“Tarih uyanmak için uğraştığım bir kâbustur.” [1] 12 Eylül’ün kaçıncı sene-i devriyesindeyiz? Bunun bir önemi yok! Aslolan, ka...
“Tarih uyanmak için
uğraştığım bir kâbustur.”[1]
12 Eylül’ün kaçıncı sene-i devriyesindeyiz? Bunun bir
önemi yok! Aslolan, kara Eylül’ün “müesses nizam” açısından hâlâ yaşamakta,
yaşatılmakta olduğudur!
“Eylül” deyip geçmeyin; “bitti” falan demeyin…
Eylül bir söylentiye göre “kara güneş”in ayıdır. Kara
güneş, Fransız şair Nerval’in kullandığı bir mecaz. Şarkının “bazen neş’e bazen
keder” dediği gibi bir şey. Melankoli, depresif olma hâli ya da “Winter is coming/ Kış geliyor” dedirten…
Eylül eskilerin deyimiyle bir “hülasa” yani, “döküm”,
“değerlendirme” ayıdır; Yahya Kemal’in, “Günler kısaldı. Kanlıca’nın
ihtiyarları/ Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları/.../ Yalnız bu semti
sevmek için ömrümüz kısa.../ Yazlar yavaşça bitmese günler kısalmasa,”
dizelerindeki gibi…
Kolay mı?
‘Yeni Türkü’ grubunun ‘Güneş altında tutsaklar/ Geçen sonbahara bakıyorlar’
sözleriyle özetlediği Mamak Zindanı’nın adı 12 Eylül’de Türkiye siyasi tarihine
sistematik işkenceyle kazınmıştı.
İşte oraya
sekiz yıl boyunca her hafta gidip gelen ve gördüğü şiddete, baskıya rağmen
mücadelesini sürdürürken bir oğlu zindanda, diğeri de arananlar listesinde olan
ve yaşadıklarını ‘Onca Çileden Sonra’[2]
başlıklı yapıtında toplayan Perihan Akçam, “Ne değişti o günden bugüne?”
sorusunu, “Bugünkü durumumuz 12 Eylül’ün devamı,” diye yanıtlamakta haksız
değildir…
Evet, evet kara Eylül sürmektedir; “yargılandı”
yaygaralarına rağmen, hâlâ gündemdedir…
Darbeci Kenan
Evren’in, Tahsin Şahinkaya’nın tavırlarını veya Ayten Gökçer’in, “Asker yanlış
bir şey yapmaz,” vurgusuyla 12 Eylül’ü savunup, “12 Eylül darbesi çok da kötü
olmamıştır… Can güvenliği yoktu. Darbe olmasına üzülmedim… Dünyada en kansız
müdahaleler bizdedir. 1-2 kişi gittiyse şükretmek lazım,”[3]
demesini hatırlamak yetmez mi?
Tekrarlamakta
fayda görüyorum: “Eylül” deyip geçmeyin; “bitti” falan demeyin ve Zeynep
Oral’ın, “Sahi sizce 12 Eylül en çok neye, kime, kimlere yaradı?” sorusunun
yanıtını arayın…
ASLÎ SORU(N): 12 EYLÜL NEYDİ?
Hasan Fehmi
Güneş’in, “Amaç solun kökünü kazımaktı” notunu düştüğü 12 Eylül sıradan bir
askeri darbe değildi: Günün Soğuk Savaş şartlarında, NATO’nun bir “cephe
ülkesi” olan Türkiye’nin, bir şok tedavisinden geçirilip yeni bir kalıba
dökülmesini, yeni bir kimliğe sokulmasını amaçlayan büyük bir harekâttı.
Başta anayasa
olmak üzere, çeşitli hukuki, siyasi, ideolojik ve kültürel düzenlemeler
sonucunda gerçekten de “yeni” bir Türkiye yaratıldı. Bu, artık “Türk-İslâm
sentezi” üzerinde yükselen bir Türkiye idi. Kenan Evren’in yıllarca meydan
meydan dolaşarak, müftü çocuğu olduğunu söyleyip Kur’an’dan ayetler okuyarak
yarattığı kendi suretinde bir Türkiye...
Daha sonra,
90’lı yıllarda “İslâmcı” Refah Partisi’nin iktidara gelmesi 12 Eylül’ün sonucu,
12 Eylül’ün ürünüdür. 90’lı yılların sonlarında kendi yarattıklarını iktidardan
uzaklaştırmak adına yapılan 28 Şubat postmodern darbesi ise aslında 12 Eylül’ün
başka bir versiyonu, farklı bir şekilde devamıdır ve AKP’nin zuhur etmesinin
koşullarını yaratmıştır. Bugün ülke gayet özel, orijinal bir Türk-İslâm sentezi
olan AKP iktidarı altındayken, Tayyip Erdoğan da kendi suretinde bir Türkiye
yaratmaya soyunmuştur.
Bu bağlamda
AKP’nin neo-liberal politikalarından “Günümüzün yürürlükteki yağma yasaları 12
Eylül 1980 darbesinin ürünüdür,” Oktay Ekinci’nin işaret ettiği üzere…
Şimdi, aslî
soru(n) üzerine bir parantez açmak gerekiyor…
Evet 12 Eylül
darbesi, Türkiye’nin toplumsal yapısını köklü biçimde değiştiren son derece
kanlı bir müdahaledir. Ama bu müdahale sadece bugün fail olarak gösterilen TSK’nın
en üstündeki 5-10 üst rütbeli askerin inisiyatifinde gerçekleşmemiştir. 12
Eylül darbesi uluslararası sermayeyi temsil eden kurum (DB, IMF gibi) ve ülke
(ABD gibi) yönetimlerinin de desteğiyle Türkiye sermaye sınıfının emekçi
sınıflar üzerinde mutlak tahakkümünü sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’deki sermaye çevreleri de (TİSK, TÜSİAD gibi) darbeyi teşvik etmiş,
desteklemiş ve hatta yönlendirmişlerdir.
12 Eylül
darbesinin gerçek amacı, Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonunu sağlamaktır.
Bu sürecin teknik mimarı 24 Ocak 1980 kararlarının hazırlayıcısı Turgut
Özal’dır. Özal 12 Eylül darbesine kadar MSP’den milletvekili adayı olmuş, MESS
başkanlığı, Sabancı Holding’de yöneticilik, Dünya Bankası’nda uzmanlık ve
Başbakanlık Müsteşarlığı yapmıştır. 12 Eylül darbesiyle birlikte işçi sınıfı
baskı altına alınarak 24 Ocak kararlarının uygulanma koşulları fiilen
oluşturulmuş ve ekonomi yönetiminin başına da darbe hükümetinin başbakan
yardımcısı olarak Turgut Özal getirilmiştir. 1983 seçimleriyle birlikte geçilen
“sözde” demokrasi sürecinde de Özal, kurduğu ANAP’ın başında, Başbakanlık
koltuğuna oturmuş ve 1989’da başlayan işçi hareketleriyle birilikte iktidarının
sallanması üzerine kendisini Cumhurbaşkanlığı koltuğuna atmıştır. Ancak Cumhurbaşkanlığı
da Özal’ı işçilerin dilinden kurtaramamıştır. İşçilerin “Çankaya’nın şişmanı
işçi düşmanı” sloganıyla sık sık yad ettikleri Özal, 1993’de ölmüştür.
Özal’ın
ardından Tansu Çiller, sonra da Tayyip Erdoğan, Özal’ın mirasını devralacak ve
Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyon sürecini devam ettirecektir.
Entegrasyon sadece uygulanan ekonomik politikalara yansımamıştır. Emekçi
sınıfların sosyal haklarının ortadan kaldırılması ve yoksullaştırılması
anlamına gelen entegrasyon sürecinde muhalefete meyil edebilecek tüm toplum
kesimleri (emekçiler, Kürtler, öğrenciler, Alevîler vs.) üzerinde de 12 Eylül
anlayışıyla baskıya devam edilmiştir.
Bugün bu
ülkenin çocukları “kazayla” bombalanmakta; her ay ortalama 55-60 işçi “kazayla”
iş cinayetlerine kurban edilmektedir. “Parasız üniversite” talebini dile
getiren öğrenciler; yazılmış ya da yazılmamış kitaplar veya haberler nedeniyle
gazeteciler; toplumu bilgilendirme görevini yerine getirdiği için
akademisyenler; güvenceli bir iş isteyen işçiler yargılanmakta ve/veya aylarca,
yıllarca cezaevlerinde tutulmaktadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hak
olmaktan çıkarılmış; günde 2-3 simit karşılığı ücrete iş bulan şanslı sayılır
hâle gelmiştir. Tüm bunların anlamı 12 Eylül darbe koşullarının devam
ettiğidir.
Sakın ola
kimse “es” geçmesin!
24 Ocak
Kararları ülkemizde neo-liberal politikaların uygulanışının miladıdır. 24 Ocak
Kararları ile ülkenin tüm kaynaklarının ulusal/ uluslararası tekellere peşkeş
çekilmesi, reel ücretlerin eritilmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi,
finansal liberalizasyona geçiş, sosyal hakların tırpanlanması, kamu mallarının
piyasada fiyatlanması, parasız eğitim-sağlık haklarının gaspı gibi birçok hedef
belirlenmiştir. Elbette bu hedeflerin başarıya(!) ulaşması zaman almıştır.
Ancak, 24 Ocak Kararlarında açıklanan hedeflerin hayata geçirilmesi
hükümetlerin temel hedefi olmuştur. O tarihten itibaren kurulan tek parti veya
koalisyon hükümetlerinin tamamı bu âli menfaatleri(!) önüne hedef olarak
koymuştur.
Özetle: “24
Ocak kararları”yla neo-liberalizmin demir yasaları yürürlüğe konulmuştu. 12
Eylül’ü her boyutuyla tartışabilmek için 24 Ocak (1980) gününden başlamak
gerekir…
Özetin özeti:
12 Eylül askeri darbesi 24 Ocak 1980’de alınan kararları yaşama geçirmek için
yapılmış bir darbedir. En azından 24 Ocak kararlarını destekleyen TÜSİAD Üyesi
Rahmi Koç, Odalar Birliği Başkanı İbrahim Bodur gibi ünlü iş adamları
gazetelere 24 Ocak kararlarının yıldönümü vesilesiyle vermiş oldukları
demeçlerinde 12 Eylül darbesi olmasaydı 24 Ocak kararlarının yaşama
geçirilemeyeceğini açık açık dile getirmişlerdir…
Kenan Evren, 7
Ocak 1991 tarihinde yaptığı bir açıklamada, “Eğer 24 Ocak kararları denen
kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko
ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o
tedbirler meyvesini vermiştir,” demişti.[4]
Tekelci
kapitalizmin karşı-devrimi olarak 12 Eylül’ün ABD emperyalizme doğrudan
ilintili olmaması mümkün değildi; Murat Yetkin’in, “12 Eylül’ün dış boyutu, tam
açıklığa kavuşmayan bir ‘Bizim çocuklar yaptı’ lafıyla ABD’ye yapılan atıf
dışında yeterince tahlil edilmiş değil,” hezeyanına karşın!
Örneğin Kenan
Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı 12 Eylül davasına yollanan MİT’in 12
Eylül 1980 tarihli istihbarat raporunda ABD’nin darbedeki rolüne ilişkin
belgede, istihbaratın “Ait olduğu memleket” bölümüne “Türkiye-ABD”; “konu”
kısmına ise “ABD Büyükelçiliği’nin faaliyetleri” yazılıyken; istihbarat
notunda, “Haberin alındığı tarih ve vakanın oluş tarihi” olarak da “12 Eylül 1980” ibaresi düşülmüştü![5]
Evet, Milli
İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT) belgesine göre, ABD’de “Bizim çocuklar işi
bitirdi” olarak duyurulan darbenin gerçekleşeceği, Türkiye’deki büyükelçilikte
iki gün önceden biliniyordu.
MİT’in 12
Eylül davasında mahkemeye gönderdiği bir belge, 32 yıldır yanıtı aranan bir
soruya açıklık getirdi. “12 Eylül 1980”
tarihli MİT belgesinde, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ndeki bütün personelin 11
Eylül 1980 gecesi saat 23.30’dan itibaren büyükelçilikte toplandığı belirtilerek
“Büyükelçilikte çalışan bir mahalli personel, 12 Eylül 1980 sabahı yaptığı
görüşmede, elçilik mensuplarının askeri müdahale olacağını 2 gün önceden
bildiklerini beyan etmiştir,” deniliyordu.[6]
Ha bir şey
daha: “Liberal”, “demokrasi havarisi” olarak sunulmaya kalkışılan ve AKP için
önemli siyasi referans olan Turgut Özal da, “12 Eylül darbecileriyle işbirliği
yapmıştı”![7]
“HESAPLAŞMA” HAKKINDA
12 Eylül’ü
yaratan iktisadî zemin ve siyasi yapı yerli yerindeyken 12 Eylül’le
“hesaplaşılabilir” mi?
Ya da “12
Eylül gerçekten yargılanabilir mi?”
“Topyekûncu”
bulunabilir; ama ben bu soruya “Hayır” yanıtını verenlerdenim!
“Haksızlık
duygusu, haksızlığı yenmeye yetmez,” diyen François Mitterand’ın saptamasına
“Haksızlığa itiraz da” kaydını ekleyerek şöyle formüle edeyim:
Ne haksızlık
duygusu, ne itirazı haksızlığı yenemez; haksızlık ancak yok edilebilir!
Düzeniçi
sınırlarda “12 Eylül’le hesaplaşma aldatmacası”na “Evet” demek mümkün değildir
ve olmamalıdır da!
Kimse inkâr
edemez; “12 Eylül’le iki isim üzerinden hesaplaşılamaz”!
“Evren ve
Şahinkaya’nın kendi yasalarıyla yargılanmaları da ironik” diyen Nimet Tanrıkulu
ekliyor: “Türkiye’de hâlâ darbecilerin yasası var”…
Prof. Dr.
Turgut Tarhanlı, “12 Eylül’le yüzleşmek sadece yargıyla sınırlı bir mecra
değildir,” diyorken; “12 Eylül’le hesaplaşabilmek için terör devletinin tüyler
ürpertici fotoğrafını görmemiz ve anlamamız gerekiyor”;[8]
‘Devrimci Yol’ davasından yargılanan Oğuzhan Müftüoğlu’nun, AKP’nin 12 Eylül
kurumlarının üzerine oturduğunun altını çizdiği üzere!
Yeri geldi
sorayım: Neo-liberalizm ve IMF’yi konuşmadan, 12 Eylül nasıl konuşulur?
24 Ocak
kararları konuşulmadan, 12 Eylül nasıl konuşulur?
Bir
muhafazakâr yahut bir liberal olarak “1982 sonrası muhafazakâr-liberal-demokrat
Özal”ı çok sevebilirsiniz de; Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası’ndan (MESS)
Turgut Özal’ın “darbe hükümeti”ndeki hayati “Ekonomiden Sorumlu Başbakan
Yardımcısı” rolü es geçilip 12 Eylül nasıl konuşulur?
Darbe
olduğunda, “Şimdi gülme sırası bizde” diyen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu
(TİSK) Başkanı’nın ifade ettiği büyük sermaye coşkusu konuşulmadan, 12 Eylül
nasıl konuşulur?
Çalışanların
haklarını gasp eden bir sınıf savaşı aracı olarak darbe konuşulmadan 12 Eylül
nasıl konuşulur?
Darbenin
kapattığı sendikalara üye işçileri; MESS’in, kankası Türk Metal’e zoraki üye
yaptırışı konuşulmadan 12 Eylül nasıl konuşulur?
Bir milletin
darbeye yüzde 90’dan fazla oy veren utancı konuşulmadan 12 Eylül nasıl
konuşulur?
AKP, CHP, MHP
kadro ve seçmenlerinin, 45 yaş üstündekilerin darbeyi ortalama yüzde 90
desteklediği unutularak 12 Eylül nasıl konuşulur?
Medyanın el
etek öpmesi, “MESS gibi, TİSK gibi” kokması konuşulmadan 12 Eylül nasıl
konuşulur?
12 Eylül ya
topyekûn yargılanır ya da “yargılaMIŞ” gibi yapılır…
Sadece Evren
ve Şahinkaya ile sınırlı olmayan, cuntanın diğer elemanlarını, Bülend Ulusu
hükümetinin üyelerini kapsayan, cuntaya ortak olmuş bütün emniyet müdürlerini,
siyasi şubeleri, operasyon yapan timleri, askeri-sivil bütün cezaevlerinin
müdürlerini ve subaylarını, bütün sıkıyönetim komutanlarını, askeri adli
müşavirleri, askeri mahkemeleri, askeri yargıtayları, hatta İhsan Doğramacı
başta olmak üzere üniversitelerde gençliği teslim almak için çalışanları, Vehbi
Koç’un Kenan Evren’e akıl veren mektubu dolayısıyla Koç ailesini, “İşçiler
gülüyordu, gülme sırası bizde” diyen İTKİB Başkanı Halit Narin’i, dönemin ABD
Başkanı Jimy Carter’a “Bizim çocuklar başardı” diyen CIA Türkiye Masası
İstasyon Şefi Paul Henze’yi, eski devlet yapısını tasfiye edip devletleşen 12
Eylül’ün bütün kadrosunu kapsayanların hepsinin yargılanması gerek…
Nihayet daha
açık bir ifadeyle 12 Eylül darbe koşulları aradan geçen yıllara rağmen henüz
ortadan kalkmamıştır. 12 Eylül darbesi varlığını hâlen devam ettiren bir
bütünlüklü sürecin hem sonucu hem de başlangıcıdır. Darbeci olarak
yargılananlar bu süreçte fiilen şiddet uygulayan tetikçilerdir.
Kanlı bir
darbenin sorumluları elbette en ağır biçimde cezalandırılmalıdır. Ancak sadece
onların cezalandırılması, 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak için yeterli
olmayacaktır. 12 Eylül darbesiyle gerçekten hesaplaşmak isteniyorsa, darbeyi
teşvik eden ve destekleyen küresel ve ulusal sermayenin, bunları temsil eden
örgütlerin ve darbeye gerekçe olan entegrasyon sürecinin uygulayıcılarının da
bu hesaplaşma sürecine katılması gerekir. Sadece tetikçilerin cezalandırılması,
12 Eylül darbesinin üzerinin örtülmesinden başka hiçbir işe yaramayacaktır!
Evet, bu bir hesaplaşma
değil! Duruşmaya hiç gelmemelerine rağmen “duruşmalardaki ‘iyi hâlleri’
nedeniyle” indirime gidilmesi kanıtındaki üzere!
Çünkü Emre
Kongar’ın, “12 Eylül şiddetleniyor!” notunu düştüğü koordinatlarda, hiç
kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, 12 Eylül rejimi sürüyor. Darbe anayasasıyla
sürüyor. “Değiştirilemez maddelerle” sürüyor. Darbe döneminde yapılan 600 yasa
ile sürüyor. Darbe anayasasının cumhurbaşkanına tanıdığı “aşırı” yetkilerle
sürüyor.
Bu yetkilerin
bir kısmı “değiştirilemez maddelerle”, bir kısmı MGK’yle, bir kısmı hükümet
ilişkileriyle, bir kısmı üst yargı organları, YÖK, RTÜK gibi temel kurumlarla
ilgili…
Sonuç olarak,
12 Eylül temel kurumlarıyla sürüyor. Askeri vesayetin AKP üzerindeki
kontrolünün kalkması, toplum ve halk üzerindeki kalkması anlamına gelmiyor.
Sivil siyaset ardında, 12 Eylül rejiminin kurum ve kurullarının ve yetkilerinin
AKP tarafından, Erdoğan tarafından kullanılması anlamına geliyor. Üstelik
hiçbir cumhurbaşkanının, Evren’in bile kullanmadığı kadar! Kısacası yönetim
katında 12 Eylül kendi siyasi liderini de buldu.
“YARGILA(NMA)MA”YA DAİR GERÇEK(LER)
12 Eylül
“yargısı”na dair somut gerçek(ler)den söz etmeyen tüm değerlendirme ve
beklentiler karşılıksız ve anlamsızdır notunu düşüp, kimi verileri yorumsuz,
olduğu gibi sıralayalım:
i) Ankara 12.
Ağır Ceza Mahkemesi, 12 Eylül davasında sanıklar Kenan Evren ile ayakta tedavi
gördüğü ortaya çıkan Tahsin Şahinkaya’nın tutuklanması talebini reddetti.
Darbeci generallerin duruşmalardan vareste tutulmasına (katılmamasına) karar
veren mahkeme, sanıkların telekonferans yoluyla duruşmaya katılmasına da gerek
olmadığına hükmetti![9]
ii)
Yürürlükteki siyasi partiler mevzuatının ana belgesi “Siyasi Partiler Kanunu”,
12 Eylül askeri yönetiminin bizzat çıkardığı kanundur. Kabul tarihi: 22 Nisan
1983… 12 Eylül’le hesaplaşıldığını ileri sürenler AKP’nin seçim barajları başta
olmak üzere o rejimin çıkardığı 600’ü aşkın kanunla hükümet ettiğini görmezden
geldiler![10]
iii) 12 Eylül
darbesi nedeniyle Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan davanın
dosyasına giren ve darbenin hemen sonrasında Genelkurmay Başkanlığı tarafından
hazırlanan raporlarda “Türkiye’nin savaşta olduğu” belirtiliyorken; belgelerde
bir savaştan çıkıldığı, işkencenin de münferit olduğu söyleniyordu![11]
iv)
Genelkurmay Başkanlığı’nın 12 Eylül davası için mahkemeye gönderdiği
belgelerde, bazı kişilerin “işkence veya kötü muamele” sonucu öldüğü kabul
edilse de; belgelerde birçok ölümün “Emniyet binasının yüksek katlarından
atlayarak intihar” olarak yansıtılması dikkat çekti![12]
Genelkurmay
Başkanlığı’nın o dönemde iddialar üzerine bir bilanço da çıkarttığı, tarih
belirtilmeyen ancak 1982 sıralarında hazırlandığı anlaşılan yazıya göre, 16
kişinin işkenceden öldüğünün belirlendiği, 33 kişinin doğal nedenlerle, 25
kişinin intihar sonucu, 14 kişinin kaçarken, 71 kişinin çatışmada öldüğü
kaydedildi. 60 ölüm olayının ise soruşturulduğu belirtildi. Aynı yazıda,
cezaevindeki ölüm olayları için de 2 kişinin işkenceden, 25 kişinin doğal
nedenlerle 14 kişinin intihar, 7 kişinin açlık grevi sonucu öldüğü ifade
edildi.
Belgelerde yer
alan ve soruşturmaları genel olarak beraatle ya da takipsizlikle sonuçlanmış
bazı şüpheli ölüm vakaları resmî açıklamalara göre şöyle![13]
NİYAZİ
GÜNDOĞDU (16 MART 1985)
|
Ölümünün
işkence ile oluştuğunun babası tarafından iddia edilmesi üzerine yapılan
inceleme sonucu 10 emniyet görevlisi hakkında dava açılmış, beraatle sonuçlanmıştır.
Sivas Emniyet Müdürlüğü nezarethanesinde kendini asmak suretiyle intihar
etmiştir.
|
İRFAN
ÇELİK (14 EYLÜL 1980)
|
Tutuklu
bulunduğu Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde kendini asmak suretiyle intihar
etmiştir. Ölüm olayından önce aşı olduğu tespit edilmiştir. Aşı sonrası
girdiği bunalım neticesinde intihar ettiği anlaşılmıştır.
|
HASAN
SAZOĞLU
|
Beyoğlu
Emniyet Amirliği’nin ekip odasında ifadesi alınırken 4. kat penceresinden
atlayarak intihar etmiştir.
|
CUMALİ
AY (14 NİSAN 1981)
|
İstanbul
Beyoğlu Taksim semtindeki örgüt evinde, belirlenemeyen bir sebepten dolayı
kendini bulunduğu kattan aşağı atmak suretiyle öldüğü ve Adana Asri
Mezarlığı’nda defnedildiği öğrenilmiştir.
|
TEOMAN
SAMANLI (25 OCAK 1985)
|
Zonguldak’ta
Özel Askeri Cezaevi’nde yatmaktayken öldüğü ve İstanbul Güneşli Mezarlığı’na
defnedildiği anlaşılmıştır.
|
MUSTAFA
YALÇIN (29 AĞUSTOS 1980)
|
Mamak
Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunduğu sırada rahatsızlığını beyan etmesi
üzerine hastaneye kaldırıldığı sırada ölmüştür.
|
MUSTAFA
ŞAHİN (7 OCAK 1981)
|
Suç
eşyalarının yerini göstermek amacıyla olay yerine götürülürken Peri suyuna
atlayıp boğularak ölmüştür. Takipsizlik kararı verilmiştir.
|
MAZLUM
GÜDER (3 MART 1983)
|
Tutuklu
bulunduğu Elazığ Askeri Cezaevi’nde hücresinde ölü olarak bulunmuştur.
|
AYDIN
DEMİRKOL (23 MART 1981)
|
Rahatsızlanarak
ölümü sonrasında yapılan otopsinin ardından iki emniyet görevlisi hakkında
dava açılmış, beraatle sonuçlanmıştır.
|
HEDİL
TAN (14 TEMMUZ 1982)
|
Diyarbakır
Askeri Cezaevi’nde ölmüştür. Otopsi raporunda ölüm sebebi travmaya bağlı merkezi
sinir sisteminin durması sonucu öldüğü tespit edilmiştir. Tutukluluk
öncesinden beri kanlı ishal hastalığının olduğu, tuvalette birkaç kez
düştüğü, cezaevi tabibi tarafından tedavisinin yapıldığı öğrenilmiştir.
|
CUMA
ÖZASLAN (25 OCAK 1980)
|
G.
Antep Emniyet Müdürlüğü nezarethanesinde rahatsızlanarak kaldırıldığı
hastanede ölmüştür. Otopsi raporunda solunum yetmezliğinden ölüm olayının
meydana geldiği anlaşılmıştır. 4 emniyet görevlisi hakkında açılan dava
beraatle sonuçlanmıştır.
|
İBRAHİM
ESKİ (12 KASIM 1980)
|
Yer
gösterme işlemi sırasında kaçmak isterken düşerek ölmüştür. 2 kamu görevlisi
için beraat kararı verilmiştir.
|
ERCAN
KOCA (15 ARALIK 1980)
|
Demetevler’de
bahçe duvarına pankart asarken bir trafik polisi tarafından görülmüş güvenlik
kuvvetlerine yakalanmamak için kaçarken, yerlerin de kaygan olması nedeniyle
düşerek yaralanmıştır. Nezarethaneye bile alınmadan götürüldüğü hastanede
ölmüştür.
|
İLHAN
ERDOST (7 KASIM 1980)
|
Gözaltına
alınan sanık cezaevine nakil sırasında araçta görevli askeri personel
tarafından darba maruz kalmış ve fenalaşarak ölmüştür. Yapılan otopsi
neticesinde ölüm sebebinin darba bağla beyin kanaması olduğu belirlenmiş ve
bir astsubayın 10 yıl 8 ay hapsine, ordudan atılmasına, üç er hakkında 10’ar
yıl 8 ay hapis, bir erin 2 yıl 20 gün süre ile ağır hapsine karar verilmiş,
karar kesinleşmiştir.
|
v) Ankara 12.
Ağır Ceza Mahkemesi 12 Eylül davası kapsamında MİT, Adalet Bakanlığı, Jandarma
ve Kara Kuvvetleri’nden 12 Eylül askeri darbesi sonrasında başta Mamak olmak
üzere cezaevlerinde yapılan işkencelerle ilgili kurum içerisinde bulunan bilgi,
belge ve özellikle görüntü kayıtlarını istemesi üzerine Kara Kuvvetleri
Komutanlığı, 12 Eylül döneminde cezaevlerinde yapılan işkencelerle ilgili bilgi
ve belge isteyen mahkemeye tartışma yaratacak bir yanıt verdi. Darbe sonrasında
cezaevlerinde yapıldığı iddia edilen işkencelerle ilgili arşivinde “ayrı bir
fihrist veya kayıt sisteminin bulunmadığını” bildiren Kara Kuvvetleri,
sıkıyönetim savcılıkları ve mahkemelerinde toplam 31 bin 219 dosya bulunduğunu,
bunların tek tek her sayfasının incelenmesinin fiilen mümkün olmadığını
savundu. Komutanlık, mahkemeden işkence gördüğünü iddia eden sanık ismi,
yargılandığı sıkıyönetim mahkemesi ve dosya esas numarasını istedi ancak bu
yolda dahi incelemenin çok uzun süreceğini iddia etti![14]
vi)
Genelkurmay Başkanlığı’nın mahkemeye gönderdiği 15 klasörlük dosya, 12 Eylül
döneminde cezaevlerinde yapılan işkence ve kötü muamele iddialarının nasıl
örtbas edildiğini ortaya koydu. Erzurum Özel Askeri Ceza ve Tutukevi’nde
mahkûmların şikâyeti üzerine İl Jandarma Alay Komutanı başkanlığında
oluşturulan Tahkikat Komisyonu Heyeti, hazırladığı raporda “3 tutuklu üzerine
neden ileri geldiği belli olmayan yara izleri tespit edilmiştir” dedi. Aynı
heyet, buna karşın “iddiaların asılsız olduğu ve bunları kanıtlayacak delil
elde edilemediği” sonucuna vararak dosyayı kapattı. Heyet, bununla da
yetinmeyerek şikâyette bulunanların asıl amacının “başta cezaevi müdürü olmak
üzere cezaevi idaresini yıpratmak” olduğu “kanaat”ini de raporuna not düştü![15]
vii) 12 Eylül darbesinin mimarları Kenan Evren ve
Tahsin Şahinkaya hakkında “sistematik işkence” suçundan soruşturma sürdüren
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Bürosu, darbe mağduru öğretmenin
yaptığı suç duyurusuna “delil bulunmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı
verdi![16]
viii) Mesela Amasya’da 12 Eylül 1980 askeri
darbesinin ardından “işkencehaneye” çevrilen Suluova Et Balık Kuru Tesisleri’nde
(EBK) işkence gören Hasan Kaplan’ın şikâyeti üzerine Yüzbaşı Atasoy Fitos,
Başçavuş Burhan Yöntem ve Jandarma Başçavuş Kenan Kanat hakkında açılan davada,
Amasya Ağır Ceza Mahkemesi davanın zamanaşımından düşürülmesine karar verdi.
Yaşananlar işkence mağdurlarını isyan ettirdi.
Mağdur
avukatlarından Mehmet Horuş, Suluova’nın yanı sıra Fatsa’da, Ünye’de, Kastamonu’da
EBK tesislerinin işkencehane olarak kullanıldığına dikkat çekerek “Burada
insanlığa yönelik sistematik işkence suçu var. Bunun zamanaşımı olmaz.
Sanıkların emir komuta zincirinde sistematik işkence yaptığı ortadadır. Sistematik
işkenceye maruz kalan sadece üç beş kişi değil, Karadeniz bölgesinde on
binlerce kişidir. Burada yargılama yapmadık, sorularımızı soramadık. Suluova Et
ve Balık Kurumu Türkiye’nin Guantanamosu’dur” dedi.
Mağdurlar, 12
Eylül faşizminin hâlâ sürdüğünü, yargının işkencecileri koruduğunu,
yargılamanın adaletsiz ve göstermelik olduğunu vurgulayarak mahkeme salonunu
terk ederek, şunları dediler.[17]
HIDIR
SEVİNDİ
|
“Suluova
EBK Tesislerinde ağır işkencelerden geçtim, Yeni Çeltek Devrimci Yol
Davası’ndan 11 yıl hapis yattım. Binlerce kişi burada işkencelerden geçti.
Sokağa bir masa koyun, sıradan geçene sorun, herkes size anlatır. 34 yıldır
adaleti bulamadık. Binlerce kişi işkence görmüş ama hâlâ ‘mahkemeler işkence
yapıldı’ diyemiyor. Faşist sistem sürüyor. Vicdanlarınız nerede? 12 Eylül
faşizmi devam ediyor. Bunlar cezalandırılmadığı sürece çocuklarımızın
güvencesi yok, geleceği yok. Bizim ruhsal bütünlüğümüzü geri toplayamazlar,
bizim insanlık onurumuzla oynadılar. Ne hukuku bu? Tiyatro yapıyorlar...
|
HASAN
KAPLAN
|
“Gördük
ki 34 yıl sonra 12 Eylül devam ediyor. Yargılamalar göstermelik yapılıyor.
Duymak istemeyen kulaklar sağır ise, görmek istemeyen gözler kör. İşkencenin
ayyuka çıktığı, sağır sultanların bile duyduğu, gördüğü, bildiği Suluova Et
ve Balık Kurumu’nda biz hâlâ işkence olup olmadığını kanıtlamaya çalışıyoruz.
Acı bir karardır, gördük ki dün apoleti olanlar bunu yapıyordu bugün apoleti
olmayanlar bu sistemi sürdürüyor.”
|
METİN
IRMAK
|
Yeni
Çeltek Devrimci Yol Davası’nda 4.5 yıl yattım. Suluova EBK işkencecisi
Başçavuş Burhan Yöntem cezaevine müdür olarak gelmişti. Beni 1 No’lu
cezaevinden alıp 1982’de 4. kez sorgulanmak için buraya götürdüler. Ben
tutukluyum, davalar açılmış, iddianameler hazırlanmış beni cezaevinden alıp
tekrar sorgu merkezine getirdiler. 150 gün işkence gördüm. Suluova Şeker
Fabrikası ambarında da işkence gördüm. Yeni Çeltek Kömür İşletmesi’nin
misafirhanesinin ikinci katına götürdüler. Amasya Tugay Komutanı Ali Kolcu
gelmişti, bizleri tehdit eden bir konuşma yaptı. Boğazımdan tuttu, camı
gösterdi, ‘Hadi atlayın, tankla vurdurayım sizi’ dedi. Bundan sonra yasa
biziz, kanun biziz, ne ana, ne baba, ne kardeş var diye konuştu.
|
FAZLI
KURU
|
“Bu
karar mahkemenin kararı değil. Mahkeme bence Adalet Bakanlığı’nın etkisi
altında! Bu davayı bitirin, bu dava derinleştirilmemeli diye bir eğilim
gözlemliyorum. Onca delile, rapora, tanık ifadesine göre davanın düşmesi çok
ilginç. Türkiye’deki hukuk bu! Anayasa değişikliği, torba yasalar,
demokratikleşme paketleri bunlar hikâye. Bir şekilde 12 Eylül devam ediyor.
Suluova Et ve Balık Kurumu’nda işkence yapıldığını bilmeyen yok. Faşizm el
altından bu işleri sürdürüyor.”
|
Bu arada bir
şey daha: 12 Eylül faşizminin işkenceyle sakat bıraktığı Fazıl Kuru’nun
şikâyeti üzerine emekli Astsubay Burhan Yöntem ve dönemin Asayiş Bölük Komutanı
Yüzbaşı Atasoy Fitoz hakkında açılan işkence davasında savcı Kuru’dan işkence
gördüğüne dair Adli Tıp’tan rapor getirmesini istedi. Avukatlar Kuru’nun
tekerlekli sandalyesini göstererek “Kanıt ortada değil mi?” dedi.[18]
ix) “12 Eylül’ün anlaşılması için cezaevlerinde
yaşananlar, özellikle de Diyarbakır Cezaevi vahşeti önemli” diyen Sezgin
Tanrıkulu, kadınların 12 Eylül’ün işkencelerini anlatmakta hâlâ zorluk
çektiklerini vurguluyor, tecavüzlerin, tacizlerin daha dillendirilmediğini...
Bu suskunlukta toplumda egemen olan cinsiyetçi bakışın etkisi büyük. O nedenle
toplumsal koşulların da kadınların yaşadıklarını dillendirip 12 Eylül’den hesap
sormaları için olgunlaştırılmasını istiyordu;[19]
çünkü![20]
12 EYLÜL’ÜN DİYARBAKIR 5 NO’LU
CEZAEVİ’NDEN TANIKLIKLAR…[21]
|
|
NURETTİN
YILMAZ
|
“Oturtuyorlardı
bizi. Sen ya içeceksin bu pisliği, lağımı, çok affedersiniz, böyle bok
parçaları dolaşıyor... Ya içeceksin, yahut da senin başını banyo yapacağım.
İçer miyim? Arkadan ayağımı çekiyor, şöyle çat düşüyor, bütün başın yüzün o
pislik içerisinde.”
|
MESUT
BAŞTÜRK
|
“Askerlerden
kaşınmak için müsaade istiyorduk. Korkunç derece bit var, binlerce böyle.
Duramıyorsun, sürekli kaşınıyorsun, esas duruşta böyle ellerin dizlerinde
durmak zorundasın. Hiçbir şey demeyeceksin, kaşınmak istediğin zaman işte
diyeceksin, faraza ben diyorum, Mesut Baştürk Diyarbakır, emret komutanım!
Diyor söyle ulan i.ne nedir? Ben bir dakka kaşınabilir miyim? Eğer asker
biraz insafa gelmişse, diyor kaşın işte i.ne falan. Sen de kaşınıyorsun
yani.”
|
NURCAN
ÇAMLI MARAŞLI
|
“Meryem
13 yaşında, kısa boylu, böyle al al yanakları olan, çok böyle canlı,
direngen, adeta böyle meydan okuyan o işkencecilere, o küçük yüreğiyle, böyle
moral kaynağı olan bir yapıdaydı. Meryem de tutup yazmış ailesine, saçlarımız
kesildi diye. Bu mektubu yiyeceksin dedi. Meryem’den tık yok. O kâğıdı
aldılar, Meryem’in ağzını zorla açtılar, açmıyor ağzını. Çok dirençli bir
çocuktu. İki asker parmağını ağzına sokarak, resmen kenetlenmiş böyle
dişleri, açmıyor. Onu zorla Meryem’in ağzına koydular. Ağız böyle şişti.
Çiğnemiyor. Esat kuduruyor. Bunu yutacaksın diyor. Mümkün değil, Meryem’i
ikna edemediler, Meryem yine bir dayak faslı yaşadı.”
|
PAŞA
UZUN
|
“Benim
bir dişim ağrıyordu, sekiz tane dişimi çektiler.... Uyuşturmadan sekiz dişimi
çektiler. Ya sekiz dişimi niçin çekiyorsun? Doktorsun, tamam uyuşturmadın,
onu da anladık, cezaevidir, belki olanaklarınız yoktu. Bari iki tane çek!”
|
AZİZ
KARATAŞ
|
“O
cezaevi süresince annemle tek bir kelime konuşmadım. Gelirdi, yüzüme bakardı,
ondan sonra giderdi. Çünkü Türkçe bilmiyordu. Nasılsın diyordum, böyle
gözlerinden yaşlar akıp bakıyordu.”
|
ABDULLAH
DELİBALTA
|
“Biz
kenarda hazır olda bekliyorduk.... Bir kalas inip bir kalas kalkıyordu.
Derken bunlar çıktılar, biz arkadaşlarla Hasan Çakır ve Ali Sarıbal’ın
üzerine gittiğimizde, Hasan baygın yatıyordu. Ali Sarıbal ise her tarafı
morarmış, boğazından hırıltılar çıkıyordu. Biz anladık Ali Sarıbal’ın
gittiğini.”
|
FERİDUN
YAZAR
|
“Bir
tane arkadaş yemeği dağıtırken, merdivenden geç çıktı, yani o koca askeri
karavanayla merdivenden çıkacak, çok süratli ama... Son sayıyorum, dağıt
diyor. Nasıl dağıtsın, üç kat daha çıkacak. Tekmeyle vurdular, çenesi kırıldı
ve öldü. Ve bize imzalattılar, kendisi ayağı kaydı düştü diye.”
|
SELİM
DİNDAR
|
“Gece
üç buçuk dört arası, büyük bir patlama sesiyle uyandık.... Hepimiz Alevîn
olduğu yere geldik. O alevlerin içinden bir ses yükseldi. ‘Bu bir yangın
değildir, bu bir eylemdir’ dedi. Bu süreç bir-iki dakika, belki üç dakika
sürdü. Baktık ki, kafa kafaya vermiş dört tane insan çıktı ortaya. Tabii
onları ayırıp... Hâliyle ben tanıdığım insanın üzerine gittim. Ferhat Hoca
dişlerini kenetlemiş böyle, nefes alıp veriyor, bir tılsım sesiyle.. Eğildim,
hocam bir şeyler söyle dedim.... Daha önce onunla yan yana geldiğimizde türkü
söylüyordum, Kürtçe. Bu türkülerden beğendiği bir türkü vardı, Sevdariye.
Sevdariye sevgilim demektir. Bana dedi o türküyü söyle. Şimdi söylemek bir
türlü, söylememek bir türlü. Hem söylüyorum hem ağlıyorum.... Bana moral
vermek için, tebessüm etti. Tebessüm edince de, yanaklarından etler
döküldü...”
|
İPEK
GÜR
|
“Cezaevinin
tepesinde böyle koca bir kulübe vardı, Esat Yıldıran da orada dikiliyordu.
Oradan indi geldi, bir Kürt anasının önüne. Dedi ki ana, bak şu çocukların
seni ne perişan ediyorlar. Bunları doğuracağına taş doğursaydın dedi. O Kürt
anası başını kaldırdı, şöyle yüzüne baktı, analar ne doğuracağını bilseydi,
senin anan da seni doğurur muydu dedi. Ayyy, o anda her taraf buz kesti.”
|
REMZİ
ERCANLAR
|
“Şu
büyüklükte bir farenin kuyruğunu tutmuştu, sallıyordu. Sandalyenin üzerinden
sırtüstü yıkıldım. Ve düşer düşmez o fareyi, hem yüzüme vuraraktan, bir
kedinin fareyi parçalar gibi parçalayıp ağzımın içerisine sokmaya başladılar
ve o fareyi bana yedirdiler. Dedim ki istediğiniz her şeyi yapacağım ama beni
koğuşa götürün, bir üstümü değiştireyim, kendime geleyim, yıkanayım. Koğuş
sorumlusuna dedim ki bana jilet verin, tıraş olacağım. Üstüme dökebildiğim
kadar su döktüm, özellikle ağzıma almaya çalışıyorum, içimdeki pisliği atmaya
çalışıyorum. Gittim en sondaki ranzaya, arkadaşlar dedim, ihanet etmektense,
devrim için, halkım için kendimi öldürüyorum. Boynuma jileti vurdum.”
|
x) 12 Eylül döneminde Mamak Cezaevi’nde askerlik
yapan Eşlik, “Bize zorla işkence yaptırdılar. İşkence yapmaktan psikolojim
bozuldu” deyip darbeyi yapanlar ve Mamak Cezaevi’ndeki görevliler hakkında
Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Yaptığı işkenceler
nedeniyle psikolojisinin bulunduğunu bu yüzden evlenemediğini söyleyen Eşlik,
pişman olduğunu belirterek işkence mağdurlarından “helallik” istedi![22]
12 EYLÜL DAVASI’NIN İDDİANAMESİNDEN
İŞKENCE YÖNTEMLERİ[23]
|
|
FALAKA
|
Yaygın
ve sürekli kullanıldı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı
bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak
gerçekleştirildi.
|
KÖPEK
SALDIRTMA
|
Tutuklu
çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtılırdı. Köpeğin ilk kaptığı
yer bacak arası olurdu.
|
ZİNCİR
|
20-25 metre uzunluğundaki
zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır, tutuklular sırt sırta verdirilerek
ters yönde itilir. Tutuklu tek ayağından zincire bağlanır, bu zincir yüksek
bir yere asılır, tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalırdı.
|
AYAKTAN
ASMA/TEPE
|
50-60
kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan ‘Tepe ol’ komutu verince tüm
tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan
tutukluların üstüne çıkar, İstiklal Marşı’nın 10 kıtası okutulurdu.
|
KULE
|
Havalandırmaya
çıkan tutuklular altı kişilik daire oluştururlardı. Bunların üzerine 3-5 kat
olacak biçimde tutuklular çıkarıldıktan sonra, gardiyanın ‘Yıkıl’ komutuyla
kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır, böylece tutukluların değişik
yerlerinde kırılma, incinme ve çıkık olurdu.
|
SEHPA
|
Tutuklu
mizansen olarak oluşturulan bir mahkemede sorgulanır, idama çarptırılır ve
temsili infaz gerçekleştirilirdi. Tutuklu tam boğulacağı sırada ip açılırdı.
|
COP
SOKMAK
|
Gardiyanlar,
copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokardı.
Sonra bu copu kendisine ya da bir başka tutukluya yalatırdı.
|
ÇEK-ÇEK
|
Tutuklu
çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılırdı. Gardiyan ipin
diğer ucunu alıp hızla koşar, tutuklu zorunlu olarak gardiyanın peşinden
koşardı.
|
LAĞIM
SUYUNA SOKMA
|
Diz
boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilirdi.
|
KİTAP
OKUMA
|
Koğuşta
tutuklunun eline bir kitap verilir, avaza çıktığı kadar yüksek sesle tek tek
sözcükler okutulur. Diğer tutuklular bu sözcüleri tekrarlarlar. Bu işlem
sabahtan akşama kadar sürer.
|
MARŞ
SÖYLETMEK
|
Cezaevinde
bulunan herkes 50’ye aşkın marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar
tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirdi.
|
ÖL
DEDİĞİMDE
|
Tutuklu
havalandırmanın orta yerine çıkartılır, “Hazır ol” durumuna geçirilirdi.
Gardiyanın “Öl” komutuyla tutuklu kas katı eklemlerini kırmadan eğer ve
düşürülürdü. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanırdı.
|
xi) 12
Eylül’de Ankara’da yapılan işkencelere ilişkin soruşturma 3 yılda 3 savcı
değiştirdi. Dosya şimdi yeni savcısını beklerken bir numaralı işkenceci Raci
Tetik[24] huzurevinde![25]
xii) Samsun
Cumhuriyet Başsavcılığı, 12 Eylül askeri darbesi döneminde işlenen işkence ve
kötü muamele suçlarına ilişkin soruşturmada müştekilerin ifadesine başvurmadan,
herhangi bir belge toplamadan doğrudan takipsizlik kararı verdi. Savcılığın
takipsizlik kararına iki gerekçeye dayandırdı: Delil yok, suç zamanaşımına
girmiştir. Oysa 12 Eylül’ün hayatta kalan mimarları Kenan Evren ve Tahsin
Şahinkaya hakkında dava açan özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin,
“işkence ve kötü muamele suçlarına” ilişkin yapılan suç duyuruları ile ilgili
“yetkisizlik” kararında “işkence ve kötü muamele suçlarıyla ilgili failler kamu
görevliyse zamanaşımı ve af olamayacağını” belirtmişti![26]
xiii) 4 Nisan
2012’de K. Maraş savcılığı tartışmalı bir karara imza attı. 12 Eylül’de işkence
gören Duman Bal’ın (54) suç duyurusu, zamanaşımı gerekçesiyle reddedildi.
Mersin’de seyyar satıcılık yapan Bal’ın, “Zamanaşımı, Anayasa’nın geçici 15.
maddesinin referandumla kaldırılmasından itibaren başlar,” diyerek yaptığı itirazı
ise Gaziantep 4. Ağır Ceza Mahkemesi yerinde bulmadı![27]
xiv) K. Maraş
katliamında yaşamını yitiren İmam Ergönül’ün eşi Güley Ergönül ve çocukları
Hüseyin Ergönül, Hacı Bektaş Bozkurt ve Salman Bayır’ın aileleri adına Avukat
Seyit Sömez’in K. Maraş Cumhuriyet Başsavcılığı’na mezar yerlerinin bulunması,
sorumluların cezalandırılması talebi ile yaptığı başvuruya savcılığın
takipsizlik kararı verilmesiyle ilgili bir üst mahkemeye yaptığı itiraz da
reddedildi![28]
xv) 12 Eylül
askeri darbesinin hemen ardından İstanbul’da gözaltına alınan ve bir daha
kendisinden haber alınamayan Hayrettin Eren hakkında, mahkeme 9 Mayıs 2013’de
“gaip”tir kararı verdi![29]
xvi) 12 Eylül
darbesinin üzerinden yıllar geçti ancak hâlâ o dönemde işkence yapanlar hâkim
karşısına çıkarılamadı. Örneğin faşizmin yaşamını aldığı Orhan Keskin’in ailesi
işkencecilerden hesap sorulmasını istiyor![30]
xvii) Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı, 12 Eylül davasını takip eden mağdur avukatları
hakkında garip bir soruşturma başlattı. 12 Eylül davasında darbeci generaller
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasından rahatsız olan Dr. Bülent
Gürkut, “karafatma” diyerek hakaret ettiği avukatları, “1980 senesinde kısa
pantolonla sokakta koşturan bu zavallılar, bugün iki orgenerale kin kusuyorlar”
sözleriyle Genelkurmay Askeri Savcılığı’na şikâyet etti. Askeri savcılık,
şikâyeti, “Görev alanımıza girmiyor” diyerek sivil savcılığa gönderdi![31]
xviii) Berfo
Ana, gözaltında kaybolan oğlunu ararken Kars Başsavcılığı’nın soruşturma açıp
“takipsizlik” kararıyla sessiz sedasız kapattığı ortaya çıktı. Göle’de, 12
Eylül darbesinden hemen sonra gözaltında öldürülüp cesedi kaybedilen Cemil
Kırbayır’ın katilleri hakkında üç yıldır dava açılması beklenirken, Kars
Adliyesi’nin deposundan 2002 yılında verilmiş bir “takipsizlik kararı” çıktı.[32] Mahkeme, Cemil Kırbayır’ın
ölümüyle ilgili soruşturmaya devam edilmesini isterken savcılık “Ortada ceset
yok” diye dava açmadı![33]
xix) DİSK’in
Kurucu Genel Başkanı Kemal Türkleri öldürdüğü gerekçesiyle yargılanan Ünal Osmanoğlu
hakkındaki davanın zamanaşımından düşmesi kararı Yargıtay tarafından onandı.
Böylece dava kesin olarak zamanaşımına uğramış oldu![34]
xx) Maraş’ta,
12 Eylül’de öldürülen Ali Ekber Yürek’in 87 yaşındaki annesi Fecire ve 60
yaşındaki ağabeyi Mehmet, 26 aydır devam eden soruşturmanın davaya
dönüşmemesine isyan ederek, Maraş Adliyesi önünde açlık grevine başladı![35]
DARBEDE KATLEDİLENLERDEN KİMİLERİ
|
|
İrfan
Çelik 14 Eylül 1980 Davutpaşa Cezaevi
|
Süleyman
Cihan 30 Temmuz 1981 İstanbul Emniyet Müdürlüğü
|
Ramazan
Oğuz 20 Eylül 1980 Gazipaşa
|
Fehmi
Özaslan 21 Ağustos 1981 K. Maraş
|
Ali
Çakmaklı 24 Eylül 1980 Adana
|
Selahattin
Satic 28 Ağustos 1981 Kırkağaç
|
Şadan
Gazeteci 26 Eylül 1980 İzmit Cezaevi
|
Mehmet
Yıldız 13 Eylül 1981 Ankara
|
Zeynel
Abidin Ceylan 26 Eylül 1980 Ankara
|
Metin
Sarpbulut Ekim 1981 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Hüseyin
Karakaş 27 Eylül 1980 İskenderun
|
Hasan
Alemoğlu 4 Ekim 1981 Ankara
|
Ali
İnan 28 Eylül 1980 İstanbul
|
Behzat
Firik 10 Ekim 1981 Tunceli
|
Abdurrahman
Aktimur Ekim 1980 Mazıdağ Jandarma Karakolu
|
Mehmet
Ceren 20 Ekim 1981 K. Maraş
|
Ömer
Aktaş 1 Ekim 1980
|
Ataman
İnce 26 Ekim 1981 İstanbul
|
Ahmet
Hilmi Fevzioğlu 02 Ekim 1980 Bursa Emniyet Müdürlüğü
|
Mehmet
Karados Kasım 1981 Erzurum
|
Emin
Alkan 4 Ekim 1980 Siirt
|
Cengiz
Aksakal 12 Kasım 1981 Şavşat
|
Hasan
Asker Özmen 5 Ekim 1980
|
Ali
Sarıbal 13 Kasım 1981 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Ahmet
Karlangaç 12 Ekim 1980 İstanbul Emniyet Müdürlüğü
|
İsmail
Esen 15 Kasım 1981 Bursa Cezaevi
|
Ekrem
Ekşi 16 Ekim 1980 İstanbul
|
Günay
Balcık 19 Kasım 1981 İstanbul
|
Metin
Aksoy 24 Ekim 1980
|
İsmet
Taş 5 Aralık 1981 Metris Askeri Cezaevi
|
Sait
Şimşek 26 Ekim 1980
|
Şerif
Yazar 24 Aralık 1981 Alemdağ Cezaevi
|
Ahmet
Yüksel 27 Ekim 1980
|
Hakan
Mermeroluk 24 Aralık 1981 Alemdağ Cezaevi
|
Rafet
Demir 30 Ekim 1980 Bursa Emniyet Müdürlüğü
|
İbiş
Ural 27 Aralık 1981 Diyarbakır Cezaevi
|
Himmet
Uysal 30 Ekim 1980 Uşak
|
Mustafa
Şahin 28 Aralık 1981 Elazığ
|
Ahmet
Altan 3 Kasım 1980 Maraş
|
Ali
Erek Nisan 1981 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
İlhan
Erdost 7 Kasım 1980 Mamak Askeri Cezaevi
|
Ali
Kamış 1982 Konya
|
İbrahim
Eski 11 Kasım 1980 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Selahattin
Kurutur 1982 Diyarbakır
|
Cengiz
Aksakal 12 Kasım 1980 Artvin
|
Cemalettin
Yalçın 1982 İstanbul
|
Feridun
Yılmaz 12 Kasım 1980 Eskişehir
|
Fehamettin
Şeref 1982 Şavşat
|
Şükrü
Gedik 12 Kasım 1980 Karakocan
|
Benli
Coşkun 1982 Nizip
|
Cafer
Dağdoğan 12 Kasım 1980 Adana
|
Halil
Çınar 1982 Diyarbakır
|
Bekir
Bağ 12 Kasım 1980 Mamak Askeri Cezaevi
|
Dede
Oğuzhan 1982 Akşehir Cezaevi
|
Rüstem
Gürsoy 14 Kasım 1980 İstanbul
|
Kenan
Kılıç 1982 Diyarbakır
|
Süleyman
Ölmez 18 Kasım 1980 Tunceli
|
İsmet
Çelik 2 Ocak 1982 İstanbul
|
Hayrettin
Eren 21 Kasım 1980 İstanbul Emniyet Müdürlüğü
|
Bahadır
Dumanlı 3 Ocak 1982 Alemdağ Cezaevi
|
Cuma
Özaslan 25 Kasım 1980 G. Antep
|
M.
Emin Akpınar 25 Ocak Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Kenan
Gürsoy 3Aralık 1980 Diyarbakır
|
Süleyman
Şeker Şubat 1982 Bozova
|
Bayram
Lafçı 3 Aralık 1980
|
Şevket
Sevseren Şubat 1982 Adana Devlet Hastanesi
|
Recai
Yılmaz 5 Aralık 1980 İstanbul
|
Abdurrahim
Aksoy 9 Şubat 1982 Samsun Emniyet Müdürlüğü
|
Mehmet
Sanı 6 Aralık 1980 İstanbul
|
Ahmet
Erdoğdu 10 Şubat 1982 Mamak Askeri Cezaevi İşkenceleri protesto için intihar
etti
|
Ercan
Koca 15 Aralık 1980 Ankara Yenimahalle Karakolu
|
Önder
Demirok 22 Şubat 1982 Diyarbakır Cezaevi
|
Behçet
Dinlerer 15 Aralık 1980 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Cemal
Kılıç 23 Şubat 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Nihat
Arda 16 Aralık 1980 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
İsmet
Ömürcan 26 Şubat 1982 K. Maraş
|
Şehmuz
Akdoğan 18 Aralık 1980 Siverek
|
İsa...
5 Mart 1982 Ünye
|
Sedat
Özkaracadağ 27 Aralık 1980 Adana Cezaevi
|
Haydar
Sönmez 6 Mart 1982 Elazığ
|
Manzur
Geçgel 27 Aralık 1980 İzmir
|
Vakkas
Doğru 7 Mart 1982 Araban
|
Turan
Sağlam 28 Aralık 1980 Erzurum
|
Mazlum
Doğan 21 Mart 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Mehmet
Dağ 29Aralık 1980 Adana
|
Kenan
Çiftçi 21 Nisan1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Davut
Elibolu 29Aralık 1980 Amasya Emniyet Müdürlüğü
|
Bahar
Yıldız 9 Mayıs 1982 İstanbul
|
Hasan
Kılıç 30 Aralık 1980 Elazığ Devlet Hastanesi
|
Bedri
Tan 17 Mayıs 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Yılmaz
Peköz 1981 Kırıkkale
|
Eşref
Anyık 17 Mayıs 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Oruç
Korkmaz 1981 Kars
|
Ferhat
Kutay 17 Mayıs 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Hasan
Temizsoy 1981 K. Maraş
|
Necmi
Öner 17 Mayıs 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Hasan
Dorul 1981 Gölcük
|
Mahmut
Zengin 17 Mayıs 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Mehmet
Emin Kutlu Ocak 1981 Erzincan Cezaevi
|
Cennet
Değirmenci 22 Mayıs 1982 G. Antep Emniyet Müdürlüğü
|
Hasan
Kılıç Ocak 1981 Tunceli
|
Asker
Demir Haziran 1982 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Cemil
Kırbayır 5 Ocak 1981
|
Mehmet
Ali Eraslan 9 Haziran 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
İlyas
Güleç 6 Ocak 1981 İstanbul
|
Alaybey
Yılmaz 23 Haziran 1982 Gölcük
|
Ayhan
Alan 8 Ocak 1981 Tarsus
|
Mustafa
Tunç 9 Temmuz 1982 Haydarpaşa Hastanesi
|
Ahmet
Uzun 16 Ocak 1981 Rize Garnizon Komutanlığı
|
Hüseyin
Çolak 10 Ağustos 1982 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Adil
Ali Yılmaz 20 Ocak 1981 Ankara
|
Aziz
Özbay 23 Ağustos 1982 Diyarbakır Cezaevi
|
Ahmet
Demir Şubat 1981 Diyarbakır
|
Yusuf
Ali Özbey 27 Ağustos 1982 Besni
|
Osman
Karaduman Şubat 1981 Adana
|
Adnan
Zincirkıran Eylül 1982 Bozova
|
Mehmet
Ali Erbay 10 Şubat1981 Adıyaman Emniyet Müdürlüğü
|
Kenan
Küçük Eylül 1982 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Sinan
Karacalı 11 Şubat 1981 Adana
|
İnes
Rumpf 23 Eylül 1982 Bursa Emniyet Müdürlüğü
|
İbrahim
Alpdoğan 11 Şubat 1981 K. Maraş
|
Kemal
Pir Eylül 1982 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Ömer
Aydoğmuş 12 Şubat1981 İzmir Emniyet Müdürlüğü
|
M.
Hayri Durmuş Eylül 1982 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Mehmet
Ali Kılıç 12 Şubat1981 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Akif
Yılmaz Eylül 1982 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Hulusi
Dalak 13 Şubat 1981 G. Antep
|
Ali
Çiçek Eylül 1982 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Bedrettin
Sınak 13 Şubat 1981 Adana Emniyet Müdürlüğü
|
Zafer
Müctebaoğlu 8 Ekim 1982 Mamak Askeri Cezaevi
|
Ünsal
Beydoğan 25 Şubat 1981 İstanbul
|
Coşkun
Altun Kasım 1982 İstanbul
|
Ali
Küçük Mart 1981 Perşembe
|
İsmail
Hakkı Hocaoğlu 11 Kasım 1982 İstanbul
|
Mehmet
Kazgan Mart 1981 Malatya
|
Mustafa
Asım Hayrullahoğlu 16 Kasım 1982 İstanbul Emniyet Müdürlüğü
|
Aydın
Demirkol Mart 1981 Malatya
|
Süleyman
Aslan 20 Kasım 1982 Tokat Emniyet Müdürlüğü
|
Osman
Taştekin 5 Mart 1981 Kayseri
|
Seyfettin
Sağ 21 Kasım 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Celal
Kıpırdamaz 10 Mart 1981 Uşak Emniyet Müdürlüğü
|
Hüseyin
Sertkaya 21 Kasım 1982 Bingöl Jandarma Karakolu
|
Halil
Uluğ 16 Mart 1981 Adıyaman
|
Feyzullah
Bingöl 25 Kasım 1982 Muş Emniyet Müdürlüğü
|
Abdullah
Paksoylu 16 Mart 1981 Adıyaman
|
Talip
Yılmaz 20 Aralık 1982 İstanbul Hasdal Cezaevi
|
İbrahim
Çelik 17 Mart 1981
|
Aziz
Büyükertaş 22 Aralık 1982 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
S.
Satılmış Dokuyucu 18 Mart 1981 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
Süleyman
Aşkın 1982 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Cemal
Zengin 21 Mart 1981 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Sofi
Abdurrahman 1982 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Tahir
Şahin 21 Mart 1981 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Mahmut
Güneri Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Hasan
Gazoğlu 30 Mart 1981 İstanbul
|
Abdurrahman
Alğan Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Şadiye
Yavuz 1 Nisan1981 Manisa
|
İhsan
Çetintaş 1983 Erzurum
|
Veysel
Yıldız 1 Nisan1981 Malatya
|
Halit
Atalay 1983 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Bozan
Çimen 2 Nisan1981 K. Maraş
|
Mutlu
Çetin Ocak 1983 Manisa
|
Nurettin
Yedigöl 12 Nisan1981 İstanbul Emniyet Müdürlüğü
|
Ramazan
Yayan 13 Ocak 1983 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Cumali
Ay 14 Nisan1981 İstanbul
|
Mehmet
Emin Akpınar 25 Ocak 1983 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Ahmet
Sakin 21 Nisan1981 Ordu
|
Zekeriya
Erdoğan 24 Şubat 1983 Adana Adli
|
Vakkas
Devamlı 28 Nisan1981 Pazarcık Emniyet Amirliği
|
İsmail
Kıran 31 Ocak 1983 Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü
|
Mustafa
Işık 1 Mayıs 1981 İstanbul
|
Mazlum
Güder 4 Mart 1983 Elazığ
|
H.
Hüseyin Damar 2 Mayıs 1981 İstanbul
|
Niyazi
Gündoğdu 15 Mart 1983 Sivas
|
Özalp
Öner 4 Mayıs 1981 İstanbul
|
İbrahim
Koşar 20 Mart 1983 Adana Cezaevi
|
Necip
Kutlu 6 Mayıs 1981 Konya
|
Mehmet
Azbadem 7 Mayıs 1983 Diyarbakır Cezaevi
|
Abdurrahman
Çeçen 16 Mayıs 1981 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Abdullah
Gülbudak 17 Mayıs 1983 Ankara Merkez Cezaevi
|
Ahmet
Taner 16 Mayıs 1981 Diyarbakır Askeri Hapishanesi
|
Hamdi
Filizcan 4 Temmuz 1983 Çanakkale Cezaevi
|
Ali
Ekber Yürek 25 Mayıs 1981 K. Maraş
|
Ali
Güven 28 Temmuz 1983 İzmir Narlıdere Karakolu
|
Ahmet
Kılıç 31 Mayıs 1981
|
İsmet
Karak Eylül 1983 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
Hasan
Akar Haziran 1981 Bozova
|
Hüsnü
Seyhan 23 Eylül 1983 Ankara Anafartalar Karakolu
|
Ensar
Karahan Haziran 1981 Şavşat
|
Hasan
Akbaba Ekim 1983 Ankara
|
Kemal...
2 Haziran 1981 Ankara Emniyet Müdürlüğü
|
İsmail
Kıran Kasım 1983 Diyarbakır
|
Selahattin
Kunduz 17 Haziran 1981 Diyarbakır Askeri Cezaevi
|
İbrahim
Ulağ 3 Kasım 1983 Diyarbakır
|
Aynur...
Temmuz 1981 Uşak Emniyet Müdürlüğü
|
Enver
Şahan 13 Kasım 1983 Gaziantep Emniyet Müdürlüğü
|
Yusuf
Bağ Temmuz 1981 G. Antep
|
İsmail
Cüneyt 24 Aralık 1983 İstanbul
|
Bedri
Bilge 20 Temmuz 1981 Artvin
|
Cemal
Özdemir 1983
|
Yakup
Göktaş 27 Temmuz 1981 İstanbul
|
xxi) Ve
nihayet 12 Eylül 1980’deki askeri darbesinden tam 34 yıl sonra dönemin
Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’yı
müebbet hapse mahkûm eden Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 360 sayfalık
gerekçeli kararında, delil klasörü sayısının toplam 121 olduğu belirtildi.
Gerekçeli
kararda, “İddia edilen bu eylemlerle ilgili ayrıca açılmış bir kamu davası
bulunmadığından mahkememizce bu eylemlere yönelik herhangi bir değerlendirme
yapılmamıştır,” ifadesi yer aldı![36]
xxii) Son
olarak da; ‘Devrimci 78’liler Federasyonu’, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın
yargılandığı 12 Eylül davasına gönderilen belgeler ışığında işkence
iddialarında adı geçen 1656 kişiyi açıkladı.
Federasyon
tarafından hazırlanan 3 ayrı listede toplam 1656 kişinin adı yer alıyor. Bu
listelerde dikkat çeken isimlerden öne çıkanlar şöyle:
“Eski Emniyet
Müdürü Necdet Menzir, eski Ordu Valisi Kemal Yazıcıoğlu, eski Denizli Valisi
Recep Yazıcıoğlu, eski Vali Saffet Arıkan Bedük, Nevzat Ayaz, Hayri
Kozakçıoğlu, Kenan Güven, Cengiz Bulut, Reşat Akkaya, Tevfik Başakar, eski
İçişleri Bakanı Mehmet Ağar.”
Listelerde
“bazı MİT görevlileri ve muhbirleri”, “Emniyet Genel Müdürleri, Emniyet
Müdürleri, Şube Müdürleri, İşkenceci Polisler ve Ordu Mensupları”, “İzmir,
İstanbul, Kars, Bingöl, Şebinkârahisar, Muş, Adana, Trabzon, Gaziantep, Bursa,
Rize Çamlıhemşin, Emniyet Müdürlüklerindeki İşkenceciler”,
“Kahramanmaraş
Emniyetinden İşkenceci Polis Sedat Caner’in İtiraf Ettiği İşkenceciler” ile
“Haklarında İşkence Yapmaktan Dava Açılan Ancak Cezalandırılmayan
İşkencecilerden Bazıları” başlıklı bölümlerde de isimlere yer verildi.
Tutuklular
üzerinde deneyler yaparak kobay olarak kullanan doktorlar, işkenceci doktorlar,
işkence görenlere işkence görmediğine ilişkin rapor düzenleyen doktorlara da
yer verildi. 1982 Anayasası’nı hazırlayan ve idamları onaylayan danışma meclisi
üyeleri, 12 Eylül hükümeti ve üyelerinin isimleri yer aldı…[37]
Bu kadar yeter
değil mi?!
12 EYLÜL “YARGILANDI” (MI?)!
12 Eylül
darbesinin mimarlarından Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın “ağırlaştırılmış
hapis” cezasıyla cezalandırılması talebiyle hazırlanan iddianamenin, 10 Ocak
2012’de Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesi üzerine Derya
Sazak, “Umarız 12 Eylül davasını “tiyatro”ya benzetmezler!” derken; Can Dündar
da ekliyordu: “Ben de.. 12 Eylül davasından heyecanlanamayanlardanım. Bunun
nedeni ‘12 Eylül bitmedi ki, bütün kurumlarıyla ayakta’ diye özetlenebilir.”
12 Eylül
soruşturmasını yürüten savcı Kemal Çetin’in, Kenan Evren’e karşı tavırlarını,
“Biz ona devlet nezaketi gösterdik,”[38]
diye açıkladığı 12 Eylül “yargılama(ma)sı”na ilişkin duruşmada Kenan Evren’in,
“Biz, o gün doğru olanı yaptık. Bugün de olsa aynı şekilde ihtilal yapardık”;
Tahsin Şahinkaya’nın da, “O gün en doğru olan yapılmıştır. 12 Eylül tarihi
olaydır. Tarihi olayları ancak tarih yargılar,” diyebilmeleri; veya Kenan Evren
ile Tahsin Şahinkaya, kendilerinin “kurucu iktidar” oldukları vurgusuyla, ‘TBMM
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun ifadelerini almaya yetkisi
olmadığını belirtip randevu talebini reddetmeleri, “yargılama(ma)”nın ne mana
taşıdığını net biçimde ortaya koyuyordu!
Yani ÖDP Genel
Başkanı Alper Taş’ın ifadesiyle, “12 Eylül iddianamesini incelediğimizde
görüyoruz ki öz itibarıyla 12 Eylül zihniyetini aklıyor.
12 Eylül’ün
hedeflediği bugünkü neo-liberal düzeni överken 12 Eylül’ün ezdiği, yok etmeye
çalıştığı sosyalist, devrimci ideolojiyi tekrar mahkûm ediyor. İddianame,
AKP’nin tarihi kendi bakış açısından yeniden yazma çabasının uzantısından başka
bir şey değil. 12 Eylül öncesinde yaşananları generallerin iktidar hırsının
sonucu olarak yönlendirilen bir ‘sağ-sol çatışması’ gibi gösteriyor. 12
Eylül’le Türkiye’nin emperyalizmin neo-liberal küreselleşme doğrultusundaki
politikalarına eklemlenmenin yolu açıldı. 12 Eylül öncesinde gerçekleşen ve iddianamede
konu olan katliam ve cinayetlerse emekçi halkın yükselen devrimci hareketini
bastırmak için, doğrudan kontrgerilla ve onların yönlendirdiği sivil faşistler
eliyle gerçekleştirildi. Şimdi, 12 Eylül iddianamesi ve AKP’nin 12 Eylül’le
hesaplaşma olarak gündeme getirdiği iddialarla, bu tarihsel gerçek gizlenmeye,
emperyalizmin, sermayenin, sağ faşist hareketin sorumluluğunun üzeri örtülmeye
çalışılıyor…
Bu iddianamede
Evren ve Şahinkaya’nın sanık sıfatıyla yargılanması 12 Eylül düzeninin
yargılanması manasına gelmiyor. 12 Eylül zihniyeti bugün de sürüyor. İçeride
100’e yakın gazeteci, milletvekilleri, öğrenciler, aydınlar var. Ekonomik
manada 12 Eylül’ün önünü açtığı piyasacı düzen daha da acımasızca sürüyor. 12
Eylül öncesi emperyalizmin kanat ülkesi olan Türkiye füze kalkanıyla şimdi
cephe ülkesine dönüştü. 12 Eylülcülerin koyduğu yüzde 10 barajıyla oluşmuş bir
Meclis yapısı var hâlâ. 12 Eylül’le gerçek bir hesaplaşma aynı zamanda 12
Eylül’ün bugün AKP eliyle sürdürülen düzeniyle hesaplaşarak mümkün olabilir.”
Tamam! 12
Eylül darbe davası, darbeyi gerçekleştiren cuntanın yaşayan iki faili nezdinde
yargılandı ve yüz yaşına merdiven dayamış Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya
müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Evren ve Şahinkaya 1991’de Turgut Özal’ın
çıkardığı “şartlı tahliye” yasası nedeniyle çarptırıldıkları cezayı sekiz yıl
yatarak çekmiş olacaklar.
Ancak 12 Eylül
cuntasının insanlığa karşı işlediği sistematik suçun tarih önünde başka bir iddianamesi
olduğunu hatırlatalım:
Milli Güvenlik
Konseyi (MGK) isimli cunta, bu suçun birinci dereceden sorumlusudur, failidir.
Ve MGK cuntası faili olduğu bu suçları, ele geçirdiği devlet mekanizmasını
kullanarak işlemiştir. Dahası, o devlet mekanizması, örneğin devletin resmî
istihbarat kurumu MİT, cuntacıların eyleme geçmesinin önünü açmış, yolunu
düzlemiştir.
“Protokol”
sırasına göre söyleyecek olursak;
Kuvvet
Komutanlarının yanı sıra Genelkurmay Karargâhında görev yapan üst düzey
komutanlar (mesela darbeyi “Bayrak Harekâtı” kod adıyla planlayan Genelkurmay
2. Başkanı, sonradan MGK cuntasının Genel Sekreteri Haydar Saltık), Sıkıyönetim
Komutanları, cuntanın oluşturduğu hükümette görev yapanlar, dönemin MİT
müsteşarları ve öncesi de dâhil olmak üzere darbecilerin gerek planlama gerekse
de uygulama safhasında en büyük yardımcıları olan MİT’in diğer üst düzey
yöneticileri, sonradan Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak düzenlenen adı
“kontrgerilla”ya çıkmış Özel Harp Dairesi bünyesinde görev yapan komutanlar,
Emniyet Müdürleri, Emniyet Müdürlüğü bünyesinde “siyasi şube” adı altında
faaliyet yürüten işkence merkezlerinin sorumluları, 12 Eylül valileri, birer
işkencehaneye çevrilmiş olan cezaevlerinde yöneticilik yapan işkenceci
subaylar...
Devletin
arşivlerini bilmem, ama 12 Eylül faşizminin gadrine uğramış olanlarının
hafızasında bu suçluların tamamının isimleri mevcuttur.
12 Eylül
davasının kapsamı genişletilmeliydi. Ancak mahkeme bu yöndeki ısrarlı talepleri
dikkate almadı. Sadece bu yüzden 12 Eylül kararı, 12 Eylül darbesinin bir bütün
olarak mahkûm edildiği bir karar olmamıştır.
Bu kararın
“eksik” bir karar olmasının bir başka nedeni de, siyaseten mahkûm edilememiş
olmasıdır…
Kimse kimseyi
kandırmasın; 12 Eylül düzeni sürmektedir... [39]
Bir kere daha
tekrar pahasına altını özenle çizelim: “12 Eylül Davası” tarihi, sembolik ve
bir o kadar da siyasi. Ama tutarlılıktan uzak...
Sadece iki
sanığı olan bir darbe davası ciddiyetle anılmayı hak eder mi?
İki cuntacıyı
yargılayıp, onlar adına cinayet işleyenlere, işkence yapanlara dokunmamak, yüz
binlerce 12 Eylül mağduru ve onların ailelerinin gecikmiş adalet ihtiyacını
karşılamaya yetmez. 12 Eylül döneminde cuntadan emir alarak işkence yapan ve
cinayet işleyenler de cuntanın ta kendisidir.
Emekli
cuntacıların yanındaki sanık sandalyelerine, onların emekli işkencecileri de
oturtulmalıdır.
Ve 12
Eylülcülere dokunup, onların ürünü yasalara dokunmamak da olmaz. Sendikal
hakları budayan, çalışma hayatını cendereye sokan, parti içi demokrasiyi
bitiren, siyasete katılımı sınırlayan, yüzde 10 seçim barajıyla demokratik
temsili sakatlayan mevcut yasalar, ve daha önemlisi, 1990’lı yıllarda Kürt
illerini ve Kürtleri kasıp kavuran o acımasız “düşük yoğunluklu savaş”
uygulamaları şimdi sanık sandalyesindeki o cuntacıların marifeti değil midir?
LİBERAL ZIRVALARA SON
12 Eylül
“yargılama(ma)”sına ilişkin dediklerimi tamamlamadan önce, liberallerin
görmezden geldikleri gerçeğe dikkat çekmeden geçmemeliyim…
Orhan Kemal
Cengiz’in, “12 Eylülcülerin yargı önüne çıkmış olmasının Türkiye demokrasisinin
‘muhafızların’ gölgesinden kurtulmasının miladı olmasını diliyorum…”
Tarhan
Erdem’in, “21 Kasım 2012’de ilk kez, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yargıç
karşısındaydı. Suç; darbe yapmaktır! Yargımız, siyasal hayatımız, sosyal
barışımız ve daha birçok bakımdan bu davanın bitirilmesi yararlıdır…”
Murat
Belge’nin, “12 Eylül davası başladı. Kendi hesabıma, kendi ömrümde böyle bir
olaya tanıklık edeceğimi düşünmemiştim…”
Ahmet
İnsel’in, “Bu dava, darbenin belli koşullarda gerekli ve yararlı olduğu fikrine
karşı yapılacak bir demokrasi aşısı işlevi görme potansiyeline sahip,” türünden
zırvalarıyla unutup, görmezden geldikleri, buraya kadar değindiklerim dışında
bir kere daha altını çizerek aktarmam gereken olay şudur!
12 Eylül’de
gözaltına alındıktan sonra kaybedilen oğlu Cemil Kırbayır’ın bulunması için 33
yıl mücadele eden “Berfo Ana” 105 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Berfo Ana
yıllarca Cumartesi Anneleri ile birlikte oğlunu aradı, oğlunun kaybolmasından
sorumlu tuttuğu Kenan Evren’e hesap sormak için 12 Eylül davasının duruşmasına
katıldı. İki darbeci sanık Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın sağlık
durumlarını gerekçe göstererek gelmedikleri duruşmaya, 104 yaşında olmasına
karşın çocuklarının yardımıyla yürüyerek gelip, Evren’e şöyle seslenmişti:
“Kenan Evren utanmadın mı? İnşallah evin yıkılır, yuvan dağılır, ocağın
dağılır. Utanmaz. İki dünyada elim yakandadır.”
Berfo
Kırbayır, ölmeden önce vasiyetini “Oğlumun kemiklerini bulmadan beni gömmeyin”
diye açıkladı. Oğlu Mikail Kırbayır, “Annem devletten alacaklı olarak mahşere
gitti. Belli ki alacağı mahşere kalmıştır,” demişti…
104 yaşında
bizi bırakıp giden Berfo Ana’nın davası hâlâ karara bağlanmadı!
Bu bağlamda Celalettin
Can’ın karşılıksız “hayali” beklentileriyle yol alabilmek mümkün değildir![40] Çünkü 12 Eylül’ü “yargılamak”, onu
var eden zemini[41] aşmakla yani Karl
Marx’ın, ‘Feuerbach Üzerine Tezler’de, “Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir.
Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde
ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar,” diye formüle ettiği devrimci praksis
ile mümkündür.
Gerisi, nihai
kertede laf-ı güzaftır…
12 Eylül 2014
10:27:07, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz,
Yıl:8, No:257, 25 Eylül 2014…
[2]
Perihan Akçam, Onca Çileden Sonra, Arkadaş Yayınevi, 2011.
[3] “12
Eylül Çok da Kötü Olmadı”, Radikal, 5 Aralık 2012, s.8.
[4]
Murat Özveri, “24 Ocak Bugündür”, Evrensel, 24 Ocak 2013, s.4.
[5] “MİT
Belgesi: ABD Darbeden Haberdardı”, Radikal, 30 Nisan 2012, s.15.
[6]
Alican Uludağ, “… ‘Bizim Çocuklar’ Haber Vermiş”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2012,
s.4.
[7]
Turan Yılmaz, “Özal 12 Eylül Darbecileriyle İşbirliği Yapmıştır”, Hürriyet, 24
Kasım 2012.
[8]
Orhan Kemal Cengiz, “12 Eylül Terör Devleti Yargılanabilecek mi?”, Radikal, 23
Kasım 2012, s.15.
[9]
“Sanıksız 12 Eylül Davası”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2013, s.13.
[10]
Salih Uzun, “Evren Mahkemede, 12 Eylül Hayatımızda”, Radikal İki, 8 Nisan 2012,
s.5.
[11]
Mesut Hasan Benli, “Meğer Savaş Varmış!”, Radikal, 11 Nisan 2012, s.16.
[12]
Alican Uludağ, “… ‘Seri İntihar’ Katları”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2012, s.4.
[13]
Gökçer Tahincioğlu-Türker Karapınar, “İşkence ve İnfazlar İntihar Oldu”,
Milliyet, 18 Haziran 2012, s.16.
[14]
Alican Uludağ, “İşkence Kaydı Tutmadık”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2012, s.7.
[15]
Alican Uludağ, “İtinayla İşkence Aklanır”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2012, s.7.
[16]
Mesut Hasan Benli, “… ‘Sistematik İşkence’ İddiasına Takipsizlik”, Hürriyet, 21
Nisan 2014, s.19.
[17]
Mehmet Menekşe, “İşkencecilerin Mutlu Günü”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2014, s.6.
[18]
Mehmet Menekşe, “Tekerlekli Sandalyeyi Görmediler”, Cumhuriyet, 11 Haziran
2014, s.8.
[19]
“Kadınlara Çağrı”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2012, s.6.
[20] 12
Eylül’de bütün cezaevleri zulüm ve işkence evine dönüşmüştü. Ancak bunlardan
birisi var ki, aradan geçen onca yıla karşın hâlâ orada; orada işkencenin
“Allah”ı yapılıyordu. İşkenceyi yapan da kendisini o cezaevinin “Allah”ı olarak
tanıtıyordu mahkûmlara Esat Oktay Yıldıran…
Diyarbakır Cezaevi’nden 34 mahkûmun cansız bedeni
çıktı. Esat Oktay Yıldıran, soyadıyla müsemma bir adamdı. Onun uyguladığı
işkenceler en dirençli insanı bile yıldıran türdendi. Yıldıran’ın akıl almaz
işkencelerine dayanamayan mahkûmlardan Ferhat Kutay, Necmi Öner, Mahmut Zengin
ve Eşref Anyık adlı dört tutuklu kendisini yakarak yaşamına son verirken,
Mazlum Doğan, Kemal Pir, Beddi Tan. Necmettin Büyükkaya ve Remzi Aytürk gibi
mahkûmlardan bazıları kendisini astı, bazıları açlık grevlerinde öldü,
bazılarının ise bedenleri işkenceye dayanamayarak yaşamını yitirdi.
‘The Times’ gazetesinin “Dünyanın en kötü 10 cezaevi”
içerisinde gösterilen Diyarbakır Cezaevi’nde Binbaşı Yıldıran’ın uyguladığı
işkence yöntemlerinden klasik falaka ve kaba dayağın dışındakilerden bazılarını
içimiz kaldırmasa da o vahşeti anlatmak için aktarmak zorunda kalacağız.
Mahkûmlara İnsan Dışkısı yedirme, köpeği Co’ye “Emret Komutanım” diye tekmil
verdirme, eğer co havlarsa tekmili beğenmemiş demektir ki, bu durumda o mahkûma
ağzına ya da makatına cop sokma, lağım suyunun içinde bırakma, erkek
mahkûmların cinsel organlarına ip bağlayıp trencilik oynatma, yere yatırılan
mahkûmun ağzına bir diğer mahkûmu işetme, veremli mahkûmların balgamlarını
yemeklere karıştırma, çıplak mahkûmları birbirinin üstüne yatırma, cop ısırtma
ve cop ısırırken hızla geri çekip dişleri kırma, aç ve susuz bırakma, tek ayak
üstünde saatlerce bekletme, gayrimüslim mahkûmları zorla sünnet ettirme...
Liste uzayıp gidiyordu.
Esat Oktay Yıldıran, emekli olduktan sonra 22 Ekim
1988 günü İstanbul’da Kısıklı’da bir halk otobüsünün içinde ailesinin gözü
önünde başından vurularak öldürüldü. (“Soyadıyla Müsemma Bir Adam”, Cumhuriyet,
17 Eylül 2012, s.9.)
[21]
Nazan Özcan, “Siz Susun Onlar Anlatsın!”, Radikal, 8 Nisan 2012, s.24-25.
[22]
“Çok İşkence Yaptık, Affedin”, Taraf, 5 Şubat 2012, s.13.
[23]
Mesut Hasan Benli, “En Acı İddianame”, Radikal, 8 Ocak 2012, s.6.
[24] 12
Eylül 1980’de komutanı olduğu Mamak Askeri Cezaevi’ndeki işkence iddialarıyla
ismi gündemden düşmeyen emekli Albay Raci Tetik’in gizli tutulan görüşme
tutanaklarında TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na çarpıcı
açıklamalarda bulunduğu ortaya çıktı. Tetik, “köpekler gibi havladığını”
söylediği mahkûmların yaptırdığı hücrelerde uslandıklarını kaydetti.
Komisyon üyelerinin röportajındaki ifadelerini
ısrarlar sormalarına rağmen Tetik, “Ben manyak mıyım, kendi aleyhime, ‘ben suç
işledim, işkence yaptım, şunu bunu yaptım’ der miyim, yapsam bile...” dedi.
(Önder Yılmaz, “Hücrelerde Uslandılar”, Milliyet, 11 Kasım 2012, s.29.)
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda işkence
iddialarını reddeden eski Mamak Askeri Cezaevi Müdürü emekli Albay Raci Tetik’e
yanıtı bizzat, o cezaevinde kardeşi yayıncı İlhan Erdost’u gözleri önünde
işkencede yitiren Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) Başkanı Muzaffer İlhan
Erdost şöyle dedi:
“Raci Tetik, kontrgerillanın çok önemli bir
mensubudur. Bunların görevleri; ilerici, demokrat ve devrimcileri en vahşiyane
yöntemlerle dövmek ve öldürmektir. Çünkü, bunlar Panama’da Amerikan Okulu’nda
bu amaçla eğitilmişlerdir. K. Maraş’ta, Çorum’da bu vahşi yöntemleri iyi
bildik. Bahçelievler katliamında da bildik. Şimdi bu katilleri Başbakan’ın
sözleriyle affediyorlar. Raci Tetik, Mamak Cezaevi’nde işkence yapması için
özel olarak görevlendirilmiş kontrgerilla elamanıdır…” (Alican Uludağ, “Asıl
Fail Raci Tetik”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2012, s.7.)
Onun hakkında ayrıca Oral Çalışlar da şunları diyor:
“Raci Tetik’ler hâlâ korumalarla dolaşıyor, arabalar
tahsis ediliyor ve özel bakım merkezlerinde bakılıyorlar. ‘12 Mart’tan 12
Eylül’e Mamak’ (Everest Yayınları) kitabımdan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum:
‘Raci Tetik, tek tek sıraya dizilmiş tutukluların
karşısındaydı. Ellerini arkasına koyarak onları düşman gözlerle süzdü, küfür ve
hakaretlerle dolu konuşmasını şöyle tamamladı: ‘Rahatlık size batıyor. Sopayı
sırtınızdan kaldırdık mı böyle oluyor. Bundan sonra görürsünüz gününüzü. Bana
kalsa hepinizi tek tek hücreye koyar, her gün birinizi kurşuna dizerim. Geri
kalanınız da elleri şakaklarında ölümü beklerler. Dua edin ki benim cuntam
gelmedi. Benim cuntam gelseydi sizi burada böyle boşuna beslemezdim.
Faşistlerden bir korkum yok. Beni öldürürse komünistler öldürür. Ama öyle bir
zaman gelirse, öldürülünceye kadar dağa çıkar ve gerillacılık yaparım’…” (Oral
Çalışlar, “Zulüm ve Cinayet Mekânı: Raci Tetik’in Mamak’ı”, Radikal, 23 Ekim
2012, s.14.)
[25]
Alican Uludağ, “Dosya Ortada Kaldı”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2013, s.8.
[26]
Mesut Hasan Benli, “12 Eylül İşkencesine Zamanaşımı Kararı”, Radikal, 27 Mart
2012, s.14-15.
[27]
Hasan Küçük, “12 Eylül’de İşkence Gören Bal’ın Suç Duyurusuna Tuhaf Gerekçeli
Ret”, Zaman, 1 Nisan 2012, s.1-13.
[28]
Bayram Balcı, “Kayıp mezarlara Zaman Aşımı”, Gündem, 22 Mayıs 2014, s.6.
[29]
“Hayrettin Eren 33 Yıl Sonra ‘Gaip’ İlan Edildi”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013,
s.6.
[30]
Alican Uludağ, “İşkencecileri Yargılanmadı”, Cumhuriyet, 3 Mart 2012, s.9.
[31]
Alican Uludağ, “Mağdur Avukatına Soruşturma”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2014, s.7.
[32]
İsmail Saymaz, “Meğer Cemil Kırbayır Dosyası 12 Yıl Önce Kapatılmış”, Radikal,
13 Ocak 2014, s.6-7.
[33]
İsmail Saymaz, “Cemil Kırbayır’da Skandal Gerekçe: Ceset Yok ki, Dava Açalım”,
Radikal, 26 Nisan 2014, s.6-7.
[34]
Ayşegül Usta, “Davası Kesin Olarak Zamana Yenildi”, Hürriyet, 22 Nisan 2012,
s.20.
[35]
İsmail Saymaz, “İlk 12 Eylül Dosyası Hayal Kırıklığı”, Radikal, 31 Ekim 2012,
s.8.
[36]
Türker Karapınar, “575 ‘İşkence’ye Rağmen Dava Yok”, Milliyet, 23 Temmuz 2014,
s.22.
[37] “12
Eylül İşkencecileri”, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2012, s.8.
[38]
Alican Uludağ, “Devlet Nezaketi!”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2011, s.5.
[39]
Cafer Solgun, “12 Eylül Mahkûm Edildi, Öyle mi?”, Taraf, 23 Haziran 2014, s.8.
[40]
Celalettin Can, “78’li Olmanın En Heyecan Verici Yanı…”, Cumhuriyet, 12 Eylül
2014, s.2.
[41]
“Devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının bir ürünü ve tezahürüdür.
Sınıflar arasındaki karşıtlıklar nesnel olarak uzlaştırılamadığı ölçüde, her
yerde ve her zaman devlet ortaya çıkar. Tersinden söylersek, devletin varlığı,
sınıf karşıtlıklarının uzlaşmaz olduğunun bir kanıtıdır.” (Vladimir İlyiç
Lenin, Devlet ve Devrim, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı:
240, Nisan 2009.)
Yorumlar