açtığı, 28 Şubatçılara yönelik bitmeyen
öfkeden anlaşılıyor.
28 Şubat’ın
üstünden 7 yıl geçmişti ki yeni bir fişleme skandalı patlak verdi. Tuğgeneral
Mehmet Kaya Varol’un komuta ettiği İstanbul Maltepe’deki İkinci Zırhlı Tugay
Komutanlığından 26 Ocak 2004 tarihinde Kadıköy, Maltepe, Kartal ve Sultanbeyli
kaymakamlıklarıyla 1 Numaralı Dikimevi Müdürlüğü, Jandarma İkmal Merkezi
Komutanlığı’na gönderdiği yazıyla, “AB ve ABD yanlısı kişilerin organize bir
grup olup olmadığı, söz konusu devletlerle ilişkilerinin mahiyetinin ne olduğu
araştırılırken biyografik bilgilerin de toplanması istenmişti. Yazının dayanağı
olan Haber Toplama Planı’yla haklarında bilgi toplananlar AB ve ABD
yanlılarıyla sınırlı değildi. İstihbarat formunda yer aldığı şekliyle
‘Azınlıklar ve kendini azınlık olarak görme eğiliminde olan (Çerkez, Roman,
Abaza, Arnavut ve Boşnak vb) gruplar’, yüksek sosyete grupları, sanatçıların
mensup olduğu gruplar, zengin ailelerin çocuklarının oluşturduğu gruplar,
tarikatlar, Satanistler, Klu Klaxcılar, Masonlar, internet grupları, cinsellik,
uyuşturucu, meditasyon, ruh çağırma vb. grupları’ da istihbarat hedefleri
arasındaydı.
ERMENİLERİN SOY KODU: 2
Bundan
sonrakiler hepimizin gözü önünde olduğu için kısa hatırlatmalarla yetineceğim.
2007 yılında (o zaman) Türk Tarih Kurumu Başkanı, (şimdi MHP Milletvekili)
Yusuf Halaçoğlu’nun, devletin 1936-1937 yıllarında Müslümanlığa ihtida eden
Ermenileri ev ev tespit ettiğini ve bu dönmelerin listelerinin elinde olduğunu
açıklaması, 2012 yılında, devletin 1937-1938 yıllarında Tunceli Hozat’ta
yürüttüğü fişleme faaliyetlerini üstlenmesi istendiği için Hozat’ın çiçeği
burnunda Emniyet Müdürü Çağlar Şan’ın intihar etmesi, İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü’nün 27 Haziran 2013 tarihinde Şişli Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazdığı
yazıyla bir Ermeni anaokuluna çocuğunu kaydetmek isteyen veliyle ilgili olarak
1923 yılından bu yana ‘vukuatlı’ nüfus kayıtlarında gizli soy kodunun yer
aldığının, bu bağlamda Ermeni vatandaşların soy kodunun 2 olduğunun itirafı...[9]
“İYİ DE NEDEN” Mİ?
Gayet basit:
Türkleştiren milliyetçilikten!
“O da ne” mi?
Taha Akyol’un
da itirafındaki üzere, “Türkiye 1850’lerden itibaren bir Türkleşme ve
İslâmlaşma sürecine girdi, toprak kayıpları, tehcir ve göçlerle Hıristiyan
vatandaşların oranı bugün yüzde bire indi. Bu ‘homojenleşme’ İttihatçı ve
Kemalist rejimlerde zirveye ulaştı.”
Bilindiği gibi
“millet sistemi” Osmanlı Devleti’ndeki dinsel toplulukların yönetim biçiminin
adıydı. Osmanlı’da “millet” sözcüğü aynı dinsel inanca sahip topluluklar için
kullanılıyordu. Ortodokslar “Rum”, Gregoryenler “Ermeni”, Museviler “Yahudi”,
Müslümanlar ise dil, ırk, kültür ayrımı gözetilmeksizin “Müslüman” milleti
olarak adlandırılıyordu. Her milletin başında doğrudan padişaha bağlı, devletin
de tek muhatap kabul ettiği bir din adamı bulunuyordu.
Osmanlı’da
devlet kendi yetkilerini yönetim, maliye ve askerlik alanları ile sınırlamıştı.
Bunların dışında kalan tüm alanlar yargı dahil o milletlerin kendi kurumlarına
bırakılmıştı. Bu uygulama her şeyden önce farklı dinsel topluluklar arasında
olası çatışmaları önleyen güçlü bir merkezi devlet koşuluna bağlıydı.
Devletin
egemen unsuru olan Müslüman milleti ve İslâm hukukuna göre “zımmi” sayılan
Müslüman olmayan milletler XIX. yüzyılın sonlarına kadar birbirleriyle
çatışmadan yaşadılar. Deniz
Kavukcuoglu’nun deyişiyle, “1789 Fransız Devrimi ile tetiklenen
uluslaşma sürecinde Yunanların Osmanlı’ya başkaldırarak bir ulus devlet
kurmalarıyla Rumların yüzlerini Yunanistan’a dönmeleri; Ermenilerin Rusya,
İngiltere ve Almanya’nın desteğiyle bir ulus devlet kurmak için harekete
geçmeleri Osmanlı’daki milletler arasındaki barışı bozmuş, dış baskıların da
artmasıyla birlikte Yahudiler dışındaki Müslüman olmayan milletler ‘ekalliyet’
olarak dışlanmışlardı. Özetle söylemek gerekirse Osmanlı Devleti’nin tebaadan ‘Osmanlı
vatandaşı’ yaratma projesi Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları sonunda
çökmüş, bu projenin yerini ‘Türkçülük’ ve ‘İslâmcılık’ almıştı.”
Çünkü XIX.
yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarının iç-dış düşmanlara karşı (onlardan daha)
“büyük nüfus” arayışı, geç dönem Osmanlı elitleri ile yeni gelişen Türkçülüğün
(Türk milliyetçiliğinin) de önemli bir meselesiydi.
Ermeni Soykırımı da bunun bir verisiydi.
Siz bakmayın
Orhan Koloğlu’nun, “Teşkilâtı Mahsusa Ermenilere karşı kuruldu” tezine karşı
çıkmasına;[10] Teşkilât-ı
Mahsusa’nın, “en başarılı işi”(!) 1915 Ermeni Kırımı idi. Arşivlerde ve
hatıratlarda, Teşkilâtın adamlarının özellikle hapishanelerden salıverilen
suçlulardan müteşekkil çeteleri ve yerel aşiretlerin oluşturduğu çeteleri
tehcirde ve kırımda istihdam ettiklerine dair pek çok ipucu var. Örneğin
Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 2 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan’da bir
konuşma yapan Meclis-i Ayan Reisi Çürüksulu Mahmud Paşa, sadeleştirilmiş dille
şöyle demişti: “Gerek Ermeni, Rum gibi gayri Müslim ve gerek Müslim unsurlar
hakkında yürütülen zulüm ve cinayet... bir takım araçlar ile çeteler denilen
Teşkilât-ı Mahsusa vasıtasıyla icra edilmiştir.”
Evet Mehmet
Emin Yurdakul’un, “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur/ Sinem, özüm ateş ile
doludur” ya da Ziya Gökalp’in, “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,/ Köylü
anlar manasını namazdaki duânın.../ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân
okunur./ Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın./ Ey Türkoğlu, işte senin
orasıdır vatanın!” dizeleriyle betimlenen Kemalist dönem böyle çıkageldi…
KEMALİST DÖNEM
“Türkiye Türkçülüğü”ne denk düşen Kemalist
döneme gelince…
Ekim 1922’de
bir grup öğretmene, “Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak
yaşıyorduk... O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz,” diyen Mustafa
Kemal çok şeyi özetliyordu.
Birinci Dünya
Savaşı sırasında Şevket Süreyya’nın “Türk değil miyiz?” sorusuna
“Estağfurullah!” diye cevap veren Kafkas Cephesi’ndeki Müslüman Osmanlı
askerlerini “Ne mutlu Türküm diyene!” diye haykırtmak çok zaman almamıştı. Bu
kısa ve radikal yolun mühendisi Mustafa Kemal’di.
Bu dönüşümü üç
aşamada sağlamıştı. İlk aşama olan “Milli Mücadele” yıllarında (1919-1922)
Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini “Düvel-i Muazzama”ya karşı
seferber etmek için ‘dini’ tanımlar kullanılmıştı. Örneğin Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920’de BMM’ye hitap ederken şöyle demişti:
“Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz
etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız
Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz
değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir
mecmuadır...”
İkinci evrede,
“dini” tanım yerini yavaş yavaş “siyasi” tanıma bırakacaktı. Önce 8 Şubat
1921’de Büyük Millet Meclisi’nin başına ‘Türkiye’ kelimesi kondu. Mustafa Kemal
“siyasi” bir terim olarak “Türk”ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e
ilişkin beyannamesinde kullandı. Ve Mustafa Kemal, Ekim 1922’de bir grup
öğretmene şöyle dedi: “Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk…
O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz.”
Türk milletinin hangi unsurları
kapsamadığının bir ipucunu Mustafa Kemal 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı Esnaf
Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmada vermişti: “Arkadaşlarımız söylevlerinde
demişlerdir ki, Adana’mıza hâkim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler
sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum
almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz.
Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir,
Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o hâlde Türk’tür ve sonsuza kadar
Türk olarak yaşayacaktır…”
Bu ırkçı
yaklaşım, 8 Nisan 1923 tarihinde Halk Fırkası’nın kuruluşunu müjdeleyen Dokuz
Umde’deki ‘Türkiye Halkı’ ile dengelenmeye çalışıldıysa da, 24 Temmuz 1923’te
Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Milli Mücadele ittifaklarına
ihtiyaç kalmadığını düşündüren adımlar atılmaya başlamıştı.
Örneğin 1924
Anayasası görüşmelerinde Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türkiye’nin harsını
(dilini ve kültürünü) benimseyene kadar Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin
‘Türk milletinin parçası’ sayılmaması gerektiğini belirtmişti. Sonunda,
vatandaşlık tanımını yapan 88. Madde “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin
vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” şeklinde formüle edilirken, 12.
Madde ile “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler milletvekili seçilemezler”
denilerek, Kürtler ve gayrimüslim azınlıkların yolu kesiliyordu.
Muhtemelen bu
dışlamaya bir tepki olan Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil
İsmet Paşa, 27 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan beyanatında
rejimin ırkçılıkta ısrarlı olacağını ilan ediyordu: “Milliyet tek
birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip
değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları derhâl Türk yapmaktır.
Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet
edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü
olmasıdır…”
Özetle Türkiye’yi
yaratan uluslaşma sürecinin motoru olan milliyetçilik, Cumhuriyeti kuran
kadrolar tarafından “Türkleştirme” olarak anlaşılmış, anlaşıldığı gibi de
uygulanmıştır.
1924 Anayasası’nın 88. maddesinin ilk
fıkrasında yer alan “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle Türk denir” ve 1937 Anayasası’nın yine 88. maddesinde yer alan,
“Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk
denir” hükümleri yer almıştır. Fakat 1930’lu yıllarla birlikte Türkiye’deki
Türk uyruklu gayrimüslimler üzerinde çeşitli baskılar uygulanmaya başlamıştır.
Yürürlükteki
anayasalara göre “Türk” kabul edilmeleri, bu yurttaşlarımızı devlet eliyle ya
da devletin göz yumduğu güçler tarafından uygulanan çeşitli baskılar karşısında
korumamıştır. Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Yezidi yurttaşlarımızın yasalar
karşısındaki eşitliği kâğıt üzerinde kalmıştır.
Bir ucu
ırkçılığa, faşizme açılan milliyetçi rüzgârlardan Atatürk’ün yakın çevresinde
yer alan ve karar verici konumlarda bulunan Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker,
Şükrü Saraçoğlu gibi devlet adamlarının etkilendikleri bir gerçektir.
Mahmut Esat
Bozkurt ilk TBMM’ye milletvekili olarak girmiş, ölümüne kadar (21 Aralık 1943)
her dönem milletvekili seçilmiş, 23 Kasım 1924 - 27 Eylül 1930 tarihleri
arasında Adalet Bakanı olarak görev yapmıştır. 19.9.1930 tarihli Cumhuriyet’te
yayımlanan şu sözler onundur: “Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde
yaşıyoruz. Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir! Dost ve düşman,
hatta dağlar, bu hakikâti böyle bilsinler! Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en
iyisinden iyidir! Türk devletinin işlerini Türklerden başkalarına vermeyelim!
Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk
Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler bulunacaktır!”
1930’larda filizlenen bu anlayış devlete
bugün de egemendir. Örneğin, gayrimüslim Türk vatandaşları üniversiteler ve
hastaneler dışında asker, sivil bürokraside istihdam edilmemektedir. TBMM’ye
milletvekili olarak girebilen bir gayrimüslim aynı Meclis’te odacılık bile
yapamamaktadır.
Ayrıca 1924
yılından itibaren sırasıyla İçişleri, Milli Savunma, Milli Eğitim, yeniden
İçişleri Bakanı ve 1946-1947 yıllarında başbakan olarak görev yapan Recep
Peker, 1931-1936 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştu.
1932 yılında faşizmi incelemek üzere İtalya’ya gitmiş, dönüşünde yazdığı ve
Başvekil İsmet İnönü tarafından da onaylanarak imzalanan, TBMM üzerinde bir
“Faşist Konsey” kurulmasını öngören rapor kaleme almıştı.
Recep Peker’e
göre, tüm “hukuki ve siyasi haklar tüm ulus fertleri için geçerliydi”. Ancak
farklı bir “etnik kökene sahip olanlar ya da olduklarını düşünenler ulusal
topluluğa katılamazlar. Çünkü ulusal topluluğun tek bir etnik kökeni vardır; o
da Türklüktür” diyordu. Dönemin anayasasındaki Türk ulusu kavramına da aykırı
düşen bu “ırkçı” yaklaşım, “etno-kültürel çeşitliliğin” reddini de beraberinde
getiriyor, farklı etnik aidiyetlerin meşruiyeti ve gerçekliği kabul
edilmiyordu.
“Nihayet
insanlık tarihi XX. yüzyıla açılırken yeryüzünü kaplayan geniş Türk
yığınlarının batı parçası, her yönden güçlü, zayıf ve karmakarışık hâle gelmiş
olan ve kendisini terkip eden cüzler arasında bir bağlılığı kalmayan Osmanlı
İmparatorluğu’nun durgunluğu içinde uyuyordu. Bereket versin ki, en büyük imha
vasıtaları ve en ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey,
bütün gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde,
kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya kahramanlık örneği gösteren
Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları
yaratan asil Türk ulusunun kanındaki yücelikten ileri geliyordu.”[11]
Devletin karar
verici konumundaki en güçlü üç kişisinden biri olan Recep Peker’in bu ırkçı
anlayışının dönemin siyasal ve toplumsal yaşamına yansımaması düşünülemezdi.
Mustafa Kemal
önderliğindeki kurucu çekirdek kadro, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan
farklı etnik kökenlerden Müslümanlar ile Müslüman olmayan halk topluluklarını
Türk ulusal kimliği potasında eritmeyi amaçlıyordu. Bunun için herkesin Türk
“dilini”, “ülküsünü”, “kültürünü” benimsemesi gerekiyordu. Bunun için
Cumhuriyet Müslüman olmayan azınlıklara karşı baskılara başladı. İlk baskı
uygulaması kendini 13 Ocak 1928 günü yapılan İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Talebe Cemiyeti yıllık kongresinde alınan “Vatandaş Türkçe Konuş!”
kampanyasıyla birlikte gösterdi.
CHP’nin bir
yan kuruluşu olarak çalışan ve Türkiye genelinde örgütlenen Türk Ocakları’nın
1926 yılında yapılan üçüncü kongresinde ilk kez “Türkçe konuşmayan azınlıklar”
konusu gündeme gelmiş ve 1927 yılındaki kongrede de devam eden tartışmalar
sonucunda 1928’de devletçe desteklenen “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası
başlatılmıştı. Bu ilkel bir uygulamaydı; sokakta aralarında kendi dillerinde
konuşan Yahudi, Ermeni, Rum yurttaşlar kabaca uyarılıyor, itiraz edenler
aşağılanıyor, hakarete uğruyor, dövülüyordu, kimi zaman herhangi bir yabancı da
bu kampanyadan nasibini alıyordu.[12]
Olaylar bu kampanya ile sınırlı kalmadı. Derinleşip, yaygınlaşarak sürdü…
Burada bir
parantez açıp, bir kere daha hatırlatalım:
“Türkiye’de
işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Ticaretimiz çok cılız, çünkü
sermayemiz yok. Amacım milli ticareti kalkındırmak, fabrikalar açmak, yeraltı
zenginliklerini meydana çıkarmak, Anadolu tüccarına yardım etmektir,”[13] diyen Mustafa Kemal hayranlığıyla,
“Biz Atatürk milliyetçisiyiz!” diyenlere, “Atatürk milliyetçiliği”nin ne
olduğunu belgeleriyle aktaralım:[14]
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ŞECERESİ
|
|||
Yıl
1925
|
Kürtçe
konuşmak yasak!
|
Şark
Islahat Planı (Kanunu):
|
“Vilayet
ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer
kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar
cezalandırılacaktır.”
|
Yıl
1925
|
Kürtleri
Türk yapmak!
|
Meclis
Başkanı Abdülhalik Renda’nın Doğu Raporu’ndan:
|
“Türkçeyi
hâkim dil hâline getirmek... Fırat’ın batısındaki vilayetlerin bir kısmında
dağınık vaziyette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak...”
|
Yıl
1926
|
Dersim
bir çıban!
|
Mülkiye
müfettişi Hamdi Bey’in raporundan:
|
“Dersim
gittikçe Kürtleşiyor. Tehlike büyüyor. Dersim, Cumhuriyet için bir çıbandır.
Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali
önlenmelidir.”
|
Yıl
1930
|
Irksal
haklar...
|
Başvekil
İsmet Paşa’nın 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet’e demeci:
|
“Bu
ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç
kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
|
Yıl
1930
|
Türk
olmayan hizmetçi olur!
|
Adalet
Bakanı Mahmut Esat Bozkurt:
|
“Benim
fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk
olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle
olmaktır.”
|
Yıl
1931
|
Kürtlük
eritilmeli!
|
Genelkurmay
Başkanı Çakmak’ın raporundan:
|
“Dersim
cahildir. Zorunlu iskan uygulanmalıdır. Yüksek memurlara koloni (sömürge)
yönetimlerindeki yetkiler verilmeli. Türklük telkini yapılmalı. Kürt kökenli
yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı. Dersimli okşanmakla kazanılmaz.
Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmelidir.”
|
Yıl
1932
|
Kürt
memur casustur!
|
İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya’nın raporundan:
|
“Kuzey
Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri harekât başlamadan önce tüm
silahlar toplanmalıdır. Yerli memurlar, (yani Kürtler) casustur. Dersimlilere
kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır.”
|
Yıl
1935
|
Erzincan
Kürtleşmesin!
|
İsmet
İnönü raporundan:
|
“Elazığ,
Erzincan, Erzurum gibi büyük merkezlerin Türkleştirilmesi önem arz
etmektedir. Bitlis’i bir Türk yuvası ve kalesi hâlinde tutmalıyız. Erzincan
Kürtleşirse, Kürdistan kurulabilir.”
|
Yıl
1940
|
Kürtler
Türkleştirilmeli:
|
CHP
raporundan:
|
“Kürtler
Türkleştirilmelidir! Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir.
Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir.”
|
Yıl
1961
|
Kendilerini
Kürt sananlar...
|
27
Mayıs Darbesi’nin raporu:
|
“Kendilerini
Kürt sananların kökenlerinin Türk olduğu ispatlanarak yayımlanmalıdır.
Bölgede asimilasyon politikalarına hız verilmelidir. Dünya entelektüel
muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılmalıdır.”
|
Yıl
1961
|
Kürt
yoktur
|
27
Mayıs Darbesi’nin lideri Orgeneral Cemal Gürsel 1961’de Diyarbakır’da der ki:
|
“Bu
memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm.”[15]
|
DERİNLEŞİP, YAYGINLAŞTIRILAN TÜRKLEŞTİRME
1938’den 1946’ya kadar uzanan dönemde asimilasyon aygıtları resmî
ideolojinin temel kurumları hâlini almış, Varlık Vergisi ile gayri-Müslimlerin
“zenginlikleri” güvensizleştirilmiştir. Özellikle Türk Ocakları ile paralel
minvalde açılan Halkevleri’nde Türk milletinin tarihi, Türk dili ve edebiyatı,
kültürü gibi çeşitli Türkçü konular işlenmiştir.
Örneğin İkinci
Dünya Savaşı arifesinde ırkçı Türkçülüğün en önemli figürü Hüseyin Nihal Atsız
(1905-1975) 1941’de yazdığı ama etkileri günümüze kadar süren ünlü vasiyetinde
şunları demişti:
“Yağmur Oğlum! Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim,
kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi iyi tut,
iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler
bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar
tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler,
Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Rumenler
yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki
düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar,
Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki
düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı
yardımcın olsun!”
Böylesi bir siyasal iklimde 40’lı yıllarda çıkarılan Varlık Vergisi ise
Kasım 1942’de kanunlaşan, İkinci Dünya Savaşı yıllarının ekonomik güçlüklerini
aşmayı hedefleyen ve edinilmiş servetlere ve karlara yönelik çıkarılan bir
defalık vergi olarak tarihe geçmiştir.[16]
Daha önce de vurguladığım gibi, Varlık Vergisi’nin önemi, gayrimüslim
azınlık, tüccar ve işadamlarına büyük darbe indirmesi ve çoğunun izleyen
yıllarda ülkeyi terk etmesine yol açmasıdır. 17 maddeden oluşan yasaya göre;
büyük çiftçiler yanında, büyük gayrimenkul sahipleri ve şirket ortakları bu
kapsamda değerlendirilmiştir. Kimin ne kadar vergi vereceği ilin veya ilçenin
en yüksek mülki amirinin başında olduğu bir komisyon tarafından belirleniyordu.
Saptanan oran ve vergi miktarına karşı itiraz olanağı yoktu. 15 gün içinde
belirtilen miktar ödenmeliydi. Bunu izleyen 15 gün içinde eğer ödeme yapılmıyorsa
çalışma kamplarına gönderiliyorlardı. Verginin tahsili için yakın akrabaların
servetlerine de el konuluyordu. Müslümanların ve yabancıların servetlerinin
1/8’inin, dönmelerin servetlerinin 1/4’ünün, gayrimüslimlerin servetlerinin de
yarısının vergi olarak alınması isteniyordu. Bu vergi Türkiye çapında 114 bin
368 kişiye uygulanmıştır. Çalışma kamplarına gönderilmek üzere toplanan 2057
kişinin 1229’u İstanbul’dandı. Bunlardan 21 kişi kamplarda ölmüştür
(öldürülmüştür).[17]
Tek parti devrinin sona ermesiyle, halktan olan gerçek demokrat bir parti
iddiasındaki Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Adnan Menderes döneminde de,
geleneksel devlet yapısı tek devlet, tek millet ve tek bayraktan çıkmamış, buna
bir de tek din söylemi eklenmiştir. Aynı dönem komünist yetiştirdiği
gerekçesiyle Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Tarih 6 Eylül 1955’i gösterdiğinde,
tarihe 6 -7 Eylül Olayları olarak geçecek olan hadise başlamıştı.[18]
O günler, İstanbul’da özellikle Beyoğlu ve büyük adada yaşayan azınlıklara
yönelik katliam ve yağma hareketinin olduğu günlerdi. Adnan Menderes’in Kıbrıs
konusundaki gerilimlere karşı koz olarak planladığı, çevre illerden bile
çapulcuların ellerinde kazma, kürek ve bayraklarla, kamyonlarla taşındığı ve
emniyet güçlerinin çıkan arbedeye uzun süre müdahale ettirilmediği elim bir
olaydı. Mustafa Kemal’in evinin bombalanması asparagasının ise o dönem İstanbul
Ekspres gazetesinin yazı işleri müdürü olan Gökşin Sipahioğlu tarafından
hazırlandığı söylenir.
Olayların seyri esansında Celal Bayar “Biraz fazla ileri gittik,” demiştir.
6-7 Eylül’de
11 gayrimüslim öldürüldü. 300’ü yaralandı. Sadece resmi rakamlara göre bile 60
kadının ırzına geçildi. O zamanın parasıyla 150 milyon liralık tahribat
yapıldı.
E. Org. Sabri
Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu’yla konuşurken, kurduğu ve iki yıl
yönettiği kontrgerilla örgütü Özel Harp Dairesi’ni (o zamanki adı: Seferberlik
Tetkik Kurulu) şöyle methetmişti: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Amacına
da ulaştı. Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”[19]
VE BUGÜN
Nihayet bugün:
Mesela Alevîler… Mesela Kürtler… Mesela Hrant’ın katli…
Bilindiği
gibi: Ulusal spor sahnesinde de ırkçılığın nesnesi Ermeniler olagelmiştir.
Örneğin, 2007 yılında Trabzonspor- Malatyaspor arasında oynanan futbol maçında,
Trabzonsporlu taraftarların “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” şeklinde
tezahüratlarda bulunmaları gibi. Türkiye 2009 Süper Ligi’nde Diyarbakırspor’un
gittiği yerlerde ırkçı sloganlara maruz kalmasını protesto eden Diyarbakırspor
başkanının bir televizyon programında verdiği “Biz ne Uganda takımıyız ne de
Ermeni, bize neden bunları yapıyorlar” demeci gibi.
Bazı
taraftarların siyahi futbolculara ırkçı davranışlarda bulunduğu Galatasaraylı
Drogba ve Fenerbahçeli Webo ile Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın bir araya
gelmesi, bir gazetede “Türkiye’de ırkçılık olmaz” başlığı ile haber edildi. Bir
başka gazetenin haberine göre ise Suat Kılıç “Türkiye’de ırkçılık tutmaz. Hem
inancımız hem de geleneklerimiz buna karşı” dedi, demesine de…
Ahmet İnsel’in, “Baştan ayaklara ırkçılık
manzaraları” diye betimlediği toplumsal koordinatlarda “azınlık” denen öteki(leştirilen)lerin hâli konusunda birkaç somut veri sıralarsak:
i) Tarih Vakfı için Yrd. Doç. Dr. Selçuk
Akşin Somel ve Nurcan Kaya tarafından hazırlanan 3 ciltlik ‘Geçmişten Günümüze
Azınlık Okulları’ raporuna göre, azınlık okulları 90 yılda eridi. 1894’te 6437
olan okul sayısı 22’ye düştü.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Musevilerin,
Ermenilerin, Rumların, Bulgarların, Keldanilerin, Süryanilerin, Marunilerin ve
başka toplulukların anadilde eğitim yapan okullarının bulunduğuna dikkat çeken
rapora göre, 1894’le 2013 arasında 6415 azınlık okulu kapatıldı. Osmanlı
İmparatorluğu bünyesinde 6437 okul varken İstanbul’da 302 gayrimüslim okulu
bulunuyordu, bu okullarda toplam 29.850 öğrenci eğitim görüyordu.
Şimdi yalnızca İstanbul’da bulunan 22 okul
var. Bunların 16’sı Ermenilere, 5’i Rumlara, 1’i de Musevilere ait. Okullar
Anadolu’da kapatıldı, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki yerlerde okul
kalmadı.[20]
ii) Vakıflar
Genel Müdürü Adnan Ertem, cemaat vakıflarının iki yılda bin 560 mülkün kendi
vakıflarına iadesi için başvuruda bulunduğunu söyledi. Şimdilik 250’si iade
edilen mülklerden 500 kadarının ise Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) tarafından
değerlendirme çalışmalarının devam ettiğini ifade eden Adnan Ertem, iadesi
talep edilen ancak herhangi bir belgesi bulunmayan 600 civarında mülkün ise
nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.
‘Yeni Şafak’a
konuşan Ertem, “Bize başvuran bazı vakıfların talep listesinde ‘Edirne’de bir
dükkân’ yazıyor, onlar da o dükkânı talep ediyor. Biz o dükkânı nereden bulup
da iade edelim? Bizi gereksiz uğraştırıyorlar. O dükkânın tapusu yoksa bile bir
kişi gelip eliyle gösterse ‘Burası bizim’ dese biz onun kayıtlarını bulup iade
ederiz. Gerekirse yer tayini için yanlarına bölge müdürlüklerimizde çalışan bir
görevli bile veririz,” şeklinde konuştu.
Son zamanlarda
tartışmalara konu olan Eminönü’ndeki Sansaryan Han ile ilgili açıklamada
bulunan Ertem ‘1936 Beyannamesi hazırlanırken cemaatlerden kontrollerinde olan
bütün vakıf mallarını beyan etmeleri istendi. Onlar da mülkiyeti kendilerinde
olmayan ancak kendi tasarruflarında olan mülkleri bile vakıf malı olarak
kaydettirdi,” dedi.
O dönemde
kaydedilenler arasında Hz. İsa adına, Hz. Meryem adına kayıtlı olanların da
bulunduğunu belirten Ertem, “O zaman Mıgırdiç Ağa Sansaryan Hanı kimse
sahiplenmeyince Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresine geçti ve ‘Mazbut Vakıf’
statüsü kazandı. Kanunlar mazbut vakıfların iadesini mümkün kılmıyor. Ermeni
cemaati de şimdi ‘Mıgırdiç Ağa bizim cemaatimizdendir. Onun vakfettiği mallar
bizim olmalı’ diyor ama 1936’da sahiplenmedikleri için mazbut vakıf oldu,” diye
konuştu.[21]
iii) Gökçeada
ve Bozcaada’da Rumca’nın 1927’den beri yasak olduğu ortaya çıktı. Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından Gökçeada’da açılmasına izin verilen Rum İlkokulu’nun,
adanın özel statüsü sebebiyle Rumca eğitim vermesinin kanunen yasak olduğu
ortaya çıktı. Adaya özel statü tanıyan 1151 sayılı “Bozcaada ve İmroz
kazalarının mahalli idareleri hakkındaki kanun”un 14. Maddesi’ne göre adada
Rumca tedrisat yasak. Kanuna göre Rumca yalnızca dil dersi olarak, ücreti
veliler tarafından karşılanan bir öğretmen tarafından ders saatleri dışındaki
belli zamanlarda öğretilebilir, okuldaki eğitim dili ise Türkçe.[22]
iv) Bir Ermeni öğrencinin okula kaydı sırasında
ortaya çıkan “soy kodu” skandalının bir benzerinin Rum okulunda da yaşandığı
ortaya çıktı. 2013 yılında Fener Özel Rum İlköğretim Okulu’na kaydı yapılan 2
kız öğrencinin “soy kodu” numarasına göre etnik olarak Rum olmadıkları ortaya
çıkınca kaydı silindi. Biri Bulgar diğeri Rumen kökenli, dini bakımdan Fener
Rum Patrikhanesi’ne bağlı olan 2 öğrenci daha sonra bir başka okula geçmek
zorunda kaldı.[23]
v) Eğitim döneminde çocuklara
dağıtılan 10. sınıf tarih ders kitaplarında Süryanilere “hain” ve “işbirlikçi”
gözüyle bakılmakta. Hatta yeni kitapta Süryanileri suçlayıcı ifadelerin çokluğu
dikkat çekiyor.[24]
vi) Rum Cemaat
Vakıfları, Ustura Kemal dizisini örnek göstererek RTÜK’e isyan mektubu yazdı:
“Dizilerde, filmlerde hep fahişe ve vatan haini gösteriliyoruz.”
Vakıfları
Destekleme Derneği, RTÜK Başkanı Davut Dursun’a gönderdiği mektupta, dizilerde
Rum vatandaşlarının, “Fahişe, düşman işbirlikçisi, vatan haini” olarak
gösterilmelerinden yakındı. Dernek, bir süre önce yayından kaldırılan Ustura
Kemal dizisinden de şikâyetçi oldu.
Dernek Başkanı
Laki Vingas ve Genel Sekreter Katerina Proku Türker imzasıyla RTÜK’e gönderilen
14 Aralık 2012 tarihli mektupta özetle şunlar vurgulandı:
“Show TV’de
haftada birkaç kez tekrar edilerek ulusal boyutta ve prime time kuşağında
yayınlanmakta olan ‘Ustura Kemal’ adlı dizi mütareke ve işgal yıllarını
(1918-1923) konu almaktadır. Bu dizide ön plana çıkarılan bazı karakterler Rum
toplumunu başından beri rahatsız etmektedir. Dizide tüm ‘fahişe, randevucu,
vatan haini, düşman işbirlikçisi’ gibi tiplemeler Rum toplumuna mal
edilmektedir.”
“1950 ve
1960’lı yıllarda politik nedenlerle ülkemizde bir kısım gazetecilerin, Rum
toplumu aleyhinde yaptığı yayınlar ve bazı sorumsuz Yeşilçam filmlerinin yarattığı
hava ülke çapında Rum toplumunu çok rahatsız etmiştir. Türkiye’de yaşayamaz
hâle gelen onbinlerce Rum, göç etmek zorunda kalmıştır.”[25]
vii) Pendik’te
Milli Eğitim Vakfı İlköğretim Okulu’nda görsel sanatlar öğretmeni Ahmet
Sarıtaş, okulda Rum asıllı olduğunu dile getirdikten sonra “gelişmiş ülkelerle
Türkiye’yi kıyasladığı konuşmalarla milli manevi değerlerin aşağılandığı
algısının oluşmasına sebebiyet verdiği” gerekçesiyle uyarı cezası aldı.[26]
viii) Uludağ
Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Sayar tarafından yazılmış, “Yahudi Karakteri (Tarihi ve
Sosyo-Psikolojik Bir Yaklaşım)” başlıklı makalede bakın, yazar Yahudi milli
karakteri için neler diyor:
“Yahudilerin
yabancı hâkimiyeti altında alabildiğine ezilmiş, horlanmış ve aşağılanmış
olmaları büyük ölçüde kendi isyankâr, uyumsuz, bozguncu ve entrikacı
karakterlerine de bağlı kalmıştır. Gerek Mısır, gerek Babil, Yunan, Roma ve
hatta İslâm hâkimiyeti dönemlerinde hep düşmanla işbirliği yaparak yaşadıkları
ülkeyi çökertmeye çalışmışlar, ama her seferinde başarısızlığa uğramışlardır.
İslâm’ın hoşgörüye dayalı yönetiminde bile eski alışkanlıkla çevirdikleri
entrika ve düşmanlıklardan ötürü Hicaz’dan sürülmüşlerdir.
Araştırmamıza
göre, Kur’an terminolojisi bakımından... Yahudi karakterinin belirleyici
kavramları şu şekilde sıralanabilir: 1. İnkâr (küfr), 2. Allah’a eş koşma
(şirk), 3. Yalanlama ve yalancılık (tekzîb ve kezib), 4. Üstünlük taslama
(istikbâr), 5. Cinayet (katl), 6. Döneklik (tevellî ve i’râd), 7. Aşağılık
duygusu ve korkaklık (zillet ve meskenet); 8. Hâinlik ve ikiyüzlülük (hıyânet
ve nifak), 9. Bozgunculuk (fesâd), 10. Haksızlık (zulüm), 11. İsyan ve
serkeşlik (isyân, i’tidâ, tuğyân, isrâf, fısk, dalâlet, hevâ), 12. İhtilâf ve
tartışmacılık (ihtilâf ve muhâcce), 13. Kıskançlık (hased), 14. Katı yüreklilik
(kasvet), 15. Dünya hayatına düşkünlük (hırs), 16. Cehâlet ve beyinsizlik (cehl
ve sefeh), 17. Sözü değiştirme (tebdîl ve tahrîf), 18. Hakkı gizleme (ketm),
19. Gazap ve lânet (ğadab ve lâ’net).
Bu kavramlarla
tasvir edilen karakter yapısına Yahudi milli karakteri olarak bakılamaz mı?
Bize göre, bu soruya müsbet cevap vermek gerekir. Yahudi karakter
tasvirlerinde, öteden beri üzerinde durulan bazı karakter özellikleri vardır.
Bu özellikler şöyle sıralanabilir: Yahudi ketumdur, sır vermez. Kurnaz ve
hilekârdır. Dayanıklı ve sabırlıdır. Gürültücü, yaygaracı ve telâşlıdır. Adsız
kalmaya, sinsi davranmaya özen gösterir. Çıkarlarına, kazancına ve maddeye
düşkündür. Avareliği ve geziciliği sever. Bu yüzden adı ‘Serseri Yahudi’ye
çıkmıştır. Dinine ve din adamlarına çok bağlıdır. Onların sözü kanun
yerindedir.
Millî ülküsüne
bağlıdır. Belli etmez görünse de, kinci ve intikamcıdır. Bu, tarih boyunca onun
en önemli gücünü teşkil etmiştir. Tutumludur, cimridir. Başkalarına (Yahudi
olmayanlara) ikiyüzlü davranmayı, yalan söylemeyi doğal görür. Ahlâk ilkeleri
millîdir, kendi aralarında geçerlidir. Yabancılara karşı farklı ilkeler
oluşturmuştur. Yahudi, Yahudi ırkçısıdır...”[27]
ix) Rıfat Bali
de, ‘Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar - Tanıklıklar’da azınlıkların asker
olma hâllerini şöyle aktarıyor…
Çelebon Yaeş:
“1934’te Askeri Mızıka Okulu seçmelerine gittiklerinde ‘Yahudilikle,
Ermenilikle alâkâları olmayacak’ öğrencileri seçmeleri için talimatları
olduklarını, binbaşı iken de kendisi için ‘Herkes Yahudileri öldürüyor, bizde
ise subay yapıyorlar’ dendiğini duyduğunu aktaracaktı.”
Süryani, 26
yaşında: “Askerde bir gün herkesi toplayıp çırılçıplak soydular. Ben
soyunmadım. Sonra ‘Sünnet olmayanlar ayrılsın’ dediler. Biz ayrıldık. ‘Sizi
sünnet edeceğiz’ dediler. Ben ‘Olmam’ dedim. Beni ikna etmek için ‘Sünnet
sağlıklıdır. Olman sağlığın açısından iyi’ dediler. Ben yine ‘Ben Hıristiyanım
ve olmayacağım’ dedim. Bir Ermeni arkadaşa da aynı şeyi söylediler. O ‘Köprüyü
geçene kadar ayıya dayı diyeceksin’ diyerek sünnet olacağını söyledi. Sonra
sünnet olup olmadığını hatırlamıyorum.”
Hrant Dink:
“Denizli 12. Piyade Alayı’na sekiz aylık kısa dönem askerlik için gittiğimde,
devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve
bir tek beni er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca adamdım, umursamamam
gerekiyordu belki. Amma velâkin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında
herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında tek başıma
saatlerce ağladım.”
Yosi
Kastoryano: “Muhtelif görevler için yapılacak seçmelerde yaklaşık 500-800 kişi
içinde ‘Aranızda cahiller, sabıkalılar ve gayrimüslimler kenara ayrılsın’
dediklerinde o anda düşündüğüm ilk şey, ‘Ben niye sabıkalı ve cahillerle aynı
kefeye kondum’ idi.”
Arsen
Yarman/1972: “Yüksek rütbeli bir subay geldi. Elinde liste. ‘Okuduğum isimler
bir adım ileri’ dedi. Birinci ismi okudu; ‘Garo Halepli’. Bir daha okudu, ‘Agop
Yeşil’. Bir daha okudu ‘Ardaş Altınay’, bir daha okudu ‘Agop Yeşil’. Dokuz kişi
yan yana çıktık, dokuzu da Ermeni. Dedi ki, ‘Diğerleri dağılsın, tüfek,
teçhizatınızı, sırt çantalarınızı alın gelin.’ Ermeninin biri bana bakar, bir
ben Ermeniye bakarım. Dokuzumuz da birbirimize bakar, dokuzumuz da Ermeni.
Dedim ne oluyor, tekrar mı götürüyorlar bizi kesmeye? Sonra anladık ki bizi
çavuş yapmaya götürüyorlar. Ama biz tabii ‘Tehcire gidiyoruz’ diye donumuza
yaptık o ayrı.”[28]
x) Liselere geçişte SBS’nin yerine getirilen 6 dersten 12 sınav
yapılmasını öngören Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sistemi’nin (TEOG) ilk
dönem sonuçları 20 Ocak 2014’de açıklandı. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi
dersinden muaf gayrimüslim öğrenciler e-okul sistemine ‘G’ yani “Sınava
girmedi” diye kodlanıp sıfır almış gibi işlem gördüler ve 33.34’e varan puan
kaybı yaşadılar.[29]
xi) Samatya’da
2012’nin aralık ayında 84 yaşındaki Ermeni Maritsa Küçük, evinde bıçaklanarak
öldürüldü. 6 Ocak 2013’deyse Surp Dzınunt ayinine giden bir kadın kaçırılmak
istendi. 23 Ocak 2013 günü yine Ermeni 86 yaşındaki Sultan Aykır evinin önünde
saldırıya uğradı. Ermenilere yönelik dikkat çekici bu saldırılar, semtte
tedirginlik yarattı.
Bazı kişilerin
evlere gelip “Ne zamandır buradasınız, hep burada mıydınız?” diye sormasının
tedirginliği arttığını söylüyorlar. Samatyalı D.A. “Önceleri ben de saldırıyı
münferit buldum. Böyle bir şeyin artık olmayacağına inanmak istiyoruz.
Yıllardır sakin bir yaşam var. Bozulacağına inanmak güç” derken, G.V ise
çocuklarına “Din dersinde ne okuyorsunuz, Türkçe’yi nerede öğrendin?” gibi sorular
sorulduğunu dile getiriyor. P.G. ise şöyle diyor: “… ‘Hrant Ahparig’
öldürüldükten sonra çok insan için iyice tatsızlaştı olanlar. Zaten sürekli
dışlandığın, vatandaş sayılmadığın bir yerde parmak kaldırıp kaldırıp ‘Ben de
ben de’ diyorsun. Bir parmak da daha ne kadar kırılır? Yurtdışında akrabası
olan gitmeye bakar. Ama insanın bu yüzden toprağından vazgeçmesi ne kadar içine
dokunuyor...”
Yaklaşan
2015’le beraber saldırıların artacağı endişesi de dile getiriliyor. Yaşlılar
sokağa çıkmıyor, yabancılara kapı açılmıyor, çocuklar okula giderken sıkı sıkı
tembihleniyor.[30]
ROMAN
ÖRNEĞİ
Türkiye’de
yıllardır Romanlar diğer halklar gibi “öteki” olarak algılandı ve dışlandı.
Teninin renginden dolayı iktidar tarafından “Esmer vatandaş” olarak tanımlanan
Romanların hâl-i pür melaline gelince; ‘İzmir Roman Kültürü Sosyal Yardımlaşma
ve Dayanışma Derneği’ Başkanı Yakup Çardak, AKP iktidarının “Roman Açılım”ında
sınıfta kaldığı vurgusuyla, bugün Türkiye’de milyonlarca Roman yurttaşın
yaşadığını söyledi.
‘Avrupa
Komisyonu’nun 2012’nin Ekim ayında açıkladığı ‘Türkiye 2011 yılı İlerleme
Raporu’nda “Roman vatandaşların… sosyal dışlanma, nüfus cüzdanlarının olmaması
nedeniyle eğitime ve sağlık hizmetlerine erişimde marjinalleşme ve ayrımcılığın
yanı sıra konut, istihdam ve kamu hayatına katılım gibi sorunlarla karşı karşı
kaldığı” vurgulanırken; yine ‘Avrupa Roman Hakları Merkezi’nden Türkiye İnsan
Hakları Gözlemcisi Hacer Foggo’nun verdiği bilgilere göre, Türkiye’deki Roman
nüfusunun 4.5-5 milyon olduğu tahmin ediliyor. 2010’daki araştırmaya göre 71
milyon 892 binlik Türkiye nüfusunun yüzde 3.83’ü Roman.
Sadece
2006-2013 yılları arasında 10 bini aşkın Roman vatandaş yerinden edilmiş
durumda. Kentsel dönüşüm, kentsel yenileme ve gecekondu dönüşüm projeleri
kapsamında İstanbul’da 2006 yılında Sulukule’de 650 Roman aile,
Küçükbakkalköy’de (Ataşehir) 140 Roman aile, Kâğıthane ilçesinde yaklaşık 60
Roman aile, 2013 yılında Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de 600’ü aşkın aile, 2006
yılından beri Bursa Kamberler’de 200’ü aşkın aile, İzmir Örnekköy Roman
mahallesinde 20 aile yerinden edildi. 2013 yılında Sakarya’nın Sapanca ilçesi
Gazipaşa Mahallesi’nde oturan 400’ü aşkın Roman ailenin evi çok cüzi paralarla
kamulaştırıldı.
Samsun’da
TOKİ’ye yaptırılan 200 Evler Mahallesi’ndeki konutlarda oturan 314 Roman aile
ise icralık oldu. Konutların taksitlerini ödeyemedikleri için icra ve tahliye
ihbarnamesi gönderilen aileler, evlerinin ellerinden alınmasından korkuyor.
Foggo, “Yoksul
Romanların yaşamlarını yeniden kurmak için gerekli olanaklardan yoksun
bırakılmaları; sosyal hayatlarını, kültürlerini, kullandıkları dili, her
seferinde başka bir yerde yeniden ortaya çıkarmaya çalışmaları onları sosyal,
kültürel çözümsüzlüğe itmektedir. Yerinden edilen Romanlar daha da derin bir
yoksulluk ve çözümsüzlükle karşı karşıya bırakılmışlardır” diye konuştu.
Örneğin AKP
iktidarının uygulamaya koyduğu “Kentsel Dönüşüm”, yüzyıllardır İstanbul
Sulukule’de yaşayan Romanlara yıkım ve felaket getirdi. Bölge halkı, hukukçular
ve uluslararası insan hakları örgütlerinin karşı çıkmalarına rağmen Romanlar
topraklarından zorla sürgün edildi.
Bu tür
uygulamalarla evleri yıkılınca Sancaktepe’ye sığınan yaklaşık 60 hane, ne
eğitim ne de sağlık hizmeti alabiliyor.
İstanbul
Küçükbakkalköy’de tapu tahsis belgeli evlerini sattıktan sonra evsiz kalan
Romanlar, kendilerine Sancaktepe’nin dışında jandarma bölgesinde bir hayat
kurdu. Çadırlarda sürdürdükleri hayatta elektrik yok, su kuyudan çekiliyor.
Çocuklar okula kayıt olamıyor, sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor.
Sancaktepe’deki
yeni hayatında Romanların elektrik ve suyu yok. Günlüğü 3-5 liraya hurda
topluyorlar. Çocuklar okula gitmek istiyor.
Ve çok önemli
bir şey daha: Bursa Valiliği Romanlarla ilgili bir şikâyet üzerine Romanları
kategorik olarak resmen aşağılıyor; hem de Meclis’e yazdığı bir yazıyla.
Tarık Işık’ın
haberinden aktarıyorum: “Ebu İshak ve Selimzade mahallelerinde yaşayan Roman
vatandaşların genelinin yasal gelir getirici herhangi bir sanat ve mesleği yok.
Bu nedenle Romanlar, gerek uyuşturucu ticareti ve gerekse kendilerine kazanç
sağlayıcı olarak gördükleri hırsızlık, yankesicilik, kapkaç, gasp gibi suçları
işleyerek hayatlarını sürdürüyor.”[31]
İşte devletin Romanlara bakış açısı bu!
DEVLET
TAVRI, CEZASIZLIK
Hakkındaki
yolsuzluktan ötürü istifa eden eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın, “Bunları
bize bir Yahudi, bir ateist, bir Zerdüşt yapsa anlarım,” diyebildiği
coğrafyamızda, resmî ideoloji mamûlatı nefret söylemi “vaka-ı adiye”dendir…
Nasıl olmasın?
Türkolog akademisyen tarihçi Corry
Guttstadt’ın, Türkiye’de anti-Semitizmin yaygın olduğunu vurgularken, “Asıl
endişe verici olgu, pek kimsenin bu sorunu fark etmemesi ve karşı
çıkmamasıdır,” demek zorunda kaldığı coğrafyamızda Patrik Bartholomeo Ruhban
Okulu konusunda, “40 yıldır din adamı yetiştiremiyoruz. Yunanistan’dan mı
getirelim?” diye isyan ederken; 166 azınlık cemaat vakfının temsilcisi Laki
Vingas’ın aktardıkları meselenin ne kadar vahim olduğunun da bir başka
kanıtıdır:
“Geçenlerde
bir devlet kurumundan randevu istedim. ‘Yabancılar şubemizin müdürüyle görüşün’
dediler bana. Bir şey söyleyemedim. Bıktım. Bugün bir Rus geliyor, bir Fransız
geliyor burada iş yapıyor. Normal, yabancılar şubesine gidecek. Peki ben? 300
senedir, 400 senedir buradayım; malım, mülküm, ticaretim, askerliğim,
hüviyetim, kaderim, mezarım, okulum, her şeyim burada. Ben de yabancıyım...
Bugün Avustralya’dan gelen adamla hiç farkım olmayacak mı?”[32]
Devlet tavrının “rehin yabancı”
uygulamalarında ifadesini bulduğu Türkiye’de demokratikleşme paketi içerisinde
izine rastlanmayan Heybeliada Ruhban Okulu konusunda Başbakan Erdoğan,[33] bir televizyon konuşmasında tarihi okulun bitmeyen çilesini, Atina’da
hizmete girmeyen iki caminin kaderiyle bağlantılı hâle getirdi.
Başbakan doğrudan “mütekabiliyet” kavramını
kullanmadı ama ifadelerden çıkan meal bu yönde. Bir anımsayalım hep birlikte:
“Bizim için Ruhban Okulu meselesi anlık meseledir. Ama biz bir şeyin iadesini
yaparken, bir şeylerin de iadesini bekleme hakkına sahibiz. Nedir o? Şu anda
bizim Atina’da iki tane camimiz var. Dedik ki ‘Gelin bunu bize iade edin, biz
bunun restorasyonunu yapalım.’ Maalesef hâlâ oyalanıyoruz. İkinci bir sorun,
bunların bir yetimhanesi vardır Büyükada’da. Muhteşem bir yer... Biz hemen dava
görüldü ve yetimhaneyi kendilerine teslim ettik. Hiç tereddüdümüz yok. O günden
bugüne daha da inşasına başlamadılar. Üçüncü bir sorun, Sen Sinod Meclisi
üyelerinin tamamıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması lazım. Yani
Bartholomeos gibi... Ben Sayın Bartholomeos’a şunu söyledim: ‘Sen dışarıdan
papaz getir, biz bunları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapalım ve Sen Sinod
Meclisi de Lozan’a uygun bir şekilde teşekkül etsin. Şu ana kadar 17 tane gelip
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına aldığımız papaz vardır. Biz bunu da yaptık.
Gel gör ki Batı Trakya’da benim 150 bin soydaşım var. Ama Batı Trakya’da benim
150 bin soydaşımın başmüftüsünü Yunan hükümeti kendi memuru gibi atıyor.
Bartholomeos’u ben kendi memurum gibi atıyor muyum? Ben nasıl Sayın
Bartholomeos’u atayamıyorsam, bu hak nasıl ki Rum Ortodokslara aitse, sen de benim
oradaki başmüftümü atayamazsın. Onu da oradaki benim Müslüman kardeşlerimin
seçmesi lazım. Onlar da gelsinler bu konuda ‘evet’ desinler, eşzamanlı adımları
atalım. Biz buna varız.”
“Rehin”ler
konusunda bir diğer gerçek de “cezasızlık”tır.
‘Kafesteki Türkiye- Hıristiyanlar Neden
Öldürüldü?’ başlıklı yapıtı kaleme alan gazeteci Sibel Hürtaş,[34] “Türkiye’de gayrimüslim cinayetlerinin cezalandırılmadığı” vurgusuyla
ekliyor:
“Bugüne kadar ne kiliselere yönelik ne de
Hıristiyanlara yönelik saldırı ve tehditler doğru düzgün bir adli incelemeden
geçti. Aynı zihniyet Ergenekon davasına da damgasını vurdu. Ergenekon
savcılarının özellikle anti-Hıristiyan kampanyayı inceleme konusunda bir
çekince yaşadıklarına şahit olduk. Eğer Ergenekon davasında bu zihniyet kodlamaları
aşılabilseydi dava bugün olduğu yerden çok farklı bir yerde olabilirdi. Aynı
kodlamaların Yargıtay’da da var olduğunu biliyoruz. En azından Hrant Dink
cinayetinin ardından ortaya çıkan bazı gerçekler bize bunu gösteriyor. Dink’in
‘Türklüğe hakaret’ iddiasıyla yargılandığı davanın Yargıtay Ceza Genel Kurulu
görüşmelerinde, sadece Dink’in Ermeni olması nedeniyle, mahkûmiyetine karar
verilebilmesi için üyeler üzerinde büyük bir baskının oluşturulduğunu
öğreniyoruz. Böyle olunca da Yargıtay aşamasında Ergenekon davasının
Hıristiyanlar açısından değerlendirilmesi beklenemez.”
Bunlara ek olarak ‘Protestan Kiliseler
Derneği’ tarafından hazırlanan ‘2013 Hak İhlâlleri İzleme Raporu’nda,
“Hıristiyanlara yönelik nefret suçları 2013’te de devam etmiş, Protestanlara ve
kiliselerine yönelik fiziksel saldırılar görülmüştür. İbadet yeri kurma ve
ibadet için kullanılan mekânların kullanımını sürdürme konusunda sorunlar devam
etmektedir,” denildi.
Dernek tarafından hazırlanan “2013 Hak
İhlâlleri İzleme Raporu”nda, Protestan toplumuna yönelik hak ihlâllerine yer
verildi. Raporda, Hıristiyanlara yönelik nefret suçlarının devam ettiği, geçen
sene Protestanlara ve kiliselerine yönelik fiziksel saldırılar yaşandığı
vurgulandı. Rapordan bazı başlıklar şöyle:[35]
MALATYA
DAVASI
|
2007’de
Malatya’da üç Hıristiyanın acımasızca katledilişinin üzerinden neredeyse 7
yıl, davanın başlamasının üzerinden 6 yıl geçmiştir. 2012 yılında mahkemeye
sunulan yeni iddianame ve süren dava, olayı azmettirmekle suçlanan kişiler,
gayrimüslimlere karşı nefret ortamının nasıl oluşturulduğunu, bu süreçte kamu
görevlilerinin, medyanın ve sivil toplumun rolünün ortaya çıkarılması
açısından detaylı bilgiler vermektedir. Süren davanın maddi gerçeği ortaya
çıkararak kısa sürede sonuçlanmasını, gerek aileler gerekse Protestan toplumu
beklemektedir.
|
KIŞKIRTICI
HABERLERDE ARTIŞ
|
Ulusal
medyada Hıristiyanlara yönelik karalayıcı ve yanlış bilgiler içeren,
objektiflikten uzak yayınların 2013’te yaygın olmaması olumlu
karşılanmaktadır. Ancak 2013’te yerel medyada ve internet haberlerinde
kışkırtıcı ve karalayıcı haberlerde artış gözlemlenmekte ve endişe ile takip
edilmektedir.
|
AYRIMCILIK
DEVAM EDİYOR
|
Hıristiyanlara
yönelik ayrımcılık devam etmektedir. Kimliklerde bulunan din hanesi, gündelik
yaşamda ayrımcılık riskini artıran bir unsur olmaya devam etmektedir. 2013’te
de Türkiye’deki birçok yabancı uyruklu Protestan toplumu üyesi birey ve aile,
oturum vizesini yenilememe veya sınır dışı etme yöntemiyle ülkeden çıkmaya
zorlanmıştır. Birçoğunun çocukları eğitim hayatlarına devam ederken bu
uygulamalara maruz kalmışlardır. Bu durumdaki bazı ailelerin, din görevlisi
vizesi başvurularının ve vatandaşlık başvurularının reddedilmesi ve sebep
gösterilmeksizin oturum izinlerinin yenilenmemesi düşünüldüğünde, bu
uygulamaya sadece inançlarından dolayı maruz kaldıkları sonucu ortaya
çıkmaktadır.
|
BAZI
NEFRET SUÇLARI, SÖZLÜ VE FİZİKSEL SALDIRILAR
|
27
Nisan’da Kurtuluş Kiliseleri Derneği’nin İstanbul Ataşehir temsilciliğine
30-40 kişilik bir grup taşlar ve yumurtalar ile saldırmıştır. İçeriye girmeye
çalışmalarına rağmen kapı kapalı olduğu için içeri giremeyen grup, kilise
tabelası, cam ve temsilcilik girişine zarar vererek uzaklaşmıştır. Koruma
tahsis edilmemiştir.
29
Aralık’ta Mardin’de Hıristiyanlığı seçen bir genç erkek, akrabaları ve Suriye
uyruklu bir kişi tarafından kaçırılarak ıssız bir yere götürülmüştür. Burada
darp edilmiş ve boğazına bıçak dayanarak kelime-i şahadet getirip
Müslümanlığa dönmemesi durumunda öldürüleceği belirtilmiştir. Bir linç ortamı
oluşturulmak istenmiştir. Kilise önderi tehditler üzerine koruma talebinde
bulunmuştur. Ancak henüz bir cevap verilmemiştir.
|
“SONUÇ
YERİNE”
Tüm bunlar “ne”yi mi gösteriyor?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan bu
yana, gayrımüslimlerden başlamak üzere Kürtlere, Alevîlere, Romanlara doğru
uzanan bir “ötekileştirme”, “ayrımcılık” ve “ırkçılık”ı önceli
İttihat-Terakki’den devralmış, içselleştirmiş ve uygulamaktadır. İşin vahim
yanı, bu konuda devlet, “millet”iyle duygudaşlık ve işbirliği içinde
gözükmektedir. Bir başka deyişle, “devlet aklı” olarak “nefret söylemi”
toplumun iliklerine işlemiş durumdadır!
Bunda hiç kuşkusuz, bu ülkede
“Sünni-Müslüman-Türk” olmanın sağladığı avantajların payı büyüktür: pek çok
“Türk” ailesinin varidatında ülkeyi alelacele terk etmek zorunda kalmış
Rumlardan ucuza kapatılmış bir ev ya da dükkân; soykırım sırasında katledilen
bir Ermeni’den gasp edilmiş altınlar; 6-7 Eylül’de yağmalanan dükkânlardan
kaldırılan eşyalar... kayıtlıdır. Bunun adına “sermayenin Türkleştirilmesi”
deniliyor; Türk(iye) kapitalizmi, neredeyse bütünüyle gayrımüslim ticaret
erbabından gasp edilmiş menkul ve gayrımenkule dayanır; toplumun
“suçortaklığı”nı devşirmek için bu gasp, tabana yayılmıştır.
Hatırlayacaksınız, Hrant’in katline ferman,
Ermeni’nin kurtuluşunun “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak
temiz kan”da olduğundan söz ettiğinde verilmişti. Hrant haklıydı… Onun yarım
kalan cümlesini bizim tamamlamamız gerek. O halde hep birlikte haykıralım:
“Sünni-Türk’ün kanını zehirleyen
Ermeni-Rum-Yahudi-Kürt-Alevi-Keldani-Nusayri… düşmanlığından kurtulması, bu
içselleştirilmiş ırkçılığıyla yüzleşmesi, hesaplaşmasıyla mümkün olacaktır!”
13 Nisan 2014
12:07:27, Ankara.
N O T
L A R
[1] Hacettepe
Ekonomi Topluluğu’nun 15-16-17 Nisan 2014 tarihlerinde düzenlediği “VI.
Ulusal Ekonomi, Siyaset ve Dış İlişkiler Sempozyumu”nun 17 Nisan 2014’deki
“Türkiye’de Öteki Olmak...” oturumunda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:158,
Ağustos 2014…
[2]
Robert Sabatier.
[3]
Ergin Yıldızoğlu, “Etnik Farklılık, Etnik ‘Çelişki’ Üzerine”, Cumhuriyet, 7
Ekim 2009, s.4.
[4]
Mesut Hasan Benli, “Ermeni Tehciri Haklı, Süryanilere Dikkat!”, Radikal, 12
Temmuz 2013, s.12-13.
[5] Okay
Gönensin, “Numaralı İnsanlar”, Vatan, 3 Ağustos 2013, s.6.
[6]
Şenay Aydemir, “Rumlar Fahişe, Ermeniler Pansiyoncu, Yahudiler Tüccar!”,
Radikal, 7 Eylül 2013, s.24.
[7]
Tarık Işık, “12 Bin 211 Köyün Adı Değiştirilmiş”, Radikal, 13 Mayıs 2009…
http://bageroguzoktayarsiv.blogspot.com.tr/2014/02/12-bin-211-koyun-ad-degistirilmis.html
[8]
Kâmil Hoşoğlu, “Köylerin Eski İsimleri”, kolkhoba@googlegroups.com, 15 Mart
2001.
[9] Ayşe
Hür, “En Uzun Yüzyılımız: ‘Asr-ı Fişleme’…”, Radikal, 1 Aralık 2013, s.24-25.
[10]
Orhan Koloğlu, Curnalcilikten Teşkilâtı Mahsusa’ya, Kırmızı Kedi Yayınevi,
2013.
[11]
Recep Peker, İnkılap Dersleri, İletişim Yay., 1984, s.16.
[12]
Cihad Baban, Ulus Gazetesi, 4 Eylül 1960.
[13]
Ayşe Hür, “Hem Millici, Hem Beynelmilelci Olmak Kolay mı?”, Radikal, 2 Şubat
2014, s.22-23.
[14]
Hasan Cemal, “Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Milliyetçilik Derken Atatürk Milliyetçiliği
Üzerine!”, Milliyet, 21 Şubat 2013, s.21.
[15]
Hasan Cemal; Barışa Emanet Olun, Kürt Sorununa Yeni Bakış; Everest Yay., 2011,
s. 33-36.
[16]
Siyasi Anılar 1939-1954, Faik Ahmet Barutçu, Milliyet Yayınları, s.263, (Varlık
Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, Ayhan Aktar, İletişim Yay.)
[17]
Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Mephisto
Yay., 2006.
[18] Rum
Azınlığa Yönelik 6-7 Eylül Terörü, Cumhuriyetin 75. Yılı, Cilt 2, 1954-1978,
Yapı Kredi Kültür Sanat Yay., 1998, s.392.
[19]
Tempo Dergisi, s. 24, 9-15 Haziran 1991, s.24; Tanksız Topsuz Harekât, Tekin
Yayınevi, 1991, s.104.
[20]
Ayça Örer, “Azınlık Okulları 90 Yılda Eridi”, Radikal, 20 Eylül 2013, s.4.
[21]
Behlül Çetinkaya, “Azınlık Vakıfları Belgesi Olmayan 600 Mülk İçin de
Başvurdu”, Yeni Şafak, 26 Eylül 2013, s.19.
[22]
“Adalarda Rumca Yasakmış”, Taraf, 31 Mart 2013, s.13.
[23]
İsmail Saymaz, “Rum Okulundan ‘Soy Kodu’ Sürgünü”, Radikal, 29 Ocak 2014, s.9.
[24]
“Süryaniler ‘İhanet’e Devam Ediyor!”, 29 Ekim 2012… http://www.demokrathaber.net/genclik/suryaniler-ihanete-devam-ediyor-h12743.html
[25]
Meltem Özgenç, “… ‘Biz Fahişe miyiz’ İsyanı”, Hürriyet, 4 Ocak 2013, s.6.
[26]
Umay Aktaş Salman, “… ‘Rum Asıllıyım’ Diyen Öğretmene Uyarı Cezası Geldi”,
Radikal, 3 Ocak 2013, s.13.
[27] E.
Fuat Keyman, “Türkiye’nin Nefret Söylemi Sorunu”, Radikal İki, 2 Eylül 2012,
s.12.
[28]
Rıfat Bali, Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar -Tanıklıklar, Libra Yay., 2011.
[29]
“SBS’de Gayrimüslimlere Puan Şoku”, Milliyet, 21 Ocak 2014… http://gundem.milliyet.com.tr/sbs-de-gayrimuslumlere-puan-soku/gundem/detay/1824970/default.htm
[30]
Ayça Örer - İsmail Sağıroğlu, “Samatya’da Ne Oluyor?”, Radikal, 25 Ocak 2013,
s.6.
[31]
Eyüp Can, “Damgalanan Romanlar ve Cono Ahmet”, Radikal, 25 Eylül 2013, s.4.
[32]
Zeynep Miraç, “Devlet Beni Hâlâ Yabancı Görüyor”, Milliyet, 9 Eylül 2013, s.16.
[33]
Bakın bir belge ne der: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan/ Genelge 13 Mayıs 2010
tarihli Resmî Gazete/ Başbakanlıktan: GENELGE-2010/13:
Anayasamızın eşitlik ilkesi çerçevesinde; ülkemizde
yaşayan gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşları, bütün Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları gibi, ayrılmaz parçası oldukları ulusal kültür ve
kimlik yanında, kendi kimlik ve kültürlerini yaşama ve yaşatma imkânına sahip
bulunmaktadırlar.
Bu vatandaşlarımızın Devlet önündeki iş ve
işlemlerinde kendilerine güçlük çıkarılmaması, haklarına halel getirilmemesi,
ilgili mevzuat gereği olduğu gibi, Devletimizin ve Türk ulusunun bir parçası
olduklarının kendilerine hissettirilmesi açısından da büyük önem taşımaktadır.”
[34]
Sibel Hürtaş, Kafesteki Türkiye- Hıristiyanlar Neden Öldürüldü?, İletişim Yay.,
2013.
[35]
Burcu Karakaş, “Hıristiyanlara Yönelik ‘Nefret’ Devam Ediyor”, Milliyet, 28
Ocak 2014, s.23.
Yorumlar