“SANATI SATAN” BUGÜN(LER) VE TİYATRO FASLI… DEVRİMCİ TİYATRO DEVRİMCİ TİYATRO TARİHİ(NDEN) PİSCATOR VE POLİ...
“SANATI SATAN” BUGÜN(LER)
VE TİYATRO FASLI…
DEVRİMCİ TİYATRO
DEVRİMCİ TİYATRO
TARİHİ(NDEN)
PİSCATOR VE POLİTİK TİYATRO
BRECHT VE EPİK TİYATRO
BOAL VE EZİLENLERİN
TİYATROSU
TÜRK(İYE) TİYATRO TARİHİNDEN NOTLAR
TİYATRONUN MEVCUT
HÂL(SİZLİĞ)İ VE BASKI(LAR)
NİHAYET
EZİLENLERİN
DEVRİMCİ-POLİTİK TİYATROSU[1]
TEMEL DEMİRER
“Tarafsız özne yoktur.”[2]
Biz burada, ezilenlerin devrimci-politik tiyatrosundan söz
ederken, yerküre bir kan deryası içinde…
Şimdi nasıl olur da, sanat siyasetten, insan(lık)ın
kurtuluşundan, devrimden söz etmez…
Kendi hesabıma, sanatın siyasallığından, doğasında siyaseti
içerdiğinden bir an bile şüphe duymayan biri olarak, onun insan(lık)ın
kurtuluşu yolunda devrimleştirici bir işlevi olması gerektiğinin altını
çizerim…
“SANATI SATAN”
BUGÜN(LER)
Ben bunun böyle olduğunun altını çizerken; Elif Key
de, “Sanatı paraya çeviren adam, Jeff Koons”dan söz eder![3]
Ne yazıktır ki
sanatın alınıp-satıldığı, metalaştırıldığı bir çürümenin orta yerinde popüler
kültüre dair tüm negatif öngörülerin gerçekleştiği, “realite şovlar”dan her gün
yeni “yıldız”lar devşirildiği, kopyanın kopyasının “sanat” diye pazarlandığı,
kapitalist kültür endüstrisinin her şeyi biçimlendirdiği ve hatta Amerikalı
“pop art efsanesi” Andy Warhol’un bile sanatçı ilan edildiği bir cinnetin orta
yerindeyiz…
Söz konusu
cinneti Ömer Erdem, “sanatı çoğunluk ve paraya indirgemek haksızlık gibi
gözükebilir. Üstelik tek başına ne para ne de çoğunluk onun ontolojisini
tanımlamaya yetmeyeceği gibi karşılaşacağımız problemler daha
karmaşıklaşabilir. Fakat her hâlükârda bu ilişkide hep bir bağlam sorunu vardır
ve günümüzün üretim-tüketim ilişkileri teknolojiyle birleşmekte ve mesele
hepten çetrefilleşmektedir,” diye tanımlarken; kapitalist kültür endüstrisinin
“sanat” dediği metalaştırma, küresel krizin çalkantılarına karşın hızlı
büyürken, bu “piyasa”da 2013 yılında 12 milyar dolarlık rekor düzeyde satış
yapıldı; en büyük alıcı da Çin oldu.
‘Artprice’ın
açıklamalarına göre, Çin 2013 yılında en çok eser satın alan ülke olarak
dördüncü kez zirvedeki yerini korudu. Tablo, heykel ve fotoğraf baskıları gibi
eserlerin satışları incelendiğinde kapitalist “sanat” piyasasının 2013’te yüzde
13 oranında büyüdüğü görüldü.
Firmanın açıklamalarına
göre Çin’in, satın alımları toplam 12.05 milyar dolar olan satışların 4.078
milyar dolarını oluşturuyor. İkinci sırada ise 2012’den yüzde 20 daha fazla
satın alım gerçekleştirerek piyasaya 4.016 milyar dolar kazandıran ABD yer
alıyor. Listede üçüncü sırada 2.11 milyar dolarla İngiltere, dördüncü sırada
ise 549 milyon dolarla Fransa bulunuyor. Fransa’yı Almanya ve İsviçre takip
ediyor.
Çin ve ABD’nin
“sanat” piyasasının üçte ikisini oluşturduğunu ifade eden Artprice CEO’su
Thierry Ehrmann, “sanat” piyasasındaki büyümenin az sayıdaki popüler sanatçının
eserlerinin yüksek fiyatlara satılmasına bağlı olduğunu belirtti.
Ehrmann,
“2013’teki gelirlerin yarısı yalnızca 100 sanatçı ve 25 bin parçadan elde
edildi” açıklamasında bulundu. Açık arttırmayla satılan en pahalı eser rekoru
ise geçtiğimiz 2013’ün Kasım ayında kırıldı. İngiliz ressam Francis Bacon’ın
“Three Studies of Lucian Freud” adlı üç parçalı tablosu, New York’ta bulunan
Christie’s’de 142.4 milyon dolara satıldı.
Artprice’tan
yapılan açıklamalara göre 2013 yılında gerçekleştirilen 50 yüksek seviye açık
arttırmanın 39’una ev sahipliği yapan New York, yüksek rakamlı eser
satışlarının “can alıcı noktası” konumunda. 3.55 milyar dolar satışla
Christie’s, en çok satış yapan müzayede evi unvanına sahip oldu. Christie’s’i
3.10 milyar dolar satışa imza atan Sotheby’s izliyor. Ehrmann, 2014’te yeni bir
rekorun kırılmasını beklerken, sanat piyasasını yatırımcılar için “güvenli bir
sığınak” olarak tanımladı.[4]
2013’TE EN PAHALIYA SATILAN 10 PARÇA
|
||
KİMİN
|
NE
|
FİYATI
|
Francis Bacon
|
Three Studies of Lucian
Freud tablosu
|
142.4 milyon dolara satıldı.
|
Andy Warhol
|
Silver Car Crash (Double
Disaster) tablosu
|
105.4 milyon dolara satılan
serigrafi boyama tabloyu artırmaya telefondan katılan Charles Moffett’in
aldığı biliniyor.
|
Jeff Koons
|
Balloon Dog (Orange)
|
59 yaşındaki sanatçının
heykeli 2013’ün Kasım ayında beklentilerin üzerinde bir rakam olan 58.4
milyon dolara satıldı.
|
Jackson Pollock
|
Number 19 tablosu
|
58.36 milyon dolara satıldı.
|
Andy Warhol
|
Coca-Cola tablosu
|
Warhol’un büyük boy
Cola-Cola şişesini resmettiği tablo 2013’ün kasım ayında Christie’s’de
gerçekleştirilen açık artırmada 57.3 milyon dolara satıldı.
|
Roy Lichtenstein
|
Woman with Flowered Hat
tablosu
|
2013’ün mayıs ayında 56.1
milyon dolara satıldı. Tabloyu alan İngiliz kuyumcu Laurence Graff, eseri
kendisine doğum günü hediyesi olarak aldığını açıkladı.
|
Alberto Giacometti
|
Grande tete mince adlı bronz
heykel
|
2013’ün kasım ayında 50
milyon dolara satıldı.
|
Jean-Michel Basquiat
|
Dustheads tuvali
|
2013’ün mayıs ayında 48.8
milyon dolara satıldı.
|
Mark Rothko
|
No.11 (Untitled) tuvali ve
Norman Rockwell - Saying Grace tablosu
|
Her biri 46.1 milyon dolara
satıldı.
|
Sanatın satıcıları,
mesela Andy Warhol, “Sanata değil fotoğrafa inanırım,” dese de; “biz” sanat
hakkında hâlâ Emile Copfermann’ın, “Sanat; özgür çalışma, özgür etkinliktir.
Satılmış emekle, ağır işle yabancılaşmamış kişinin anlatımıdır.
İnsanın insanla, insanın doğayla ilişkilerini özel bir biçimde belirler”…
Albert Camus’nün, “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”…
Andre Malraux’nun, “Ölüme karşı tek yanıttır sanat”…
Gülsen
Tuncer’in, “Ben politika yaparken sanat, sanat yaparken politika yaptım,”
uyarılarını terennüm ederiz…
Çünkü
felsefenin bir dalı olan “ahlâk” yani “etika” ve yine felsefenin bir dalı olan
“güzellik” yani “estetika” ile doğrudan bağlantılı olan bizim sanatımız ispatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür; hüküm
vermez, hüküm vermeye yol açar; taraftır/ taraflıdır!
Buna da
zorunludur sınıflı sömürücü toplumlarda…
Ressam Mustafa
Ata’nın ifadesiyle, “Sanat ilerleme ve değişimle beraber somutlaşan bir
ideolojidir.”,
Bir itiraz
olan sanat aynı zamanda unutmaz, hep hatırlatır.
Pablo
Picasso’nun Guernica tablosu, bugün insanların Guernica Katliamı’nı asla
unutmamaları için bir anıttır! Hatta onu her zulümde, kıyımda hatırlarız!
Sanatın evrenselliği benzer durumlarda kendini gösterirken; kaçınılmaz olarak
da bir isyanın yolunu açar!
Çünkü satışa
çıkartılmayan, metalaşmayan sanat, doğası gereği devrimcidir.
İşte bu
nedenle “düzen”in (iktidarın) devrimci
sanata müdahalesi; sanata karşı açtığı topyekûn savaşı devreye sokar…
Kolay mı?
Kapitalizmin devrimci sanata müdahalesi gözdağı, baskı, tehdit, sansür, rant,
yıkım, zulümdür… Yani kapitalizm devrimci sanatın Alikıranbaşkesenidir…
Daha açık
biçimde, işin Türkçesini anlatırsak: Dansın “belden aşağı”; heykelin “ucube”;
resmin “müstehcen”; edebiyatın “sakıncalı”; operanın “lüks”; orkestranın
“zulüm”; sinemanın “ayıp”; tiyatronun “tehlikeli”; kitapların “bomba” sayıldığı
koordinatlarda devrimci sanat, egemenlerin inzibati sorununa indirgenmiştir.
Baskı başını
alıp yürürken; sansür de gündelikleşip, vaka-ı adiyeye dönüştürülmüştür…
Görmeyen,
bilmeyen, duymayan var mı hâlâ?!
Siyasal
iktidar sanata geçit vermiyorken; mesela tiyatro konusunda ekliyor Ayşegül
Yüksel: “Bir yandan sanatçı özgürlüğü, öte yandan sahneler yok ediliyor…
Siyasal erkin ‘sahne sanatları’nı denetim altına alma eylemi, yaratıcı
özgürlüğü sınırlama yönünde de sürüyor…”[5]
VE TİYATRO FASLI…
Tam da bu
koordinatlarda, -“Hocaların Hocası” Sevda Şener’i anımsayıp, anımsatarak[6]- “Her zamankinden daha çok devrimci
tiyatroya, sanata muhtacız,” demenin zamanıdır.
Biliyorum;
Sosyalizmin birinci büyük dalgasının çekilmesi ya da reel sosyalist sektörün
likidasyonu veya SSCB’nin çözülüşünden sonra, “Kitlelerin
öncü (avant-garde) tiyatroya ilgisi sona erdi” dense de, ezilenlerin
devrimci-politik tiyatrosu XX. yüzyılda kitlelerin toplumsal davranışlarını,
inançlarını ve algılarını değiştirme konusunda ne denli etkili ve yararlı idiyse,
bu XXI. yüzyıl şafağında da böyledir.
Çünkü
vazgeçişin postmodern dünyasında, “postpolitik/ politikaötesi” tiyatro kocaman
bir “hiç” olmanın dışında değer arz etmemekteyken; verili krizi de -aşmaya
hizmet kelime?!- ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır…
Tüm sanat alanlarında,
özelde de tiyatrodaki kriz, “devrimin güncelliği” fikriyle, devrimcilikle
aşılacaktır.
T. S.
Eliot’un, ‘Edebiyat Üzerine Düşünceler’ başlıklı yapıtında, “Hiçbir gerçek
sanatçı, gelenekten habersiz değildir; fakat hiçbiri de ona teslim olmaz. Sanat
gelenekten yola çıkmayı gerektirdiği gibi, gelenekle kapışmayı, ona direnmeyi
de gerektirir. Bu direniş onu yok saymaya yönelik değildir,”[7] uyarısını göz ardı etmeyen devrimci
tiyatro toplumsaldır; toplumsal olan her şey de ahlâki ve politiktir.
Tiyatro toplum
için iyi olanı yapar. Ancak, bugün tiyatroda ahlâk sorunu ortaya çıkmıştır.
Çünkü tiyatro toplumun elinden alınmıştır.
Evet, tiyatro
politiktir. Tiyatro toplum için; özgürlük, eşitlik ve adalet eylemliliğidir.
Devrimci tiyatronun dili her zaman politiktir. Toplumdan uzak kalamaz,
toplumdan kopuk ele alınamaz. Ezilenlerin devrimci-politik tiyatrosu, toplumu
savunmadan politika yapamaz; yapmamalıdır da… [Bunun böyle olduğunu; örneğin,
Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) tarihinden biliriz!]
Aydınlanma ile
ortaya çıkan burjuva tiyatrosuna dair ağdalı söylenceler biz(ler)e devrimsiz
bir devrimci tiyatro, politikasız bir politik tiyatroyu anlatıp dururken;
“Tiyatronun siyasal-politik bir misyonu olabilir mi?” sorusuna, ikircimsizce,
“Evet, elbette ve kesinlikle olur; olmalıdır da…” yanıtını verip, eklemeliyim:
Tiyatro
sahnesi hiçbir zaman politikaya sırt dönemez; kaldı ki, tiyatro düşünce
üretmekle yükümlüdür.
Onun için
Brecht’in oyunları hâlâ yaşıyor. Nâzım’ın 1939’da kaleme aldığı ‘İnsan
Manzaraları’ hâlâ ayakta… Ankara Sanat Tiyatrosu da bunun için var.
Çehov’un,
Meyerhold’un, Piscator’un, Muhsin Ertuğrul’un, Dario Fo’nun, Beckett’in,
Augusto Boal’ın, Çiyiltepe’nin, Erkan Yücel’in, vb’lerinin olduğu yerde siyaset
elbette vardır.
Tiyatronun
siyasetten soyutlanması gerektiğinden söz edenler, onu işlevsizleştiren,
apolitikleştirerek egemenlerin hizmetine sokanlardır…
Bu da tamı
tamına tiyatroyu tiyatro yapan işlevinden kopartan bir tür cinayettir!
Dünya
sokaklarında isyanın sesi bu kadar yükselmişken, yerküre büyük bir kaosu
yaşarken; tiyatronun işlevi konusunda Hannah Price, “Tiyatronun en iyi yaptığı
şey, bir sürü insanın aynı anda empati kurabileceği anlar yaratmaktır,” derken
Davey Anderson da ekler:
“Dünya daha
performatif bir yer hâline geliyor; sokak, tiyatrodan etkileniyor. Sokağın daha
sanatsal olması çok güzel. Tabii insanların bir tiyatro oyununa gitmek ya da
bir protestoya katılmak arasında seçim yapması gereken anlar da olacaktır.
Belki oyundan çıkıp bir protestoya katılmak isteyecekler... Tam da bu yüzden
tiyatro bence şu anda en canlı sanat formu. İnsanlardan gelip bir şeye tanıklık
etmesini istemiyoruz sadece; ‘Gelin, bu işi bizimle yapın’ diyoruz. Sahnede,
yazdığımız sözleri söyleyecek sanatçılar olacak ama siz de birer performansçı
olabilir, farklı mekânlarda sözünüzü söyleyebilirsiniz”![8]
Tiyatronun
işlevi, eylemi toplumsallaştıran bir dinamik olmasından geçer ki, bu da tiyatronun devasa öneminin altının
defalarca vurgulanması anlamına gelir…
Alexis
Michalik’in, “Tiyatro sihirle akrabadır,” diye tarif ettiği şeyi, belki de en
iyi Bertolt Brecht’in ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı’ başlıklı eserinde
görebiliriz…
Arturo Ui,
Bertolt Brecht’in ölümsüz oyununun ana kahramanıdır ve bize “Arturo Ui mi gergedanları yaratır...
Gergedanlar mı Arturo Ui’yi?” sorusu üzerine kafa yormamızı önerir…
Arturo Ui,
esas olarak Hitler’i simgeler ama onun Amerikalı ünlü gangster Al Capone ile
harmanlanmış hâlidir...
Oyun, büyük
sermayenin kuklası olan, rüşvet ve yolsuzluk olaylarına bulaşmış bir belediye başkanının,
gangster Arturo Ui ile işbirliği yapması sonucu “siyasal tırmanışı” anlatır...
Aslında
anlatılan, Hitler’in yükselişi ve faşizmin yerleşmesi sürecidir.
Bunun yanında
‘Gergedanlar’ da, Eugune Ionesco’nun, Nazi Almanyası’ndaki totaliterleşmeyi eleştirmek
için yazdığı bir tiyatro eseridir.
İnsanlar yavaş
yavaş birörnekleşmekte ve toplum totaliterleşmekteyken; oyunun kahramanı
Bérenger, herkesin tek bir düşüncenin peşinden gittiği, birörnekleştiği, yavaş
yavaş “gergedanlaştığı” bir toplumda “gergedanlaşmamanın” “insan kalmanın”
trajik acılarını çekmektedir...
Ve perde,
toplumsal baskıya karşı direnişini haykırmasıyla kapanır: “İnsanım ben, insan
kalacağım, tek başıma kalsam bile direneceğim!”
Evet, tıpkı
Brecht’in ‘Arturo Ui’sindeki, Ionesco’nun ‘Gergedanlar’ında olduğu gibi
tiyatronun aslî işlevi hatırlatmak, göstermek ve düşündürtmektir…
İş bu nedenle
de tiyatro sanatının, iktidarlarca sevilmemesi boşuna değil. Her dönemde,
güçlünün karşısında haklının yanında olup, buyurganların şiddetine karşı evrensel
insanlık değerlerini savunan tiyatro, tüm baskılara karşı kendi dilini konuşma
hakkını ödünsüz bir biçimde savunmak zorundadır, çünkü bu, tiyatro sanatı
açısından varoluşsal bir sorundur.
Tiyatro sahnesi siyasi iktidarlarla empati
kurmaya çalışma yeri değildir; tiyatrocu böyle davranırsa kendisini var eden en
yaşamsal köklerini budamış, bir anlamda intihar etmiş veya farklı bir dünyada
yaşamayı seçmiş olur…
Sanat,
özellikle de tiyatro sanatı, toplumsal anlamını, yerini, varoluşunu ancak kendi
estetik normları içinde böyle sorular sormayı sürdürdükçe koruyabilir. Onun
için hiç kimse, hiçbir siyasal iktidar sanatçıdan, hele tiyatro sanatçısından
sorularını sormaktan vazgeçmesini beklememeli; tiyatro sanatını temsil etme
iddiasındaki sanat kurumları da siyasal iktidarlara empati çağrıları
yapmamalıdır. Burada konu, iktidarda şunun veya bunun olması değildir; sanat
tüm siyasi erk mekanizmalarının dışında kalması gereken özerk alanını kendi
elleriyle uzlaşma bataklığına sürükleyemez, çünkü uzlaşan sanat, sanat olmaktan çıkar…
Kolay mı?
Doğan
Hızlan’ın bile, “Benim siyaset ve toplum anlayışımda ‘kültür ihmalinin’ affı
yoktur! Siyasi bahanelerle sanatı, kültürü, edebiyatı yok sayan, onu ihmal
edenleri bağışlayamam. Unutmayın her sorguya çeken bir gün sorgulanır,” diye
haykırmak zorunda bırakıldığı ceberutluğun orta yerinde; hepimiz,
yaşatılanlarla “Tiyatronun hâlâ nasıl en politik sanat dalı olduğunu bir kez
daha hatırlıyoruz.”[9]
Bunlar
böyleyken; sanatın özü gereği özgürleştirici bir devrimci siyasa olduğundan
kimsenin, bir an dahi şüphesi olmamalıdır...
Tamı tamına bu
tabloda Hüseyin Avni Danyal’ın, “Bir kere sanat, siyaset üstü bir şeydir. Evet,
siyasi olmak tabii ki sanatın, tiyatronun içindedir ama tiyatro siyaset yapmaz.
Ama toplumsal bir duruşu vardır, bir bakışı vardır, bir dünya görüşü vardır.
Bundan dolayı da zaten bir siyasi kimliği vardır ama siyaset yapmaz. (…)
Sanatçı siyaset yapmalı mı, benim fikrim hayır. Zaten sahnede söylediklerinle,
kendi duruşunla bir siyasi duruşun var,” demesi örtük bir apolitizasyon
kaçışına kapı açmaktadır…
Bu ve
benzerlerinin panzehiri ise, devrimci tiyatro gerçeğini bir kere daha
anımsamak, anımsatmak ve hayata geçirmektir…
DEVRİMCİ TİYATRO
Devrimci
tiyatro, belki zayıfladı, belki geri çekildi ama yok olmadı; hep vardı…
Ve devrimci
tiyatro, herkesi derinden etkileyen Gezi/ Haziran İsyanı ile yeniden görünür
oldu, öne çıktı…
Çünkü yaşam
‘Devrimci-Politik Tiyatro’ya bir kez daha acil çağrı çıkarmıştı.
Kolay mı? 31
Mayıs 2013’de başlayan Gezi/ Haziran İsyanı hükümetin totaliter kimliğini tüm
dünyaya deşifre ederken, ülke içinde yaşanılan -özellikle medya ve sanat
alanındaki- sansür olgusu insanların sokaklara çıkıp evlerine dönmemelerinde,
isyanlarında büyük etken oldu.
Tiyatronun
yeniden devrimci kimliğine sarılmasına neden olan isyan, sadece sanatı değil,
politikaya kadar uzanan geniş bir yapıyı yeniden biçimlendirirken;
‘Devrimci-Politik Tiyatro’nun koşullara göre yeniden biçimlendiği güzergâhta,
artık her şeyin daha gerçekçi bir devrimcilikle seyirciye ulaştırılması
“olmazsa olmaz” bir şart oldu.
1960’lı
yıllarda başlayıp 1980 darbesi ile “sonlandırılan” ‘Devrimci-Politik
Tiyatro’nun yerine iktidarın ikame etmeye kalkıştığı Osmanlı padişahlarının
saray hikâyeleri, gerici-milliyetçi isimlere dizilen övgüler yıllardır
insanların ufkunu köreltmekten başka işe yaramadı.
Bunun neden
böyle olduğunu aslında hepimizi biliyoruz!
Malûm emek
sömürüsü odaklı, kapitalist sistem içinde günden güne yoksullaştırılan işçi
sınıfının, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin hikâyeleri tiyatro sahnelerinde
görünürse, iktidarın “kutsadığı” tüm olgularla Makyavelist mantık(sızlık) yer
ile yeksan olacaktır
Bilindiği
üzere: Makyavelist mantık(sızlık) insanları her dönemin koşuluna göre dizayn
ederken; Antik Yunan dönemi Miletos Tiyatrosu’nda yaşanılan ilk deneyden bugüne
tiyatro bu gayrı-insani hâli kabullenmeyip, reddeder/ mücadele eder… Bu
mücadelenin temel araçlarından biri, “devrimci tiyatro”dur.
“İyi de
devrimci tiyatro ne demek” mi?
Tiyatro sözü,
Yunanca Tanrı demek olan “Theos”dan gelmektedir. Etimolojik olarak gelişimi
şöyledir: Theos (Tanrı), Thea (Hayretle bakılan şey), Theome (Hayretle bakmak
ve temaşa etmek), Theatron (Mekân yer), Thestai (Görmek)...
Etimolojik
sıralamada görüldüğü gibi tiyatro kelimesi olağanüstülükle karışık, hayat verici,
olayları, durumları temaşa (seyretmek) anlamına geliyor. Tiyatro antik Grek’ten
bu yana gelişerek kendi içinde –aralarında devrimci tiyatronun da bulunduğu-
birçok dal üretmiştir.
Devrimci
tiyatro, XX. yüzyılın başlarında uluslararası işçi hareketi ve sosyalist
hareketlerin yükselişine bağlı olarak yaygınlık kazandıysa da, sonra işçi
hareketlerinin düşüşüne bağlı olarak da ortadan kaldırılmıştır.
Devrimci
tiyatronun politik nitelikli öğretici/ önerici gücü, onu proletarya/ ve elbette
ezilenler için propagandif öğelerle biçimlendirir. Hedef kitlesi belli olan
devrimci tiyatronun amacı, siyasal bilinç aktarmaktır.
Devrimci
tiyatroda temel ilke, tüm sanatsal araçların devrimin hizmetine sunulması;
sınıf savaşı düşüncesinin vurgulanması/ ve geliştirilmesidir.
Doğası gereği
didaktik ve duyguları kışkırtan özellikleriyle, “devrimci özne”leri, potansiyel
devrimcileri bilinçlendirmenin bir yoludur.
B. Brecht’in
ifadesiyle, “Öğrenme ve eğlenmeden alınan haz sınıfsaldır”. Althusser’e
dayanarak da “ideolojiktir” diye eklenebilir.
Evet, hem
sınıfsal hem de ideolojiktir!
Oysa burjuva
sanatının en belirgin yanı, sanatı toplumsal gelişmelerden, siyasetten ayrı
tutmak, sadece “estetik” bir metaya dönüştürmek istemesidir. Doğal olarak
burjuvazi tiyatroya da bu gözle bakacaktır.
“Ya biz nasıl mı
bakacağız?” Elbette onlar gibi değil!
Devrimci
Tiyatroyu ele alırken, öncelikli sorunumuz, halkın kültürel gelişimi ve eğitimi
açısından, devrimci mücadele açısından tiyatroyu nereye oturtacağımızdır. Buna
devrimcilerin açık bir cevabı olmalıdır. Çünkü tiyatro, hemen tüm sanatlar
gibi, halkın kültürel eğitimi ve devrimci mücadele açısından bir araçtır ve
bugün biz ne yazık ki ondan yeterince yararlanamıyoruz. Hatta “yetersiz” diye
ifade etmek bile mevcut durumu anlatmaz.
Tiyatroya
yalnızca eğlendirici bir sanat olarak bakmak ve halktan, onun gerçeklerinden
uzak biçimsel arayışlara yönelmek onu burjuvazinin çıkarlarıyla
buluşturacaktır. Tabii ki tiyatroda eğlendirici bir yan olabilir. Ancak bu da
toplumsal gelişime hizmet eden bir tarzda biçimlendirilmelidir.
Tiyatronun düşündürücü
ve dönüştürücü bir işlevi olmalıdır. Tüm bunları başarmak öncelikle tiyatro
oyuncularının bu noktadan hareket etmesiyle, bu bakış açısını kazanmasıyla
mümkün olacaktır. Dünyadaki toplumsal kurtuluş savaşlarını ve dünyadaki
devrimci sanatların gelişimini incelerken birçok kez tiyatronun halkın
mücadelesinde nasıl bir araç olarak kullanıldığını görmüşüzdür. Gördüğümüz
örnekler, tabii esas olarak sokak tiyatrosu, çadır tiyatrosu diye nitelenen
türdür.
Tiyatro kendi
doğası gereği öncelikle sadece görsel ya da sadece işitsel değildir. Bunların
her ikisini de kendi içinde barındırır. Bunları birbiriyle bütünleştirerek
estetik bir hareketlilik kazandırır. Bu özelliği doğru ve etkili
kullanıldığında halka gerçekleri anlatmada, etkilemede vazgeçilmez bir araç
hâline gelecektir. Gerçekten de tiyatro işlevli bir sanat türüdür. Mesela
Tolstoy onu şöyle tanımlar: “Tiyatro ne kansız, ne cansız, ne yüreksiz, ne de
sadece kendi için yapılan bir sanat değildir. Tiyatro; geleceğin haberciliğini
yapabileceğimiz, düşüncelerimizi açıklayıp içimizi dökebileceğimiz, insanları
yargılayıp sarsabileceğimiz bir tartışma alanıdır.”
Tiyatro
tarihsel olarak çok eskiye dayanır. İnsanlığın kendi yaşadıklarını anlatmada
kullandığı araçlar arasına girmiştir. Bunun zamanla muhtevası genişlemiş,
sadece yaşananların anlatılmasından çıkılıp, düşlenenler, kurgular, ya da başka
herhangi bir kesit anlatılmaya başlanmıştır. Doğal olarak zamanla estetik bir
içerik de kazanmış ve ilk sanatlardan birisi olmuştur. Esas olarak taklit
yoluyla anlatmaya çalışma güdüsü tiyatroya yön vermiş ve gelişimi çağlar boyu
sürerek günümüze kadar ulaşmıştır.
DEVRİMCİ TİYATRO TARİHİ(NDEN)
Dünya
tarihinde politik olmayan bir an, tiyatro tarihinde politik amaçlara hizmet
etmemiş tek bir eser dahi yoktur…
Ancak her
alanda olduğu gibi, tiyatronun tarihinin de belirleyici anları var. Özellikle
politik tiyatronun izini geçmişe doğru süreceksek bu işe belki de Fransız
Devrimi’nden başlamak gerekebilir. 1848 devrimi ve sonrasında Avrupa’da
başlayan girişimler ya da Birinci Paylaşım Savaşı’nın entelektüeller üzerindeki
etkileri, aslında ilerici ve devrimci politik tiyatronun tarihinde de belirleyici
anlardır.
Ama tarihsel
bir dönemeç var ki, geçmişin bütün tiyatro deneyimi burada kristalleşir ve
farklı bir düzeye geçer artık. Bu, Ekim Devrimi’dir. Devrim sonrasındaki
tiyatro önceden atılmış bütün adımların birikimine yaslanır ve onların ötesine
geçer. Üstelik Sovyet tiyatro hareketinin devrimin gücünü arkasına alarak
yaptığı yenilikler, uluslararası alanda da çok yaygın ve derin bir etki yaratmıştır.
Devrimden
sonra Bolşeviklerin saflarına Mayakovski, Tretyakov, Meyerhold ve Eisenstein
gibi sanatçılar katıldı ve devrimin sanatının da devrimci olması için çaba sarf
ettiler. Ekim Devrimi bu sanatçılara yeni görevler dayatıyordu: Yeni toplumun
inşasında insanlar eğitilmeli, devrim bütün hızıyla sürdürülerek sosyalizm
güçlendirilmeliydi. Mevcut propaganda araçlarıyla, yalnızca dergiler ve
kitaplar basılarak bunun yapılamayacağı besbelli olduğu için Sovyetler Birliği
tiyatroya ve diğer sanatlara yöneldi. Parti bir ajitasyon ve propaganda
departmanı kurarak, devrimin ihtiyaç duyduğu araçları bulmaya çalıştı ve
devrime yakın olan tiyatrocular bu süreçte etkin rol oynadılar.
Sovyetler Birliği
öncesi tiyatrolar sadece bu halk tiyatrolarından ibaret değildi elbette.
Moskova ve St. Petersburg gibi büyük şehirlerde Stanislavski, Çehov ve
Meyerhold gibi yazar ve yönetmenler farklı tiyatro denemeleri yapıyorlardı.
Avrupa’da I. Paylaşım Savaşı’yla birlikte gelişmeye başlayan “Avangard Sanat”
denemeleri de devrim sonrasını etkileyecekti.
Stanislavski
ve Meyerhold gibi tiyatro insanlarının devrim öncesinde şekillendirmeye
başladıkları teoriler, Ekim Devrimi’yle birlikte devrimci bir yaklaşımla ele
alınarak Sovyetler Birliği’ni 1920’den sonraki politik tiyatronun öncü üssü
hâline getirdi. Avangard sanat Sovyetler Birliğinde devrimci bir içerik
kazandı.
Söz konusu
tabloda devrimci dramaturji uygulayan tiyatro eylemi, 1920-1930 kesitinde
Almanya’da ve Rusya’da etkinlik kazanan işçi tiyatroları ile uyarma ve
propaganda tiyatroları, dar anlamda, Devrimci Tiyatro ile eşanlamlı kullanılan
tiyatro biçimleri olmuştur.
İkinci
Paylaşım Savaşı’ndan önce devrimci ilerici politik tiyatronun gelişiminde
Sovyetler Birliği’nden sonraki en önemli odak elbette ki Almanya’dır.
1933 yılında
faşistler iktidara gelinceye kadar Almanya halk örgütlülüğünün gücü açısından
dünyanın sayılı ülkelerinden biriydi. Almanya’da sosyalizmin XIX. yüzyılın son
çeyreğinde başlayan yükselişi Birinci Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra bir
devrimci kalkışmaya yol açmış ve Alman Komünist Partisi bütün yanlış
politikalarına rağmen 1920’ler boyunca kitleselliğini arttırmıştı. Bu durum
elbette ki ülkedeki politik sanatın seyrini de etkiledi, Erwin Piscator,
Bertolt Brecht, Kurt Weill ve John Heartfield gibi sanatçılar hep Komünist
Partisi’nin ve Sovyetler Birliği’nin ideolojik hegemonyasının etkisiyle ortaya
çıktılar.
Rusya’daki
proletkült hareketiyse, proletkült tiyatrolarının, proleter devrimci işçi
tiyatro hareketinin yaygınlık kazanmasına yol açmıştır.
Bu dönemde,
Rusya’da toplumsal siyasal devrime koşut, “tiyatro devrimi” çok önemli bir
tiyatro hareketi olarak yer almış; tiyatroyu devrimsel dönüşümlere uğratma
yönünde yenilikçi tiyatro uygulamalarına sahip olmuştur.
Almanya’da,
Piscator’un politik tiyatrosu da devrimci tiyatro kapsamı içinde görülmelidir. İlerici
dışavurumcu hareketle birlikte Brecht’in epik tiyatrosu üstünde geniş etkisi
olmuştur…
Yukarıda da
belirttiğim gibi, 1930’larda ABD’de işçi sınıfı hareketine bağlı ‘The League op
Workers Theaters’, bu ülkedeki Devrimci Tiyatro hareketinin en yetkin örneği
olmuştur.
Çin Halk
Cumhuriyeti’nde ise, özellikle Kültür Devrimi sırasında kamusal gücün ve komünal
eylemin anlatımı olarak devrimci model tiyatro yapıtları, köktenci uyarma ve
propaganda oyunları olmuştur.
1970’lerde
öğrenci hareketlerine bağlı olarak ABD, Almanya, Latin Amerika ve Fransa’da
sokak tiyatrosu ve gerilla tiyatrosu etkinlikleri de bir çeşit Devrimci Tiyatro
etkinlikleri olarak görülebilir.
Devrimci
Tiyatro, XX. yüzyılın başlarında uluslar arası işçi hareketine ve
sosyalist devrimci harekete bağlı olarak yaygınlık kazandıktan sonra, işçi
hareketi pratiğine bağlı olarak ortadan kalkmasa da, geri çekilmiştir!
Ancak XXI.
yüzyılın başındaki mevcut hâl, devrimci-politik tiyatro geleneğinin yeniden
tarihin sahnesi çıkacağı/ başrol oynayacağı koşulları biçimlendirirken;
şimdilerde Erwin Friedrich Maximilian Piscator ile politik; Bertolt Brecht ile
diyalektik ve epik; Augusto Boal ile ise ezilenlerin tiyatrosunu anımsamakta
büyük yarar var.
PİSCATOR VE POLİTİK TİYATRO
Siz bakmayın;
“Piscator tiyatrosu dışarıya yenik düşmüştür. Onun tiyatrosu artık yaşadığı
çağda geçerliliğini yitirmiştir. Ütopyaların yıkılması ve sistem karşıtı hareketlerin faşizmin
duygusal kışkırtıcı ya da sert politikalarına yenik düşmeleri de bu
sebeptendir,”[10] diyenlerin
zırvalarına…
Erwin
Friedrich Maximilian Piscator, tiyatroya, sınıfsız bir toplum gerçekleşinceye
kadar savaşmak zorunda olduğuna inanarak başladı.
Ona göre
tiyatro, bütün sanatlardan daha çok seyirciye politika anlayışı aşılardı.
Tiyatronun
konusu politikaydı, içinde bulunduğu zamandı. Onun amacı, tiyatroyu propaganda
aracı olarak kullanmak, proletaryaya politikayı aşılamak ve tiyatroyu proletarya
için yapılan savaşta göze çarpan önemli bir etken yapmaktı. Yani “politik”ti…
Politik
tiyatro için yeni yönetim düzeni gerekliydi ve daha önce de oynanacak yeni
oyunlar… Dünya edebiyatının eldeki oyunları Piscator’a yetmiyordu. Aynı
düşüncede olan ve proletaryadan yana olan genç yazarları kendine bağladı. Onun
için tiyatro çalışması kolektif bir çalışmaydı. Politika konularının tümü,
enflasyon, militarizm, Yahudi düşmanlığı, işçilerin durumu, adalet, devrim…
onun tiyatrosuna içkindi…
Piscator
tiyatroyu politikleştirdi. Aynı zamanda, politikayı tiyatrolaştırdı. Piscator,
proletarya savaşını ortaya koymadı. Hem sahnede hem seyirci kitlesi arasında
proletarya savaşı zaten vardı. Onun için tiyatronun kendisi tümüyle politik bir
olaydı.
Piscator, hiç
çekinmeden, sahne tekniğinin izin verdiği bütün öğeleri kullandı.
Oyunlarının
malzemesini zamanın olaylarından topladı; gazetelerden, politikacıların
konuşmalarından, işçilerin sokak gösterilerinden…
Başvurduğu
öğelerden biri de filmdi. Filmi sahne dekoru olarak da kullanıldı. Sahnede
devrim hakkında konuşulurken, arka planda devrim ayaklanmaları gösterildi.
Film, çelişme olarak da kullanıldı. Sahnede diplomatlar içki içerek
konuşurlarken, arka planda perdede gaddarca savaş sahneleri gösterildi.
Film, geleceği
önceden bildirmek için de kullanıldı. Sahnede Çar ailesi daha yaşarken, arka
planda perdede kurşuna dizildiler.
Piscator’a,
filmin yabancı bir öğe, epik olduğunu öne sürerek çattılar. Ama Piscator için
film estetik değil, propagandif bir öğeydi. Onun için şu vardı: seyircileri
çekip koparmak, onları olayların içine sokmak…
Klasiklere de
el attı çekinmeden. Onlardan yalnızca devrimci olanları sahneye koydu.
O oyunları
aktüelleştirdi. Metinleri değiştirdi.
Faşistler bu
davranışın klasikleri değerinden düşürebileceğini göze alarak huysuzlandılar.
Çetin tartışmalar ortaya çıktı. Ama Piscator yolundan dönmedi. Brecht’in daha
sonraları söylediği gibi “kişi klasikleri değiştirebilir, eğer yapabilirse”.
Piscator bunu
başarıyordu.
Eğer seyirci,
seçilen seyirci kitlesi değilse, politik tiyatro etkisiz kalır. Piscator’un
seyircisi işçilerdi. İşçileri tiyatroya çekmeyi denedi. Yönetme gücü, fabrika
ve kenar mahallelerdeki ucuz oyun gösterileri, onu başarıya ulaştırdı; işçiler
geldi. Tiyatronun bir lüks ve yalnız burjuvazi için bir yer değil, kendi
problemlerinin ortaya koyulduğu bir ortam olduğunu kavradılar.
Almanya’da
gittikçe daha da güçlenen faşizm, onun tiyatro çalışmasını durdurdu. Ancak
geçici bir duraklamaydı bu. Devamı 30 yıl sonraydı. Uzun yıllar sonra yaşlı ama
dipdiri döndüğü Almanya’da Piscator, yeni bir politik tiyatro kurmayı başardı.
Piscator’un
hayatı yazıldığı zaman, yüzyılımızın Alman politik tiyatrosu kendiliğinden
ortaya çıkar.
“Tiyatroyu
politikaya yöneltme onuru özellikle Piscator’undur. Bu yöneltme olmaksızın,
benim tiyatrom düşünülemezdi,” demişti Bertolt Brecht.
Piscator’un
politik tiyatrosunu biçimlendiren ilkeler, tiyatronun siyasal bir görev
üstlenmesiyle başlar ve Marksist felsefenin tarihsel maddecilik ilkesine
dayanarak, tiyatronun sınıf mücadelesine bir silah olarak hizmet etmesini,
seyirciyi koşullandırmaların etkisinden kurtararak, yaşamın gerçeklerini doğru
bir biçimde algılamasını sağlamayı öngörür.
Ayrıca,
tiyatro, siyasal bir görüşü savunan, ortaya koyan bir araç olduğuna göre,
konusunu da güncel olaylardan almalı ve seyircisine gerçek belgeler sunmalıdır.
Bu ilkeler uygulamada filmle, fotoğraflarla, istatistiklerle, belgelerle
olayların akışının sık sık kesildiği bir sunuş tarzı gerektirdi. Böylece,
Piscator’un deneyleri birbirini açımlayarak gelişti. Oyunun temposunu
hızlandıran, zaman ve mekân sınırlarını genişleten film, projeksiyon, hoparlör gibi
anlatım araçlarının kullanılması, eş zamanlı (simultane) sahneler yapılması,
döner sahneden, yürüyen bantlardan yararlanılması, sahne mekanizmasının önemini
alabildiğine arttırdı. Durmadan geliştirilen, denenen sahne düzenlemeleri,
teknik yenilikler ve hareket sanki bu tiyatronun simgesi olmuştu.
Sonuç olarak
denebilir ki; politik çalışmaların ve politik gerilimlerin yoğun olduğu bir
dönemde ve yerde uğraş veren Piscator’un çalışmaları ve ortaya attığı “Politik
Tiyatro” kavramı, tiyatronun politikleşme sürecinde güncel etkinliğini arttırma
yolunda en önemli çabalardır.
John Willet’in
deyişiyle, “Eğer politik bir sanata sahip olacaksak, bu en azından Piscator’un
ortaya koymuş olduğu sorunlarla yüz yüze gelebilecek kadar güçlü ve olgun bir
sanat olmalıdır.”
BRECHT VE EPİK TİYATRO
Devrimci-politik
tiyatrodan söz edince, “Brecht’çi misiniz?” soruyla karşılaşırsınız ki, bu da
diyalektik, epik tiyatrosu ile Bertolt Brecht’in konunun nasıl da merkezinde
olduğunu ortaya koyar…
Gerçekten de
Brecht, bir kuram hâline getirdiği Epik Tiyatro ile tiyatroya köklü bir
müdahalede bulunmuştur.
Brecht
diyalektik-materyalizme inanmış bir sanatçı olarak çalışmalarını, eserlerini
sürekli geliştirerek ve değiştirerek yürüttü. Aynı şekilde toplumu
değiştiren-dönüştüren bir estetik için uğraş verdi. Ona göre sanat eseri
toplumu değiştirmiyorsa pek bir işe yaramıyordu.
‘Üç Kuruşluk
Opera’ başlıklı oyunuyla, çürümüş kapitalist topluma ve insanlar arası
ilişkilere ciddi eleştiri getiren Brecht, geliştirdiği Epik Tiyatro yönteminde
var olan illüzyon (yanılsama) yaratma yerine 4. duvarı kaldırarak izleyicinin
hikâyeye eleştirel bakması yeniliğini getirdi. Böylelikle izleyici aklıyla etkin
duruma geçecekti.
Epik
tiyatronun eleştiri ve çözüm önerisi, çağdaş tiyatro geleneğinde önemli bir
yeri olan yabancılaştırma teknik ve efektleri aracılığı ile aktarılır.
Epik müzikte
notalar bir duygu sarhoşluğu yaratmaktan çok aklı öne çıkartıp metni ve oyunu
yargılayan bir yabancılaştırma unsurudur.
Klasik
tiyatronun tersine epik ışıklama size sıcak, yatıştırıcı ve dizginleyici bir
atmosferden ziyade her an dikkatinizi ayakta tutacak ve izlediğinizin bir oyun
olduğunu sürekli hatırlatacak “soğutulmuş” bir dünya sunacaktır.
Epik oyun ve
biçim, aldatma ve illüzyon değil seyirciye yapılan açık bir hesaplaşma çağrısı
üzerinden yürütür yolculuğunu.
Brecht ve
devrimci politik tiyatronun kurucuları, yaşamın değiştirilebilir olduğunu ve
sanatın bunu mutlaka göstermesi gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır. Zira daha
önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi, burjuva sanat ve edebiyatı da, verili
toplumsal koşulları değişmez bir mutlaklık içinde sunmuş ve derin sınıfsal
çelişkilerle karakterize olan kapitalist sistemi onaylamıştır. Sanatın bu
şekilde, burjuva sınıf çıkarlarının arabasına koşulması; “sanat için sanat”,
“saf sanat” ve “sanata politika karıştırmamak gerekir” söylemiyle örtülür. Oysa
kendinden menkul, mutlak, sınıflar ve çıkarlar üstü bir sanat yoktur.
Geçmişten
günümüze, en anıtsalından en mahremine kadar bütün sanat eserlerinin konusu
insanların yaşamlarıdır. O insanlar ki, günümüzde derin sınıfsal çelişki ve
çatışmaların egemen olduğu kapitalist bir toplumda yaşamaktalar. Dolayısıyla
sanatın muhtevasını belirleyen de bu toplumsal çelişkilerdir. Böyle bir
toplumda, sınıflar üstü, sınıfların çıkarlarıyla damgalanmayan bir sanatın
olması mümkün değildir. Bundan ötürüdür ki, Brecht, “Sanat için tarafsızlık,
yalnızca egemen taraftan yana olmak anlamını taşıyacaktır,”[11] der.
Kapitalist
toplumda “tarafsız sanat”tan söz edilemez. Tersine, sosyal yaşamda bir ihtiyaç
hâline gelen, günlük hayatın bir parçası olan ve bundan ötürü de kitleleri
doğrudan kavrayan sanat, kitle iletişim araçları aracılığıyla da, geçmişe
nazaran çok daha fazla, burjuvazi tarafından vurucu bir ideolojik silaha
dönüştürülmüş bulunuyor. Sanatın tümüyle sömürülen kitlelerin çıkarına ve
toplumsal gelişmeye hasredilmesi, ancak bir proleter devrimle mümkün olacaktır.
Brecht’in de dikkat çektiği gibi, o zaman sanat, sadece toplumsal gelişmeye
hizmet sunmakla kalmayacak, beraberinde bütün eğlencelerin en büyüğü de
olacaktır. Brecht, böyle bir dünya kurulması için sanatı proletaryanın
mücadelesinin hizmetine koşma amacıyla çalıştı ve geride büyük bir miras
bıraktı. Üzerinde yaşadığımız topraklarda “işçi tiyatrosu” geleneğini yeniden
yeşertip geliştirmeye çalışan bilinçli işçilerin, Brecht’in bu büyük mirasından
öğrenecekleri çok şey vardır.
1927’de ‘Epik
Tiyatronun Zorlukları’ başlıklı makalesinde Brecht, epik tiyatronun
farkını şöyle tanımlıyordu: “Epik tiyatro ilişkisini birkaç alımlı söz kümesi
ile ifade edemeyiz. Epik tiyatro kavramı ayrıntıları, oyuncunun oyununu, sahne
tekniğini, dramaturgiyi, sahne müziğini, film kullanılışını kapsamalıdır. Epik
Tiyatronun asal [temel] konusu seyircinin duygularından çok aklına
yönelmesidir. Seyirci bir yaşantıyı paylaşmak yerine, olaylarla karşı
karşıya gelir. Gene de bu tiyatronun duyguyu yadsıması yanlıştır.”[12]
Tiyatronun
genel olarak egemen sınıfların bir eğlence yeri olarak kaldığını belirten
Brecht’e göre, o dünyanın değiştirilmesi için bir araca dönüştürülmelidir
Nasıl bir
tiyatro yapılması gerektiğinin cevabını vermeden önce, nasıl bir dünyada
yaşandığının yanıtını “Üretimdeki artışlar yoksulluğun daha da artmasına neden
oluyor; doğanın sömürülmesinden yalnızca belli bir azınlık, insanları sömürme
yoluyla kazançlı çıkıyor. Herkesin ilerlemesi olabilecek şey, azınlığın
ayrıcalığına dönüşüyor ve üretimin gittikçe daha büyük bir bölümü, dev savaşlar
için yıkım araçları yaratmak hedefine yöneltiliyor,” diye veren Brecht,
böylece devrimci politik tiyatronun üstlenmesi gereken misyonu da ortaya koymuş
oluyordu: Kapitalist sistemin değiştirilmesi!
Brecht’e göre,
tiyatro, gerçeğe ilişkin etkili betimlemeler yaratabilmek ve yaratma hakkına
sahip olabilmek için kendini gerçeğe adamalıdır. Brecht tiyatronun neyi sahneye
taşıması gerektiği üzerinde duruyordu: “Bizim gereksindiğimiz tiyatro, belli
olayların gerçekleştiği ve insan ilişkilerinden oluşma, belli tarihsel bir
alanın izin verdiği duyguları, bakış açılarını ve itkilerini sunmakla
yetinmeyip, alanın değişime uğratılmasında rol oynayan düşüncelerle duyuları
kullanan ve üreten tiyatrodur.”
Varlığını
gerçeğe ve kapitalist sistemin değişmesine adayan bu tiyatro, “Daha çok ağır
yaşam koşulları içerisinde yaşayanlardan oluşan geniş kitlelere kapılarını
ardına kadar açık tutar. Amaçlanan, bu kitlelerin tiyatroda kendi büyük
sorunları ile yararlı bir tartışma ortamına girmelerini sağlamaktır.”
1932’de Ana oyunu
sahnelenirken Brecht şöyle yazıyordu: “Bu gösterimin amacı izleyiciye politik
kavganın belli biçimlerini öğretmekti.” Gerek Piscator gerekse Brecht,
tiyatroyu bir mücadele kürsüsü hâline getirdikleri ve işçi kitlelerinin
eğitilmesinin hizmetine sundukları için, burjuva yorumcuların saldırılarına
maruz kalmışlardır.
Burjuva
yorumcuların saldırılarının sanatsal güdülerden ziyade, devrim mücadelesinin
sahneye taşınmış olmasından ileri geldiğini bilen Brecht açısından önemli olan
işçilerin, ezilenlerin tutumlarıydı.
“Tiyatro,
insanlar arasında geçen, aktarılmış ya da kurgu ürünü olaylara ilişkin canlı
betimlemelerin eğlendirme amacıyla oluşturulmasıdır,” diyen Brecht’e göre,
tiyatro hem eğlendirici hem de öğretici olmalıydı. Ona göre öğrenme ve eğlenme
diyalektik bir bütündü. Tiyatro kurumunun en genel işlevi eğlendirmektir ve bu
soylu bir işlevdir tiyatro için. Brecht açısından, “seslendiği kitlenin bilgi
ve deneyimlerine hiçbir şey katmayan sanatın değeri sıfırdır.”
Politik öğreti
meselesinin sanata bulaştırılmaması gerektiğini söyleyenlere şöyle diyordu:
“Sanatla öğrenmenin birbirlerinden ayrılabilir şeyler olduğuna
inanmıyorum.”[13]
“Gerçeklik
değişiyor; onu yansıtabilmek için yansıtma biçimleri de değişmeli,” diyen
Brecht’in gerçekçilik önerisine gelince o da şöyledir:
“Gerçekçiliği
varolan belirli eserlerden çekip çıkarmaya çalışmamalıyız; insanlığa gerçekçiliği
kendilerinin hâkim olabileceği bir biçim içinde vermek için eski yeni, denenmiş
denenmemiş ve isterse sanat dışı bir alandan elde edilmiş olsun, her türlü
aracı kullanmalıyız... Bizim gerçekçilik kavramımız geniş ve siyasi olmalıdır,
tüm göreneklere egemen olmalıdır.”
Bunların
yanında devrimci tiyatronun öncülerine ve Brecht’e göre, sahne ile seyirci
arasına bir duvar örülmesi ve ona tiyatroda olduğunun unutturulması, seyirciyi
tümüyle pasif bir konuma itecektir. Pasif konuma itilen seyirci olayların
gelişimine ortak olamadığı için, olayların ve düşüncelerin kendisinden ziyade
karaktere yönelecek, onunla özdeşleşerek onun duygularını yaşamaya başlayacak,
oyun bittiğinde ise bir arınma (katharsis), bir rahatlama yaşayarak salondan
ayrılacaktır.
Oysa seyirciyi
duygusal ve psikolojik bir rahatlamaya itmekten ziyade, düşünmeye itmek
gereklidir. Brecht’e göre seyirci transa geçerek sahnede gösterilene kendini
kaptırmamalı, olayları yargılamalı ve salondan düşüncelerle ayrılmalıdır. Epik
tiyatronun amacı, “bir neden olmadıkça düşünmeyen” kitleleri olaylar karşısında
tavır almaya itmek ve düşünmeye sevk etmektir. Bunun sağlanabilmesi içinse,
seyirciyi pasif konuma iten duvar yıkılmalı, sahne ile salon arasındaki uçurum
ortadan kaldırılmalıdır.
BOAL VE EZİLENLERİN TİYATROSU
“Tiyatro eylemi, zorunlu olarak politiktir,
çünkü insanların bütün eylemleri politiktir ve tiyatro da bu eylemlerden
yalnızca biridir… Tiyatroyu politikadan soyutlamaya çalışanlar, bizi temel bir
yanlışa sürüklemek istiyorlar ki, bu da politik bir tutumdur,”[14] diyen Augusto Boal[15] ezilenlerin tiyatrosu konusunda
anımsanan ilk isimdir…
1960’lar
boyunca farklı biçimler almaya başlayan dünyada devrimci tiyatrolar tarihinde
bir merhaleye denk düşen ve devrimci tiyatronun ikinci dalgası olarak da
anılması mümkün olan ezilenlerin tiyatrosu, silahlı mücadelenin yükseldiği
Güney Amerika ve Güneydoğu Asya ülkelerinde boy verdi.
Söz konusu
tiyatro yeni-sömürgelerdeki Frantz Fanon, Che Guevara, Paulo Freire, Amilcar
Cabral, Kwame Nkrumah gibi aydınların teorisi ve pratiğini arkasına almıştı…
Yeni-sömürgeciliğin
iktisadi sonuçlarına itirazda somutlanan; sömürgeciliğin psikolojik etkilerine,
kitleleri edilgenleştirmesine ve yabancılaştırması itiraz eden ezilenlerin
tiyatrosu; zihni ve bedeni sömürgeleştirilmiş, beyaz maskeler ardına saklanan
ezilenlerin nasıl özgürleştirileceğine yanıtlar aramıştı.
Brezilya hem
Güney Amerika’daki yeni-sömürgeci dönüşümü özetleyen tarihiyle, hem de
Ezilenlerin Tiyatrosu yönteminin yaratıcıları olan Augusto Boal ve Paulo
Freire’nin anavatanı oluşu nedeniyle dikkate değerdir.
Brezilyalı
tiyatrocu Augusto Boal’in değişimi 1959 yılındaki Küba devrimiyle ve Brezilya
toplumundaki huzursuzlukların artmasıyla hızlandı. Brezilya Komünist Partisi
aydınlar arasında giderek popülerleşiyor, sanatçıların sanatlarına yönelik
sorgulamaları artıyorken; “Tartışmalarımız estetik değil, daha ziyade politik
tartışmalara dönüşmeye başladı. Üzerinde en çok durulan konu şuydu: Tiyatromuz
kime seslenmeliydi? … İşçi sınıfından olan karakterleri temsil edip, onları
orta sınıfın ve zenginlerin masasına akşam yemeği mezesi olarak sunmanın manası
neydi? Seyircilerimizin halktan olmasını arzuluyorduk… Bu gizemli ve çok
sevilen ‘halkın’ hizmetinde olmak istiyorduk… ama biz halk değildik,” diye
ifade ediyordu durumu Boal…
Halk olmak…
1960’lar boyunca halk olmak Augusto Boal’in en önemli kaygısı hâline geldi. İlk
devrimci oyunlarını 1960’ların ilk yıllarında sahnelemeye başladı. Halkla
kurduğu bağlarını güçlendirmek için Brezilya’nın köylerini dolaştı. Zaten o
dönem bütün solcu entelektüeller halk olmak istiyorlardı. Örneğin bir rahip
olan eğitmen Paulo Freire de Brezilya köylüleriyle ilk çalışmalarını
gerçekleştirmeye başlamıştı. Freire yukarıda bahsettiğim ve solcu rahipler
tarafından kurulan Halkçı Eylem örgütün bir üyesiydi. Boal rahip Freire ve onun
eğitim yöntemiyle tanışmış ve çok etkilenmişti.
Boal buradan
şu sonucu çıkarıyordu: “Tiyatrocu insanlara yoksulluğu, sömürüyü ve
emperyalizmi anlatmak için çok uygun olduğunu düşündüğü bazı semboller ya da
olay örgüleri keşfedebilir ancak bunların halkta hiçbir karşılığı olmayabilir.
Halk zengin deneyimiyle bambaşka ve daha etkili semboller geliştirmiş olabilir;
sanatçı onlara karışıp bu sembolleri öğrenmediği, olay örgülerini halkın
yaşadıklarından çıkarak geliştirmediği sürece, sanatın halklaştırılması, halk
için yapılması mümkün olmaz.”
Tiyatro
anlayışını konusunda şöyle diyordu Boal,
“Ezilenlerin
poetikasını anlamak için onun asıl amacı akılda tutulmalıdır: İnsanları -yani ‘seyirciyi’,
tiyatro fenomeninin pasif varlıklarını- özne, oyuncu, dramatik eylemin
dönüştürücüleri hâline getirmek. Umuyorum ki farklılıklar nettir. Aristoteles
seyircinin iktidarı dramatik karaktere devrettiği ve böylece dramatik
karakterin seyirci yerine eyleyip düşünebildiği bir poetika önerdi. Brecht’in
poetikası seyircinin iktidarı kendi yerine eyleyen karaktere devretmesi ama
düşünme hakkını kendine saklaması, bunu da çoğunlukla karakterle ters düşerek
yapmasını önerir. Ama ezilenlerin poetikası eyleme odaklanır: İzleyici kendi yerine
eylesin ya da düşünsün diye karaktere ya da oyuncuya hiçbir iktidar devretmez;
tam tersine kendisi baş oyuncu olur, dramatik eylemi dönüştürür, sonuçlar
dener, değişim planlarını tartışır -kısacası kendisini gerçek eylem için
eğitir. Bu durumda belki tiyatro kendinde devrimci değildir ama devrim için bir
provadır. Özgür seyirci, tüm bir insan olarak eyleme başlar. Eylemin kurgusal
olması bir şeyi değiştirmez; önemli olan bunun bir eylem olmasıdır!”
Yine bir başka
yerde de şunları ekliyordu:
“İnanıyorum ki
bütün gerçek devrimci tiyatro grupları tiyatronun üretim araçlarını halka
devretmelidir, ki halk da bunları kullanabilsin. Tiyatro bir silahtır ve bu
silahı kullanması gereken halktır.”
Bu
düşüncelerle birlikte Augusto Boal ünlü “Forum Tiyatrosu” tekniğini geliştirdi.
Forum tiyatrosu, oyuncuların aksiyonu bir yere kadar getirdikleri, tam kilit
noktada oynamayı bırakarak seyirciye “siz olsanız nasıl çözerdiniz” diye
sordukları bir tiyatro biçimiydi.
Seyirciler
daha sonra söz alarak sahneye çıkıyorlar ve oyuncu olarak sahnedeki sorunu
çözmeye çalışıyorlardı. Tabii ki de bu durumun düzen içerisinde çözülemeyeceği
bilincine sahip olan oyuncular, bu türden fikirler süren seyirciler karşısında
işi çıkmaza getirerek, nihayetinde bütün çözüm yollarının tüketildiği, çözümün
düzen içerisinde mümkün olmadığı bir noktaya ulaşıyorlardı seyirciyle birlikte.
Tiyatronun bir
bilinç yükseltme aracı olarak daha da mükemmelleştirilmesi, bir silah olarak
daha da sivriltilmesi Piscator’dan bu yana bütün politik tiyatro teorisyenlerinin
temel sorunu olmuştu. Ve aslında Brecht de dahil hepsi oyuncu-seyirci ayrımını
ortadan kaldırmak için yöntemler geliştirmeye de çalışmıştı.
Boal’in
“ezilenlerin tiyatrosu” sistemi ve bu sistemin “forum tiyatrosu”, elbette
devrimci sanatçılar tarafından işlevselleştirilip kullanılabilir.
TÜRK(İYE) TİYATRO
TARİHİNDEN NOTLAR
Osmanlı
Devleti’nde André Antoine’ın kurduğu konservatuvara Darülbedayi adı kondu.
Darülbedayi güzel, mükemmel ve yeni şeylerin evi anlamına geliyordu.
Bugünün
İstanbul Şehir Tiyatroları 1914 yılında Darülbedayi adıyla doğmuştu
1934’te Şehir
Tiyatrosu adını alan, yıllar içinde İstanbul kentinin çeşitli semtlerinde
yerleşik sahnelerinin kurulmasından sonra da İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Şehir Tiyatroları olarak anılan günümüzdeki dev sanat kurumu, tam 100 yıl önce
1914’ün aydınlık insanlarınca Darülbedayi (Güzellikler Evi) olarak
tasarlanmıştı.
Darülbedayi’nin
açılış töreni 13 Ocak 1915’te yapılmıştı…
Darülbedayi’nin
tam da 100 yıl önce, 1914 yazında “düşünce”den “girişim” aşamasına geçtiği
süreçten bir kaç nokta anımsatmak yararlı olacaktır.
1908’de II.
Meşrutiyet’le oluşan coşkulu ortam tiyatro alanında da görülmekteydi. Ulusal
bir tiyatro kurma düşüncesi o yıllarda oluşmuştur. Darülbedayi bu tür bir
yaklaşımın ürünüdür. Zamanın İstanbul belediye başkanı (modern cerrahinin
öncülerinden) Cemil (Topuzlu) Paşa bir konservatuvar kurulması düşüncesini
ortaya atmış, Avrupa’da “gerçekçi akım”ın tiyatrodaki ilk büyük
yönetmenlerinden Andre Antoine 17 Haziran 1914 tarihli mektupla Fransa’dan
İstanbul’a çağrılmıştır.
29 Haziran
1914’te İstanbul’a gelen Antoine’ın 28 Temmuz 1914’te bir Fransız arkadaşına
yazdığı mektupta şu sözler yer alıyordu:
“... Benden
bizim Comedie Française örneğinde bir ulusal tiyatro ile bir konservatuvar istiyorlar.
Tabii ne oyuncuları, ne öğretmenleri, ne öğrencileri, ne dekorcuları, ne
tiyatroları var. Bütün bunları ekimin birinde hazır edecek şekilde çalışıyorum.
(...) bana eski İstanbul’un göbeğinde büyük bir Türk konağı verdiler, şimdi bu
binanın içinde geniş odalar, öğrenciler için küçük bir tiyatro salonu yapıldı.”[16]
Ne ki, I.
Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla, “kuruluş” o yıl gerçekleşemedi. Osmanlı
İmparatorluğu ile Fransa’nın savaşta karşı saflarda yer almasıyla da Antoine
çalışmalarını noktalayamadan ülkesine döndü. İstanbul Belediyesi’nden, 4
Ağustos 1914 tarihinde gazetelere gönderilen ilanla, Darülbedayi’nin açılışının
daha sonraki bir tarihe dek ertelendiği bildiriliyordu.
1914’ün
Kasım’ıyla 1915’in Ocak ayı arasındaki dönemde, İstanbul Belediyesi’nce
kurulan, üyeleri saygın kültür insanlarından seçilmiş bir yan kurul Darülbedayi
için bir yönetmelik hazırladı. Bu yönetmelik “Güzellikler Evi”ne, bir okul olma
yanında, profesyonel bir tiyatro kuruluşu olma özelliği de veriyordu.
İlk
profesyonel tiyatro temsilini 20 Ocak 1916’da Hüseyin Suat’ın “Çürük Temel”
oyunuyla sunmuştu bu kurum…[17]
Bu işin bir
yanı; söz konusu bütünsellikte tarih(imiz)e göz atarsak; mesela Dostlar
Tiyatrosu’nun kurucusu Genco Erkal 50 küsur yıldır sahnede!
Neredeyse tamamı tiyatroya adanmış bir yaşam... İnançlarından, tiyatro sevgi ve
saygısından, siyasal ve sanatsal görüşlerinden, devrimci tiyatro anlayışından
hiç ödün vermeksizin, düşündüklerini hangi iktidar döneminde olursa olsun
sakınmadan söylediği, sanat ve mücadele ile dopdolu geçen bir yarım yüzyıl...
1959’den
itibaren Kent Oyuncuları, sonra da Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu...
Sonra da
1963 yılında, Ankara’da (İstanbul’daki ‘Arena Tiyatrosu’nun bir
devamı olarak) Asaf Çiğiltepe yönetiminde kurulan AST…
AST, kendi dönemi
içinde, ödenekli ve ticari tiyatrolara karşı, ilerici gençlik ve deneme
tiyatrolarının niteliksel birikimi olmuştur.
Repertuar
tiyatrosuna ve takım oyunculuğuna dayanan, öncü bir sanat tiyatrosu olarak
Ankara Sanat Tiyatrosu, çoğunlukla çağdaş dünya klasiklerine
(Örneğin, Samuel Beckett, Brendan Behan, Armand
Salacrou, Max Frisch, August Strindberg) yer verirken, özellikle bir
‘Brecht - Gorki tiyatrosu’ kimliği kazanmış; bu arada, Türk(iye)
tiyatrosuna da büyük önem verdiği gibi, (Örneğin, Nâzım Hikmet, Orhan
Kemal, Cahit Atay) yeni oyun yazarları kuşağının yetişmesine de büyük
katkı sağlamıştır. (Sermet Çağan, İsmet Küntay, Güner
Sümer, Bilgesu Erenus, Vasıf Öngören, Oktay Arayıcı)
AST’da Asaf
Çiyiltepe, Güner Sümer, Genco Erkal,Yaman Okay, Rana Cabbar, Ali
Uyandıran, Ergin Orbey, Çetin Öner, Rutkay
Aziz ve Yılmaz Onay gibi yönetmenlerin yanında, Osman
Şengezer ve Yücel Tanyeri gibi sahne tasarımcıları
ile Timur Selçuk gibi besteciler yer almışlardır. Ankara Sanat
Tiyatrosu’nun ilk yöneticisi Asaf Çiyiltepe, daha sonraki başlıca yöneticileri
ise, Sümer ve Aziz’dir.
Çiyiltepe’nin
Nazizm’in kapkara bir parodisi olarak
sahnelediği Brecht’in ‘Arturo-Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı’…
Sonra
Brecht’in ‘Galileo’su, Yaroslav Hasek’in ‘Aslan
Asker Şvayk’ı, Maxwell Anderson’un ‘Yalınayak
Sokrates’i, Nâzım Hikmet’in ‘Kerem Gibi’ ve Can
Yücel’in ‘Can’ı…
Ve
‘Bir Delinin Hatıra Defteri’…
1969 yılında
Dostlar Tiyatrosu’nda, Gorki, Brecht, Sartre, Peter Weiss,
Steinbeck, Havel, Tankred Dorst gibi yabancı yazarların yanısıra, Aziz
Nesin, Haldun Taner, Nâzım Hikmet, Can Yücel, Yaşar
Kemal, Refik Erduran, Vasıf Öngören, Orhan Asena, Behiç
Ak gibi Türk yazarlarının oyunları da sahnelendi…
Güner Sümer’in
yönetimi sırasında sanatçıların greve gitmeleri ve görüş ayrılıkları yüzünden,
tiyatro bir bunalım dönemi geçirmiş; 1972 yılında da Yılmaz Onay’ın
yönettiği ‘Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti’ oyunu nedeniyle,
sıkıyönetim tarafından kapatılmış; ‘Ankara Tiyatrosu’ adıyla ve gezici
etkinliklerle varlığını sürdürmeye çalışmış, 1974 yılında yeniden
Ankara Sanat Tiyatrosu adını almıştır.
Ankara’da dört
kez oynanan ‘Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti’ oyunu, beşinci
kez Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerine oynanırken, Ankara
Sıkıyönetim Kumandanlığı’nın 4 Nisan 1972 tarihli bildirimi ile yasaklandı.
Bildirimde şöyle denilmekteydi:
“AST’ın
oynadığı oyunlar bugüne kadar tetkik edilmiş, özellikle Nafile
Dünya ve Hitler Rejimi sebebiyle kasıtlı ve maksatlı olduğu
açıkça belirmiş olduğundan topluluğun faaliyeti sakıncalı mütalaa edilerek
süresiz olarak kapatılmıştır.”
-Ankara
Sıkıyönetim Kumandanlığı 6134/14267 sayılı ve 4 Nisan 1972 tarihli bildirimi.
Devrimci
tiyatro anlayışına ve izleyiciyle bütünleşme çabasına yönelik tiyatroyu
sürdüren AST, bu kez Ana oyunu dolayısıyla yine sıkıyönetim
tarafından yasaklamaya uğramış, oyuncular mahkemeye verilmiş, tiyatro binası
kapatılmıştır. AST, 1960’lar sonrası çağdaş Türk tiyatrosuna kendine özgü
damgasını vurmuştur.
TİYATRONUN MEVCUT HÂL(SİZLİĞ)İ VE
BASKI(LAR)
Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) kanun taslağına
kendi sanat kurumlarından gelen tepkiler büyürken; orkestra müdürlükleri ile
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün ardından Devlet Tiyatroları (DT) da
düzenlemeye “Hayır” dedi.
Ayrıca
‘Uluslararası Tiyatro Enstitüsü ITI-UNESCO Türkiye Merkezi’ tarafından
hazırlanan 27 Mart ‘2014 Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi’, ‘Sanatçılar
Girişimi’ tarafından bir skandal olarak nitelendirilip, ‘Tiyatro Eleştirmenleri
Birliği’ Başkanı Üstün Akmen de bildiriyi reddettiklerini açıkladı.
Bildiride,
TÜSAK Yasa Tasarısı “Bir süredir tiyatro alanında tasarlanan yeni girişimler”
şeklinde niteleniyordu!
Olağanüstünün
olağanlaştırıldığı tiyatronun mevcut/verili hâl(sizliğ)inde Redhack
soruşturması kapsamında gözaltına alınan Barış Atay’ın rol aldığı ‘Kırmızı
Yorgunları’ adlı tiyatro oyununa sansür uygulandı…
Emek
Sahnesi’nin açıklamasında, “Özen Yula’nın yazdığı Beyti Engin’in rejisörlüğünde
sergilediğimiz ‘Kırmızı Yorgunları’ oyunumuzun oyuncularımızdan Barış Atay’ın, Kocaeli
Büyükşehir Belediyesi Kültür Sosyal İşler Dair Başkanı Ali Yaşildağ’a göre
‘iktidar aleyhinde çok konuştuğu gerekçesiyle’ 5 Şubat 2014 akşamı Gebze Osman
Hamdi Bey sahnesindeki temsilinin gerçekleştirilemeyeceği belirtilmiş, daha
sonra Osman Hamdi Bey Sahnesi yöneticilerinin Ali Yeşildal ile yaptıkları
görüşmeler sonucunda, oyunun ya da oyuncuların, sahnenin aylık programında
adlarının geçmemesi şartıyla(!) oynanmasına izin verildiği tarafımıza
iletilmiştir,” denildi!
Ayrıca
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBBŞT) rejisörü Ragıp
Yavuz, kurumun rejisör kadrolu üç sanatçısından biri olduğu hâlde geçmiş
dönemden repertuvarda kalan oyunlarının engelli, yönetmeye talip olduğu
projelerinin de yasaklı olduğunu belirtirken şunları haykırıyordu:
“Bir yönetmen
olarak Şehir tiyatrosu’nun 100. yıl yönetimiyle ilişkim soruşturma tebliğleri
ve savunma yazılarından ibaret… Sanatsal üretimime tahammül edilemeyen bu
anlayış karşısında ise Şehir Tiyatrosu’nun 100. yıl yapımlarını arıyor,
bulamıyorum… İçim acıyor…
Kısa bir süre
önce, yaşadığım soruşturmalardan birinin kararında, bir gösterim sonrası ‘Diren
Gezi’ diyerek seyirciyi selamlamamın ‘sanatçıya yakışmadığı’ bildirilmiş ve
ceza verilmişti. Tiyatromun 100. yılında yinelemekten onur duyuyorum ve eminim,
yaşasaydı Muhsin Ertuğrul ustam da aynı şeyi söylerdi:
‘Diren Gezi!’…
Şehir Tiyatrosu’nun 100. yılına saygıyla...”
Evet, evet sanatı
tırpanlayan “sevgisizlik”, şiddet ve baskıların yoğunlaştığı iklimde tiyatronun
mevcut hâl(sizliğ)i kayda değer soru(n)larla yüz yüzeyken; ilk anımsanması
gereken Dikmen Gürün’ün, “Suya sabuna dokunmayan oyunlarla tiyatro bir yere
varamaz,” diyen haklı saptamasıdır.
Çünkü Gezi/
Haziran İsyanı ile tiyatronun mevcut hâl(sizliğ)inin de olduğu gibi kalması
artık mümkün ve muhtemel değildir; “Yerli tiyatro dünyasını yeniden dirilten,
seyirciyi uyandıran ‘alternatif tiyatrolar’ artık çoktan tiyatronun ta kendisi
olmuştur,” Bahar Çuhadar’ın belirttiği gibi…
Çünkü Yıldırım
Fikret Urağ’ın ifadesiyle, “Bu ülke bir çelişkiler yumağı, çatışmalar okyanusu…
Tiyatro rakıya benzer, rakı nasıl şişede durduğu gibi durmazsa tiyatro da
metinde durduğu gibi durmaz”…
Çünkü yine
Dikmen Gürün’ün işaret ettiği üzere, “Siyasal ortamın karmaşık olduğu
dönemlerde... 60’larda Dostlar, AST gibi tiyatrolar toplumsal içerikli politik
oyunlarıyla ön plandaydı. Hepsi de bu günlere geldiler belki birkaç fireyle.
Şimdi de özellikle 2000’lerin başlarından itibaren alttan gelen bir kaynama
var, güçlü patlamalar yaşanıyor. Suya sabuna dokunmayan oyunlarla tiyatro bir
yere varamaz. Bu gençler de hem politik hem sosyal içerikli oyunları
tartışıyor. Diğer tiyatrolarla işbirliği yaşanmaya da başladı. O nedenle de
tiyatronun geleceğine umutla bakıyorum; baskıların, müdahalelerin, sansürlerin
üstesinden gelecektir...”
NİHAYET
Charlie
Chaplin’in, “Hayat ön provası yapılmamış bir tiyatro gösterisidir. Bu alkışı
olmayan tiyatronun perdesi kapanmadan; gülün, şarkı söyleyin, dans edin, aşık
olun...” sözünün altını çizip; Müştak Erenus’un, “Şiirin ve aşkın ırmağı/ vaktinde
akıtılırsa umuda/ ve onlarla sulanırsa eğer/ hayat, mutlaka çiçeklenecektir,”
dizelerini anımsatarak diyeceklerimi tamamlıyorum!
Sürdürülemez
kapitalizm, sanata, topluma, insan(lık)a karşı, varlığıyla suç işlemektedir!
Çünkü Murray Bookchin’in ifadesiyle, “Kapitalizm toplumsal kanserdir. O her zaman
bir toplumsal kanser oldu. O toplumun bir hastalığıdır. O toplumun tümörüdür.”
Ve o, sanata,
topluma, insan(lık)a düşmandır.
Yıktıkları
heykeller, yaktıkları kitaplar, Sivas ateşi bunun kanıtlarındandır.
Sanatın gerçek
gücü, sanat düşmanı kapitalizme karşı mücadeleyle ayaklandırılabilecektir.
Bu bağlamda
sanatın tüm alanlarını olduğu gibi, tiyatro dünyasının bağırsaklarını
temizlemeden, hayatın yüreği toplumsal duyarlılıkla atmaya başlayamayacaktır.
Şimdi sanatın,
tiyatronun öfkelenme zamanıdır…
Doğru ve haklı
öfke, bütün büyük mücadelelerin odağında yer alan, kişilerin ve kitlelerin
büyük kabarışıdır; Pablo Neruda’nın, “Sabırlı öfke” dediği toplumsal
mücadelelerin yükselişidir…
Bu, anlık bir
öfke değildir. Adalet düşüncesinden kaynaklanan, haksızlıklara karşı çıkmanın
yarattığı, ezilenlerin safındaki dünyayı değiştirme bilinciyle beslenen yıkıcı
yaratıcılıktır…
Tarihi,
sanatı, devrimleri ya da hemen her şeyi yaratan bu öfkedir. Yani ezilenlerin
ezenlere karşı duyduğu sınıfsal öfkedir bu…
O hâlde devrimci tiyatronun; Perikles’in,
“Özgür
olmadan mutlu, cesur olmadan özgür olunmaz”; bir Roma atasözünün,
“Cesaret cüretle artar, korku tereddütle” uyarısını unutmadan hayata dokunma
zamanıdır şimdi…
9 Ağustos 2014
17:38:04, Ankara.
N O T L A R
[1] 12
Ağustos 2014 tarihinde Seferihisar’da (İzmir)
düzenlenen VIII. Türkiye Tiyatro Buluşması’nda
yapılan konuşma… Güney, No:70, Ekim/ Kasım/ Aralık 2014…
[2]
Michel Foucault.
[3] Elif
Key, “Sanatı Paraya Çeviren Adam: Jeff Koons”, Haber Türk, 3 Ağustos 2014, s.8.
[4] Neşe
İdil, “12 Milyar Dolarlık Müzayede Rekoru”, Taraf, 16 Şubat 2014, s.7.
[5]
Ayşegül Yüksel, “Siyasal Erk Sanata Geçit Vermiyor”, Cumhuriyet, 22 Temmuz
2014, s.16.
[6]
Tiyatro dünyasında “Hocaların hocası” lakabıyla tanınan Sevda Şener 86 yaşında
yaşama veda etti. (“Hocaların Hocası Sevda Şener Hayatını Kaybetti”, Hürriyet,
23 Temmuz 2014, s.7.)
[7]
Thomas Stearns Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, çev: Sevim Kantarcıoğlu,
Paradigma Yay., 2007.
[8]
Bahar Çuhadar, “Artık Sokak da Tiyatronun Araçlarını Kullanıyor”, Radikal, 16
Mayıs 2014, s.21.
[9]
Zeynep Aksoy, “Tiyatro Hâlâ Politik!”, Radikal, 30 Mayıs 2014, s.23.
[10]
bkz: http://www.bgst.org
[11]
Bertolt Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon-(Araç), çev: Ahmet Cemal, Mitos
Boyut Yay., tarihsiz, s.53.
[12]
Bertolt Brecht, aktaran: Sevda Şener, Dünden Bugüne Tiyatro
Düşüncesi, Dost Yay., s.266.
[13]
Bertolt Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon-(Araç), çev: Ahmet Cemal, Mitos
Boyut Yay., tarihsiz, s. 2941-32-30.
[14]
Augusto Boal, Ezilenlerin Tiyatrosu, Çev: Necdet
Hasgül, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi , 4. baskı, 2004.
[15]
“Sanatı kadınlar keşfetti. Erkekler ise onun düzenini icat ettiler: Yapıları,
oyunları, oyunculuğu.” (Augusto Boal, Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar İçin
Oyunlar, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi , 2007.)
[16]
Özdemir Nutku, Darülbedayi’nin Elli Yılı, DTCF Yay., 1969, s.26.
[17]
Ayşegül Yüksel, “… ‘Güzellikler Evi’nin 100 Yılı”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2014,
s.14.
Yorumlar