“Ben bir komünist değilim ama bizi onlardan başka anlayan da olmadı.” [1] “Şimdi, nerden çıktı bu Mandela meselesi?” diyen ola...
“Ben bir komünist değilim
ama bizi onlardan başka
anlayan da olmadı.”[1]
“Şimdi, nerden çıktı bu Mandela meselesi?” diyen olacaktır elbet…
Latince de ironi için kullanılan, “Plusquam perfectum/ Çoktan geçmiş zamanlar”dan söz etmenin gerekli olduğundan kuşku duymadığım koordinatlarda Hugh White’ın, “Geçmişi değiştiremezsin ama gelecek hâlâ avucunun içindedir,” anımsatması hâlâ “olmazsa olmaz”.
“Neden” mi?
W. Goethe’nin, “Tarih araştırıcısı için tarihle efsanenin yanyana olduğu nokta son derece çekicidir,”[2] notu eşliğinde Christopher Hill’in, “Tarih her kuşakta yeniden yazılmalı, çünkü geçmiş değişmez ama şimdi değişir; her kuşak geçmişle ilgili yeni sorular sorar,” gerçeğinin altını çizdiği için…
Bu kadar da değil!
Richard Leakey ile Roger Lewin, “Geleceğimizden emin olabilmemiz için geçmişimizi bilmemiz gerekir,”[3] derlerken; “Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar,”[4] diye ekler George Orwell da…
Evet, tam da bunun için “eski”sinden, yenilenme ihtimaline uzanan koordinatlarda Mandela gerçeğini irdelemekte, anımsayıp/ anımsatmakta büyük yarar vardır.[5]
Mandela sadece bir “ikon” değil; aynı zamanda (devrimin yerine “demokrasi”nin ikamesinde) bir “örnek”!
Öldüğünde, “Güney Afrika’da ‘ulusun babası’nın ardından siyahlarla beyazlar birlikte ağlıyor. Baba anlamına gelen ‘Tata’ ile Mandela’nın geldiği kabilenin ona koyduğu ad olan ‘Madiba’yı birleştirerek, Tata Madiba’nın ardından yas tutuyorlar”;[6] “Mandela için düzenlenen resmi anma törenine ‘kavgalı siyasiler’ dahil 91 ülke lideri katıldı. Obama, ‘Bir tarih devini övmek çok güç’ dedi,”[7] türünden haberlerin dört yanı kuşattığı tabloda onun için şu notların düşülmesi tesadüfî değildi!
Mustafa K. Erdemol’un, “Mandela, siyah ya da beyaz herkesin hayatına mutlaka dokunup geçmiş, insanlık tarihinin çok önemli ikonlarından biriydi. Yaşamında neyi savunduysa hepsinin karşılığı vardı…”
Rodhri Jones’in, “Apartheid karşıtı mücadelesiyle olduğu kadar apartheid sonrası uzlaşmasıyla da Mandela, çağımıza daha iyi bir gelecek yönünde liderlik etti…”
Aslı Aydıntaşbaş’ın, “Mandela, sadece ırkçı beyaz rejime karşı bir hak mücadelesi yürüttüğü için değil, bunu yaparken ülkesini ‘birleştirdiği’ için istisnai bir tarihi figür…”
Gündüz Vassaf’ın, “XX. yüzyılda, hemen herkesin nezdinde dünyanın en çok saygısını kazanmış lideriydi. Dünle bugün arasında tarih cambazlığı yapmadı. Yarına sansürlenmiş vasiyet bırakmadı. Anketlerle gömleğinin rengini değiştiren, nerede ne söyleyeceğini ona göre seçen pop politikacı olmadı. İnandırıcıydı. Çelişkilerini gizlemedi. Terörist de oldu, devlet başkanı da,” satırlarındaki üzere!
İyi de Mandela neden bu kadar “önemli”ydi? Bunun tarihsel arkapanında ne(ler) vardı?
GÜNEY AFRİKA TARİHİ
Bölgeye (Güney Afrika’ya) XVII. yüzyılda Protestan Hollandalı, Fransız ve Almanlar yerleşir.
‘Boer’ler diye bilinen topluluğu oluşturarak ülkeye hâkim olurlar. Kıymetli madenler, Batı Afrika’ya açılan yollar, Cap ve Kahire bağlantısı iştah kabartıcıdır.
Nitekim İngiltere Güney Afrika’yı kendi egemenlik alanlarından biri kılmaya çalışır. Ve ülke 100 yılı aşkın bir süre Boerler-yerli halk, İngiltere-Boerler ve İngiltere-yerli halk arasındaki kanlı egemenlik mücadelelerine sahne olur. Güney Afrika 1910 yılında Boerler’in egemenliğinde bağımsızlığa kavuşacaktır.
1910’da İngiliz kolonisi olan Güney Afrika’da anayasa ile politik güç beyazların eline geçince, tarihin en acımasız sistemlerinden birisi kurulur.
1948 yılında hükümet Appartheid’i (ayrımcılık) ilan eder.
1959’da siyah ahaliye, Bantulara pasaport taşıma zorunluluğu getirilir.
Şehir merkezlerine giremezler, kendilerine ayrılan bölgelerde yaşamak, takdir edilen işleri yapmak zorundadırlar.
Siyahların örgütlenmesi ve tepkisi gecikmez. Afrika Ulusal Kongresi kurulur ve (Bantuların partisi) mücadeleye başlar.
1960’ta pasaport yasasına karşı yapılan miting sırasında gerçekleştirilen ve 60 kişinin ölümüyle sonuçlanan Sharpeville katliamı, 1964’te AUK’nin başkanı Mandela ve 7 yöneticisinin tutuklanıp, ömür boyu hapse mahkûm edilmesi, 1976’da Boerlerin dilinin okullarda zorunlu dil olması üzerine karşı Saweto’daki ayaklanmalar bu mücadelenin kritik anlarını oluşturur.
80’lerin sonunda çatışmalar tahammül edilmez noktaya gelir ve çözüm arayışları kendisini dayatır.
1989’da Klerk’in cumhurbaşkanı olmasından sonra örgütlenmeye ilişkin kimi yasaklar kaldırılır.
Ve 1990’da, 27 yıllık hapis hayatından sonra Mandela serbest bırakılır.
Aynı yıl hükümet ile AUK arasında müzakereler başlar.
1991 yılında Appartheid rejimi kaldırılır.
Kurulan anayasal meclis iki yıl içinde eşitlikçi yeni anayasayı hazırlar.
1994 seçimlerini Nelson Mandela’nın başkanlığını yaptığı ANC, oyların yüzde 62’sini toplayarak büyük bir üstünlükle kazanır ve Parlamento’ya seçilen 490 üye, görevi iki yıllık bir süre içerisinde anayasayı hazırlamak ve onaylamak olan bir Kurucu Meclis (Constitutional Assembly) oluşturur.
Ümit Kardaş’ın ifadesiyle, “1995 Ocak ayında halkın görüşlerini almak için geniş kapsamlı bir iletişim kampanyası başlatıldı. Kırsal alandaki nüfus yoğunluğu, ‘siyah’ halkın hiçbir zaman siyasi hak kullanmamış olması, eğitim eksikliği, ekonomik ve kültürel farklılıklar gibi engellere rağmen süreçte amaç halkın bilinçli katılımını sağlamak olarak belirlendi ve 10 aylık bir süreçte yoğun bir katılım sağlandı.
Televizyonda, radyoda, ulusal-yerel basında ve afişlerde yer alan reklam kampanyalarında, ‘Tarihe izinizi bıraktınız, şimdi sıra fikrinizi belirtmekte’ ve ‘Anayasal haklarınıza karar vermek sizin hakkınız’ gibi insanlara bu fırsatın önemini anlatan sloganlara başvuruldu. Bu kampanyalarda özel reklam ve iletişim şirketlerinden yararlanıldı. Süreç sonunda yetişkin halkın çoğuna ulaşıldı. Yaklaşık 1.7 milyon dilekçe toplandı, elemeler sonucu bunlardan 11 bin öneri çıkarıldı.”[8]
ELMAS’IN “ÖNEMİ”(!)
Tarihsel açıdan Güney Afrika’yı “Beyaz Adam(lar)” için bu kadar önemli kılan elmastı!
Hatırlayın: “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması” der ve ekler Karl Marx ‘Kapital’de, “yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi… kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretiydi”.
Aynı nedenle, ‘Sermaye Birikimi’nde “1869-70 tarihinde Kimberley’de elmas yatakları, 1882-5 tarihinde de Transvaal’da altın yataklarının bulunması Güney Afrika tarihinde yeni bir dönem açtı,” der ve devam eder Rosa Luxemburg: “Elmas ve altın yataklarının bulunmasıyla Güney Afrika kolonilerindeki beyazların sayısı sıçramalarla artış gösterdi… Mütevazı köylü ekonomisi derhâl geri plana itilmiş; madencilik sermayesi ön plana çıkmıştı”…
XIX. yüzyılın sonlarında, Güney Afrika’da madenciliğin başlangıç dönemlerinde, Witwatersrand’de madencilik yapan az sayıda firma vardır. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise bölge dünya altın üretiminin yüzde yirmisinden fazlasının gerçekleştirildiği bir coğrafya hâline gelir. Üretimin yarısı, söz konusu dönemde atılan piyasa ve rekabet çığlıklarının aksine, tek bir konsorsiyumun elinde toplanır. Dahası, bu dönemde faaliyet gösteren madencilik firmalarının toplam bütçeleri Güney Afrika’da Natal ve Orange Free State’te kurulmuş kolonilerin bütçelerinden daha büyüktür. Madencilik ülkedeki en büyük endüstriyi oluşturur, dört eyaletteki demiryolları ve limanlardakinin toplamından daha fazla kâr elde eder.
Coğrafyadaki en önemli madencilik firması İngiltere’nin Cape’te kurduğu koloninin valisi olan ve Cape’in Napolyon’u olarak adlandırılan Cecil Rhodes’un sahibi olduğu De Beers Consolidated’tir. Firma 1888 yılı itibarıyla Kimberley’deki elmas üretimini tek başına kontrol eder duruma gelir. Nitekim Lenin ünlü Emperyalizm kitabında, Rhodes’un yakın dostu olan bir gazetecinin, 1895 yılında Rhodes’un aşağıdaki ifadelerini aktardığını belirtir: “Dün Londra’nın East Rand’indeydim (işçi semti) ve işsizlerin düzenledikleri bir toplantıya katıldım. Ekmek için çığlıktan ibaret olan ateşli konuşmaları dinledikten sonra eve gittiğimde, emperyalizmin önemine daha da inandım… Birleşik Krallığın 40 milyonluk nüfusunu ölümcül bir iç savaştan koruyabilmek için, biz sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrika ve madenlerde üretilen ürünler için yeni pazar oluşturacak yeni topraklar kazanmak zorundayız… Eğer iç savaş istemiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınızdır.”
Bölgedeki madencilik firmaları, ilerleyen dönemlerde madencilik alanındaki kalifiye işlerde istihdam etmek üzere Carnwill ve California gibi şehirlerden bölgeye maden işçileri getirirler. Sanayi devrimi sonrasının “yedek işgücü ordusu”nu, bugünkü Güney Afrika’nın ise beyaz nüfusunun bir kısmını oluşturan bu işçilerden farklı olarak, Mozambik, Malawi, Leshoto, Swaziland gibi coğrafyalardan, elbette topraklarından zorla koparılarak, getirilen siyah işçiler ise madencilik sanayisinin gereksinim duyduğu ucuz emek gücünü oluşturur. Dahası, Rhodes, bu ikincisini sürekli kılabilmek için bugünkü Botswana, Zimbabwe, Zambia, Malawi gibi ülkeleri kapsayan alanda bir beylik kurar. 1887 yılında Witwatersrand’deki maden ocaklarında çalışan işçi sayısı 3.000 civarındadır. Kısa bir süre sonra, 1880’in sonunda, sadece elmas madenlerinde çalışan siyah sayısı, 9.000’i sürekli yerleşimci olmak üzere, yaklaşık 22.000’e varmıştır. Yüzyılın sonuna gelindiğinde ise Witwatersrand’de çalışan siyah maden işçilerinin sayısı 97.000’e beyaz maden işçilerinin sayısı ise 12.000’e ulaşır. Bölgede çalışan maden işçisi sayısı 1960’larda 2.5 milyona ulaşır.
1913 yılında çıkarılan bir yasa, Arazi Yasası, yukarıdaki manzaranın en önemli tamamlayıcısıdır. Yasayla, coğrafyadaki toprakların yüzde 7.3’ü siyah rezervleri olarak tanımlanır, siyah nüfusun bu topraklar dışındaki bölgelerde, yani kentlerde, toprak satın alması ve yaşaması yasaklanır. Benzer şekilde beyaz nüfus da rezerv alanlarından toprak satın alamayacaktır. Coğrafyanın yaklaşık yüzde doksanını oluşturan nüfusu toprakların sadece yüzde yedisine sıkıştıran bu yasanın getirilerinden ilki, siyah nüfusun beyaz nüfustan ayrışan bir kitle hâline gelmesidir. Dolayısıyla yasa Güney Afrika’daki kurumsallaşmış ırk ayrımcılığının başlangıcını oluşturur.
Bununla birlikte yasanın asli amacı, rezerv topraklarında yaşayan siyah nüfusu işçileştirerek, maden üretiminin gerekli kıldığı ucuz ve kalifiye olmayan işgücünü sürekli kılmaktır. Ancak, rezervlerde, kendi topraklarında geçimlik tarım yapan siyah nüfus başlangıçta bu toprakların dışında yaşamak, hele de madenlerde çalışmak, yani işçileşmek konusunda hiç istekli değildir. Sadece devletin toprak üzerine koyduğu vergileri ödeyebilmek için ücretlerine ihtiyaç duyulan bekâr ve genç erkekler, şeflerin zorlamasıyla madenlerde çalışmaya giderler. Rezerv topraklarının siyah nüfus için yetersiz hâle gelmeye başlaması ise, daha çok siyahın kent merkezinde bulunan madenlerde çalışmak zorunda kalmasına yol açar. Zaten yasayla amaçlanan tam da budur.
Siyah nüfusun kentlerde sürekli yaşaması ve çalışmaya geldikleri dönemlerde ailelerini beraberinde getirmeleri yasaklandığından, madenlerde ancak mevsimlik işçi olarak çalışabilecekler, işleri bittiğinde köylerine (rezervlerine) geri döneceklerdir. Güney Afrika emek tarihi literatüründe göçmen işçilik olarak adlandırılan bu sistem, madencilik sermayesinin elde ettiği artı değerin artmasında oldukça önemli rol oynar. Çünkü, söz konusu yasa, emek gücünün yeniden üretim maliyetlerinin, işçinin rezerv topraklarındaki ailesi tarafından karşılanması/ üstlenilmesi anlamına gelir.
Bir başka ifadeyle madene giden işçinin, çocuk/yaşlı bakımı, tarımsal üretimin sürdürülmesi gibi geride kalan işleri ya da işçinin, örneğin, madenden hastalanarak dönmesi sonrasında oluşan bakım maliyetleri rezervdeki aile tarafından üstlenilmektedir. Tüm bunların sermayeye getirisi ise, istihdam ettiği işçiler için, konut, sosyal güvenlik, kreş ve benzeri maliyet öğelerinden kurtulmaktır. Tam da bu nedenle aynı dönemlerde Güney Afrika Madenciler Odası madenlerde çalışan siyah işçilerin işlerinin bitmesinin ardından rezervlerine dönmelerinin teşvik edilmesi gerektiği, aksi takdirde, madencilerin artan ihtiyaçları ile birlikte kent merkezlerinde kalıcı olacakları yönünde açıklamalar yapar. Kuşkusuz bunun en önemli sonucu ücretlerin yükselmesi olacaktır.
Göçmen emeği sisteminin madenlerin kurulu bulunduğu yerleşim bölgelerindeki tamamlayıcı öğesi ise çalışma kampları sistemidir. Bu sistem madenlerde çalışmak üzere rezerv bölgelerinden göç eden işçilerin, çalışma dönemleri boyunca, madenlerin yakınına inşa edilen barakalarda toplu olarak konaklamasına dayanır. Işıksız ve penceresiz olan, genelde sadece mekânın ortasına yakılan bir kömür yığını ile ısıtılan, tuvalet, yıkanma, temizlik benzeri ihtiyaçlar için ayrı bir yeri olmayan bu barakalarda, çoğu zaman 20 ile 50 arasında işçi konaklar. İşçilerin çoğu zaman beton üzerinde uyuduğu, özel eşyaları için ayrı alanlarının bulunmadığı, dolayısıyla sıklıkla hırsızlık ve benzeri sorunlarla karşılaştığı, farklı kabilelerden gelen işçiler arasında çatışmaların yaşanabildiği barakalarda, kamp yöneticisi, kamp yönetici yardımcısı, kamp polisi, oda sorumluları gibi statüler de bulunur.
Söz konusu statülerin en önemli fonksiyonu ise, kamplarda bulunan işçilerin birbirleri ile ya da çalıştıkları şirket ile sorun yaşamalarının önüne geçmek suretiyle denetim altında tutulmasıdır. İşçilerin başta dayak olmak üzere cezalandırılması ise, çalışma kamplarında işçileri kontrol altında tutmak için kullanılan bir başka yöntemdir. Sadece 1903 yılında yüzde 59’u kamplardaki kalabalık, ani hava değişimi ve benzeri nedenlerle ortaya çıkan menenjit ve zatürree; yüzde 11’i kötü beslenmeden dolayı ortaya çıkan bağırsak enfeksiyonu; kalan kısmı da iş kazası, vitamin eksikliği, tüberküloz nedeniyle olmak üzere 5022 siyah işçi hayatını kaybeder. 1911 yılında ise her bin işçinin 67’den daha fazlası zatürree nedeniyle hayatını kaybeder.[9]
HAYATI, MÜCADELESİ
Tam adıyla Rolihlahla Mandela, 18 Temmuz 1918’de Thembu kabilesinin şefinin oğlu olarak başladığı yaşamını ‘Apartheid’e karşı mücadeleye adadı. Ailenin eğitim alan ilk çocuğu olan Mandela’ya Nelson adını bir sömürge geleneği olarak öğretmeni verdi. Apartheid’a karşı mücadelesi ise ona kabilede yaşlı saygın üyeler için kullanılan ‘Madiba’ ve ‘Güney Afrika’nın Babası’ gibi unvanları kazandırdı.
Rolihlahla Dalibhunga adıyla doğdu; ancak öğretmeni kendisine, İngilizce “Nelson” ismini verdi.
Annesi Hıristiyan Metodist mezhebine bağlı olduğundan, Metodist yatılı okullarda okuduktan sonra Güney Afrika’da siyahların öğrenim görebildiği tek üniversitede hukuk eğitimi gördü.
Yerli halkın beyazlara karşı hak mücadelesini savunan Afrika Ulusal Kongresi’ne (ANC) ilk kez 25 yaşındayken ve eylemci olarak 1943 senesinde katıldı. Daha sonra ANC Gençlik Kolu’nu kurdu ve başkanlığını üstlendi.
İlk eşi Evelyn Mase ile 1944 yılında evlendi, üç çocuk sahibi olan çift 1957 yılında boşandı.
Witwatersrand Üniversitesi’nin hukuk bölümünü bitiren Mandela, ülkenin ilk siyah avukatı olurken, 1952’de Olivier Tambo ile birlikte Johannesburg’da açtığı Güney Afrika’nın ilk siyah avukatlık bürosu, apartheidın ‘olağan şüphelilerinin’ haklarını savunan bir merkez gibi çalıştı. Mandela, 1944’te Afrika Ulusal Kongresi’ne (ANC) katılıp gençlik kollarını kurdu. 1950’de ANC Başkanı seçildi. Mart 1960’ta ‘paso taşımadıkları takdirde tutuklanmalarını’ öngören yasayı protesto eden 69 öğrencinin öldürüldüğü Sharpeville katliamından sonra ANC yasadışı ilan edildi. Bu olay, Mandela’nın silahlı mücadeleyi savunmasının önünü açtı. 1961’de ANC çatısı altında ve Güney Afrika Komünist Partisi’nin (SACP) bazı üyeleriyle Ulusun Mızrağı (MK-Umkhonto We Sizwe) örgütünü kurdu.
Mandela, amacı apartheid’a karşı silahlı mücadele yürütmek olan MK’nın kurulmasına gerekçe olarak ‘barışçıl taleplerine şiddetle karşılık verilmesini ve hükümetin kendilerine başka seçenek bırakmamasını’ gösterdi. Mandela ‘Özgürlüğe Uzun Yürüyüş’ adlı otobiyografisinde MK’nın kuruluşuna dair şunları yazmıştı: “Asla asker olmamış, asla bir savaşta yer almamış, asla bir düşmana silah sıkmamış olan bana, bir ordu kurmak görevi verilmişti. Bu kıdemli bir general için bile altından kalkması güç bir görevken, askeri bir acemi için hayli hayli öyleydi. Mızrak simgesi, Afrikalıların beyaz istilacılara karşı yüzyıllar boyu bu basit silahla direnmiş olmalarından ötürü seçilmişti.”[10]
Bir başka anlatımla 1950’li yıllara gelindiğinde ırk ayrımcılığı etkisini göstermeye başlamıştı. Nelson Mandela, Afrika Ulusal Kongresi’nde etkin rol almaya başladı. Daha militanca bir örgütlenmeyi savunan Mandela, defalarca tutuklandı, siyasi faaliyetlerde bulunması yasaklandı.
Beyazların ve siyahların beraber yaşadığı bir Güney Afrika hayalini paylaşan Güney Afrikalı komünist beyazlarla yakınlaştı.
Mandela ve Tambo, birlikte, siyah çoğunluğu baskı altında tutan, beyazların kurduğu Ulusal Parti’nin uygulamaya başladığı ırk ayrımcılığı (apartheid) sistemine karşı kampanya yürüttüler.
Mandela, 1956 yılında 155 eylemciyle beraber en ağır düzeyde vatana ihanetle suçlandı ama hakkındaki suçlamalar, dört yıl süren duruşmaların ardından düşürüldü.
Irk ayrımcılığına karşı direniş, her geçen gün büyüdü; özellikle de siyahların nerede yaşayıp nerede çalışacaklarını sınırlayan yasalara karşı tepkiler güçlendi.
Mandela, 1958 yılında Winnie Madikizela’yla evlendi, ancak ANC’nin 1960 senesinde yasa dışı ilan edilmesiyle, diğer parti üyeleriyle beraber saklanmak zorunda kaldı.
Irk ayrımcılığı giderek daha fazla hissedilmeye başlandı; 1960 senesinde 69 siyahın polis tarafından öldürüldüğü Sharpeville katliamı, bir dönüm noktası oldu.
Bu olay, barışçı direnişin de sonunu getirdi. O sırada ANC’nin başkan yardımcısı olan Mandela, ordu ve hükümet hedeflerine karşı silahlı mücadele başlattı, ANC’nin silahlı kanadını kurdu.
Bir süre sonra hükümeti devirmeye ve halkı kışkırtmaya çalışmakla suçlanarak tutuklandı ve hapse atıldı.
Mandela, Afrika Ulusal Konseyi’nin on üyesinin ırk ayrımı güden rejimi yıkmak amacıyla yaptıkları eylemlerden dolayı yargılandıkları meşhur Rivonia davası sırasında, savunmasını yaparken, demokrasi, özgürlük ve eşitlik konusundaki görüşlerini şu sözlerle dile getirecekti:
“Ben, tüm insanların uyum ve eşit fırsatlara sahip şekilde beraberce yaşadığı, demokratik ve özgür bir toplum idealini benimsedim. Bu, uğrunda yaşamak ve ulaşmak istediğim bir idealdir. Ama gerektiğinde bunun uğrunda ölürüm de.”[11]
Nelson Mandela, 1964 yılının kışında, 46 yaşındayken ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Böylece Mandela için 18 yılı Robben Adası’nda geçen 27 yıllık hapishane yaşamı başladı. Mandela, Cape Town açıklarındaki adaya ayak basar basmaz beyaz gardiyanlardan “Ada burası, burada öleceksiniz!” sözlerini duydu. Nitekim ‘ölüme gönderildiği gerçeği’ hapishanede taşocağında çalıştırılması ve vereme yakalanmasıyla kendini gösterdi. Ölümüne yol açan enfeksiyonun da akciğerlerinde oluşan kalıcı hasardan kaynaklandığı sanılıyor. Sırasıyla Robben, Pollsmoor ve Victor Verster hapishanelerinde geçen yıllarına nasıl dayandığını mektuplarında şöyle anlatıyordu: “Bizi mahkûm edenlerden daha geniş bir insanlık kavramının parçası olduğumuzu bilmek, bize güç ve sebat veriyordu... Hapishanenin kendisi, sabır ve azim konusunda müthiş bir eğitim sağlıyor. Burası kişinin kararlılığını sınavdan geçiriyor.” Ancak ‘güç ve sabrın yetmediği’ anlar da yaşayan Mandela, hasretlerini itiraf ediyor: “Özlemden kalbimin yavaşladığı hatta duracak gibi olduğu zamanlar oldu. 1935’te olduğu gibi Umbaşe Nehri’nin sularında yıkanmak istiyorum.”
46664 numaralı mahkûm olan Mandela, eşi Winnie’ye yazdığı bir mektupta ise çaresizliğini anlatıyor: “Çocuklarıma ve sana yardım edemediğim için her bir parçamı ve ruhumu kurumuş hissediyorum. Tamamen güçsüz oluşum ne acı.”
Hapisteyken de mücadelenin başarısı için çalışmalarını sürdürdü. O günleri anlatırken, “hapishane şevkimizi kırmaktan çok zafer kazanılana kadar bu mücadeleyi sürdürmede bizi daha kararlı hâle getirdi” dediğini biliyoruz.
Hapishanedeki hayatı, dışarısıyla tüm ilişkilerin kesildiği tam bir tecride dönüşmüştü. Saat bulundurması bile yasaklanan Mandela, kararlılığını göstermek için başlangıçta kendisine bir duvar takvimi çizmişti. Sonraları dışarıdan bir takvim getirtmesine izin verildi ve hapiste kaldığı süre boyunca üzerine notlar alarak takvim kullanması alışkanlık hâline geldi. Tecrit o kadar yoğundu ki örneğin 1976’da gerçekleşen Sweto İsyanlarını, Mandela ve arkadaşları yıllar sonra duyabilmişlerdi. Roben Adası’ndaki ilk yıllarında da radyo dinlemeleri ve gazete okumaları yasaklanmıştı.
Mandela’nın rejim görevlileri dahil herkesin saygı duyduğu bir kişi hâline gelmesinin çarpıcı örneklerinden biri de Roben Hapishanesi’nde ilk karşılaştıkları muameleye verdiği tepkidir. Mahkûmlara sığır muamelesi yapılan hapishanede aşırı şiddete karşı derin haysiyet duygusu ve demir gibi iradesiyle direnen Mandela, gaddarlığa, zorbalığa, taciz ve suiistimallere karşı koymuş; böylece tek bir kişinin bile kötü şartları nasıl değiştirdiğini göstermişti.
Bu arada Nelson Mandela’nın 27 yıllık hapishane hayatı boyunca kendisini en fazla etkileyen şiirin de William Ernest Henley’e ait ‘Yenilmez’ şiiri olduğun öğreniyoruz.
İşte o şiir: “Beni saran gecenin içinden mezar kadar kara, baştan başa./ Şükrederim hangi Tanrılar verdiyse bana fethedilmez ruhumu./ Ne ürktüm, ne bağırdım şartların pençesine düştüğüm anda bile./ Kaderin sopasıyla kanadı da başım, yine de boyun eğmedim./ Öfke ve gözyaşı dolu bu yerin ötesinde beklemiyor başka hiçbir şey./ Gölgelerin dehşetinden yine de korkmaz bir hâlde buluyor/ ve bulacak beni yılların yılgınlığı ve tehdidi./ Kapı ne kadar dar olsa da,/ Cezalarım ne kadar ağır olsa da./ Kaderimin efendisi de benim ruhumun kaptanı da!
Mandela ve diğer ANC liderleri ya hapiste ya da sürgündeyken, Güney Afrika’da direniş son bulmadı; yüzlerce insan öldürüldü, binlerce kişi yaralandı. Ancak Mandela, hapiste olmasına rağmen direnişin sembolü olarak öne çıktı.
Hapsedildiği Robben Adası’nı, adeta bir eğitim merkezine dönüştürmesini bildi. Mandela mahkûmların oluşturduğu politik eğitim sınıflarının başında yer alıyordu. Bu arada sürgünde olan eski ortağı Tambo, 1980 yılında Mandela’nın serbest bırakılması için uluslararası bir kampanya başlatmıştı.
Uluslararası toplum Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı güden rejime karşı ilk kez 1967 yılında yaptırım uyguladı.
Baskılar 1990 yılında sonuç verdi, Güney Afrika hükümeti, sonuçta işbirliği yapabileceği tek siyah liderin Nelson Mandela olduğunu idrak etti.
Dönemin Güney Afrika devlet başkanı FW de Klerk, ANC’ye konan siyaset yasağını kaldırdı, Mandela serbest bırakıldı ve Güney Afrika’da tüm ırkları temsil eden bir demokrasi kurulması için görüşmeler başladı.
Mandela ve ANC liderleri, silahlı mücadeleyi askıya aldıklarını açıkladı.
1990’da hapisten çıkarken hislerini “Beni özgürlüğe kavuşturacak kapıdan geçerken, öfke ve nefreti geride bırakmazsam, hapiste kalmaya devam edeceğimi biliyordum” diye aktaran Mandela, müzakere stratejisini “Düşmanınla barış istiyorsan, birlikte çalışmak zorundasın. O ancak böylelikle ortağın hâline gelir” diye açıkladı.
Beyazlara kin gütmek yerine onlarla eşitlik içinde bir hayat kurmaya çalışan efsane lider, kendisini azizleştirmeye çalışanlara da “Hep deneyen bir günahkârım” diye itiraz etmişti.
O dönemde Mandela, 1992 yılında adam kaçırma ve ikinci derece fiili saldırıda bulunmakla suçlanan ikinci eşi Winnie’den boşandı.
Ayrıca 1992’de Atatürk Barış Ödülü, Mandela’ya verilmek istendi; ancak Mandela ödülü reddetti. Ödülün daha önce darbeci General Kenan Evren’e, NATO’nun eski Genel Sekreteri Joseph Luns’a verildiğini de değerlendiren Mandela, başkanı olduğu ANC’nin sözcüsü Gill Marcus aracılığıyla şu açıklamayı yaptı:[12]
“Nelson Mandela bütün hayatını demokrasi, insan hakları ve baskılarla mücadeleye harcamıştır. ANC, Mandela’nın kendisine verilen ödülü kabul etmediğini ve Türkiye’yi ziyaret planlarının olmadığını açıklamak istemektedir. ANC’nin tavrının modern Türkiye’nin kurucusu, reformcu Kemal Atatürk’le ilgili herhangi bir olumsuzlukla ilgisi yoktur.”
1993 yılının Aralık ayında Mandela ve de Klerk, Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Bundan beş ay sonra Güney Afrika tarihinde ilk kez tüm ırklardan adayların katıldığı demokratik seçimler düzenlendi ve Mandela ezici çoğunlukla cumhurbaşkanlığına seçildi.
1999 yılında başkanlık görevinden çekilen Mandela, o tarihten sonra Güney Afrika’nın en üst düzey elçisi olarak görev yaptı, HIV/Aids’e karşı kampanyalarda yer aldı, ayrıca ülkesinin 2010 Dünya Futbol Kupası’na ev sahipliği hakkını kazanması için de özel çaba sarfetti.
2001 yılında prostat kanseri teşhisi konulsa da faaliyetlerine ara vermedi, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde, Burundi’de ve diğer Afrika ülkelerinde barış müzakerelerinde yer aldı.
Nelson Mandela’yı özel kılan, birçoklarının kendisini ayrı bir yerde görmesine yol açan yanı, ırk ayrımı güden eski yönetime karşı kırgın, buruk ifadeler kullanmamasıydı.
Mandela, BBC’ye verdiği bir mülakatta böylesi bir bağışlayıcı tutuma nasıl vakıf olduğunu şu sözlerle anlatıyordu.
“Eğer onları affetmezsek, kırgınlık ve intikam duyguları hep var olacaktır. Biz ise, geçmişi unutalım, şimdiye ve geleceğe bakalım ama geçmişte yaşanan acımasızlıkların da bir daha yaşanmasına asla izin vermeyelim, diyoruz.”
Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığı döneminde en büyük sorun, yoksullar için konut yetersizliği ve büyük şehirlerde yaygın olan gecekondu mahalleleriyle baş edilememesiydi.
Mandela, 80. doğum gününde Graca Machel’le üçüncü evliliğini yaptı.
Hükümet işlerinde sorumluluğu yardımcısı Thabo Mbeki’ye bırakırken, kendisi daha sembolik roller üstlenmeye başladı; uluslararası ortamda Güney Afrika’nın yeni imajının inşasına ağırlık verdi.
Bu bağlamda ülkedeki çokuluslu dev şirketleri, yatırımlarını sürdürmeye ikna etti.
89. doğum gününde dünyanın en zor sorunlarının çözümünde danışmanlık yapacak “Âkil İnsanlar” grubunu oluşturdu.
Mandela, 2004’te 85 yaşındayken, ailesine ve dostlarına daha fazla zaman ayırabilmek için faal kamu yaşamından çekildiğini açıkladı.
Nelson Mandela son olarak 2010 Dünya Kupası’nın kapanışında halkıyla buluştu.
2011 Ocak’ında ciddi bir göğüs enfeksiyonu geçiren Mandela, bir yıl sonra da karın bölgesindeki rahatsızlıkla bağlantılı olarak kontrolden geçmişti.
2012’nin sonlarında yine hastaneye kaldırıldı Mandela ve safra kesesi ameliyatı olduğu açıklandı.
Mandela, zamanının hemen tamamını doğduğu yerin yakınlarındaki Qunu köyünde geçiriyordu.
Mandela’nın vücutça zayıf olmasına, belleğinin de zayıflamasına karşın, ziyaretçileri kendisini çok keyifli bir havada bulduklarını anlatıyorlardı.
Akciğer enfeksiyonu nedeniyle 8 Haziran’da hastaneye kaldırılan Mandela, 1 Eylül’de taburcu edilerek evine gönderilmişti. 5 Aralık 2013 tarihinde, 95 yaşında vefat etti.
DEMİŞTİ Kİ
“Dün bir terörist olduğumu söyleyenler bugün bana hayranlıklarını dile getiriyor” diye durumla alay eden Mandela, 2003’teki Irak işgaline ilişin, “Başkanı basiretten yoksun, düzgün düşünemeyen bir gücün, dünyayı bir soykırıma sürüklemek istemesini kınıyorum. Hem Bush, hem de Blair, BM idealini zayıflatıyor... Ağza alınamaz katliamlar işlemiş bir ülke varsa, orası ABD’dir. Onlar için insanların önemi yok. Japonya’da masumları öldürmeye karar verdikleri için mi şimdi dünyanın jandarmasıymış gibi davranıyorlar?” derken; Mandela’nın ‘Kendimle Konuşmalar’[13] başlıklı yapıtından kimi satırları aktarırsak:
“Kabilemin reisi olmam bekleniyordu. Görücü usulü evlilik gibi geldi bana. Kaçtım. Kalsam kocaman göbeğim, sürü sürü öküz ve koyunlarım olacaktı.”
“Irkçılığa karşı mücadelemde, hangi örgütlere girmem, hangi kitapları okumam gerektiğini kimseden öğrenmedim. Disiplinli bir özgürlük mücadelesinde tesadüfler de önemli, deneme ve sınama da.”
“İlk yazdıklarıma, konuşmalarıma ibretle bakıyorum. Ukala, yapay, taklit, evrensellikten uzak, deneyim fakiri, hazmedilmemiş bilgilerimle kitleleri etkileme kaygısı.”
“Siyasette başka liderleri eleştirirken dürüst, gerçekçi, yapıcı olmalı.”
“Pasif direnişten yana olduğumuzu söylemek, devlete karşı işimize yaradı. Bunu ilke değil taktik olarak benimsedim... Şartlar neyi gerektiriyorsa o yapılır. Hz. İsa da bezirgânlara karşı şiddet kullandı...”
Günlüğünden:
“30 Haziran 1962, Addis Ababa, Habeşistan: Bombalı tahrip eğitimi aldım.”
“8 Temmuz 1962: Albay Tadesse ve Yüzbaşı Befekadu ile küçük bir lokantada yemekten sonra sinemaya gittik.”
Konuşmaları ve yazdıklarından:
“Devlet şiddeti karşısında... Düşmanımız hareketimizi tek tük ayaklanmalar, dünya ise popüler devrimci mücadele olarak görmeli.”
“Menachem Begin’in İsyan kitabı bana cesaret verdi... (Siyonistler) Boydan boya İngiliz işgali altında, dağsız, tepesiz dümdüz topraklarda güçlü bir mücadele gerçekleştirdiler.”
“Militarizmi engelledik. Silahlı gücün merkezi otoriteye tabi olmasını sağladık. Asıl hedefimizin siyasi güç olduğunu gözden çıkarmadık.”
“Siyah ve beyaz ırkçılığına, birinin diğerine egemenliğine her zaman karşı çıktım. Amacım herkesin özgürce eşit olanaklardan yararlanabileceği bir toplumda yaşaması.”
Hapis yıllarından:
“Beyazlara aşağılık duygusunu, hakkımızı arama mücadelesiyle yenebildik. Baskıdan korkmak yerine, direnerek baskıya karşı geldik.”
“Tek başıma hücre hapsine karşı çıkmadım, çünkü tecridim, ‘Biz teröristlerle konuşmayız’ diyen hükümetle gizli görüşmelerime vesile olacaktı. Hareketle de paylaşmadım. Reddederlerdi. Görüşmelere tek başıma başlayacak, oldu bittiye getirecektim.”
“En çetin sorun ulusal birliğin sağlanamaması.”
Mandela’nın şiddete ilişkin son vardığı nokta:
“Rüzgâr ve güneş, “Hangimiz daha güçlü?” diye bahse tutuşur. İddia, yolda yürüyen adamın paltosunu kimin çıkartabileceği. Rüzgâr estikçe eser, estikçe adam paltosuna sımsıkı sarılır. Sıra güneşindir. Bulutların arasından hafifçe yüzünü gösterir. Adam gevşer. Güneş ışıldar. Adam düğmelerini çözer. Güneş tepeye gelir. Adam kendisini kurtarır paltosundan.”
İKONA KENAR NOTLARI
Cengiz Çandar’ın, “Belki de en özet anlatımı: ‘Comrade, Leader, Prisoner, Negotiator, Statesman’ yani ‘Yoldaş, Önder, Mahkûm, Müzakereci, Devlet Adamı’...” diye betimlediği Mandela hakkında “Uzlaşmayı bizzat yaşadı”, “Karşı tarafa, düşmanına hep el uzattı”, “Hep diyalog kapısını açık tuttu”, “Hiç kalp kırmadı,” notunu düşer Sezin Öney…
Yani artısıyla, eksisiyle “Mandela ‘Geçmişi bırak, geleceğe bak’ vizyonuydu.”[14] Bu bağlamda da pragmatistti ve şöyle diyordu:
“Hapishaneden çıktığımda beni bekleyen en büyük tehdit, siyahlar eski rejimle ilişkisi olan herkesi yargılamak istiyordu. Ancak ben bunun önüne geçtim. Eğer böyle olmasaydı Güney Afrika ya bir iç savaşa sürüklenirdi ya da yeni bir diktatörlüğe…”[15]
Tam da bu noktada “Ubuntu”[16] olarak nitelenen “Mandela’yı büyük yapan neydi?” sorusunu Taha Akyol’un, “Mandela’nın şiddetle ilişkili olduğu bir dönem vardır. Fakat sonunda şiddeti reddeden ve bu yolla ülkesinde hak eşitliğini ve birlikte yaşamayı sağlayan büyük bir lider olarak insanlığın saygısını kazandı,” biçiminde yanıtlaması şaşırtıcı addedilmemeli…[17]
Tıpkı İbrahim Özdemir’in, “Mandela’ya göre XX. yüzyıldaki belli başlı dikta rejimleri, askeri darbe ve güç kullanılarak değil, sıradan insanların tüm bu dayatmalara direnmesi ve özgürlükten yana tavır koymasıyla yıkılmışlardır…”
Ali Bayramoğlu’nun, “Demokrasi yasta. XX. yüzyılın en büyük barış simgesi, Mandela öldü… Mandela hem mahpusluğu simgeler, hem inanılmaz bir demokrasi mimarisini...”
Mehmet Barlas’ın, “Mandela nasıl sadece Güney Afrika için değil tüm insanlık için özgürlüğün ve eşitliğin simgesi ise, bana göre De Klerk de dünyadaki politikacılar için gerçekçiliğin, vizyon sahibi olmanın ve cesaretin simgesi olmalıdır. De Klerk’in vizyonu ve Mandela’nın önderliği ile bugün Güney Afrika ırk ayrımının sona erdirildiği, istikrarlı, gelişen bir ülke olmuştur. 53 milyonluk nüfusun yüzde 79’unu oluşturan siyahları, yüzde 9’luk beyaz nüfus artık insan dışı yaratıklar olarak göremiyor. Mandela sadece Güney Afrika için değil tüm insanlık için büyük bir önderdi,” ifadeleri gibi…
Ancak dedim ya bunlar boşuna değildi!
Çünkü “Yıllar sonra Mandela’nın temsil ettiği mücadeleyi, sömürgecilik bakiyesi ırkçı rejimi, Güney Afrika’da siyahların maruz kaldığı zulmü önemsemeyen, Mandela’nın kişiliğine yüklediği sıfat nedeniyle statükoyu kollayan siyasal tavır zamanla aşırı bir liberalliğe savrulacaktı.”[18]
Hatırlatarak devam edersek:
İlki: “95 yaşında hayata gözlerini kapadı. 27 yıl hapiste kaldı ama ırkçılığa karşı mücadelesini bitirmedi ve sonuna kadar Güney Afrika’nın demokratik bir ülke olmasına büyük katkısı oldu. 1990’ların başında hapisten çıkarken “Eğer nefretimi devam ettirseydim, ruhen hapisten kurtulamayacaktım” diyordu. Aslında 1950’lerde mücadeleye devam ederken Güney Afrika’nın bütün ulusal kaynaklarını uluslaştırmayı ve geliri de halka paylaştırmayı düşünüyordu. Mücadelesinde hapsine kadar bir Komünistti,” Ulus Irkad’ın ifadesiyle; ancak arkası gelmedi…
İkincisi: Mandela’nın, 1962’de Mossad ajanlarından silah ve sabotaj eğitimi aldığı ortaya çıktı. ‘Ha’aretz’ gazetesi, İsrail ve Güney Afrika arasındaki ilişkileri konu alan bir yüksek lisans tezi hazırlayan David Fachler’ın (43) İsrail Devlet Arşivleri’nde bulduğu bir mektubu ilk kez haberleştirdi… İsrail istihbarat servisi Mossad’ın, Kudüs’teki İsrail Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 11 Ekim 1962’de yazdığı mektup, “çok gizli” damgalıydı ve Mandela bu tarihten iki ay önce döndüğü Güney Afrika’da, ülkesini pasaportsuz terkettiği için gözaltına alınmış, ardından sabotaj dahil çeşitli suçlardan mahkûm edilmişti…[19]
Üçüncüsü: Mandela’nın bilinmeyen servetinin dışında banka hesaplarından milyon dolarlar çıktı. Bankada 110 milyon doları olduğu ortaya çıkan Güney Afrika liderinin kızları Makaziwe ile Zenani, miras kavgasına tutuştu. Özellikle açlıktan ve fakirlikten dolayı suç oranının çok yüksek olduğu ülkede bu servet bir anda kafaları karıştırırken hayatının yaklaşık 27 yılını hapiste geçiren liderin bu parayı hangi arada kazandığı soruları akıllara geldi... [20]
Dördüncüsü: Mandela ismini markaya dönüştüren kurum ve şirketler arasında büyük kavga var. Miras üzerinde ailesi, kurduğu vakıflar ve ANC hak talep ediyorken; toplam servetinin ne kadar olduğu bilinmeyen Mandela parasının bir kısmını Nelson Mandela Vakfı ve Mandela Rhodes Vakfı’na emanet ederken bir kısmını da ‘muhtemel bir miras kavgasını önlemek için’ 1 milyon euroluk fona yatırmış ve paranın ancak çok ihtiyacı olduklarında çocuklarına verilmesini şart koşmuştu…[21]
GÜNCEL DURUM
“İyi de Güney Afrika’nın güncel hâli nasıldır” mı?
“Apartheid yıkılıp Mandela dünya lideri olmuştu ama Johannesburg’un ‘Zenci mahallesi’ olan Soweto hâlâ fakir mahallesiydi. hâlâ zenciler ‘township’lerdeki kulübelerde, Beyazlar ‘town’larda büyük güzel evlerde oturuyorlardı. Apartheid yıkılmıştı yıkılmasına ama hayatın kaymağını hâlâ ağırlıklı olarak beyazlar yiyordu,”[22] gözlemlerinin aktarıldığı, nüfusu 40 milyona yaklaşan ülkede 10 milyon yoksul yaşıyor…
Nüfusun 25 milyonu elektrikten yoksun…
Siyahlar arasında okuryazarlık son derece düşük…
Bebek ölümleri siyahlar arasında beyazlara oranla 10 kat daha fazla…
Yani Mahmut Alınak’ın, “Beyaz esaretin göz boyayan bazı küçük rötuşlarla devam ettiği”ne dikkat çektiği coğrafyada “O destansı özgürlük mücadelesi, liderlerini bir körler ve sağırlar ordusu gibi takip eden halk için tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmış ve Mandela’nın başında olduğu ANC iktidarında hayat siyahlar için daha da kötüye gitmişti.
On yılın sonunda faturalarını ödeyemedikleri için milyonlarca insanın elektrik ve suları kesildi. 2003’ te yeni bağlanan telefonların en az yüzde 40’ı artık kullanılmıyordu. Bankalar, madenler ve sanayi yine beyazların dört eski mega şirketinin elindeydi. 2005’te siyahlar şirketlerin sadece yüzde 4’ üne sahipti. Toprakların yüzde 70’i nüfusun yüzde 10’unu oluşturan beyaz azınlığın elindeydi.
Mandela iktidarında Güney Afrikalıların ortalama ömrü 13 yıl daha azaldı. AİDS daha çok can alıyordu. Günlük 1 dolardan az gelirle yaşayan insanların sayısı ikiye katlandı. İşsizlik oranı yüzde 23’ ten yüzde 48’e e çıktı. 1 milyona yakın insan çiftliklerden atıldı. Nüfusun dörtte birinden fazlası gecekondularda yaşıyordu.”[23]
Ayrıca “Güney Afrika’da günde ortalama 38, yılda 14.000 kişi yollarda öldürülüyor, her gün 770 kişi ise AIDS’ten ölüyor. 5.7 milyon nüfuslu Güney Afrika’nın yüzde 18’i HIV virüsü taşıyor. Ülkedeki altın kaynaklarının yüzde 90’ı beyazların, İngiliz ve Amerika merkezli şirketlerin elindeyken; 20 yılı artarak derinleşen ve Batı dünyasının tabiriyle ölüm çukuruna dönen Güney Afrika’da 1994’de Mandela’nın seçimden zafer kazanmasıyla birlikte oluşan umutlu tablo ne yazık ki arzulanan geleceğin tahsis edilmesine yetmemişti,” Güneş Duru’nun ifadesiyle…
Yine ‘Rhodes Üniversitesi’nden Peter Vale de şunları yazmaktaydı:
“Yeni- ‘yeni’ değilse de ‘apartheid sonrası’- Güney Afrika’da her şey eskisinden çok daha iyi. Farkı göstermek için bazı istatistikleri hatırlatmama izin verin: Güney Afrikalıların yüzde 57’sinin evlerine su bedava giriyor. 1995-2000 arası ev-içi işlerde kullanılmak üzere temiz suya sahip olan hane oranı yüzde 79’dan yüzde 84’e yükseldi. 2000-2001 arasında, bir sene içinde, elektriği olan hane sayısı yüzde 63’ten yüzde 66’ya çıktı. Yine de 2001’de kırsal hanelerin yüzde 51’inde elektrik olmadığının tahmin edildiği de hatırlatılmalı. Nüfusun 44 milyon olduğu tahmin edilen ülkede hâlen 7 milyon insan konutsuz yaşıyor. Yetişkin nüfusun yüzde 96’sının İnternet bağlantısı bulunmamakta…”[24]
Nihayetinde -Martin Plaut’un işaret ettiklerinden hareketle- denilebilir ki: “Güney Afrika’nın aparteid rejimi üzerindeki perdenin 1994’te inmesi, hiçbir kilit oyuncunun beklemediği bir şekilde gerçekleşti. Hem Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hem de beyazların üstünlüğünü savunan Ulusal Parti’deki muhalifleri, silahlı mücadele yerine diyalog ve müzakere yoluyla uzlaşıya varabilecek olmalarına şaşırdılar.
Nelson Mandela’nın serbest bırakılmasını ve ANC üzerindeki yasağın kaldırılmasını takip eden müzakerelerde, taraflar sözsüz bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmayla siyasi iktidar siyah çoğunluğa bırakılırken ekonomik iktidar beyazlarda kaldı. Aşamalı olarak daha eşit bir refah dengesine ulaşılması planları olsa da, beyazların varlıklarına el konmayacaktı.
Yine de, ANC liderliğini kendi saflarına kazanma planları işlemeye başlamıştı bile. Beyaz kodamanlar, yeni siyasal düzenin üst kademelerinde bulunanları işbirliğine sokmak için, siyahlara varlık transferine başlamışlardı bile. Yeni politika ‘Siyahların Ekonomik Olarak Güçlendirilmesi’ (BEE) idi. Yorumcu Moeletsi Mbeki’nin sözleriyle: ‘BEE, aslında ülke ekonomisinin üst katlarına, yani madenciliğe ve bununla ilgili kimya ve mühendislik sektörlerine ve finansa hâkim bir avuç beyaz işadamı ile ailelerinden oluşan Güney Afrika’nın ekonomi oligarkları tarafından icat edildi.’
Mbeki, bu politikanın ANC’nin iktidara gelmesinden bile önce benimsendiğini vurguluyor. 1992’de, Afrika sermayesinin köşe taşlarından biri olan Sanlam Limited şirketi, sancak gemisi vazifesi gören ve Nelson Mandela’nın eski doktoru Nthato Motlana liderliğindeki bir siyahları güçlendirme şirketi olan New African Investment Limited’ın kurulmasına yardımcı olmuştu. Sonrasında başka anlaşmalar da geldi ve yeni BEE eliti kısa süre içinde kök saldı.
Görünüşte bu politika başarı kazandı. Yeni bir siyah burjuvazi yaratılması ile, ekonomik kalkınmanın ganimetlerinin daha eşitlikçi bir şekilde paylaşımı ortaya çıktı. Buna paralel olarak ANC radikal ekonomi politikalarını terk etti ve zengin beyazların müreffeh bir yaşam tarzı sürmeye devam etmesine izin verdi.”[25]
Sonuç Haluk Gerger’in özetlediği gibidir: “Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti’nde büyük çoğunluğu oluşturan mazlumlar, eskinin kölesi-bugünün ‘özgür’ siyah yoksulları, kendilerinin sandıkları bir rejim ve iktidar altında, büyük sıkıntılar içinde yaşıyorlar. İki kahraman direniş örgütü, Siyahların Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile müttefiki Güney Afrika Komünist Partisi (GAKP)’nin iktidarı, yeri geldiğinde, madencileri, grevci işçileri, yoksul emekçileri kurşunlatıyorlar. Yoksulluk, yoksunluk, açlık ve işsizlik, hastalık, gerilik, çürüme, eşitsizlik ve adaletsizlik kol geziyor Güney Afrika’da…”[26]
İŞÇİLERİN HÂLİ
Çalışabilir nüfusun yüzde 30’unun işsiz olduğu. Her 2 siyahtan biri işsizlikle mücadele ederken beyazların sadece yüzde 10’unun işsiz olduğu; beyazların siyahlardan 6 kat fazla gelir elde ettiği; Güney Afrika Devlet Başkanı Jacop Zuma’nın, “Siyah vatandaşlar henüz yolun başında” ifadesini kullandığı coğrafyada işçilerin/ emeğin hâline ilişkin olarak hızla sıralayalım:
i) Polis Bakanlığı Sözcüsü Zweli Mnisi, Güney Afrika’da polisin bir platin madeninde grev yapan madencilere ateş açması sonucu 30’dan fazla kişinin öldüğünü açıkladı![27]
ii) Ağustos 2012’de bir platin madeninde çıkan ayaklanmada polisin 34 işçiyi öldürmesinin sarsıntısını atlatamayan Güney Afrika’da, 3 Eylül 2012’de Johannesburg yakınlarındaki bir altın madeni yeni şiddet olaylarına sahne oldu. Gold One altın madeninde polisin grevdeki madencilere müdahalesi sonucu en az 4 işçi yaralandı. Yetkililer, polisin greve katılan ve katılmayan işçiler arasındaki çatışmaya müdahale ettiğini, olayda 4 madencinin tutuklandığını kaydetti![28]
iii) Güney Afrika’daki Lonmin platin madeni işçilerinin grevine saldırarak 34 madenciyi katleden polis, bir başka madende daha açtığı ateşle iki madenciyi öldürdü. Lonmin şirketine ait Marikana platin madeninde işçilerin altı haftalık grevinin ardından maaşlarının artırılması, ülkedeki diğer maden işçilerini harekete geçirdi. Ülkenin kuzeyindeki Rustenburg bölgesinde bulunan Anglo American Platin (Amplats) madeni yakınında düzenlenen gösteriye polis göz yaşartıcı gaz, plastik mermi ve ses bombası ile müdahale etti![28]
iv) Güney Afrika’da 34 madencinin öldüğü saldırı sonrası gözler adı emek sömürüsü ile anılan Lonmin şirketine çevrildi. Madencilikle Afrika kıtasının en büyük ekonomisi hâline gelen Güney Afrika Cumhuriyeti Apartheid döneminden sonraki en korkunç dramı yaşıyor. Rustenburg kentindeki Marikina platin madeninde 10 Ağustos’ta başlayan grev sırasında 44 kişinin öldüğü olaylar ülkeyi derinden sarstı. Aylık 484-650 dolar maaş alan işçiler, İngiliz Lonmin Şirketi’nden ücretlerinin 1512 dolara yükseltmesini talep etmişti. Yaklaşık 3 bin işçinin 16 Ağustos’ta düzenledikleri gösteride polisin ateş açması sonucu 34 kişi öldü. Olay, akıllara ülkede 1948-1994 arası siyahlara ayrımcı politikaların uygulandığı Apartheid rejimini getirdi. Grevin ilk günlerinde ikisi polis 10 kişi hayatını kaybetti. Polis şefi, güvenlik güçlerinin “nefsi müdafaada bulunduğunu” savundu![30]
v) Güney Afrika yargısı, polisin grevdeki işçilere ateş açması sonucu ölen 44 madencinin faturasını grevci maden işçilerine çıkardı. Ga-Rankua sulh mahkemesi savcısı Nigel Carpenter, arkadaşlarının ölümlerinden sorumlu oldukları gerekçesiyle tutukladığı 270 işçi hakkındaki suçlamasını “öldürmeye teşebbüs”ten, “öldürme amaçlı kamusal şiddet”e dönüştürdü. Karar hukuk çevrelerinde şaşkınlığa ve tepkiye yol açtı![31]
vi) Güney Afrika’nın öteden beri bilinen vahşi altın, elmas ve platin madenciliği bütün insani sınırları aştı. ‘Kaçak’ altın madeninde 200 çocuk mahsur kalırken, çıkanların gözaltına alınması üzerine çocuk işçiler kurtarılmayı da reddettiler… Dünyanın en büyük dördüncü altın ihracatçısı olan Güney Afrika’daki maden ocaklarındaki kazalar XX. yüzyılda 69 bin kişinin hayatına mal oldu. Sendikaların verdiği bilgilere göre 2012’de 112 kişi maden ocaklarında öldü![32]
El netice “Afrika’nın ‘yükselen gücü!’ yani ‘Neo-liberalizmin’ gözde coğrafyası Güney Afrika’dan çağdaş güvenlik devletinin dehşet saçan barbarizm görüntüleriyle betimleniyor...
1994 sonrası iktidara gelen ‘özgürlükçü’ Afrika Ulusal Kongresi küresel sermayeyle içli dışlı olup derin ittifaklara girerken Dünya Bankası’nın ‘özelleştirme, esnekleştirme, kuralsızlaştırma’ politikalarının itirazsız icraatçısı olmuştu.
Siyahlar ve kadim sermaye sahibi beyazların demokratik anayasadaki ‘eşitlikleri’, yeni ‘kara elmas’ adı verilen siyahi dar bir zümrenin zenginleşmesi ve ‘profesyonelleşmesi’ kadardı.
Nobel ödüllü post-modern halk önderi Mandela, ‘Suyun özelleştirmesine’ ön ayak olurken Güney Afrika’nın efsanevi işçi örgütlenmeleri çözülerek, neo-liberal ekonomi tarafından yutularak, ‘esnek-taşeron-sendikasız-kayıt dışı’ lümpen kitlelere dönüşecekti.
Elbette ki ırkçılığın en vahşisi olan ‘ezilenlerin ırkçılığı’, yüzde 45 işsizlik ve yoksullukla kavrulan halk kesimlerinin Mozambik ve Zimbabve’den kaçıp gelen göçmen ve mültecilere karşı giriştiği kanlı katliamlarla kendini gösterecekti...
Geçmişin beyazlara karşı ırk ayrımcılığı savaşı veren ve özgürlük lideri Cumhurbaşkanı Jacob Zuma, koyu Zulu milliyetçisi kesilip, eşcinsel ve kadın düşmanı söylemlerle mülksüz ve yoksul on milyonlarca Güney Afrikalı’yı göçmen karşıtlığıyla örgütleyecekti.
Johanesburg, ‘altın finans kenti’ olurken kentsel dönüşüm projeleriyle teneke varoşlarından şehir dışına sürülen ezilenler, sürekli ‘kriminalize’ edilerek şiddet potansiyeli güçlü nüfuslar diye kodlanıyordu.
Güney Afrika’nın yoksullarına takılan bu ‘modern’ prangalar aslında bizim de hayli aşina olduğumuz otoriter neo-liberal iktidar tekniğine aitti...
Batı ırkçılığının kapitalist zihnini mülklenmiş siyahi seçkin ve siyasetçilerin, golf sahası yaptırmak için en ezilenlerin varoşlarını buldozerlerle yıktırması da hayli tanıdık değil miydi?”[33]
DEVRİMCİ -ELEŞTİREL- DEĞERLENDİRME(LER)
Öncelikle bir şeyin altını çizelim: “Mandela durup dururken adını tarihe yazdırmadı. Arkasında milyonlarca siyah yoksulun, köylünün, işçinin, devrimcinin, kadın ve gencin mücadelesi bulunuyor. Ama nedense, Güney Afrika’nın milyonlarca siyah halkının ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı büyük bedeller vererek kazandığı mücadelen pek söz edilmiyor...”[34]
Bu müthiş bir haksızlıkken; doğrusu Mandela’yı var edenin ezilenlerin mücadelesi olduğudur…
Söz konusu mücadelede Mandela’nın konumuna ilişkin olarak Mustafa Yalçıner, “Bir yandan ölçüsüz bir hümanizm... Bir yandan sömürgecilikle iç içe geçmiş ırk ayrımcılığına karşı bir mücadele. Kolay mı? Çok zor!” notunu düşerken ekler Nuray Mert: “Mandela’nın özgürlük ve barış adına uzlaşma adına ödediği bedel, sadece sosyalist ideallerinden vazgeçmek değil, basbayağı dünya sistemine yani, mevcut oyuna dahil olmaktı”!
“Devrim mi, teslimiyet mi? Mandela hangisini simgeliyor? Sorunun yanıtı, herhâlde, ‘her ikisi de’…”[35]
Buna rağmen, “Genç Mandela bizimdir, yaşlısı sizin olsun… Yaşlı Mandela’ya sahip çıkmak, ihanete teşvik suçuna girer!”[36] demeden de edemeyiz!
Çünkü “Hayatını ırka dayalı ayrımcılıkla mücadeleye ayıran ve bu mücadelesi nedeniyle ülkedeki siyahlar tarafından ‘Madiba’ olarak anılan Mandela, arkasında bu sistemin yasal olarak sona erdiği ancak fiilen devam ettiği bir ülke bıraktı”![37]
Evet her şey, Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği üzeredir: “Simgesel Mandela’nın insan olarak özverili, becerikli, özgüveni yüksek, ırkçı rejimi ortadan kaldırma davasına sadık biri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
Gerçek Mandela’nın davasıysa Güney Afrika’da siyahlara ayrımcılık uygulamayan bir kapitalizm, siyah bir kapitalist egemen sınıf yaratmaktı. Mandela’nın başkan olduktan sonraki dostlarına bakınca karşımıza çok sayıda beyaz, milyarder karakterin çıkması da rastlantı ya da kaderin bir cilvesi değil.
Mandela, devrimin eşiğine gelmiş isyan hâlinde, yoksul bir siyah nüfusu beyazlarla uzlaşmaya, mülkiyeti ve kapitalizmi hedef almadan rejimin değişmesini kabul etmeye başarıyla ikna etti. Güney Afrika IMF programlarını uygulayan, küresel maden şirketlerinin imtiyazlarını korumaya devam eden, uluslararası sermaye için güvenli bir ülkeye dönüştü. İşte uluslararası kültür endüstrisi, bir uzlaşmayı başardığı, devrimi önlediği için bugün onu bu yaygınlıkla anıyor, kitleleri onun bu özelliklerine hayranlık duymaya, bu Mandela’ya yas tutmaya yönlendiriyor.
Dürüst bir insan olarak Mandela asla kapitalizme karşı olduğunu iddia etmedi, hatta ilk yaptığı konuşmalardan birinde işçilere, bir taraftan kemerleri sıkmaları gerektiğini anlatırken diğer taraftan mücadele etmezlerse haklarını alamayacaklarını söylemeyi ihmal etmedi. Irkçı rejimin yıkılmasıysa, Güney Afrika işçi sınıfının, yoksullarının yaşam koşullarının düzelmesine yol açmadı.”[38]
O hâlde diyeceklerimi Stendhal’ın, “Her çağda aşağılık Sanço Panza’lar yüce Don Kişot’lara uzun vadede üstün gelecektir,”[39] sözleriyle noktalıyorum…
29 Mayıs 2015 12:51:54, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:8, No:271, 28 Eylül 2015…
[1] Nelson Mandela.
[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.95.
[3] Richard Leakey-Roger Lewin, Göl İnsanları - Evrim Sürecinden Bir Kesit, Çev: Füsun Baytok, TÜBİTAK Yay., 5. Basım, 1999, s.30.
[4] George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay., 50. baskı, 2015, s.59.
[5] Geçerken -sadece- aktarmakla yetinelim: ‘The Guardian’, “XX’nci yüzyılın özgürlük mücadelesi veren liderleri arasında hapiste itibar kazanan sadece Mandela değil. Cevahirlal Nehru’nun gözlemlediği gibi hapishane, bir nevi mezuniyet sonrası siyasete hazırlık yerine geçebilir… Uzak bir paralel de Kürt lider Abdullah Öcalan sayılabilir. Ada hapishanesinden destekçileri üzerinde sıradışı bir hâkimiyet kuran Öcalan, hatta şimdi Türk hükümetiyle eşitlik hakları gibi bir şey üzerinde müzakere ediyor. Ama Öcalan’ın kült tarzı takip eden taraftarlarının olması, Mandela kalıbına uymuyor. Öcalan korkulan ve tapılan biri, Mandela ise sevildi ve saygı gördü,” (“Mandela’ya Uzak Bir Paralel: Öcalan”, The Guardian, 5 Aralık 2013.) derken; Nilgün Cerrahoğlu’da diyordu ki:
“The Guardian Aralık 2013 tarihli başyazısında, Mandela Öcalan arasında benzerlik kurmuş… ‘XX. yüzyılın özgürlükçü liderleri arasında (Mandela örneği gibi) hapishanede itibar kazanan isimleri’ sıralarken; Hindistan’ın ‘bağımsızlık lideri’ Cevarhirlal Nehru ve ‘insan hakları, demokrasi lideri’ Aung Sang Suu Kyi ile Öcalan arasında benzerlik bulmuş… İlahi Guardian amma abartmış dedim okurken… Masa başında çalakalem siyah-beyaz şablonlarla başyazı yazmak; insanı işte böyle dramatik hatalara sürüklüyor…” (Nilgün Cerrahoğlu, “Mandela ve Öcalan…”, Cumhuriyet, 7 Aralık 2013, s.10.)
[6] “Hiçbir Lider Bu Kadar Sevilmedi”, Taraf, 7 Aralık 2013, s.3.
[7] “Dünya ‘Tarihin Devi’ne Veda Etti”, Radikal, 11 Aralık 2013, s.28.
[8] Ümit Kardaş, “Anayasa İnşa Süreci: Güney Afrika Örneği”, Taraf, 23 Mayıs 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/anayasa-insa-sureci-guney-afrika-ornegi/
[9] Tolga Tören, “Parıldayan Metalara İnat ‘Aşk Örgütlenmektir’…”, Evrensel Pazar, 23 Şubat 2014, s.4-5.
[10] Candan Pekdaş, “Aziz Olmayan Azizin Hikâyesi”, Radikal, 7 Aralık 2013, s.18-19.
[11] Nelson Mandela, Özgür Bir Güney Afrika Pretoria ve Rivonia Davaları Savunusu, Belge Yay., 1986.
[12] “Gezi Parkı’ndaki Y kuşağı bilmez, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü verdik de beğenip almadıydı. Hatırlamazlar neler ettiğini, yaş itibariyle... 92 senesinde rahmetliyi ödüle layık görmüştü devletimiz. O ise elinden ödül alınmaya layık bulmadı bizim devleti. Mazimizde kapanmayan bir yaradır Mandela... İkiletmedi kimseyi, gitti Nobel Barış Ödülü’nü aldı, Sovyet Lenin Nişanı’nı aldı, ABD’nin Özgürlük Madalyası’nı dahi aldı ama bizimkini hiçe saydı, nişanımızı küçük gördü. Atatürk adına ihdas edildiyse de Atatürk değildi refüze ettiği, sağa sola saptırılmasın. Türkiye’deki demokrasinin gelişmişlik seviyesi, Mandela nezdinde kabule şayan olamadı.” (Akif Beki, “Ah Mandela Ah”, Hürriyet, 7 Aralık 2013, s.25.)
[13] Nelson Mandela, Conversations with Myself, Farrar, Strauus and Giroux, New York, 2010.
[14] Nilgün Cerrahoğlu, “Mandela Dersleri”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2013, s.13.
[15] Nelson Mandela, aktaran: Eyüp Can, “Mandela’nın Yolu: Günahkâr Kahramanımı Kaybettim”, Radikal, 7 Aralık 2013, s.5.
[16] “… ‘Afrika’da bir sözcük var -Ubuntu-, Mandela’nın en büyük meziyetinin, hepimizin gözle görünmeyen bağlarla birbirimize bağlandığını, insanlığın tek olduğunu, kendimizi başkalarıyla paylaşarak ve çevremizdekileri esirgeyerek kendimiz olduğumuzu kabullenişinin ifadesi olan bir sözcük’ diyordu, ABD Başkanı Obama yağmurdan ve terden sırılsıklam, FNB Stadyumu’nun localarından birine girmeyi başardığımızda. ABD liderinin onun ima ettiği anlamların hepsinin inkârı olan bir uygarlık adına konuşurken, yüzünü ‘ubuntu’ya dönmek zorunda kalmış oluşu, yalnızca ‘ikiyüzlülük’le mi açıklanabilir? Yoksa Obama’nın bir siyah ABD Başkanı olarak insanlığın yeniden bir araya gelme özleminin içinden konuşmaksızın sözünün paramparça siyah Afrika’da hiçbir kıymetinin olamayacağını idrakiyle veya ‘Madiba’nın halkı önünde konuşurken onun temsil ettiği her şeye atıfta bulunmaksızın edilen sözlerini dinleyen kulaklar bulamayacağının kendisine hatırlatılmış olmasıyla mı? Belki hepsiyle...” (Ertuğrul Kürkçü, “Mandela ve ‘Ubuntu’…”, Radikal İki, 15 Aralık 2013, s.3.)
[17] Ancak dikkat: “Mandela’nın ölümü üzerine yazılan makalelerin çoğunluğu, onun ‘bölen olmayıp birleştirici bir rol oynamakla büyük bir tarihsel kişilik hâline geldiği’ temasını öne çıkardı… Kapitalizm, toplumun sınıflar hâlinde ve kendi içlerinde de bölünmesinin sistemidir. Burjuva ‘birleştiriciliği’ zora dayalıdır. ‘Ulusal’ ölçekte ve uluslararası alanda bölünmüştür. Birleşmesinin maddi zemini, kapitalizmin sömürüye ve rekabete dayalı olması tarafından sürekli imha edilir.
‘Birleşikliği’ görecelidir. Burjuvazi, işçi ve emekçileri baskıyla sindirme politikası izlerken, ‘birlik’ söylemini ihmal etmemiştir. Bugün de egemenliğine karşı girişimlerin önünü kesmeye çalışıyor. Sömürü ilişkilerinin kaçınılmaz kıldığı iç ve dış rekabete rağmen sınıfının farklı kesimlerini uzlaştırmakla yetinmeyip, halk kitlelerini de kendi çıkarlarına bağlamak üzere birleşmeye- ‘birleştirme’ye övgü düzüyor. Birlikten-birleşmenin ve barışın öneminden söz ettiği her yerde, asıl kaygısı kendi sınıf çıkarları ve sınıfsal hâkimiyetinin devamıdır. Mandela’yı ‘birleştirici rolü’ nedeniyle övgüye boğanlar, bu gerçeklerin üzerini örtmek isteyenlerdir.” (A. Cihan Soylu, “… ‘Bölen Madiba’, ‘Birleştiren Mandela’!”, Evrensel, 19 Aralık 2013, s.9.)
[18] Akif Emre, “Sadece Bir Mandela Yazısı!”, Yeni Şafak, 7 Aralık 2013, s.11.
[19] “Mandela Mossad’dan Silah Eğitimi Almış”, Hürriyet, 21 Aralık 2013, s.32.
[20] “Mandela’nın Arkasından Servet Çıktı!”, Milliyet, 12 Aralık 2013… http://dunya.milliyet.com.tr/mandela-nin-arkasindan-servet/dunya/detay/1806408/default.htm?ref=yahoo
[21] “Baş Döndüren Numara: 46664”, Radikal, 9 Aralık 2013, s.16-17.
[22] Nagehan Alçı, “Elveda Güzel Afrikalı”, Milliyet, 8 Aralık 2013, s.18.
[23] Mahmut Alınak, “Mandela Halkına İhanet mi Etti?”, 30 Kasım 2014… http://www.kurdistan-post.eu/tr/siyaset/mandela-halkina-ihanet-mi-etti-mahmut-alinak
[24] Birikim, No:175-176, 2003, s.113-114.
[25] Martin Plaut, “Güney Afrika’nın Beyaz Eliti: Havlamayan Köpek”, Birgün, 17 Eylül 2012, s.10.
[26] Haluk Gerger, “Anlayana Güney Afrika”, 16 Nisan 2015…http://www.kurdistan-post.eu/tr/siyaset/anlayana-guney-afrika-haluk-gerger
[27] “Polis Grev Yapan İşçilere Ateş Açtı: 30’dan Fazla Ölü”, Radikal, 18 Ağustos 2012, s.24.
[28] “Güney Afrika’da Polis Yine Grevdeki Madencilere Ateş Açtı”, Radikal, 4 Eylül 2012, s.28.
[29] “Sevinç, Hüzün ve Dişe Diş Mücadele”, Gündem, 21 Eylül 2012, s.4.
[30] Özge Babacan, “Güney Afrika’da Kanlı Platin Davası”, Radikal, 26 Ağustos 2012, s.25.
[31] “Güney Afrika’da Hukuk Çıldırdı”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2012, s.9.
[32] “Katmerli Sömürü Katmerli Alçaklık!”, Gündem, 18 Şubat 2014, s.4.
[33] Nihal Kemaloğlu, “Kırık Gökkuşağı Ülkesi; G. Afrika”, Akşam, 21 Ağustos 2012, s.10.
[34] Yücel Özdemir, “Gözün Arkada Kalmasın Mandela”, Evrensel, 7 Aralık 2013, s.7.
[35] Korkut Boratav, “Nelson Mandela”, Sol, 31 Aralık 2013, s.10.
[36] “Genç Mandela Bizimdir, Yaşlısı Sizin Olsun”, Gerçek, No:50, Aralık 2013, s.15.
[37] “Mandela Yaşamını Yitirdi Madiba’ysa Çoktan Ölmüştü”, Sol, 7 Aralık 2013, s.9.
[38] Ergin Yıldızoğlu, “Mandela (1918-2013)”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2013, s.4.
[39] Stendhal, Parma Manastırı, Çev: Semih Tiryakioğlu, Can Yay., 2000, s.115.
Yorumlar