“Gerçek sanatçı kesinlikle kendine inanandır, çünkü o mutlak biçimde kendisidir.” [1] Sanat hakkında birçok şey söylendi; söylen...
“Gerçek sanatçı
kesinlikle kendine inanandır,
çünkü o mutlak biçimde kendisidir.”[1]
Sanat hakkında birçok şey söylendi; söyleniyor ve söylenecek de; ancak ne nasıl sunulursa sunulsun, “Artes serviunt vitae, sapientia imperat/ Sanat, hayatın hizmetkârı; akılsa idarecisi”dir!
Bu böyleyken siz sakın ola Orhan Gencebay’ın, “Sanatın siyasetle hiçbir alâkâsı yoktur. Sanat, siyaset yapmaz. Kişiler yapar. Sanat muhalif değildir. Sanat, sevgiyi, saygıyı, estetiği, güzelliği, güzel olan ne varsa, yaşamın güzelliğini anlatır. Sanatın amacı budur,”[2] zırvasını ka’le almayın.
Sanat insan olma/ ve kalma gücüdür. Yaşama mündemiç bir estetiğin politik dili ve bütünüdür; ifade özgürlüğüdür; politiktir.
“Politik” vurguma; “Evveleski, sanatçı tanımına hak kazanmayan insanların ‘devrimci’ etiketini yapıştırmak suretiyle bu saflara katılmalarını onaylamamışımdır… Tamam, siyaseti sanattan silip atmak mümkün de değil, doğru da,”[3] diyen Sevin Okyay gibilerin “ama”lı, “fakat”lı itirazları oluyor ve olacak da!
Kaldı ki, “Sanatın toplumsallık dışı, bireysel bir özgürlük alanı, bir amaçtan kopuk, ahlâktan azade bir eylem olarak kurgulanması hiç şüphesiz burjuva modernizmin kolektif yaşama, toplumsalı inşa etmeye dair yaşam formuna ve tasavvuruna karşı geliştirdiği en büyük saldırıdır. Sanat, emek kadar insanın insanlaşma sürecinin belirleyen unsuru iken nasıl olur da ahlâki ve toplumsal bağlamdan kopuk amaçsız bireysel bir eylem olabilir. Bu sav, insanın toplumsallığını inşa etmede ve toplumsallığını korumada geliştirdiği en etkili kurma ve savunma aracını etkisizleştirmek ve sanatı burjuva düzenin ihtiyaçları için yeniden kurgulamanın argümanıdır.”[4]
Sakın ola unutulmasın: “İyi sanat politiktir,” der Marc-Olivier Waller.[5] Haksız da değildir! Çünkü dünyaya ait bir bakışı olmayan, o bakışı eserine yansıtamayan sanatçı olamaz.
Apolitik olması mümkün olmayan sanat, “zulme karşıdır”;[6] yaşamı şeyleştiren meta fetişizmi karşısında dik durur[7] ve Julien Benda’nın, “Dünyanın efendisi hâline gelmiş haksız ve yanlış karşısında cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp, ona insanlık bilinciyle karşı çıkmaktır,” saptamasındaki üzere diklenir.
Toplumsal zorunluluklar ekseninde estetik değerler aracılığıyla gerçekleşen sanat; “Gözümüzün gerçekle kamaşmasıdır: Geri geri kaçan ucube maskelere düşen ışıktır gerçek, başka bir şey değil,” Franz Kafka’ya göre…
Bu böyleyse, gerçeği değişik biçimde yansıtma ısrarıyla var olan sanat, alınıp-satılamayan bir değerdir; Friedrich Hölderlin’in, “Bir ülkede akıl ve sanattan çok, servete değer verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır,” uyarısındaki üzere!
XIV. İstanbul Bienali açılışında konuşan Eczacıbaşı Holding ve İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Sanat Türkiye’nin tanıtımına çok büyük katkı yapıyor ve adeta nefes aldırıyor,” vurgusuyla sanata yapılan yatırımların sanayi kadar önemli olduğuna işaret edip, “Türkiye rekabetçi üretime ve girişimciliğe odaklanmalı,”[8] dediği koordinatlarda; kapitalist tüketimin “Sanatı ‘mal’ olarak gösterme eğilimi”ni[9] öne çıkardığı dünyada; İlkay Akaya’nın, “Sanatın alınıp satılamadığını düşünerek yola çıktık biz,”[10] sözlerini kulağına küpe eden “Sanatçı, iktidarın nesneler düzeninde bir nesne olmak istemiyorsa, içindeki iktidarı öldürmeli”dir[11] elbette…
* * * * *
İnsanı, insanca, insanla anlatan tiyatro, yaşam için bir çift kanattan başka bir şey değildir.
Ya da gerçek olabilme, gerçeği olduğu gibi dürüstçe yansıtabilme, bütün “meli, malı”ları kaldıran bir var oluş hâlidir. Çünkü Yıldız Kenter’in anlatımıyla, “Tiyatro ile uğraşmak demek dünyanın ortasında duruyor olmak demektir.”
“İki kalas bir heves” olarak da sunulan tiyatro; bir tutku, bir renk, bir kokudur; insanca olabilme imkânı ve hâlidir. Yedi sanatın üçüncüsü olan tiyatro bir duygu, bir düşüncedir. Tiyatroyu sahneyle sınırlı sananlar yanılırlar. Çünkü o insanın hayata bakışını, dolayısıyla da hayatını değiştirebilendir.
Bu bağlamda “Memleket her gün 1 Nisan şakası gibi ama şakalar biraz ağır,” vurgusuyla ekler Ali Poyrazoğlu: “Tiyatro benim hayatımda her gün yeni sorulara, yeni bakışlara, bir yeniden doğuşa perde açıyor. Benim görüşüme göre tiyatro gidilen bir şey değil, gittikten sonra kapıdan seninle beraber çıkıp hayatına giren bir şey olmalı. Seyirciyi zenginleştirmeli. Tiyatro seyirciye gündemle ilgili yeni sorular sordurur.”[12]
Bu nedenle insan(lık)a mündemiç ahlakî deneydir tiyatro. Kameranın, rejinin, fotoğraf editörünün seçtiğini değil; kendi estetiğine, iç dünyana uyanını izlediğin… Kolay mı? Tiyatroda herkesin yaşadığını yaşarsınız. Herkesin hissettiğini hissedersiniz. Herkesin koşullarına girersiniz. Ne acıları, ne heyecanları, ne aşkları yaşarsınız.
Antik Yunan’da, şarap (üzüm, bağ-bahçe) tanrısı Dionysos için gerçekleştirilen ritüellerden doğan tiyatro; yaşama tutkusunun yansısıdır; hayatın -aynası değil- aynısıdır; aşkla içinde büyü barındırandır; bir nev’i temizlenme, aklanma, paklanmadır.
Post-modernizmin getirisi olan gerçeklik algısındaki deformasyonlar; tiyatroyu omurgasızlaştırılıp; post-modern insanın görsel dünyası, tiyatroyu gerçek dışı, yapmacıklığa indirgeyip, “öldürmeye kalkışsa”[13] da; hâlâ tiyatroya ihtiyacımız var.
“Niçin” mi? Çünkü tiyatronun aracıya ihtiyacı yoktur. Kendisi ışığın en şeffaf yanını oluşturur. Her zaman var olan, sonsuza kadar olacak olan tiyatro her şeyi anlatabilir.
Kolay mı? “En siyasî yani en insanî sanat dalıdır” der tiyatro için Hannah Arendt.
Hayallerimizi, isteklerimizi, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi kalbimiz durana dek ifade etme çabasıdır tiyatro; insan(lar)ın yeterince farkında olmadığı dünyayı ve kendini fark ettiği, öğrendiği bir zemindir.
Denilebilir ki, insan(lık) için tiyatro yaşam kadar önemlidir. Çünkü tiyatro, mevcut sisteme, mevcut anlayışa, gelenekselliğe karşı çıkan muhalif bir duruştur ki, bu da gelişme ve değişmenin, ilerlemenin ön koşuludur. Bunsuz; böyle olmadan ilerleyemez toplumlar. Tam da bunun için adaletsizliğe, köleliğe, faşizme karşı çıkar tiyatro (ve sanat).
Eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, “Devletin operası balesi olur ama tiyatrosu olmaz,”[14] sözlerine ve Recep İvedik’(ler)e “Hayır” diyen tiyatro; Aristo’ya göre, “Ruhun temizleyicisidir”.
Haluk Bilginer’in,[15] “Sevişmenin modası ne zaman geçerse tiyatronun da o zaman geçer,” notunu düştüğüdür![16]
Peter Brook’un, “Ayakkabıcının zanaatının temeli ayağı vurmayan bir ayakkabı yapmaktır; tiyatro zanaatının temeli de çok somut öğelerle, seyirciyle birlikte işleyen bir ilişki kurmaktır,”[17] formülasyonundaki hayata mündemiç inceliğin altı çizilesi sanat dalıdır…
Albert Camus için de tiyatro sanatın zirvesiydi. Çağının parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelme yolu Camus’ye göre sanattan geçiyordu: Bu noktada sanatın birleştiriciliğine atıf yaparken sanata değerini veren şeyin başkalarıyla paylaşılması olduğunu belirtmişti. Sanatın bu yönleri, Camus’nün tiyatro eserlerinde yoğun biçimde göze çarpmaktaydı. Çünkü tiyatro (insanlarla oyuncular arasında bağ kurarak) kişiyi yalnızlıktan kurtaran bir etkinlikti.[18]
“Tiyatro hayatın aynasıdır!” derler; ama bu kadar değil; ötesidir.
“Tiyatro” deyince Augusto Boal’ın, “Entelektüellik ya da elit bir kavramı içermez tiyatro… Tiyatro hayattır o hâlde hayatın her yönüne yayılmalıdır düşüncesinin sahibi… Tiyatro eylemdir! Belki de tiyatro kendi içinde devrimci değildir; ama hiç kuşku yok ki tiyatro bir devrim provasıdır… Etrafımıza baktığımızda tüm toplumların, etnik grupların, sınıfların ve kastların içinde ezen ve ezilenleri görürüz, adaletsiz ve merhametsiz bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmak zorundayız çünkü bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Fakat hem sahnede hem de hayatımızda oynayarak bu dünyayı kurmak bizim elimizde. Az sonra başlayacak etkinliğe katılın, eve döndüğünüzde arkadaşlarınızla kendi oyunlarınızı oynayın ve daha önce göremediğiniz apaçık olan şeye bakın: tiyatro sadece bir etkinlik değildir, bir yaşam biçimidir ”…
Federico García Lorca’nın, “Tiyatro, kitaptan uyanan ve insana dönüşen şiirdir”…
Muhsin Ertuğrul’un, “Tiyatro bir meslek değildir, bir karasevdadır”…
Sultan Bin Mohammed Al Qasimi’nin, “Bizler önemsiz ölümlüleriz, tiyatro ise yaşamın kendisi kadar sonsuz”…
Robert Lepage’nin, “Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz”…
Ariane Mnouchkine’in, “İmdat!/ Tiyatro, yetiş imdadıma!/ Uyuyorum, uyandır beni/ Karanlıkta kayboldum, yol göster bana ya da bir ışık yak/ Tembelim, utandır beni/ Yorgunum, kaldır beni/ İlgisizim, vur bana/ Aldırış etmiyorum, yok et bu hâlimi/ Korkuyorum, cesaret ver bana/ Cahilim, öğret bana/ Canavarım, insancıllaştır beni/ Yüksekten atıyorum, gülmekten öldür beni/ Edepsizim, alaşağı et beni/ Kafasızım, değiştir beni/ Yaramazım, cezalandır beni/ Baskın ve zalimim, savaş benimle/ Ukalayım, alay et benimle/ Avamım, eğit beni/ Suskunum, çöz beni/ Artık hayal kurmuyorum, bir korkak ya da budala gibi davran bana/ Unuttum, bana hafıza yükle/ Kendimi yaşlı ve tükenmiş hissediyorum, çocukluğu coştur benim için/ ağırım, müzik ver bana/ Üzgünüm, mutluluk getir bana/ Sağırım, fırtınada acılara çığlık attır/ Kışkırtıldım, bilgeliği göster bana/ Zayıfım, dostluğun ışığını yak/ Körüm, bütün ışıkları bir araya topla/ Çirkinliğin boyunduruğu altındayım, galebe güzelliğin girmesini sağla/ Nefretle kuşatıldım, sevginin tüm gücünü ver bana,” uyarılarını “es” geçmek mümkün mü?
Yunanca’da “seyirlik yeri” anlamına gelen “theatron”dan türetilmiş bir hayat biçimi olan tiyatro; resim, müzik ve heykel sanatı ile birlikte kökleri muhtemelen Paleolitik Çağ’a kadar giden bir sanattır. (Mağara duvar resimleri yaklaşık 40.000 yaşındadır)
Tiyatronun en ilkel hâlinin, günümüz sanat anlayışından çok uzak, daha çok dini bir ritüele ya da büyüye yakın olduğunu belirtmek gerek. Gece ateş etrafında toplanıp, ertesi günkü avın bereketli geçmesi için sırtlarına aldıkları hayvan postlarından kostümlerle, başlarına geçirdikleri hayvan boynuzları ile bir av hayvanına öykünüp, o hayvan gibi sesler çıkarmaya, o hayvan gibi vücut devinimlerinde bulunmaya çalışmak gibi…
Tiyatro sanatı, insanlık tarihi boyunca av ritüllerinden bugünün modern tiyatro anlayışına kadar insanla beraber evrilen; sosyolojinin sahne hâli olan; insan(lık)ı irdeleyerek, insanı insanlaştıran eyleme yönelten özgürlük kapısı olarak tiyatro, daima günceli yakalar, yerelden beslenir, evrenseli özümser, yasak elmaya uzanıp ısırır ve cennetten kovulur.
Tiyatro insan(lık)ın maskesini çıkartan sanattır. Hayatın sahnesidir; sahnenin hayata uyarlanmış hâlidir. Var oluşun ilk sanatıdır ve sonsuza kadar da var olacaktır. Hayatın aynası olabildiğince özgürlüktür; özgür olabildiğince de tiyatrodur. Nihayet muhalif bir sanat ve silahtır.
Örneğin muhalefin önde gideniydi Aristofanes. Ülkede kötü giden şeyleri eleştiren oyunlar yazar, çıkar oynardı binlerce kişilik anfi tiyatrolarda. Ön sırada ülkeyi yönetenler oturur, halkla birlikte dikkatle izlerler, bundan ve halkın tepkisinden kendilerine ders çıkarırlar, alkışlarlardı Aristofanes’i.
Tiyatro bin yıldır muhaliftir, muhalif kalacaktır, çünkü halkın sesidir. Yöneticilere yanlışlarını anlatmak için var tiyatro. (Ve antik Yunan’da suç işleyen bir insana verilebilecek en büyük cezalardan biri, belirli bir süreliğine tiyatroya gitmesine engel olunmasıydı!)
* * * * *
“Sanatçıların, sahne emekçilerinin söz hakkının olduğu bir tiyatro”; “Sanatta yeterliliğin olduğu bir tiyatro,”[19] gereksiniminin hâlâ gündem(imiz)in acil maddesini oluşturduğu koordinatlarda tiyatroyu iktidardan geri almak, baskılarına karşı durmak temel meselemizdir; bu da bir mücadele ve örgütlülük sorunudur.
Yeri gelmişken aktarayım: İşçi sınıfının sanata, edebiyata, felsefeye ya da genel olarak entelektüel faaliyetlere ilgisi anlamında “kültürlü bir sınıf” olabilme olasılığı, sınıfın kendisine ait bir kültürel faaliyetler alanı yaratması anlamında önemli bir noktadır. Nitekim Marx Alman işçi sınıfını “en kültürlü sınıf” olarak tanımlarken hiç de abartmış değildir. Ancak kültür, sadece entelektüel ve imgesel çalışmalardan oluşan bir yığın değil, aynı zamanda ve temel olarak bütün bir yaşam biçimidir. Bu nedenle entelektüel ve imgesel çalışmalar burjuva ve işçi sınıfı arasındaki ayrımın temelini belirlemede ikincil önemdedir. Bu nedenle burjuva ve işçi sınıfı arasındaki ilk ayrım bütün bir yaşam biçiminde aranmalıdır, ancak bunu da giyim biçimine, boş zamanı kullanmaya vb. hapsetmemek gerekir. Çünkü yaşam biçimi dendiğinde asıl ve temel olarak toplumsal ilişkilerin doğasına ilişkin alternatif fikirler akla gelmelidir, tıpkı Raymond Williams’ın vurguladığı gibi.
Dolayısıyla burjuva sınıfı ile işçi sınıfını birbirinden ayıran bir takım alternatif fikirler olduğunu tespit edebiliriz. Zira Williams’ın vurguladığı gibi “burjuvazi” önemli bir terimdir ve bu terim genellikle bireycilik denilen bir sosyal ilişki biçimini ifade eder. Yani her bireyin doğal bir hak olarak kendi kârının peşinde olmakta özgür olduğu bir nötr alan olarak toplum fikri. Bu ise işçi sınıfının toplumsal ilişki fikriyle tamamen bir zıtlık içerir. Çünkü işçi sınıfının toplum fikri, her bireyin bireysel gelişimini de içeren bütün gelişme biçimlerinin pozitif araçları olarak ortaya çıkar. Bu durumda gelişme ve çıkar, bireysel değil fakat ortak bir biçimde yorumlanır. Bu çerçeveden yola çıkarak işçi sınıfı kültürü ile ne anlatılmak istendiği açıklığa kavuşur: Bu kültür, bir proleter sanatı, dilin özel bir kullanımı ya da işçi konseyi değil, fakat daha çok temel bir kolektif fikir ve bundan türeyen niyetler, düşünce alışkanlıkları, davranışlar, tutumlar, kurumlar ve örflerdir. Bunun tam da tersine burjuva düşüncesi, bireyselci bir düşüncedir ve bu kültür bundan türeyen niyetler, düşünce alışkanlıkları, davranışlar, tutumlar, kurumlar ve örflere işaret eder.
Dolayısıyla bir işçi sınıfı kültürü, dayanışmaya, paylaşıma ve ortak bir düşünce tarzına dayalı bir yaşam biçimi anlamına gelir ve bu kültür toplumun diğer alanlarıyla bağlantılı olarak gelişir. İşçi sınıfının kültürel başarısı demokratik sendikal kurumlar, kooperatifler ve politik partiler olmuştur. İşçi sınıfı bilinci hem bu kurumların yaratılmasını ve gelişmesini sağlamış, hem de bu kurumlar işçi sınıfı bilinci ve kültürünün bir ifadesi olmuştur. Bu anlamda sınıf kültürünü ifade etmenin yollarından biri, hem politik düzeydeki –örneğin sendikanın etkili olabilmesi için mücadele etmek gibi- hem de bu güç yapısına direnmeyi ya da eşitsizliğe uyum sağlamayı içeren gündelik düzeydeki pratiklerle meşgul olmaktır.
Bu çerçevede bir işçi sınıfı kültürünün iki özelliğinden bahsetmek mümkün. Bunlardan birincisi, işçilerin adalet ve hakkaniyet arayışlarıdır. Zira sömürüyü doğrudan doğruya kendi yaşam pratikleri içinde kolektif olarak deneyimlemeleri, işçileri bir sınıf olarak diğer sınıflardan ayırır.
İşçi sınıfı kültürünün adalet ve hakkaniyet arayışından kaynaklanan ikinci özelliği dayanışmadır. Burada kast edilen dayanışma, aynı sınıf içerisinde yer almış olmaktan kaynaklanan bir dayanışmadır ki, bu, gerek gündelik hayatta kurumsallaşmamış biçimde, gerek grev gibi mücadelelerde ortaya çıkan direniş olarak, gerekse de üretim sürecinde ortaya çıkan biçimleriyle karşımıza çıkabilir. Bu üç dayanışma biçimi de birbiriyle iç içe geçmiştir.[20]
Bu bağlamlı bir kültürel gelişim olmadan ne sosyal, ne demokratik ne de ekonomik gelişme olur.
Kültür kavramı, bir toplumun ürettiği etik, sosyal, siyasal, sanatsal, dini tüm değerlerin toplamını kapsar, insana dair niteliklerin saygınlığını sağlar.
Tekelci burjuvazinin AKP eliyle uyguladığı kültür(süzlük) politikası, kültür tanımının reddidir; insan(lık)a rağmendir.
AKP sanat ve sanatçıyı yok sayan bir anlayışın kalıcı olmasını istemektedir. Çağdaşlık, Osmanlıcılık adı altında dini motiflerle süslenerek köreltilmeye çalışılmaktadır.
Hâl böyle olunca; devlet Tiyatroları, opera ve bale ile tüm sanat kurumları müthiş bir baskı altında. Sanatçıların özlük hakları kısıtlanıyor. Sanatçılar ve sanat kurumlarında çalışanlar yarınlarından korkuyorlar. Yardım yapılırken “Özel sanat kurumlarının” arasında siyasi ayırım yapılıyor. AKP döneminde sıkıyönetimleri aratacak şekilde tiyatro oyunu, film, sergi, kitap ve gazete yasaklanmış, toplatılmış ve müellifleri hapse atılmış…
“Anadolu Uygarlıklarının mirası değil, bize Müslümanların eserleri yeter” diyen bir söylem bakanlığa yerleşiyor...
Restore ediyoruz diye antik varlığın duvarlarını sıvayan, Aspendos’un koltuklarını beyaz mermerle kaplayarak hamama çeviren, ucube diyerek heykel yıkan, sanatın içine tüküren bir zihniyete kucak açılıyor.
Kısaca kültür ve sanat, yani insanın yaşamı ve yaratımı yok sayılıyor...
Oysa sanat avangarttır. Düşüncenin özgürleşmesine, sanatın güçlenmesine, yaratının çoğalmasına ve böylece toplumun gelişmesine öncülük eder. Kendisini ifade etmekten korkmayan bir toplum yaratır... Özgür birey, örgütlü toplumda eşit yurttaş hâline gelir. Sanatın gücüne dayanan kültürel gelişme, toplumlarda öncelikle barışı sağlar.
Ama ne yazık ki bugün, barış değil zorbalık yüceltiliyor. Bu böyle olunca kültüre yapılan baskı, topluma yapılan zülümdür.
Zulme göz yumanlar zalime biat ederler. Zalimin olduğu yerde, kültür de sanat da olmaz, olamaz![21]
* * * * *
İşte bunun örnekleri!
Melis Alphan’ın, “Freemuse’un raporuna göre 2013’ten itibaren sanatsal özgürlüğün en fazla kısıtlandığı ve sanatçılara bedel ödetilen ülkeler sıralamasında Türkiye, Çin ve Rusya’dan sonra üçüncü sırada. Böyle zamanlarda ‘Sus’ dedikçe sesini yükselten, kapının önüne konduğunda başka kapılardan içeri giren sanatçılara her zamankinden daha fazla ihtiyaç var,”[22] notunu düştüğü…
İdil Biret konserinin basılmasına ilişkin olarak Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu, “(Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı olduğu dönemde Topkapı Sarayı’ndaki İdil Biret konserini basmak isteyen Alperen Ocakları’nı savunduğu iddialarına ilişkin olarak) Ben en azından senfoni orkestrasında bir eser icra edilirken minder atılıp, şarap içilip, ayak uzatarak dinlenmeyeceğini bilecek kadar bu işlerden anlarım. Bugün olsa Topkapı Sarayı’nda şaraplı, minderli konsere izin vermem. O sanatın çıktığı ülkelerde bir senfoni hangi adap, edeple dinlenir? Hanımefendiler, beyefendiler şıkır şıkır kıyafetleriyle gelir değil mi? Biz barda halaya dururuz, orada da vals yaparız. Bizi başkalarıyla karıştırmasınlar. Orada ideolojik bir linçe falan da eyvallah etmeyiz,”[23] diyebildiği bir atmosferde egemen(ler)in, devletin marifet(ler)ine ilişkin birkaç örnek bile, bunun nasıl da acil ve kaçınılmaz olduğunu sergilemeye yeter de artar!
AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE UYGULANAN YASAKLARDAN BAZILARI[24]
|
51. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” filmine sansür uygulanması…
|
Tiyatro oyuncusu Haldun Akçıksözlü, “Laz Marks” adlı oyunda Erdoğan’a hakaret gerekçesiyle kesinleşen para cezasını ödemediği için gözaltına alındı…
|
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan’a hakaret suçlamasıyla yargılanan yazar Emrah Serbes hakkında zorla getirme kararı alındı…
|
“Berkin için 11 Mart’ta hayatı durdur” sloganı ile hazırlanan video klipten dolayı birçok sanatçıya “suç işlemeye alenen tahrik” suçundan soruşturma başlatıldı…
|
Batman Bahar Kültür Merkezi üyesi 13 kişiye, 5 yıl boyunca “Sanat yapmama” cezası verildi…
|
Bir mizah dergisinin kapağında Erdoğan’a hakaret edildiği iddiasıyla karikatüristler Bahadır Baruter ve Özer Aydoğan hakkında hapis istemiyle dava açıldı…
|
Cumhuriyet gazetesinin Paris’te terörist saldırıya uğrayan Charlie Hebdo ile dayanışma amacıyla seçki yayımlamasının ardından gazete ve yazarları hedef gösterildi…
|
İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi hakkında yıkım kararı çıkarıldı…
|
Şeker Portakalı müstehcen, Fareler ve İnsanlar sakıncalı bulundu…
|
Şair Can Yücel’in şiirlerinden oluşturulan “Can” adlı oyunu Edirne’de yasaklandı…
|
Erdoğan 2011’de Kars’taki mitingde, heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılan ‘İnsanlık Anıtı’na “ucube” diyerek, yıktırdı…
|
34. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde “Bakur” belgeseli gösterimden kaldırıldı…
|
Cumhuriyet tarihinin en eski sinema salonu Emek Sineması yıkıldı…
|
‘Vajina Monologları’ oyunu, ahlâk kurallarına aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandı…
|
Ferhat Tunç, 1 Mayıs’ta, “Hepinizi Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların, İbrahim Kaypakkaya’ların devrimci ruhuyla selamlıyorum” dediği için iki yıl hapisle cezalandırıldı…
|
Yönetmen Lars von Trier’in filmi “Nymphomaniac”ın Türkiye’de gösterimi yasaklandı…
|
i) 27 Mart Dünya Tiyatro Günü, Türkiye’de “engellere” takıldı. Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı tiyatro öğrencileri okul yönetiminin ‘kendilerini cezalandırmak’ için oyunlarına sahne vermediğini açıkladılar. Ayrıca 10. Ankara Uluslararası ETHOS Tiyatro Festivali’nin sahne talebine de DT’den ret geldi...[25]
ii) Darülbedayi’den bugüne 100 yıllık bir sanat kurumu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBBŞT) 100 yıllık arşivinin talan edildiği ortaya çıktı. Arşivinin üçte birinin talan edildiğini Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu ve Kütüphane Müdürü Enis Kayhan da doğruladılar. Şehir Tiyatroları’nın kuruluş belgeleri, müzelik eşyalar, Vasfi Rıza Zobu ve Bedia Muvahhit gibi sanatçıların fotoğrafları kayıp…[26]
iii) Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü 2015 yılında 22’ncisi düzenlenen Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali’ne 38 kişilik idari görevlendirme yaptı. Genel Koordinatör Yener Turan’ın parafıyla yapılan görevlendirmede, akrabalarının yer alması dikkat çekti…[27]
iv) TRT’nin sınavla aldığı sanatçılar Cumhurbaşkanlığı’na yakınlıklarıyla şüphe yarattı. AKP’li Uğur Işılak’ın elemanları da sınavı kazandı. KPSS sınavlarından sonra devletin resmi yayın organı TRT sınavlarında da skandal yaşandı. Sesli ve görüntülü kaydın yapılmadığı sınavlarda puanlar ve yedek liste de açıklanmadı. Başvuranların kaç puanla kazanıp kaybettiği bilinmezken puanların kurşunkalemle yazılması, jüride sadece iki sanatçının bulunması ve AKP’ye yakın sanatçıların saz heyetlerindeki kişilerin seçilmesi şaşkınlık yarattı…[28]
v) İBBŞT yönetmenliğinden istifa edeceğini açıklayan Erhan Yazıcıoğlu, ‘Tiyatroyu tiyatrocular yönetir’ ilkesini kabul ettiremediği için istifa edeceği vurgusuyla, “Her şeye rağmen tiyatro, her şeye rağmen sanat ve kültür,”[29] diyerek; tiyatro kavramının önemsenmeyişine dayanamadığını belirtip, “Sağlığımı yitirdim. Tiyatro adına çok şeye katlandım ama artık benim ve tiyatro kavramının önemsenmemesine dayanamıyorum. Verilen sözlerin hiç değilse birinin tutulmasını bekledim. Umurlarında değil. Çok üzgünüm... Sonuna kadar ölene kadar tiyatro. Nerede olursa,”[30] diye ekledi.
vi) İBBŞT oyuncusu Levent Üzümcü işten atılmasına ilişkin olarak, disiplin kurulundakilerin “Emir büyük yerden” dediklerini ifade ederken;[31] kendisini “tanımadığını” iddia eden ve İBBŞT ihraç edilmesi üzerine kendisine üstü kapalı olarak “terörist” benzetmesi yapan dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu’ya, “Yangından mal kaçırır gibi kurulmuş bir hükümetin bakanından ne bekliyoruz ki? Bu faşizmin yansıması, yarın kimse duymadım, bilmiyorum demesin. Çok yazık, düştüğümüz hâllere bakın,”[32] deyip ekledi:
“Ne ben onun cumhuruyum ne de o benim başkanım. Ben onun cumhuru değilim, onun milli iradesi ben değilim. O da benim başkanım değil. Beni kendi cumhuru olarak görmeyen bir başkan benim umrumda değil. Bu ülkenin geleceğini, umudunu içinde barındıran insanlara bangır bangır “vatan haini” dedi. Kimse kendini kandırmasın”...[33]
* * * * *
Bu zulüm karşısında sanat cephesinin örgüt ve örgütlülük meselesi devasa bir önem kazanırken; hatırlayın:
“Aşk örgütlenmektir” derdi Ece Ayhan ‘Mor Külhani’ şiirindeki bir dizesinde…
“Örgütlemek için örgütlenmeli, örgütlemek için örgütlenmeli,” diye haykırırdı Hikmet Kıvılcımlı…
“Faşizm karşısında birleşemeyenler faşizmin zindanlarında buluşurlar,” diye uyarırdı hepimizi Bertolt Brecht…
Ve nihayet “Maymundan insana geçişin dik durmak”la başladığının altını özenle çizerdi Friedrich Engels…
Bunlardan “Niye söz ettim” mi?
Gayet açık değil mi? Sanat olması gereken misyonunu, şimdi örgütlü bir dik duruşla taçlandırmakla mükelleftir.
Coğrafyamızın “geleneksel” önyargılarınca olumsuzlanan örgüt kavramı, de facto örgütsüzlükten başka anlam ifade etmese de -1980 sonrasında Türk(iye) insanlarının algısına “kötü” imgesiyle yerleştirilen- örgüt, Türkçe’deki, Türkiye’deki yasaklı sözcüklerin belki de en başında gelir. Ancak bu yasak yasalarla sınırlı değildir.[34] Yasalarla başlayan yasak, bir süre sonra hukuki düzlemi aşarak, insanların bilincine de sirayet ederek nüfuz alanını genişletip derinleştirmiştir.
Öyle ki bugün sınıf bilinçli olmayan bir işçiye ya da öğrenciye örgüt sözcüğünün ne olduğunu anlatmaya çalışırken, öncelikle ne olmadığından başlamak gerekiyor: Örgüt bir “teröristler” şebekesi değildir, örgüt yalnızca toplumun belirli bir kesimiyle sınırlı bir şey değildir, toplumun her alanında örgütler vardır vb. Ancak bu açıklamaları yaptıktan ve önyargıları kırdıktan sonra, örgütün ne olduğunu açıklamak mümkün hâle gelmektedir...
Oysa ortak bir amaç uğruna, bu amacı gerçekleştirmek için eylem hâlindeki kişiler, kategoriler, kurumlardan oluşan örgüt, varlığından haberdar olanların bilinçli, özgür birlikteliğidir. Takım ve ekip çalışmasıdır. Organize olmak, insanları tek vücut hâline getirmek, çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmektir...
Amaçlı bir şekilde bir araya gelmiş topluluktan başka bir şey olmayan örgüt, belli amaçlara ulaşmak için insan grubunun çabalarını düzenleştirmeye yarayan belirli yapı, kural ve süreçlerin bütünüdür. Ortak bir amacı veya işi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik, teşekkül, teşkilattır.
İnsan(lar) ile örülmüş ağ; insan(lar)ın, belli bir aşamada, iş bölümü bağlamlı birlikteliği veya toplumsal yapılanma olarak örgütlülük, ezilenlerin var olma imkânıdır.
Mücadele veren ezilenler, ancak örgütlenerek, ekonomik üstünlüğün hukuki ve siyasi ayrıcalıklarından nemalanan azınlıkla hesaplaşabilirler; bireysel olarak sınırlı olan etkisini toplumsal bir siyasi güç hâline getirebilirler. Nihai kertede otoriteyi ve iktidarı içermeyen örgüt yoktur.
Aslı sorulursa ezilenler olarak onunla var olduğumuz örgüt her şeyimizdir; kendimizi ona katarak onunla büyür, özgürleşir, gelişiriz.
Örgüt bir bütündür; programdır, kurallar bütünüdür, kadrodur, savaşçıdır, mücadele aygıtıdır; bunların toplamıdır. Örgüt aynı zamanda bir kurumlaşmadır; kolektivizmdir; insan olmaktır; ısrardır.
Beraber hareket etme anlamında gerekli olandır. Bireyler tek başına eğer siyasi hareketlerden kopuk iseler hiçbir şey yapamazlar. Bir eylemde bile süreklilik sağlayamaz.
Yaşayan en yüce güç, en aşılmaz barikat halkın örgütüdür.
Emek toplum denkleminden hareketle emek mücadelesinin de toplumsallaşması “olmazsa olmaz”dır.
Kapitalizm sömürüyü derinleştirmeyi ve yaygınlaştırmayı nasıl ki toplumu parçalarına ayırıp tek tek bireycileşmiş, toplumsallıktan kopmuş bireyler üzerinden sağlıyorsa, kapitalizmi ve sömürüyü geriletmenin, ortadan kaldırmanın yolu da, emek-toplum diyalektiğini doğru temellere oturtmuş bir mücadele anlayışıdır.
Unutulmasın: Güncel mücadele her zaman siyasi olan sorunun, çelişkinin üzerinde yükselirken; son yıllarda sıklaşan, siyasal niteliği daha belirgin öne çıkan emek eylemleri esaslı bir dip dalgasından güç alıyor.
Sendikaları siyasallaşmaya zorlayan emek hareketi, dip dalgası güncel mücadeleyi, onun hedeflerini de belirleyecek olan güçtür.
* * * * *
“İyi de ne yapmalı, tavrımız ne olmalı” mı?
Sanatçıların ‘Devlet’le ilişkisini mümkün olduğunca kopartması gerektiğinin altını çizen Fırat Tanış’ın ifadesiyle, “Kendi gücünü ortaya koyamayan kim varsa, bu ülkenin erkekleri tarafından maalesef ezilmeye, dövülmeye mahkûm”[35] olduğunu bir an dahi unutup/ unutturmadan sanatın büyük bir tehlike ve tehditle yüz yüze olduğunun altını ısrarla çizip, yanıtlar üretmek gerek…
Ama UNESCO resmi partneri IAA/AIAP Dünya Sanat Birlikleri Dünya Başkanı seçilen Bedri Baykam’ın, “Daima sanatçıların yaşamsal haklarının korunması için çalışıp bireysel veya genel sorunları ele alıyoruz,”[36] diyen boş genellemeciliğiyle değil elbet!
Soru(n)lar karşısındaki örgüt ve örgütlülüğün somut yanıtları olmak zorundadır.
O hâlde öncelikle sanat cephesinin örgütlülüklerini; kâğıt üstünde kalan, varlık nedenine yabancılaşan, tabela örgütleri olmaktan kurtarıp, sokaklardaki mücadeleyle birleştirmek gerekiyor.
Sanat artık salonlara sığamaz ve sığmamalıdır da!
Sanat alanın tüm disiplinlerinin sadece kendi içinde değil; tüm disiplinleri arası dayanışma ve örgütleme zorunluluğu vardır.
Bu mücadele iş güvenliği, güvencesi, sağlığı alanlarından sanat üzerindeki tüm vesayetleri reddeden özgürleşmeye kadar her alanda sürdürülmelidir.
Örgütlenme ihtiyacı sadece “ekonomik iyileşme”ye indirgenemez; “özgürlük talebi” de göz ardı edilemez ve edilmemelidir de!
Çünkü egemenlerin sanat alanında bir kural hâline getirdikleri sansür ve baskılara karşı dikilmek için örgütlü mücadele bir tercihten çok zorunluluktur.
Bunu yapabilmek için sanat örgütlenmelerinin emek eksenli bir kültür sanat politikasına olan gereksinimi büyüktür.
Toplumsal kültür için kültürel yabancılaşmaya karşı mücadeleyle, emekçilerin estetik algısını geliştirip, hayatı o estetik beğeniyle bilince dönüştüren örgütleme hedeflenmeliyken; piyasa koşullarına endekslenmiş yozlaşmaya “Hayır” denmelidir.
Kaygısı, hayatı ve toplumsal gerçekliği estetize etmek olan sanatın, politik atmosferin inşa ettiği korku ve yabancılaşma iktidarına karşı durması “olmazsa olmaz”dır. Bunu yapacak gücü ise, örütlülüğünden alabilir ancak.
29 Mart 2016 14:05:23, Ankara.
N O T L A R
[*] 34. Uluslararası İzmir Tiyatro Günleri kapsamında 2 - 3 Nisan 2016 tarihinde İzmir Sanat Oditoryum Salonu’nda düzenlenen “Tiyatro ve Örgütlenme Kurultayı”na sunulan tebliğ… Kaldıraç, No:178, Mayıs 2016…
[1] Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Çev: Fuat Sevimay, Aylak Adam Yay., 2013, s.38.
[2] Ceren Çıplak, “Orhan Gencebay: Sanat Muhalif Değildir”, Cumhuriyet Sokak, 15 Kasım 2015, s.24.
[3] Sevin Okyay, “Devrim mi, Sanat mı?”, Birgün, 7 Aralık 2015, s.15.
[4] İlham Bakır, “Modernizmin Amaçsız Sanat Söylemi”, Gündem, 27 Mayıs 2015, s.15.
[5] Metin Celal, “İyi Sanat Politikse”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2015, s.16.
[6] A. Hicri İzgören, “Bilim ve Sanat Zulme Karşıdır”, Gündem, 21 Ocak 2016, s.15.
[7] “Beni şaşırtan, toplumumuzda sanatın bireylere ya da hayata değil de yalnızca nesnelere ilişkin birşey durumuna gelmesi. Sanatın yalnızca sanatçı denilen uzmanlar tarafından gerçekleştirilen bir uzmanlık dalına dönüşmesi. Neden her kişi kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev ya da lamba bir sanat yapıtı olsun da benim hayatım olmasın?” (Michel Foucault.)
[8] Elif Ergu, “Sanat Nefes Aldırıyor”, Hürriyet, 4 Ekim 2015, s.10.
[9] Beral Marda, “Direniş, İşbirliği ve Dayanışma Zamanı”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2015, s.14.
[10] Burak Abatay, “İlkay Akaya: ‘Hayat’ Üzerine Birkaç Söz”, Birgün, 6 Ağustos 2015, s.15.
[11] Rahmi Öğdül, “Sanat Cinayettir, Ülke Cinayet Mahalli”, Birgün, 25 Aralık 2015, s.15.
[12] Ceren Çıplak, “Ali Poyrazoğlu: Her Gün 1 Nisan Gibi Ama Şakalar Biraz Ağır”, Cumhuriyet Sokak, 27 Mart 2016, s.18.
[13] “Bütün yeryüzündeki hâkim sınıfların kaçınılmaz olarak sarıldıkları bir slogan var: ‘Tiyatro öldü’. Evet, gerçekten tiyatro öldü. O dönüşümünü yapıp, Brecht olayı ortaya çıktıktan sonra gerçekten öldü. Ama anlaşılması gereken şu ki onlar tiyatro ölsün istiyordular zaten. Çağın tiyatrosu yeni doğdu. Emekliyor, bocalıyor, ama nitelik olarak kesin farklı, canlı, gürbüz yaşıyor. Tiyatro kapitalizmin ürünü bir sanat değil, sanayiye bağlı değil. Dolayısıyla hâkim sınıfların tekelinde kalmak zorunluğu yoktur. Tiyatroda devrim estetiği doğduğu zaman hâkim sınıflar tiyatroyu bütün güçleriyle engellemeye çalışıyorlar. Bu yüzden el birliği ile ve koro hâlinde ‘tiyatro öldü’ diyorlar...” (Vasıf Öngeren, Militan Dergisi, 1975.)
[14] Umut Erdem, “… ‘Kanlı Nigar’ Konuştu Müsteşar İsen Dinledi”, Hürriyet, 12 Aralık 2006… http://www.hurriyet.com.tr/kanli-nigar-konustu-mustesar-isen-dinledi-5596231
[15] Haluk Bilginer, “Tiyatro kalıcı değildir buza yazı yazmak gibidir derler ya ben de tam tersini söylüyorum, en kalıcısıdır. Yani elinde somut bir şey yoktur resim gibi, film gibi ama anı vardır anı. 30 yıl bile unutmazsınız. İlk öpüşmenizi unutmanız mümkün mü? Fotoğrafı var mı yanınızda ilk öpüşmenizin? Yok. Peki neden unutmuyorsunuz çünkü bir anıdır sizin için. Tiyatro da böyledir. Tiyatro bunu yapabildiği zaman ne mutlu tiyatrocuya da seyirciye de. Belki diğer sanat dalları gibi elinizde somut bir şey yoktur ama daha insanca bir şey vardır. Anı vardır. Bu 30-40-50 yıl gitmez kafanızdan,” der.
[16] Kardeşinin bir tiyatro eseri yazmakta olduğunu haber alan Çehov ona şu öğütleri verir: “Orijinal, elden geldiğince de zeki olmaya çalış. Ama aptal görünmekten de korkma! Tiyatroda elden geldiğince özgür düşünmek gerek. Tiyatroda özgür düşünenler, saçma sapan şeyler yazmaktan korkmayanlardır. Bu arada şunu da söyleyeyim ki, aşk ilanlarının, karı koca aldatmalarının, öksüz gözyaşlarının hatta her çeşit gözyaşının çoktan modası geçti. Eserinin entriği olmasa da olur, yeter ki konu yeni olsun. Süslü sözlerden kaçın! Dil güzel ve yalın olmalıdır. Burunları kızarmış emekli kaptanlar, alkolik gazete muhabirleri, aç yazarlar, veremli kadınlar, ceplerinde beş parası olmayan dürüst gençler, evde kalmış namuslu kızlar, iyi yürekli dadılar... Bütün bunlar çok yazıldı. Artık bunları bir kenara atmalı...” (Anton Pavloviç Çehov, Küçük Köpekli Kadın, Çev: Hasan Ali Ediz, Altın Kitaplar, 1971.)
[17] Peter Brook, Açık Kapı, YKY, 2004, s.55.
[18] Ali Bulunmaz, “Camüs’nün Tiyatrosu”, Cumhuriyet Kitap, No: 1308, 12 Mart 2015, s.8-9.
[19] Ezgi Çelik, “Alican Yücesoy Nasıl Bir Tiyatro İstediğini Anlattı: Devlet Yönetmesin!”, Birgün, 10 Mayıs 2015, s.10.
[20] Mustafa Kemal Coşkun, “Sınıf Kültürü mü Kültürlü Sınıf mı?”, Evrensel Pazar, 9 Ekim 2014, s.10.
[21] Fikri Sağlar, “Kültürel Baskı Topluma Zulümdür”, Birgün, 3 Mart 2016, s.8.
[22] Melis Alphan, “… ‘Sus’ Deyince Susmayanlar”, Hürriyet, 31 Ağustos 2015, s.6.
[23] Rıza Özel, “Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu: Şaraplı Minderli Konsere İzin Vermem”, Hürriyet, 2 Eylül 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29965912.asp
[24] “Saray Yenilecek, Sanat Kazanacak”, Gündem, 24 Ekim 2015, s.15.
[25] Selda Güneysu, “27 Mart’ta Tiyatro’ya Engel”, Cumhuriyet, 28 Mart 2016, s.17.
[26] Ceren Çıplak, “Şehir Tiyatroları’nda Skandal: 100 Yıllık Arşiv Talan Edilmiş”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2014, s.15.
[27] Umut Erdem, “Aspendos’a ‘Akraba’ Çıkarması”, Hürriyet, 4 Eylül 2015, s.4.
[28] Miyase İlknur, “Saray’ın Sazına TRT’de Kadro”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2015, s.2.
[29] Ezgi Görgü, “Erhan Yazıcıoğlu: Verilen Sözler Tutulmalı”, Evrensel, 2 Aralık 2015, s.12.
[30] Ceren Çıplak, “Erhan Yazıcıoğlu ve Ekibi İstifa Ediyor”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.19.
[31] Ceren Çıplak, “Emir Büyük Yerden Geldi!”, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2015, s.17.
[32] Selda Güneysu, “Bakanın Tavrı Faşizmin Yansıması”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2015, s.6.
[33] Ceren Çıplak, “Üzümcü: Ne Ben Onun Cumhuruyum, Ne de O Benim Başkanım”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2015, s.17.
[34] TCK’nın 220 maddesinden düzenlenmiş olan “suç”tur örgüt. Mevcudiyeti pek çok suçta da ağırlaştırıcı neden olarak öngörülmüştür. Bunun için: -En az 3 kişi olmalı -Bu birliktelik sürekli olmalı -Bu teşekkülde hiyerarşik yapı ve işbölümü olmalıdır.
[35] Ceren Çıplak, “Tanış: Kültürün Bakanlığı mı Olur?”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2015, s.2.
[36] Fisun Yalçınkaya, “Bedri Baykam: Sanatçı Hakları İçin Çalışıyoruz”, Milliyet, 27 Kasım 2015, s.6.
Yorumlar