“Gelecek ne zaman vaat olmaktan çıkıp bir tehdit unsuru hâline geldi?”[2] Yaşadıklarımız; “Tarihi üreten kötü yanıdır,” diyen Karl Marx’ı te...
“Gelecek ne zaman vaat olmaktan çıkıp
bir tehdit unsuru hâline geldi?”[2]
Yaşadıklarımız; “Tarihi üreten kötü yanıdır,” diyen Karl Marx’ı teyid edip dururken; iyi olmadığımız çok açıktır. Ancak iyi olacağımız da öyle…
Hayır; bu ekonomist, indirgemeci, vulger bir beklenti değil; diyalektik materyalist bir öngörüdür.
İsmet Berkan’ın, -kendinden menkûl- “Etrafım ümidini kaybetmiş, kötümserliğin dibine vurmakta olan insanlarla dolu. Şöyle bir adım geriye çekilip baktığımızda, gelecekten endişe duymak için pek çok sebebimiz var,”[3] karamsarlığına inat; Karl Marx’ın, “İnsanlık ırmağı akar. Ama hep akar. Hep ileriye doğru akar,” uyarsının altını çizerek, bazen akan ırmağın yavaşladığını; önüne setler çekildiğini ya da Charles Dickens’in, ‘İki Şehrin Öyküsü’ romanının girişinde, “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de şüphe, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, her şeyimiz vardı, hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ya da tam öteki yana - kısacası, tam da şimdiki bir dönemdi. Şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ve dönemin bağıran muktedirleri, öyle ya da böyle, en iyi günler olduğunda ısrar ediyordu,”[4] dediğini unutmamakta büyük yarar var.
Çünkü, “Böyle gelmişse de böyle gitmez” diyenler; Herakleitos’un, “Pante rei/ Her şey akar/ değişir” saptamasının altını ısrarla çizenler haksız değildir ve tarih hep bunları savunanları haklı çıkarmıştır.
Tıpkı Leylâ Erbil’in, ‘Tuhaf Bir Erkek’inde ifade ettiği üzere:
“Şu da var/ bütün acılara karşın/ hayat/ içimize bir nota bırakır ya/ en bitik günümüzde/ direnme notasını/ bir zarfa mı koyar/ bir deniz çırpıntısıyla mı/ savurur/ yüzümüze/ neşe üşüşür hayatımıza/ birden/ güç aşılar/ iyi güçtür/ baş eğdirmeyen/ umut/ altın kafesinden/ çıkıverir/ dolaşır tepemizde.”
ZOR(LU) VE ZALİM DÜNYA
Zor(lu) ve zalim bir dünyada (onun da Ortadoğu’sundaki Anadolu’da!) yaşamanın kolay olmadığını, büyük diyetlere muhtaç olduğunu bilmiyor ya da “es” geçiyor falan değilim…
Kolay mı?
“Gezegenimiz uzlaşmaz parçalanma ve bütünleşme süreçlerine maruz kalıyor. Gerçekten de tüm insan türü bir ‘kader ortaklığı’nda birleşiyor, çünkü aynı ekolojik ya da ekonomik tehlikeleri, dinî fanatizmin ya da nükleer silahların yol açtığı aynı tehlikeleri paylaşıyor. Bu gerçeklik ortak bir bilince varılmasına yol açmalı, dolayısıyla da kaynaştırmalı, dayanışma yaratmalı ve melezleştirmeli. Oysa tam tersi hüküm sürüyor: Büzüşülüyor, ayrışılıyor, bölmelere ayrılıp parçalanılıyor, özgül -ulusal ve/ veya dinî- bir kimliğin ardına sığınılıyor,”[5] satırlarıyla Edgar Morin’in tarif ettiği bu tablonun sorumlusu sürdürülemez kapitalist yıkım ile onun III. Büyük Bunalımı’dır…
Bu tabloda 27 milyon nüfuslu Yemen’de 14 milyon kişi yetersiz besleniyorken; kriz bölgelerindeki 500 bine yakın çocuk ise yetersiz beslenme nedeniyle risk altındayken;[6] Suudi Arabistan ve müttefiklerinin saldırıları sonucu Yemen’de yaşamsal sağlık standartları çöktü ve her 10 dakikada bir çocuk önlenebilir sorunlar nedeniyle yaşamını yitirir duruma geldi. UNİCEF raporlarına göre 2.2 milyon çocuk, kronik olarak şiddetli yetersiz beslenmeyle bağlantılı sorunlar ile mücadele etmek zorunda ve acil yardıma muhtaç. Buna ek olarak 1.7 milyon çocuk ise orta derece yetersiz beslenme nedeniyle risk altında…[7]
İnsanlar katledilirken; sürdürülemez kapitalizm kazanıyor; kârına kâr ekliyor!
Kolay mı? ABD dünyadaki askeri harcamaların yüzde 40’ını tek başına yapıyor. Dünyadaki bütün ülkelerin savunma bütçeleri toplamı 1 trilyon 568 milyar 440 milyon dolara ulaşırken, bunun 1 trilyon 338 milyar 358 milyon dolarlık kısmının 20 devlete ait olduğu belirtildi.
Askeri harcamalar konusunda kapsamlı araştırmalar yürüten yayıncılık kuruluşu ‘IHS Jane’s Defence’ raporuna göre, savunma harcamaları 2016’da bir önceki 2015 yılına kıyasla yaklaşık 15 milyar dolar arttı. Türkiye, 12.7 milyar doları aşan savunma bütçesiyle 105 ülke arasında 18’inci oldu.[8]
Silahlanmada başı Asya ve Ortadoğu ülkeleri çekiyor. Yüzde 0.6 oranında gerçekleşen daralma uzmanlarca, silahsızlanmaya dönük bir işaret olmadığı, düşüş trendindeki yavaşlamanın bir geri dönüş anlamına gelebileceği şeklinde değerlendiriliyor. 2016’da dünyada en çok Hindistan, Suudi Arabistan ve Çin silah harcaması yaptı. Dünya genelinde ilk 100 şirketin silah satışları ise 370.700 milyar doları buldu.[9]
Bunlar böyleyken; dünyanın en zengin insanlarının servetleri 2015 sonuna göre 237 milyar dolar arttı. Servetini en çok artıran ilk 5 isimden 4’ü ABD’li...
‘Bloomberg Milyarderler Endeksi’ne göre, 27 Aralık itibariyle dünyanın en zenginlerinin toplam servetleri 2015’e göre yüzde 5.7 artışla 4.4 trilyon dolar oldu.
2016’da servetini en çok artıran ise 11.8 milyar dolar ile Warren Buffet oldu; Buffet’ın serveti yüzde 19 artışla 74.1 milyar dolara ulaştı.
Ayrıca ‘Bloomberg’in yaptığı hesaplamalara göre, dünyanın en zengin 200 milyarderi, 2016’da toplam servetlerini 4.4 trilyon dolara çıkaracak şekilde, 237 milyar dolar arttırdılar.
Zenginler listesinin başında, net serveti 85.9 milyar dolar olan Microsoft’un kurucu ortağı Bill Gates bulunuyor. Bloomberg raporunun belirttiği üzere, onun, herhangi bir faiz ödemesini ya da diğer servet arttırıcı faktörü hesaba katmaksızın, bu uçsuz bucaksız serveti bitirmek için, önümüzdeki 100 yıl boyunca her gün 2.3 milyon dolar harcaması gerekiyor.
Servetin toplumun doruklarında birikmesi, gelir istatistiklerine de yansıyor. Ekonomistler Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman tarafından yakın dönemde tamamlanan bir araştırma, ABD halkının alttaki yüzde 50’sinin ulusal gelirden aldığı pay 1980’deki yüzde 20’den yüzde 18’e inmişken, en tepedeki yüzde 1’in gelirinin yüzde 12’den yüzde 20’ye yükseldiğini gösteriyor. Başka bir ifadeyle, ulusal gelirin yaklaşık yüzde 8’i, halkın alttaki yüzde 50’sinden en tepedeki yüzde bire aktarılmıştır.
Bu eğilimler uluslararası ölçekte de dile getiriliyor. ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Aralık 2016’nın başında yayınladığı bir rapor, 2012’den beri ücret artışının dünya çapında yüzde 2.5’ten yüzde 1.7’ye düşerek yavaşladığını gösteriyor. Ücret artışının başka her yerden daha hızlı olduğu Çin dışta bırakılırsa, küresel ücretlerdeki artış, yüzde 1.6’dan tam yüzde 0.9’a düşmektedir.
ILO’nun araştırması ayrıca, Avrupa’daki çalışanların en tepedeki yüzde 10’unun toplam ücretlerin yüzde 25’ini, buna karşılık, alttaki yüzde 50’sinin yüzde 29.1’ini aldığını belirterek, toplumsal eşitsizliğin artışına dikkat çekti.[11]
“Kapitalist dünyadaki sefalet manzaraları”[12] eşliğinde, “Neo-liberalizm sonrası döneme doğru”[13] ilerlenirken; eşitsizlik ile yeniden emperyal paylaşımla ve de 22 Aralık 2016’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Rusya ordusu, herhangi bir düşmanın üstesinden gelecek güce sahiptir,”[14] haykırışıyla biçimlenen tabloda, “Büyük Savaş” olasılığıyla, ekonomik krizin derinleşme eğilimleri arasında doğrudan ilişki varken;[15] “III. Dünya Savaşı’na ramak kaldı,”[16] diyor Adnan Gümüş…
TEHDİT VE İMKÂNLARIN ORTADOĞU’SU
Böylesine müthiş bir toplumsal alt üst oluştan Ortadoğu’nun da “nasip”ini almaması, elbette mümkün değildi.
Kolay mı? 100. yılında çözülen Sykes-Picot’sundan, emperyalist haydutluk projesi “BOP”a uzanan gelişmelerle III. Emperyalist paylaşımın vekalet savaşlarının “Satranç Tahtası”nı[17] andıran Ortadoğu coğrafyasında Irak’tan Suriye’ye uzanan yarılma çok önemli sonuçlar yarattı.
Görünen odur ki, eski(yen) tablo makyajlarla sürdürülebilir olmaktan ve kontrolden çıkmıştır.
“Nasıl” mı?
Örneğin bu savaş, Suriye’yi aşan iki sonuç yarattı: IŞİD ve sığınmacılar dalgası. Bu ikisinin kesişmesi Avrupa’da ve ABD’de sağ popülist ırkçı yükselişi güçlendirdi; AB projesinin, hatta liberal demokrasinin geleceği üzerinde büyük bir soru işareti oluştu. Rusya Ortadoğu’ya oyun kurucu bir aktör olarak girdi.
Şimdi gelinen noktada Esad rejimi Halep’i geri alıyor, Şam’ı temizliyor. Bölgeyi iyi bilen analistler sıra İdlib’de, isyancılar artık yalnızca kırsal bölgelere sığınmak zorunda kalacaklar; Esad rejimi IŞİD’e, cihatçılarla karşı savaşmakta olduğundan, fiilen Batı’nın doğal müttefiki oluyor diyorlar ve ekliyorlar, ABD’de Trump ve Fransa’da Villon, Rusya ile yakınlaşmaktan yana; Suriye ile ilgilenmeyecekler. AKP Türkiye’sinin Rusya karşısında takla atmaktan başı dönüyor, ekonomisi siyasi krizlerin, sığınmacıların basıncı altında eziliyor, ordusunun teknik ve moral yetersizliği, Başbakan’ın ağzından gözler öne seriliyor. Kürt sorunu, AKP rejiminin jeopolitik kâbusuna dönüşüyor.[18]
Bölgesel planda bir Kürt Ulusal inşasından söz edildiği ve bunun dinamiklerinin tarih sahnesine çıktığı koordinatlarda tehdit ve imkânlar iç içe geçiyor.
Örneğin bu konuda David Ignatius, “Ortadoğu, ABD’nin Neden Güvenilmez Olduğunu Biliyor” alt başlığında şunların altını çiziyor:
“ABD, Ortadoğu’daki savaşlarını yürütürken, yerel güçleri vekil savaşçıları olarak istihdam etmek, bölgesel politikalar işe dahil olup, işler sarpa sarınca bu ağırlıklardan hemen kurtulmak gibi kötü bir alışkanlığa sahip.
Bu ‘baştan çıkarma ve terk etme’ döngüsü, ABD’nin en sevimsiz karakter özelliklerinden biri. Ortadoğu’da ABD’ye güvenilmemesinin de temel nedenlerinden biri. Irak, Mısır, Lübnan ve diğer ülkelerde bizim adımıza risk alan insanların yanında durmadık. Ve şimdi aynı sendrom Suriye’de de ortaya çıkıyor; ABD’nin Suriye’de IŞİD’e karşı en önemli müttefiki Kürt milislerinden oluşmuş YPG, Türk askeri tarafından saldırı altında…
Maalesef Ortadoğu’da ABD’yle müttefik olmak çok tehlikeli bir durum hâline gelebilir… Kürt kaynaklar, ABD’nin Afrin konusundaki taleplerine sessiz kalması nedeniyle Kürtlerin Rusya’ya başvurduğunu söylüyor
Tayyip Erdoğan darbe girişimi sonrasında iktidarını tekrar sağlamlaştırdığında Türkiye’nin bölgesel ihtirasları zirve yaptı…
ABD’li üst düzey bir yetkili, Türkiye’nin her iki alandaki rolünü yönetmenin zorluklarından bahsediyor.
Belki de Kürtler ABD’yle ittifak yapmak ya da Türklerin müdahale etmeyeceklerine güvenmek yerine daha iyi bir seçenek oluşturmalıydılar. Kürtlerin tarihi ihanetlerle doludur. ABD’nin şansına 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra ABD’nin Kuzey Irak’ta oluşturduğu ‘uçuşa yasak bölge’nin Kürtlerde hâlâ hatırı var. Bu sayede Irak’ta Kürt bölgesel yönetimi tutunabilmişti.
Ama Ortadoğu’nun halkları ABD vaatlerinden uzak durulması gerektiğini öğrendiler. Iraklı Hıristiyan bir lider ABD’nin IŞİD sonrasında yeni yardım önerisini şu sözlerle reddetti: ‘Siz çekip gidersiniz, sizin işiniz bu.”[19]
Bunlara şunları da eklemekte yarar var!
ABD Dışişleri Bakanı Kerry, görevi 20 Ocak 2017’de sona erecek olan Obama yönetiminin dış politikada hataları oldu mu, sorusuna “Evet, birkaç şey var. Bunları bugün tartışmayacağım, ileride belki yazabilirim” diye cevap verirken;[20] ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın IŞİD’e yönelik olarak Rusya ve Türkiye’yle birlikte ortak saldırı düzenlemeye hazırlandığı iddiası ortalarda dolaşıyor. İsrail istihbaratına yakınlığıyla bilinen ‘DEBKfile’ sitesine göre Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Micheal Flynn, “gizli” bir şekilde, Rusya Güvenlik Konseyi Başkanı Nikolay Patruşev, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ürdün Kralı Abdullah’la yakın temaslar gerçekleştirdi.[21]
SURİYE VE IRAK CEPHELERİ
Ordunun Halep’te kontrolü ele geçirmesinin ardından,[22] denge(sizlik)lerin bir kere daha farklılaştığı Ortadoğu’da, Suriye Devlet Başkanı Esad Halep’i almanın büyük bir zafer olduğunu, ancak bunun beş yıllık savaşın sonu olmayacağı vurgusuyla, “Halep’i almak, bizim için büyük bir zafer demek. Ancak gerçekçi olmak gerekiyor. Bu Suriye’deki savaşın sonu olmayacak. Ama savaşı sonlandırmak yolunda büyük bir adım. Teröristler her yerde. Halep’i geri alsak bile onlara karşı savaşımız devam edecek,” dedi.[23]
Yani görünen odur ki, Suriye’deki savaş -şöyle veya böyle- sürecektir.
“Nasıl” mı?
Örneğin Suriye Devlet Başkanı Esad, Portekiz televizyonuna verdiği röportajda, Cumhurbaşkanı Erdoğan için “Tamamen hasta bir adamdan söz ediyoruz” ifadelerini kullanıp; Erdoğan’ın günümüzde değil, Osmanlı döneminde yaşadığı vurgusuyla, “Tam anlamıyla megalomanyak bir başkandan söz ediyoruz” ifadesini kullanıp, Suriye’de “teröristlere karşı savaşmanın” anlamının “Erdoğan ordusuna karşı savaşmak” olduğunu söyleyerek ekledi: “Türkiye ordusu değil, Erdoğan ordusu diyorum.”[24]
Ayrıca ABD Başkanı Barack Obama, koltuğu devretmesine 40 gün kala, 8 Aralık 2016’da ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları için talimat yayımlayıp Suriye’de ABD’nin müttefiki olan yabancılar dahil silahlı güçlere silah yardımıyla ilgili kısıtlamaları kaldırdı. Bu yüksek teknolojik silahlar, yani MANPAD denilen taşınan ve omuzdan ateşlenen uçaksavar füzeler Esad karşıtları tarafından uzun zamandır talep ediliyordu.[25]
Bunların yanı başında, “Musul harekâtı ile yeni paylaşım hesapları”nın[26] da altı özenle çizilmeliyken; “Çatışmaların alevlendiği Musul ve Kerkük momentumu, bölgesel denklemleri yeniden altüst edecek. Suriye’nin Keşmir’i Halep, Irak’ın Keşmir’i ise Musul olacak gibi görünüyor,”[27] notunu düşmeden edemiyor M. Ali Çelebi…
Gerçekten de Aşti Hawrami’nin “Artık eski Irak yok”[28] demek zorunda kaldığı IŞİD’li Irak’ın çözülüp/ parçalanması her geçen gün derinleşirken;[29] Güney Kürdistan ile Irak merkezi hükümeti arasındaki “statüsü belli olmayan bölgelere” ilişkin konuşan Irak Başbakanı Haydar El Ebadi, Irak’ın parçalanmasını kabul etmeyecekleri vurgusuyla, “Saddam iktidarının yıkılmasından sonra Irak anayasasında bazı bölgeler üzerinde çelişkilerin yaşandığı bölgeler olarak yer aldı. Referandumun yapılması gerekiyordu. Ancak yapılmadı. Şu anda da Irak’ın parçalanması üzerine yürütülen tartışmaları reddediyoruz,” dese de;[30] bu tepki bir şeyi değiştireceğe benzemiyor.
Evet Irak Kürt-Arap, Sünnî-Şiî eksenlerinde, adım adım parçalanıyor.
Biraz gerilere dönersek, hatırlanacağı üzere BAAS Partisi 1968 yılında Irak’ta iktidara gelir gelmez yayınladığı ilk bildiride “dini mezhepçiliğe, ırkçılığa ve aşiretçiliğe karşı olduğunu” açıklamıştı.
Osmanlı yönetiminin mirası neticesinde, Irak’ta 1932’de ilan edilen bağımsızlık sonrasında iktidar Sünnî Arapların elindeydi. Ancak BAAS, nüfusun yüzde 60’ının Şiî Araplardan oluşmasının bilinciyle mezhepler ve aşiretlerin üstünde yer alacak, laik ve Arap milliyetçiliği temelinde bir Irak kimliği yaratmak konusunda hassas davranıyordu.
Özellikle ülkenin güneyinde yer alan Şiî aşiretlerde iktidar; siyasi liderliği elinde tutan şeyhler ve ulema arasında bölünmüştü. Şiîler içindeki siyasi/dini, şeyhler/ulema arasındaki bölünmüşlük BAAS’ın işine yarıyordu. Aşiretlerin yerel iktidarına karşı çıkan BAAS; toprak reformuyla şeyhlere karşı yoksul köylülerin desteğini alırken, laiklik üzerinden de Şiî ulemanın egemenliğini kırıyordu. Ancak 1979 “İslâm Devrimi”yle Humeyni liderliğindeki Şiî ulemanın İran’da iktidarı ele geçirmesi ve Tahran’ın Şiî Araplar nezdinde çekim merkezi olabileceği ihtimali Saddam yönetimini endişelendirdi. İran’a karşı başlayan savaşı “Fars tehlikesine” karşı “Arapların birliği” şeklinde nitelendiren Bağdat, bu sayede Şiî Arapları, Arap milliyetçiliği üzerinden merkeze yakınlaştırmayı hedefliyordu.
Savaşın ilk yıllarında Irak Ordusu, Şiî Arapların yoğun yaşadığı İran’ın Huzistan bölgesinin önemli bir bölümünü ele geçirdi. Ancak Bağdat’ın bu askeri başarısı İran’da yaşayan Şiî Arapların Tahran’a karşı ayaklanmasına yol açmadı. Dahası 1982’de İran Ordusu’nun toparlanarak Irak’ın ele geçirdiği tüm İran topraklarını geri alması ve Saddam’ın askeri mağlubiyetleri, Irak’ta Arap milliyetçiliğinin sorgulanmasına yol açtı. Humeyni’nin Saddam’ı “İslâm düşmanı” ve “ateist” olarak nitelendirmesiyle, BAAS yönetiminin Şiî Araplar üzerindeki kontrolünü yitireceğine yönelik kaygıları artmaya başladı. Bu tehlikenin önüne geçebilmek için 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren BAAS rejimi, bir yandan İslâmi bir çizgiye kayarken diğer yandan da aşiretlerle ilişkilerini düzeltmeye başladı.
Birinci Körfez Savaşı’nda Irak bayrağına tekbir yazısının eklenmesi ve Mart 1991’de başlayan Şiî ayaklanmasının Şiî aşiretlerin önemli bir bölümünün desteğiyle bastırılmasıyla Saddam, BAAS ideolojisinde ciddi değişime gitti. Aşiret liderleri ilk defa Bağdat’taki Başkanlık sarayında ağırlanıyor, Saddam bizzat aşiretleri ziyaret ederek onlara “sizden biriyim” mesajı veriyordu. Bu dönemde BAAS’ın önde gelen liderleri isimlerinin sonuna ait oldukları aşiretin adını eklemeye başladılar (Rejimin önde gelen liderlerinden Duri aşiretinden İzzet İbrahim adının sonuna Duri’yi eklemiştir). Şiî Arapların Bağdat’a sadakatinin aşiretler üzerinden sağlanmasıyla Saddam mezhep ayrımının önüne geçmeyi amaçlıyordu. Saddam’ın 1968’de aşiretlerin iktidarına karşı başkaldıran BAAS’ı, 1990’larda “tüm aşiretlerin aşireti” olarak tanımlaması çarpıcıdır. Diğer yandan da 1993’te başlatılan “İman Hamlesi” (el-Hamla el-İmaniyye) ile eğitim başta olmak üzere bankacılık ve hukuk gibi birçok alanda dinselleşmeye hız verildi. Hırsızlık yapanların elinin şeriata uygun olarak kesilmeye başlanması, BAAS’ın “laik karakteri”ni kaybettiğini gösteriyordu.
ABD işgaliyle Saddam rejiminin devrilmesi ve hemen ardından işgal yönetiminin ordu başta olmak üzere tüm devlet kurumlarını BAAS’sızlaştırma adı altında ortadan kaldırmasıyla yaklaşık 100 bin kişi işsiz kaldı. Ülkede iktidarı kaybeden çoğunluğu Sünnî Araplardan oluşan eski BAAS rejimini oluşturan kesimler, Amerikan işgaline karşı silahlı ayaklanma başlattı.
Bu dönemde Afganistan’dan Irak’a gelen Zerkavi’nin Irak El-Kaide’sini kurmasıyla Amerikan işgaline karşı direniş küresel boyut kazanmaya başladı. Bir yanda 1990’lardan itibaren “İman Hamlesiyle” İslâmileşmiş eski BAAS kadroları, diğer yandan “küresel cihadın” yeni cephesi olarak Irak’a akın eden El-Kaide üyeleri; Amerikan işgali ve Şiî Arapların iktidarda ağırlık kazanmasına karşı birleşti. Başta Zerkavi olmak üzere Afganistan’da deneyim kazandıktan sonra Irak’a gelen El-Kaide’nin önde gelen isimlerinin 2006 ve sonrasında öldürülmesiyle liderlik eski BAAS’çılara geçti.
Irak El-Kaidesinin yerine kurulan Irak İslâm Devleti isimli yapılanmada zaman içinde Iraklıların sayısı artarken, örgüt Sünnî üçgeni olarak adlandırılan Ramadi-Bakuba-Tikrit bölgesinde hâkimiyetini artırdı. 2011’de başlayan Arap İsyanları sonrasında Esad yönetiminin güç kaybetmeye başlamasıyla bu sefer tıpkı Irak gibi Suriye de cihatçıların akınına uğradı. 2011’de kurulan Nusra Cephesi El-Kaide’nin Suriye kolu olarak faaliyet gösterirken, Irak’taki El-Kaide üyelerinin önemli bölümü Suriye’ye geçti.
Bugün Nusra Cephesi’nin lideri olan Muhammed Colani uzun yıllar Irak El-Kaide’sinde savaşmıştı. 2014’te Irak İslâm Devleti’nin, IŞİD’e dönüşerek Suriye’ye yayılması ve halifeliğin ilan edilmesiyle Irak-Suriye sınırı anlamını yitiriyordu. Akademisyen Tonnessen’in verilerine göre 2010-2014 arasında Irak İslâm Devleti’nin liderlik kademesinde bulunmuş 13 kişiden 10’u Iraklıdır.
Bu 10 Iraklının 8’inin eski BAAS’çı olması, örgütün Saddam döneminden önemli bir miras devraldığını göstermektedir. Kısaca Irak’ta bugün IŞİD adı altındaki örgütlenme, liderlik kademesinde eski BAAS’çıların ağırlıkta olduğu, militanlarını ise “küresel cihat” adı altında dünyanın her yanından savaşmaya gelenlerin oluşturduğu karmaşık bir yapıyken;[31] bunun toplumsal temelleriyle yok edilmesi kolay görünmediği gibi, uzun süre gündem maddesi kalacak bir istikrarsızlığın da zeminini oluşturmayı sürdürecektir…
Öyle ise, Ortadoğu’daki istikrar ve düzen arayışları uzun vadeli olacaktır!
KÜRTLER VE ROJAVA
Ortadoğu’daki alt üst oluş, Kürtlerin bağımsızlık talebini öne çıkarmasını devreye sokmuştur.
Örneğin ABD’deki başkanlık seçimlerini kazanan Donald Trump’ı tebrik ederek, “Kürdistan halkı, reva olan haklarını elde etme konusunda sizden tam destek bekliyor,” ifadelerini kullanan[32] Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani, “Kürdistan bölgelerinden çekilmeme konusunda ABD’yle anlaşmaya varıldığını” söyleyerek, “Bağdat’ta düzenlediğimiz ziyarette Kürdistan bölgesinin bağımsızlığı konusunu açık bir şekilde konuştuk,” dedi.[33]
Ayrıca BBC Farsça Servisi’ne verdiği röportajda Barzani, “Kürdistan’ın bağımsızlık sürecini hiçbir güç durduramaz” vurgusuyla, Irak, Suriye ve İran’daki Kürtleri kendilerine katılmaya davet etmeyeceklerini de kaydetti.[34]
Bunlarla bağıntılı olarak Mesud Barzani’nin yeğeni ve üst düzey Peşmerge komutanlarından Şirwan Barzani, ‘Die Welt’ gazetesine Musul’un DEAŞ’tan kurtarılmasının ardından bağımsız bir devlet kurulması konusunda Irak merkezi hükümetiyle bölünme konusunu ele aldıklarının altını çizerek, “Merkezi hükümetle bağımsız bir Kürdistan olup olmayacağı konusunda görüşmelere başladık. Tartışıyoruz. Gelecekte mutlaka bütün bölge için bir referandum yapılacak,” dedi.[35]
Aynı konuda KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, “Halkımız artık bilmeli ki özgürlük aşamasına ulaştık. Bu nedenle savaş bu denli şiddetli yürütülüyor. Halkımız artık bu devletle yaşamamalı.[36] Bu sistemle her yönüyle ilişkisini koparmalı. Eğer koparırsa, bu sistem daha çabuk yıkılır. Türkiye halkı da daha hızlı bir şekilde huzura kavuşabilir,”[37] diye ekliyordu.
Tüm bunlara eklenmesi gereken önemli bir husus da Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı General Mike Flynn’dan “Bağımsız Kürdistan çıkışı”dır. Trump’ın Kürtlere büyük önem verdiğini belirten Flynn “Gelecekte bir bağımsız Kürdistan devleti”nin kurulabileceğini açıklamasıdır.[38]
ABD’nin Ortadoğu’da Kürtlere olan ilgisi açık ve nettir.
Ancak Yusuf Karataş’ın ifade ettiği üzere: “Obama’nın IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, her açıklama ve konuşmasında Kürtlerin birliği konusuna değiniyor. Özetle McGurk, ‘Kürtlerin tarihi bir fırsatı kaçırmakta olduğu’nu ve bu ‘Fırsatı kaçırmamak için birlik olmaları gerektiği’ni söylüyor. Elbette McGurk’un söylediklerinde haklılık payı var. Ancak bu değerlendirmeleri yapan Bölge’deki (Ortadoğu) en büyük emperyalist gücün sözcüsü olunca, akla gelen ilk soru ‘ABD, Kürtlerin birliğini neden istiyor?’ oluyor…
McGurk’un ‘tarihi fırsat’ dediği durum, 2011’den bu yana Bölge’de Suriye üzerinden süren kamplaşma ve savaşın Kürtleri öncesiyle karşılaştırılamayacak bir biçimde bölgesel denklemin şekillenmesinde önemli bir güç hâline getirmiş olması. Ancak bu nesnel durum, farklı çıkar ve ilişkilere bağlı olarak Kürt siyasetleri arasındaki ayrım ve çelişkilerin devam etmesini ve zaman zaman bu ayrım ve çelişkilerin çatışmalı bir seyir izlemesini engelleyemedi…
İşte ABD tarafından yapılan ‘birlik’ açıklamaları tam bu noktada önem kazanıyor. Çünkü ABD, Kürtlere birlik çağrısı yaparken, aslında kendi ekseninde bir birliği tarif ediyor. Bilindiği gibi ABD, 2014 sonlarında ‘IŞİD ile Mücadele Stratejisi’ oluşturmuştu. Ve bu süreçte Kürtler, hem Suriye-Rojava’da ve hem de Irak-Federe Kürdistan’da IŞİD ile mücadelenin en dinamik gücü olarak ortaya çıktılar. Bugün de devam eden bu süreç boyunca ABD, IŞİD ile mücadelede Kürtleri destekledi, Kürtlerle iş birliği yaptı. ‘ABD’nin derdi, gerçekten insanlığı IŞİD barbarlığından kurtarmak mı?’ derseniz, elbette değil. Hatta öncesi (Afganistan-el Kaide) bir tarafa Libya müdahalesinden başlayarak bu belayı bölgedeki işbirlikçileriyle (Türkiye, S. Arabistan, Katar) birlikte yaratan en önemli güç ABD’nin kendisi. Ancak Rusya-İran’ın etkin müdahalesiyle bölgedeki dayanakları zayıflamaya başlayan ABD, IŞİD ile mücadele sürecini kendi dayanakları yeniden güçlendirmenin olanağına çevirmeyi amaçlıyor. Başka bir deyişle IŞİD’den boşalacak yerleri yine kendi güçleriyle tahkim etme hesabını yapıyor. Ve bunun için bu mücadele sürecinin en dinamik gücü olan Kürtleri, kendi politik ekseninde birleştirmek istiyor.
ABD’nin Kürtlerin birliğine ‘ilgi’sinin nedeni bu. Bölge yeniden şekillendirilirken en dinamik gücü yedeklemek ve bu sayede zayıflamaya başlayan kendi bölgesel hegemonyasını sürdürebilmek…
Özetle ABD ‘Kürtlerin birliği’ derken aslında kendi bölgesel çıkarlarını savunuyor. Elbette Kürtler, IŞİD’le ABD için savaşmıyor. Kendi güvenlikleri ve geleceklerini inşa edebilmeleri için IŞİD ile mücadeleden başka yolları yok. Ancak mesele bu mücadelenin ABD’nin eksenine bağlanarak değil; bölgesel kamplaşma ve çatışmanın sunduğu olanakların kullanılması ve bu temelde bir birliğin sağlanması üzerinden yürütülmesinde düğümleniyor. Çünkü Kürtler, ABD’nin politik eksenine bağlanıp bölgesel dayanaklarını güçlendirdikleri oranda ABD’nin kendilerine duyduğu ihtiyaç da azalacaktır ki bu koşullarda Kürtlerin yüz yıl önce olduğu gibi kendilerini kurtlar sofrasının ortasında bulmaları şaşırtıcı olmayacaktır.”[39]
Abdullah Öcalan’ın da, “Suriye devleti içinde Kürtleri asla eritmeyeceğiz. Bu da bizim kırmızı çizgimizdir!” notunu düştüğü[40] Rojava da bu kapsamda ele alınmalıdır!
“Ortadoğu ateş çemberinde; Türkiye, ‘proaktif’ olduğu söylenen bir müdahale çizgisi içinde; Suriye’de, ABD ile PYD konusundaki uzlaşmazlık sürüyor,”[41] vurgusuyla Oral Çalışlar’ın, “PYD, sağladığı ABD desteğiyle daha rahat hareket edebiliyor,”[42] diye betimlediği hâlde YPG liderliğindeki gücün Rakka operasyonuna katılıp, IŞİD’le savaşan ABD özel kuvvet askerleri ile görüntülenirken;[43] YPG’nin Rakka operasyonuna karadan katılan ABD, İncirlik’ten kaldırdığı uçaklarla da 150 hava saldırısı düzenliyor.[44]
Fateseh’de SDG’yle devriye gezen ve tanksavar TOW füzeleriyle damlara konuşlanan 20 ABD askerini görüntüleyen Fransız haber ajansı AFP, köydeki SDG komutanı Hawkar Kobanê’nin şu sözlerini aktardı: “ABD güçleri bu operasyona katılıyor. Damlara konuşlandığını gördüğünüz Amerikalılar TOW’la IŞİD’in göndereceği patlayıcı yüklü araçları vuracak. Buradaki ABD askerleri çok tecrübeli. Bundan faydalanıp mümkün olduğunca az kayıp vererek köyleri hızla alacağız” diye konuştu.
Diğer komutan Baraa Ghanem “Cephedeki tüm mevkilerde ABD’liler var. Hem havadan hem karadan katılıyorlar” diyerek ekledi: “Koalisyonla ortak operasyon odamız var, hem hafif hem de ağır silahlara sahibiz.”[45]
M. Ali Çelebi’nin, “CENTCOM Komutanı General Joseph Votel’in Rojava’da PYD, HSD Sözcüsü Talal Ali Silo ve YPG’lilerle yaptıkları görüşmeler (21 Mayıs 2016), Obama’nın Özel Temsilcisi Brett McGurk’un PYD yönetimiyle görüşmeleri Sykes-Picot’un sürdürülemezliğinin pankartıdır.”[46] “ABD, Kürtlerin göz renklerine bayıldığı için mi PYD ve YPG ile koordinasyon kurdu? Kendisinin daha çok ihtiyacı vardı ittifaka. ABD de bölgenin geleceğinin Kürtsüz, YPG’siz olamayacağını kavradı. ABD ancak YPG ile ilişkide eşitlenerek Suriye satrancında kalabilirdi,”[47] saptamalarının altını özenle çizerek konuya ilişkin somut olgulardan kimilerini sıralarsak:
• 2016 Ocak ayında Rojava’ya en üst düzey siyasi ziyaretini yapan ABD, 4 ay sonra Rojava’ya en üst düzey askeri ziyarette bulundu. ABD Merkez Kuvvetler Komutanı (CENTCOM) General Joseph Votel, Rakka operasyonu için Rojava’ya gerekli yardımları sunacaklarını söyledi. Votel’in ziyaretine ilişkin olarak Rojnews’e konuşan HSD komutanlarından Dijwar Xebat Votel’in Kobanê’yi de ziyaret ettiğini kaydederek şunları söyledi: “Görüşmede birçok konu görüşüldü. General Joseph de gerekli olan neyse yapacaklarını ve Rojava’ya da gerekli yardımları sunacaklarını belirtti.”[48]
• ABD Başkanı Obama’nın[49] IŞİD’la Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, YPG militanlarının Münbiç’te bulunduğunu kabul etti.[50]
• Reuters’ın haberine göre, YPG öncülüğündeki SDG sözcüsü Jihan Şeyh Ahmed, operasyon için ABD liderliğindeki uluslararası koalisyondan yeni silahlar aldıklarını, bunların içinde tanksavar füzeleri de olduğunu ifade etti.[51]
• Washington, Suriye’de PKK’ya yardım etmekten geri durmuyor. Kongre’den stinger yardımı tasarısını geçiren ABD, Başkanın onayını beklemeden YPG’ye 7 helikopter silah gönderdi.[52]
ABD elbette bunları boşuna yapmıyor. Yukarıda da altını çizdiğim üzere, ABD emperyalizmi Kürtleri “destekler”ken, aslında kendi bölgesel çıkarlarını savunmaktan başka bir şey yapmıyor.
Bunun nedeni de Ceyda Karan’a göre şuydu: “ABD’nin, Suriye’de Sünnî müttefikler üzerine kurulan oyun planı yüzünden Ortadoğu ve küresel çapta üstünlüğü-etkinliği ‘zedelendi’… ABD, salt Sünnî müttefikler üzerinden yürüttüğü stratejisinin göbeğine kuzeyde 2015 yılında Kobanê ile birlikte Suriyeli Kürtleri koydu.”[53]
Ancak burada görülmesi gereken başka bir şey daha vardı: “ABD, PKK/PYD’yi destekleyerek Kürtler arası dengeleri PKK lehine bozdu. Bu durum, Kürtler arası anlaşmazlığı da derinleştirecektir. Öyle ki 2003 Irak müdahalesinin yegâne başarı hikâyesi olan Kürt Bölgesel Yönetimi’nin altını iyice boşaltacaktır.
Yine, NATO üyesi bir devlet ile devlet dışı bir aktör arasında tercih yapmanın ABD’ye uzun vadede bir maliyeti olacaktır. Özellikle kamuoyu nezdinde güvenirlik sorunu yaşanacaktır. Ve ABD’nin kendi kurumları arasındaki PKK/PYD’ye farklı bakışı sürdürülebilir bir konu değil”dir.[54]
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Menbiç’te de koalisyon güçlerinin, başta Amerika olmak üzere verdikleri söz herhâlde bugün yarın, o da fazla sürmeyecek, onlar da doğuya gerek PYD gerekse YPG gitmesi söz konusuydu. Bu sözlerini gerçekleştireceklerini ifade ettiler. Biz o sözün de gerçekleşeceğini bekliyoruz, ümit ediyoruz,” açıklaması[55] ya da PYD konusunda ABD’ye yönelttiği “Ortağın PYD mi yoksa biz miyiz?” sorusu[56] veya İncirlik kartı gibi…
Tüm bunlara bir de Suriye (ile T.“C”nin “paralelleşen”[57]) duruşu eklenmelidir.
Rojava Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM) Yürütme Kurulu Üyesi Henîfe Hisên, “Beşşar Esad’ın Kürt sorununun ‘yeni anayasada çözüleceği’ yönündeki açıklamaları, Kürt sorununu yeni anayasada çözeceğini iddia etmesi AKP’nin Kürt sorununu yasal düzenlemelerle çözebileceğini iddia etmesine benziyor. Nasıl ki AKP ‘benim partimde Kürtler var’ diyorsa Esad da aynı şeyi söylüyor. Doğrudur, etrafında Omer Osê gibi bazı Kürtler var. Yine aldığımız bilgilere göre Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi’den (ENKS) kopan bazı partilerin de gizlice rejimle görüşüyor. Bunları da biliyoruz. Yerel yönetimler üzerinden Kürt sorununun çözüldüğünü iddia etmeye hazırlanıyorlar. Bunu kabul etmeyenleri de terörist ilan etmeye hazırlandıkları şeklinde duyumlar alıyoruz. Bu konuda tüm Kürt çevrelerini uyarıyoruz: eğer bu kadar kan ve bedelden sonra gidip bazı gizli anlaşmalar yapıyorlarsa onlar halk tarafından hain ilan edilecekler. Eğer bir görüşme yapılacaksa da Demokratik Özerklik üzerinden yapılmalı. Bu çıtadan inmek şehitlerin kanı üzerinden pazarlık yapmak olarak görüyoruz ve kabul etmiyoruz,”[58]
“Şam’dan YPG’ye ‘Silah bırak’ uyarıları”nın[59] daha yüksek sesle telaffuz edilir olduğu tabloda bir habere göre, “BAAS rejimi, hâlâ inkârcı, üniter, tekçi sistemi sürdüreceği yanılgısıyla ‘kırmızı çizgi’ açıklaması yaptı. Türkiye’den de aynı paralelde açıklamalar geldi
Suriye rejimi, demokratik federasyona karşı çıktı. Suriye resmi ajansı SANA haberine göre, Suriye Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanlığı’nda yetkili bir kaynak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin ‘toprak ve halk bütünlüğünün kesinlikle kırmızı bir çizgi’ olduğunun altını çizdi. Kaynak bu bütünlüğün gerekçe ne olursa olsun hedef alınmasına kesinlikle izin verilmeyeceğini vurguladı. Federal ya da özerk yönetim mevzusunu kabul etmeyeceklerini söyledi.”[60]
Bunlar böyleyken Rojava’daki Kürt Ulusal inşasına ilişkin; “Rojava Devrimi sürecin Ortadoğu’da dönüşü olmayan bir yol açtığı, Suriye’yi gerçek kimliğiyle buluşturduğu, öz kimliklerin dillerin buluşmasını ve özgürleşmesini sağladığı vurguları öne çıktı. Ortadoğu tarihinde toplumsal dönüşüm, kadın özgürlüğü, toplumsal cinsiyet eşitliği, etnik-siyasi eşitlik, vahşi kapitalizmin çürümüşlüğüne karşı komün ve demokratik sosyalizm inşası anlamında Rojava Devrimi, tarihi bir rol oynuyor,”[61] türünden abartılardan uzak durmakta büyük yarar vardır.
Tıpkı Ersin Çaksu’nun aceleci beklentileri gibi: “Siyasi çözümden çok askeri yöntemlerin önümüzdeki günlerde daha da yoğunlaşacağı Suriye’de; Rakka, Halep, Şahba operasyonları gündemdeyken; uluslararası ve bölgesel güçlerin üzerinde en çok hesap yaptığı Rojava, siyasi programı ve askeri gücüyle ağırlığını iyice hissettirmeye başlıyor…
Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde demokratizasyon merkezi olacak olan Rojava; askeri, toplumsal örgütlülük, siyasi program ve kapsayıcılığıyla oyunculuktan oyun kuruculuğa güçlü ve emin adımlarla yürüyor. Geliştirdiği ittifaklar için de rol belirleyici olan Rojava, aynı zamanda rolleri de belirleyen bir konumda.”[62]
T.“C” TEHDİDİ
T.“C”, Ortadoğu’da bir savaş odağı olması yanında halklar ve emekçiler için büyük tehdittir.
Kolay mı? Prof. Dr. Baskın Oran’ın, “Hayatımda, Türk dış politikasının bu kadar bataklığa girdiği bir dönemi görmedim. Buna Osmanlı tarihi de dahil”;[63] Fehim Taştekin’in, “Türkiye’deki siyasiler Ortadoğu’daki siyasi aklın nasıl çalıştığını anlamıyor,”[64] notunu düştüğü tabloya ilişkin olarak Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. İlhan Uzgel, Türkiye’nin Ortadoğu politikasının mutlak başarısızlığa uğradığının altını çiziyor.[65]
Gerçekten de Hüsnü Mahalli’nin, “AKP Suriye’de başlattığı mezhepsel söylemi şimdi Irak’ta devam ettiriyor,”[66] vurgusu boşuna değildir. Çünkü Sünnî merkezli politikalarıyla Erdoğan, “Devlet terörü estiren zalim Esad’in hükümdarlığına son vermek için bir oraya girdik, başka bir şey için değil,”[67] derken;[68] T.“C” nasyonalist bir “milli/ yerli” vurgusuyla[69] ve müthiş bir “U” dönüşüyle “Sevr Öcüsü”ne sarılmaktadır.
Bilindiği gibi T.“C”, Moskova’da Suriye politikasında “büyük U dönüşü” anlamına gelen bir deklarasyona imza attı ve “Esad’ın gitmesi” üzerine kurulu 6 yıllık Suriye politikası birinci maddede, “İran, Rusya ve Türkiye, çok sayıda etnik yapı barındıran, çok dinli, mezhepçi olmayan, demokratik ve seküler bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne saygılarını bir kez daha ifade ederler,” metniyle iflas etti.[70]
Yeri gelmişken, “Moskova Bildirisi” diye adlandırılan ve üç ülkenin mutabık kaldığının altının birkaç kez çizildiği bir açıklamadan kilit bir paragraf aktaracağım:
“Rusya, İran ve Türkiye, Suriye hükümeti ile muhalefeti arasında barış anlaşmasına varılması için çalışmaya ve bu anlaşmaya garantörlük etmeye hazır. Üç ülke, Suriye’de önceliğin Esad hükümetini devirmek değil, terörle mücadele olduğunda mutabık.”
Şimdi de Türkiye’nin Suriye politikasının mimarı Erdoğan’ın konuşmasından yine kilit bir paragrafı hatırlatacağım: “Biz sabır, sabır, sabır dedik, en sonunda dayanamadık ve Suriye’ye Özgür Suriye Ordusu ile beraber girmek zorunda kaldık. Niçin girdik? Devlet terörü estiren zalim Esad’in hükümdarlığına son vermek için biz oraya girdik, başka bir şey için değil.”
Art arda aktardığım iki paragraf birbiriyle taban tabana zıt. Diplomasi dilinde bu çapta bir çelişkiye, böylesi bir keskin dönüşe ne denir bilemem. Onu da uzmanlara bırakayım. Ancak benim dilimde (sanırım sizin de dilinizde) buna bal gibi “tükürdüğünü yalamak” denir.
Bitmedi... Bir hatırlatma daha: 21 Haziran 2016’da Erdoğan, Suriye’de kol gezen örgütlerle ilgili yüksek fikirlerini açıklarken şöyle buyurdu: “Eğer DAEŞ’e karşı olanlar terör örgütü değilse o zaman El Nusra’ya niye terör örgütü diyorsunuz? El Nusra da DAEŞ’e karşı çok ciddi mücadele veriyor.”
Bu cümle bir ek, bir açıklama gerektirmeyecek kadar açık. Öyleyse şimdi de önceki gün açıklanan Moskova Bildirisi’nden bir kısa paragraf aktarayım: “...Üç ülke hem IŞİD ve El Nusra’ya karşı savaşta hem de diğer silahlı muhalefet gruplarını bu terör örgütlerinden ayrıştırmada işbirliği kararlılığını teyit eder...”
Eee? Bu da tükürdüğünü yalamak değilse nedir?[71]
“İyi de tükürülen neden yalanıyor” mu? Ortadoğu’daki Kürt realitesinin ulaştığı boyutlardan!
Hatırlayın: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD’nin, YPG’nin Fırat’ın doğusuna geçeceği konusunda Türkiye’ye söz verdiğini belirterek, “Şu anda 200 civarında YPG’linin hâlen gitmediğini biliyoruz ve ABD’li muhataplarımıza da ‘Sözünüzde durun, siz bize söz verdiniz. Aksi takdirde kendimiz de bazı tedbirler alacağız,” dediği[72] noktadan “Moskova Bildirisi”ne ulaşılan koordinatlarda yine Çavuşoğlu, Astana’daki görüşmeler için de “Tüm terör örgütleri dışarıda kalacak. Zirvede PYD yer almayacak,” deme noktasına gelmiştir.[73]
Gerçekten de Muharrem Sarıkaya’nın, “Kürtler var,[74] PYD yok...”[75] diye haykırdığı tabloda Erdoğan, 16 Kasım 2016’da El Bab harekâtıyla ilgili olarak, “Şu anda 2 km gibi bir mesafede Özgür Suriye Ordusu. Öyle zannediyorum ki, çok fazla zaman kaybetmeden El Bab süreci tamamlanacaktır,” derken; Menbiç’le ilgili ise başta ABD olmak üzere koalisyon güçlerinin verdikleri sözlerini “bugün yarın” tutmasını beklediklerini açıkladı.[76]
Ancak durum Erdoğan’ın beklentisindeki üzere gerçekleşmedi![77]
ABD Savunma Bakanlığı, uluslararası koalisyon güçlerinin, T.“C” ile bazı muhalif grupların, Suriye’nin kuzeyindeki El Bab kasabasını IŞİD’den almak için gerçekleştirdiği operasyona destek vermediğini açıkladı.
ABD’li Albay John Dorrian, operasyona uluslararası koalisyon güçlerinin hava desteği vermediğini açıklayıp, harekâtın T.“C” tarafından “bağımsız” bir şekilde başlatıldığını söyledi.[78]
Bunun ardından AKP Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay, ABD’nin Suriye’deki politikalarını “Büyük bir devletin şanına yakıştırmıyoruz” sözleriyle eleştirerek, “DAEŞ’le doğru dürüst mücadele ettiği de söylenemez. PYD’yi destekleme yoluna gitmektedir. Bu yanlıştan dönülmesini tavsiye ediyoruz,” dedi[79] ve İncirlik kartına sarıldı…
T.“C”NİN HÂLİ VE GİDİŞİ
Ortadoğu bataklığındaki T.“C”nin hâl ve gidişi konusunda Nilgün Cerrahoğlu, “Türkiye tekin değil.”[80] “Türkiye rejim değiştiriyor”…[81]
Hasan Bülent Kahraman, “Türkiye için temel gerçek bugün ‘destabilizasyon’dur. Yani Türkiye’nin bir çalkantıya sürüklenmesi, bir çalkantı içinde bulunması, kalmasıdır”…[82]
Nihal Kemaloğlu, “Eski rejimin tamamıyla tasfiyesi ve Cumhuriyet döneminden kopuşunun tarihi belli oldu. MHP katkılarıyla gündeme oturtulan ve Türkiye’nin tek acil sorunu gibi takdim edilen başkanlık için referandum gerçekleşecek. Böylece anayasa üstü konumlanmış, parlamento yetkinliğini engellemiş ‘fiili durum’ Türkiyesi’nin muhtemelen Asyatik tip başkanlığa geçirilmesi öngörülüyor,”[83] derlerken coğrafyamızda toplumu siyasetten uzaklaştıran şiddete yaslanmış bir depolitizasyon ile toplumun bütün katmanlarına yönelik toptancı yönetim tarzı olarak totalitarizm inşa ediliyor.
Bu tamı tamına, tek adam (reis[84]), tek parti, amaç meşruiyeti, devlet/parti polisi, genel bir gözetim ve denetim, kontrol edilen silahlı kuvvetler, iktisadın merkezden yönetimi ve denetimini[85] hedeflemektedir.
Dün “mağduriyet” üzerinden yükseltilen “reis söylemi”, “milli/ yerli” nasyonalizm çığırtkanlığıyla ikame edilmekteyken;[86] Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle haykırmaktadır:
“Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgenin yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı kritik dönemde eğer durmaya kalkarsak kendimizi bulacağımız yer Sevr şartlarıdır. Hâlbuki biz hâlâ Lozan’daki kayıplarımızın üzüntüsüyle yaşayan bir milletiz. Açık konuşmak lazım Türkiye, İstiklal Harbi’nden sonraki en büyük mücadelesini veriyor. Bu mücadele; tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet mücadelesidir.”[87] “Biz hâlâ mücadelemizi veriyoruz. Bu mücadele tek millet, vatan, bayrak, devlet mücadelesi. Suriye’de, Mısır’da ve Irak’ta oynadıkları oyunu ülkemize taşıyamadılar.”[88]
Bir parantez açarak ekleyelim: “Millilik başarısızlığın örtüsü”dür.[90]
Erdoğan’ın şimdilerde söylediklerini duyan da, AKP’nin bu zamana kadar küresel kapitalizmle mücadele ede ede bugüne geldiğini sanır. Ekonomi kötüleştikçe, milliyetçi (nasyonel sosyalist) oldular, başı sıkışan böyle yapar.
İşin içinde hiçbir fevkaladelik yok, bunlar yanlış siyasetler sonucu fakirleşen, işleri sarpa saran ülkelerin iktidarlarının vatandaşını teskin etmek için başvurduğu yollar. Öyle ama bu yollara düşen ülkelerin sonu sadece ekonomik kriz ve fakirleşme değil, daha kötüsü bu yolun sonunun toplumsal ve siyasal kriz olması. Zira, ekonomik zorlukları örtmenin ve aşmanın yolunun “ideolojik yükleme” olduğu noktada otoriterleşme de, toplumsal-siyasal gerilim de artarak devam eder, meşum bir sona doğru gidiş hızlanır. Bu koşullar altında, bazılarının sandığı gibi sadece iktidar zayıflamaz, tüm ülke tehlikeli bir yola girmiş olur. Tüm devlet gücünü eline geçiren iktidarlar, ekonomik krizler karşısında güçlerini yitirmemek adına daha fazla zor, susturma, sindirme siyaseti güder, daha fazla ideolojiye abanıp gerilimi daha da artırmaya girişir.
Türkiye’de yaşanan budur; dış politika hataları nasıl İslâmcı, milliyetçi ideolojik yüklenme ile perdelenmeye çalışılıyorsa, ekonomide de aynı şey oluyor. Ama konu ekonomi olunca durum daha tehlikeli bir hâl alıyor. Fakirleşen bir toplum her zaman sorumluluğu iktidarın yanlış politikalarında görmez, demokratik yollar ile tepki vermez, işte tam da bu nedenle iktidar sorumluluğu savuşturmak için milliyetçiliğe, İslâmcılığa abanıyor. “Suçlu, iç ve dış düşmanlar, ülke ateş çemberinde, Türkiye’ye operasyon; çekiyorlar” propagandasının temeli bu![91]
Evet, evet yıllar önce Tanzimat’ın dayatıldığını ve bunun “pranga” olduğunu vurgusuyla, “Kritik eşik başkanlık sistemi... Bu geçtiği an önümüz otoban gibi açık olacak,”[92] diyen ESMEDYA Yönetim Kurulu Başkanı Ethem Sancak’ı, “Milli ve yerli olmayan hiçbir işe girmeyeceğiz, kârı ne olursa olsun,”[93] vurgulu “milli/ yerli” yaygaralarının yalan olduğu ayan beyan ortada değil mi?
Ancak bu yalanın başka bir gerçeği de var: ‘En Zengin İlk 100’ listesini açıklayan ‘The Economist’ dergisinin ‘İlk 500 Listesi’nde yer alan TUSKON ve MÜSİAD üyelerinin sayısı 70’i aştı. İkinci 500’de ise ağırlık tamamen onlarda…
Listeye baktığımızda görülen şey şu: AKP’nin kurduğu düzen sürekli dolar milyarderleri yaratıyor. Düşünün. 2015’de yıl listenin zirvesinde yer alan Murat Ülker bir yılda servetine servet katmıştı. Serveti 700 milyon dolar daha artmıştı.
3 liradan hesaplasak. Demek ki Ülker, gelirini 1 yılda 2 milyarın üzerinde arttırmış. 1 yılda 2 milyar 100 milyon TL kazanan Ülker acaba dakikada kaç lira kazanmış. Yuvarlak hesap bir yılda 525 bin dakika var. 2.1 milyarı buna böldüğümüzde sonuç 3 bin 900 çıkıyor. Dakika 3 bin 900 lira. Yani 3 asgari ücret. (Dikkat: Asgari ücretlinin 90 gün çalışarak elde ettiğini bir dakikada kazanmış Murat Ülker…)
Listenin hazırlandığı dönem emekçilere ne olmuş? Mutlak yoksul sayısı 12.5 milyonu bulmuş. Zengin fakir uçurumu büyümüş![94]
Zenginlik ile yoksulluk uçurumunun derinleştiği düzlemde ‘Bank Of America (BofA) Merrill Lynch’in, ‘2017 Gelişen Piyasalar Raporu’nda Güney Afrika ve Brezilya ile birlikte en kırılgan üçlü arasında gösterilen Türkiye[95] için Prof. Dr. Korkut Boratav da, Türkiye’nin “bağımlı” olduğu yabancı sermayedeki kaçışın 2017’de de sürmesi hâlinde ekonomik küçülmenin sert bir krize dönüşebileceği uyarısında bulunurken;[96] “Yüzbinlerce yeni işsiz”[97] yanında “İşyeri sayısı da 40 bin azaldı”…[98]
Denilebilir ki AKP Türkiye’sine bakanların, “Her tarafı dökülüyor” kanaatini güçlendiren veriler artıyor.
Kolay mı? Türk Lirası, dolar karşısında bir yılda yüzde 34 değer kaybetti. Dış ticaret açığı azalması gerekirken 2016 yılı ekim ayında bir önceki 2015 yılına göre yüzde 29 arttı. Bu artışa bakarak, şirketlerin dolar cinsinden borçlarını karşılama olanaklarının daha da zayıfladığını söyleyebiliriz. AKP liderliği, kurun değeri, sermaye hareketlerinde serbestliği, bağımsız para (faiz) politikası, hedeflerinden, aynı anda yalnızca ikisini gerçekleştirebileceğinden habersiz bocalayıp duruyor.
Bu sırada, Türkiye ekonomisinin büyüme hızı, yedi yılda ilk kez 2016 eylül ayında yıllık yüzde -1.8 ile resesyon alanına giriyor. Bu bozulmanın arkasında iç tüketimdeki hızlı gerilemenin olduğu anlaşılıyor. İç tüketimdeki hızlı gerilemeyi, 15 Temmuz’dan sonra yüz binden fazla insanın işinden atılmasına yol açan tasfiye dalgasının yarattığı gelir kaybıyla ilişkilendirirsek, resesyonun, siyasal İslâmın başkanlık saplantısının doğurduğu kötü yönetimle ilgili bir siyasi boyutunun da olduğunu söyleyebiliriz.
AKP döneminin başında 129 milyar dolar dolayında olan toplam dış borç, 2016 yılında 421 milyar dolara ulaşmış. Aynı dönemde, portföy yatırımlarına toplam 144 milyar dolar, doğrudan yatırımlar için de 137 milyar dolar yabancı sermaye gelmiş. Bu kaynak girişine karşılık, imalat sanayiinin ve tarım, orman, balıkçılık üretiminin GSMH içindeki payları sırasıyla yüzde olarak 1998’de 23.6 ve 12.6 düzeyinden 2002’de 17.6 ve 10.3’e, 2015’te 15.2 ve 10.1’e gerilemiş. İmalat sanayiinin yıllık ortalama büyüme hızı da 1998-2003 döneminde yüzde 30’larda dolaşırken 2012-15 döneminde yıllık ortalama 9.8 düzeyine gerilemiş.
Peki öyleyse “Ülkeye giren bu kaynaklara ne oldu?” Ben cevabını bilmiyorum ama aklıma Asya krizi sırasında “ahbap çavuş ekonomisi”, otokratik yönetimler konuşulurken IMF’nin, “verilen borçların yüzde 30’unun, ekonominin üretim kapasitesini geliştirmeye değil, doğrudan liderlerin cebine gittiğine” ilişkin açıklamaları geliyor.
Siyasette kaosa doğru bu zeminde ilerleniyorken; AKP’nin projesinin gelip dayandığı, kültürel, siyasi ve jeopolitik sınırlara bakarak, “AKP rejiminin ne kadar şiddet kullanırsa kullansın, artık asla istikrar kazanamaz,” diyebiliriz. İstikrarsızlık unsurları da birikmeye devam ediyor.[99]
Hukukçu Turgut Kazan’ın, olanların Türkiye’yi tam teslim alma ve bir mezar sessizliğinde yönetmeye çalışma planının bir parçası olduğunun altını çizdiği[100] güzergâhta görmeyen, bilmeyen yok: “Siyasal İslâmın, AKP rejiminin frenleri 15 Temmuz’da patladı; artık ülkeyi hızla bir kaosa doğru sürüklüyor.”[101]
İşte birkaç veri!
• Milli İstihbarat Teşkilâtı’na (MİT) yüzde 21.93 artışla 1 milyar 995 milyon lira bütçe ayrıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bütçeden ayrılan pay ise Başbakanlık’ı dörde katladı. 2017 bütçesinde aslan payını yine Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Diyanet’e yüzde 5.93’lük artışla 6 milyar 867 milyon lira ödenek ayrıldı.[102]
• Maliye Bakanlığı’nın 2016 kasım ayı bütçe uygulama sonuçlarına göre örtülü ödenek harcaması, 2016 yılının rekorunu kırıp, ‘Gizli Hizmet Giderleri’ kaleminden kasım ayındaki harcama 228 milyon 238 bin lira oldu.[103]
• Türkiye’de 10 yılda silahlanma 10 kat arttı. ‘Umut Vakfı’ verilerine göre, Türkiye’de yüzde 85’i ruhsatsız en az 20 milyon dolayında bireysel silah var ve çok az bir kesim hariç herkes silaha hemen ulaşabilecek yakınlıkta. 20 milyon silahın 2.5 milyonu ruhsatlı, 17 milyonu da ruhsatsız. 80 milyonluk ülke nüfusunda her 4 kişiden 1’ine silah düşüyor. Dünya çapında silaha sahip olma oranları göz önüne alındığında Türkiye 27. sırada yer alıyor. Türkiye’de 10 yılda ruhsatlı-ruhsatsız silah sayısı 10 kat arttı.[104]
• Hukukun üstünlüğü endeksinde 113 ülke arasında 99. sırada olduğumuzu belirten milletvekili Muharrem Erkek, Türkiye’de faili meçhullerle dolu bir yargı sistemi olduğunu vurgusuyla şu çarpıcı rakamları paylaştı: “Ülkemizde, 2015 yılında bir önceki 2014 yılından devreden faili meçhul dosya sayısı 1 milyon 197 bin 507’dir… Şu an ülkemizde soruşturma dosyalarının yaklaşık yüzde 50’si ‘faili meçhul’ olarak kalmaktadır.”[105]
• OHAL, 12 Eylül dönemini aratmayacak işkence iddialarıyla geldi.[106] Polis merkezlerinde, özellikle kadınlara tecavüz tehdidinden, çıplak aramaya dek bir dizi işkence ve kötü muamele iddiaları, ülkenin farklı kentlerinde avukatlarca dile getirildi.[107] ‘Uluslararası Af Örgütü’, Türkiye’de darbe girişiminin ardından başlayan gözaltı dalgalarında insan hakları ihlâlleri yapıldığına dair ellerinde güvenilir kanıtlar bulunduğunu açıkladı.[108]
• Nihayet 22 Temmuz 2016’da 3 ay süreli OHAL ilan eden hükümet, bu süreyi 19 Ekim 2016’da 3 ay uzattı. Çıkarılan 12 KHK’nin verdiği yetki ile 118 bin kişi hakkında idari işlem yapıldı. 85 bin kamu görevlisi ihraç edildi, 18 bin kamu görevlisi iade edildi.
96 bin kişi “şüpheli” olurken 40 bin kişi tutuklandı. Belediyeler ve üniversitelerin KHK’lerin verdiği güçle belirlenen yöneticiler tarafından idare edilmesinin önü açıldı. ‘Cumhuriyet’ gazetesinin 10 yönetici, yazar ve çizeri tutuklandı, toplam 121 basın yayın kuruluşu kapatıldı.
HDP’nin eş genel başkanları dahil 12 milletvekili tutuklandı. Çok sayıda muhalif derneğin kapısına kilit vuruldu. 9 ayrı kentte düzenlenen 10 terör saldırısında 59 polis ve 10 asker şehit oldu, 80 sivil yaşamını yitirdi, 712 kişi yaralandı. 4 ay 22 günlük OHAL kapsamında “Milli Güvenlik sorunlarının” çözülmesi amacıyla şu adımlar atıldı:[109]
“REİS”İN OTOKRASİSİ YA DA “ŞEF”İN TOTALİTARİZMİ
Bugün ulaşılan koordinatlarda “reis”in otokrasisinden ya da “şef”in totalitarizminden bahsetmek hiç de abartı olmayacaktır.
Çünkü Edzard Reuter’in, “Türkiye’de şu anda olup bitenler, bana Almanya’da Nazi devrinin başlangıcını hatırlatıyor,”[110] saptaması eşliğinde;[111] “Şu anda bize ‘kırk katır mı, kırk satır mı’ gibisinden sorulmak istenen soru da aynen şudur: Fiili dikta mı istersin, yoksa kılıfına uydurulmuş, ‘anayasal dikta’ mı?”[112]
“Ama”sız, “Fakat”sızca net olmakta ve konuşmakta büyük yarar var: Halk egemenliğinin temsili bir kişide vücut buluyorsa, bu rejimin adı otokrasidir. Birkaç kişi veya bir zümrede vücut buluyorsa, rejim aristokrasidir. Egemenlik (teorik olarak!) herkeste vücut bulabiliyorsa, o zaman rejime demokrasi denir. Immanuel Kant, XVIII. yüzyılın son çeyreğinde, mutlakiyetçi monarşilerin iktidarlarının çatırdamaya başladığı bir dönemde dile getirdiği bu tespitini, otokratı tanımlayarak tamamlar: Otokrat, hükümranın bütün kuvvetleri elinde tutan yegâne şef olduğu rejimdir.
Otokrat kelimesi, eski Yunanca kökenlidir. “Otokrates”, gücü başka hiçbir güce dayanmayan, dolayısıyla iktidarının yegâne kaynağı kendisi olan kişiyi tanımlar. Daha ileri dönemlerde, otokrat kelimesi mutlak gücü elinde tutan hükümdarı tarif etmek için kullanıldı. Rus imparatorluğunda, çar veya çariçe zaman zaman “bütün Rusların avtokratı (otokratı)” olarak resmen adlandırılıyordu.
Daha sonra otokrat kelimesi, günlük dilde, davranışları tiranlık derecesine varan bir siyasal lideri veya şahsiyeti tanımlamaya da başladı. İradesini mutlak biçimde herkese dayatmak isteyen kişiye, Batı dillerinde otokrat denir. Otokrat, bir aileye, bir cemaate veya bir şirkete bu şekilde hükmedebileceği gibi, ülkeye de hükmedebilir.
Otokratın hükümdar olduğu rejim anlamına gelen otokrasi, tek kişinin gücü, iktidarı elinde tuttuğu, dolayısıyla iktidarın şahsi ve mutlak olduğu rejimdir. Otokrasi, diktatörlüğün bir türüdür. Diktatörlükten önemli farkı, gücün bir şahısla ilgili olması, onda vücut bulmasıdır. Mutlakiyetçi hükümranlığın en önemli göstergelerinden birisi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin olmamasıdır. Kâğıt üzerinde varmış gibi gözükse de bir dizi önlemle bu ayrılığın fiilen bütünlüğe dönüşerek çalışması öngörülmüştür. Diğer niteliği, seçimlerin serbest olmamasıdır. Muhalif çevre ve kişilere karşı uygulanan düzenli baskı, özgürlüklerinin kısıtlanması, seçimlerin öncesinden seçim sonucunu belirler. Bunu basın özgürlüğünün yok denecek noktaya gelmesi tamamlar. Bir başka özelliği, yürürlükteki anayasa ve yasaların bile fiili durumlarla sürekli ihlâli, olağanüstü yasaların egemenliği olarak tezahür eden keyfi yönetimdir. Bu olağanüstü yetkiler, halk egemenliğini şahsında ve eksiksiz temsil eden bir kişinin elinde toplandığı zaman, otokratik hâkimiyet tesis edilmiş olur. Bu hâlin olağanlaştırılması, yani anayasanın ve yasaların bu keyfi yönetime kanuni kılıf sunmak, fiili durumu yasal görünüme kavuşturmak için değiştirilmesi, rejimin mutlakiyetçi ve otokrat niteliğini değiştirmez. Anayasal diktatörlük veya otokrasi mümkündür.
Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Weimar Cumhuriyeti anayasasının 48. maddesi “istisna hâli”ni tanımlıyordu. Alman hukukçular 1920’lerde bu tanımın farklı yorumları çerçevesinde bir tartışma başlattılar. İstisnai durum nedir, bunu ilan etmekle kim yetkilidir gibi sorulara yanıtların arandığı bu tartışmalarda, 1924’te ilk kez “anayasal diktatörlük” kavramı önerildi. İstisna hâlinin anayasaya dayandığı ve süreklilik içerdiği, dolayısıyla hukuk devletinden kanun devletine geçildiği bir rejimi tanımlıyordu bu terim. Daha sonra Nazi tecrübesiyle unutulur gibi oldu ama ABD’de 1948’de bazı hukukçular bu kavramı gündeme getirdiler. Esas 11 Eylül saldırısı sonrasında, ABD’de terörle mücadele gerekçesiyle ilan edilen özgürlük kısıtlayıcı yasalara gerekçe olarak bazı hukukçular tarafından yeniden dile getirildi. Olağanüstü yetkilerin birçok kuruma dağıtılması ve süreklilik kazansalar bile olağanlaştırılmamalarını öneriyorlardı.
Günümüzde birçok ülkedeki diktatörlük rejimlerinin asli ve kalıcı niteliği anayasal diktatörlük terimine uyuyor. Bu diktatörlüklerin bir kısmı otokrat nitelikte. Yani mutlak iktidar esas meşruiyetini, kan, kabile, zümre veya parti bağından değil, hükümranın kendi şahsından alıyor. İktidarın esas kaynağı hükümranın kendisi olduğu için, rejim neredeyse bütünüyle o kişinin iktidarda kalmasına bağlı olarak ayakta durabiliyor. Bu da rejimin baskıcı niteliğini katlıyor.[113]
Bir zamanlar Erdoğan’dan “demokrasi” ummuş Baskın Oran’ın dahi, “Bu popülizm faşizme dönüşür mü?”[114] sorusunu yüksek sesle dillendirdiği OHAL’in KHK’larıyla yönetilen coğrafyamızda “Egemen kimdir?” sorusuna, XX. asrın ünlü hukukçusu Carl Schmitt, kestirmeden giderek şu cevabı vermişti: “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir.”
Buradaki “olağanüstü hâl” bizim OHAL gibi bir şeyi değil, onu da içerecek şekilde toplumun bütününü ve devletin geleceğini doğrudan etkileyen, devletin mevcut kanunların üstünde yer almasını gerektirecek kadar önemli bir durumun ortaya çıkmasını ima eder.
Schmitt, dünya tarihinde müzakerelerin ve uzlaşmaların her zaman olduğunu; elbette zayıf bir uzlaşmanın “sıkı bir dava”ya tercih edilmesi gerektiğini söyler, fakat hemen ardından şunu ekler: “Günümüzün sorunu, rakibi neyin gerçek veya adil olduğuna ikna etmek değil, hükmedebilmek için çoğunluğu elde etmektir.”[115]
Çoğunluk elbette parlamenter yöntemlerle (genel oy hakkı, seçimler vs.) elde edilir. Fakat olağanüstü bir durumun ortaya çıkması hâlinde parlamento, eğer “basit bir pratik-teknik” araca dönüşürse (meclis çoğunluğunun kendisini her türlü yasayı çıkarabilecek kadar güçlü hissetmesi) açık bir diktatörlük olmasa da parlamentonun işi bitmiş olur.
Schmitt’e göre, egemenlik söz konusu olduğunda, tartışılması gereken, “soyut olarak” kavramın kendisi değil, “somut uygulama”dır; “yani bir anlaşmazlık durumunda kamusal çıkarı veya devletin çıkarını, kamu güvenliği ve düzenini… neyin oluşturduğuna kimin karar vereceği”dir.[116]
Olağanüstü durumda mevcut hukuk kurallarına göre karar verilemez, çünkü olağanüstü durum “normal olmayan”dır ve “şaşkınlıkla karşılanır.”[117]
Kaldı ki Schmitt’e göre, “Diğer tüm düzenler gibi, hukuki düzen de bir norma değil, bir karara dayanır.” Olağanüstü hâlde karar veren “egemen”dir. Bu durumda “hukuk geri adım atarken devletin baki kalacağı aşikârdır.”[118] Elbette olağanüstü durumda “hukuk düzeni değilse de, hukuki anlamda bir düzen hâlâ mevcuttur.” Fakat “devletin varlığı hukuki normun geçerliliği karşısında tartışmasız üstünlüğünü kanıtlar.”[119]
Schmitt’e göre bu istisnai bir durumdur: “Normal olan, hiçbir şeyi kanıtlamaz. İstisnada (ise) gerçek hayatın gücü, tekrarlandığı için katılaşmış mekanizmanın kabuğunu kırar.”[120]
Burada olağanüstü hâlin siyasi/tarihsel olabileceği gibi (askeri darbe girişimi, paralel devlet, ekonomik kriz, savaş), bizzat potansiyel “egemen” tarafından yaratılabileceğini de (Reichstag yangını, suikast ve sabotaj korkusu, Röhm komplosu vs.) belirtmek gerekir.
Carl Schmitt, Alman Nazi ideolojisini hukuk temeline oturtmaya, Hitler’in her yaptığına bir tür meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır. 1933’te Nazi Partisi’ne katıldı. “Nasyonal Sosyalist Hukukçular Birliği” başkanıydı. Savaştan sonra yakalanıp, yargılandı. Çok önemli farklar olmakla birlikte, tarih içindeki yeri, İslâm’ın özünde bir demokrasi kavramını barındırdığını iddia eden Prof. Dr. Burhan Kuzu’yu andırıyor. “Biz bu parlamenter düzenden şikâyetçiyiz,” diyor Kuzu. “İslâm, hangi yollarla geldiğinin [Başkan’ın ya da “egemen”in -y.n.] üzerinde durmuyor, ‘adil olunuz’ diyor. İşin beyni bu.”
Fakat en önemlisi, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Carl Scmitt’i hatırlanmasına vesile olan şu sözleri: “Fiili Başkanlık durumu yok mu? İstediğiniz kadar yok deyin, var!” Bu sözlerde, faşizmin istisnai, olağanüstü hâlini, “gerçek hayatın gücü”nü, “tekrarlandığı için katılaşmış mekanizmanın kabuğu”nu kırma iradesini, “egemen”i görüyoruz.
Evet sonuçta Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu’nun, “Pür bir diktatörlük bu!”[121] notunu düştüğü coğrafyamızda, din kisvesine bürünmüş bir faşizmin, tek adam diktatörlüğünün tehdidi altındadır.[122]
Kolay mı? Erdoğan’ın, “Peygamberlerin mesleği olan çiftçilik ve çobanlığı ülkemizde hak ettiği konuma getirmeliyiz. Çobanlığın felsefesini anlamayan, psikolojisini anlamayan insan yönetemez. Ben de bir çobanım.”[123] Ya da Ankara’da İsrail televizyonu Kanal 2’ye verdiği röportajda, “Gazeteciler sınırsız özgürlüğe sahip midir? Benim sınırımın başladığı yer, benim özgürlük sınırım nereye kadarsa o kadardır.”[124] Veya XXIX. Muhtarlar Toplantısı’ndaki konuşmasında, “Ben Türkiye’nin tamamını kontrol eden başmuhtarım,”[125] diyebildiği tabloya ilişkin olarak ‘The Independent’ gazetesinden Patrick Cockburn, “Erdoğan hâlihazırda diktatoryal güçlere sahip. Türkiye, gücün keyfi bir şekilde kullanıldığı otoriter bir devlet olmaya doğru kaymaya çoktan başladı,”[126] derken; ‘The New York Times’ da, “Otoriterleşmeye doğru gittiğini” yazdı.[127]
Bu kadar da değil!
Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’in, AKP’nin Sünnî değerlere dayanan, neo-liberalizmi acımasızca uygulayan, otoriter bir Türkiye yaratmak istediği vurgusuyla, “Bu projede tabuta çakılan son çivi başkanlık,”[128] sözleriyle betimlediği tabloda; Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu da, AKP’nin anayasa teklifini, Osmanlı ve Türkiye tarihindeki en büyük kırılma olarak değerlendirip,“Padişahın bile partisi yoktu. Padişahlık ötesi bir durum söz konusu,” diyor.[129]
Ömer Laçiner’in dahi, “Erdoğan tarzı bir başkanlık, diktatörlük olur,”[130] derken; CHP Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke de ekliyor: “Şu an kitaplarda yazıldığı hâliyle faşizmi yaşıyoruz”![131]
BUGÜNDEN YARINA: PLEBİSİTER DİKTATÖRLÜK
Sözünü ettiğim hâl biçimsel olarak bir “Plebisiter Diktatörlük”tür!
Bilindiği üzere: Plebisit, bir kişinin politikasını onaylamak veya reddetmeye dayalı halk oylamasıdır. Plebisite dayalı iktidarlar otoriterdirler. Bunların bir kısmı açık diktatörlüktür. Bir kısmı denetimli ve sınırlı bir çoğulculukla yumuşatılmıştır. Özetle, plebisit, halkoylamasının demokratik niteliğinin bir kişide cismanileşmiş güç arzusu tarafından iğfal edilmiş hâlidir.
Hitler, 1933’te şansölye olmasının ardından, devlet başkanı Hindenburg’un ölümünü izleyen günlerde, Ağustos 1934’te yapılan bir plebisitle hem Şansölye hem de Reich (İmparatorluk) Başkanı sıfatlarını şahsında topladı. Bu iki yetkinin birleşiminden doğan konuma, o zamana kadar Nazi partisi ve taraftarlarının Hitler için kullandığı Führer/Rehber sıfatı resmen verildi. Hitler’in her türlü yetkiyi elinde toplayan Rehber olmasına oylamaya katılanların yüzde 89.9’u evet oyu verdi. Ama daha önce parlamento yangını bahanesiyle kesintisiz olağanüstü hâl olarak tanımlanabilecek bir yönetim devreye girmiş, Nazi partisi tek parti ilan edilmişti. Bu arada Hitler, plebisitten iki ay önce, Uzun Bıçaklar Gecesi’nde, Nazilerin o güne kadar güç aldığı radikal sokak milisleri SA’ları katlettirerek, kendine muhafazakârlar ve ordunun kabul edebileceği bir görünüm vermeyi ihmal etmemişti.
Başka bir plebisit örneği, 1934’te İtalyan seçimleridir. Duçe/Reis’in başında olduğu Büyük Faşizm Konseyi’nin belirlediği milletvekili üye listesini onaylayıp onaylamadığı seçmenlere soruldu. Yüzde 99.8 evet oyu verilen seçimler, zaten hayır oyu çıksaydı tekrarlanacaktı. Mussolini bunu “faşizmin ikinci halkoylaması” olarak tanımladı.
Plebisite dayalı diktatörlüğün, Nazizm, faşizm gibi totaliter olmayan, daha mutedil örnekleri genellikle Bonapartizm olarak adlandırılır. 1799’da bir saray darbesi ile Konsüllük rejimini kuran, 1802’de ömür boyu Konsül olan ve 1804’te imparatorluğunu ilan eden Napoléon Bonaparte’tan sonra, onun ailesinden birinin başında olacağı bir cumhuriyetçi imparatorluğu savunanlar, kendilerini Bonapartist olarak adlandırdılar. Bonaparte’ın yeğeni 1848’de II. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı seçilip, ardından 1851’de yaptığı darbeyi onaylayan plebisitle önce başkanlığının yeniden seçime girmeden devam etmesini sağladı. Ardından 1852’de düzenlediği ikinci bir plebisitle yeniden imparatorluk ilan etti.[132]
O hâlde “sandık fetişizmi”ne[133] eşitlenmemesi gereken demokrasi meselesinde anlamsız genellemelerden uzak durmakta yarar vardır.
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere Türkiye 15 Temmuz’dan itibaren, Erdoğan’ın sinsi bir şekilde Gülen darbesinin arkasına gizlediği darbe ile daha da karanlık bir döneme girmiştir. Erdoğan, iktidarın iplerini de tamamen ele geçirerek, bütün ülkeyi tamamen esir almıştır![134]
Yenemeyen yenilir, düşürülemeyen güçlenir. RTE, darbeyi püskürten, ezen başkomutan edası ile demokrasi havarisi kesiliyor. Avrasyacılıkla flört ederek, bir taraftan Batı’ya vazgeçilebilirlik korkusu yaşatıyor, diğer taraftan anti-Amerikan tepkileri AKP düzenine payanda yapıyor. Batı nezdinde yeniden muteber hâle gelebilmek için başvurmayacağı provokasyon yoktur. Osmanlı’da oyun çoktur.[135]
Evet, 15 Temmuz askeri darbe girişim engellendi. Ancak bu defa da diktatörlüğün tahkimi ile karşı karşıyayız… AKP iktidarının baskı, şiddet ve sömürüyü daha da ağırlaştırarak sürdürdüğü bir iktidar altındayız![136]
“Üniformasız darbeciler”in[137] iktidarından söz etmek mümkünken; ABD’nin Harvard Üniversitesi profesörü Dani Rodrik, darbe girişiminin ardından Türkiye’nin demokratik sisteme geri dönebileceğinden umudunu kestiğini belirtip, “Türkiye en iyi ihtimalle Malezya, en kötü ihtimalle Afganistan olur. En kötü senaryo ise iç savaş tehdidi,” [138] diye ekliyor.[139]
“KHK’lerle kurulan Yeni Türkiye”de[140] birçok şey değişirken; ve bu durum ezberlerin dışında bir tahlili de “olmazsa olmaz” kılıyorken;[141] bugün Türkiye’de yaşanan gözaltına alma, tutuklama furyasının vardığı boyut XX. yüzyıl faşizmlerinin iktidardaki ilk yıllarına benziyor. Hakaret içerdiği bile şüpheli ifade veya jestler neden gösterilerek Şef’in aşağılandığı gerekçesiyle insanların tutuklanması, faşizmin önemli özelliklerinden biri olan Lider’in kutsallaştırılması sürecini ele veriyor. İktidarın gayri meşru ilan ettiği partinin milletvekillerinin, belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin dalga dalga tutuklanması da bu topraklarda yeni değil ama şimdi işin boyutu farklı. Meclis’te üçüncü grubu oluşturan, beş-altı milyon oy almış bir partiye yönelik bir bastırma, yıldırma, susturma operasyonu sürüyor.[142]
Bu hâl KHK’leri de aşan “Anayasa Hükmünde Kararname” (AHK) uygulamasından başka bir şey değildir.
Şöyle ki “AHK” hukukta pek sık rastlanan bir kavram değil. Kavram ilk kez Hitler Almanya’sında 1933 yılında ortaya çıkıyor. 1933 Şubat’ında, Reichstag yangınının sorumluluğunu komünistlerin üstüne atan Naziler, komünistlerle mücadele etmek bahanesiyle, kişi özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, iletişimin gizliliği gibi temel hak ve özgürlükleri askıya alan, federe devletlerin yetkilerini merkezde toplayan, birtakım suçlara ölüm cezaları getiren olağanüstü hâl kararnameleri çıkarma yetkisini, o zamanki devlet başkanı Paul von Hindenburg’a veren “yetkilendirme kanunu”nu (Ermaachtigungsgezest) parlamentoya kabul ettiriyorlar.
Naziler, bu arada toplumsal muhalefetin önde gelen isimlerinin gözaltına alınması, milletvekillerinin tutuklanması, boşalan milletvekilliklerinin kendi adamları tarafından doldurulması sürecini başlatmışlardır. Ardından Naziler yapılan seçimlerde iktidara gelmiş ve devlet başkanı olmuş olan Adolf Hitler’e parlamentonun katılımı olmadan, anayasada tanınmış özgürlükleri kısıtlama yetkisi veren kanunlar çıkarma yetkisi tanımışlardır.
Bunlar KHK olmanın da ötesinde anayasada öngörülen kimi özgürlükleri kısmen veya tamamen ortadan kaldırdıklarına göre, artık anayasal hüküm ifade eden AHK durumundadırlar.
Peki, Türkiye’de durum nedir? Türkiye’de de şu anda AHK uygulaması vardır…
Anayasanın 120. maddesinde öngörülen “olağanüstü hâl” ilanı ile birlikte, hükümet 121. maddeye dayanarak kanun hükmünde kararnameler çıkarabilmektedir. 15 Temmuz 2016 ertesinde bu yetki geniş biçimde kullanılmış ve anayasada öngörülen temel hak ve özgürlükler kısmen veya tamamen ortadan kaldırılmış[143] ve her şey başkanlık (reis) söylencelerine bırakılmıştır.
Örneğin Başbakan Binali Yıldırım’ın, AKP’lilerin “Başkanlık istiyoruz” sloganları karşısında, “Merak etmeyin meydanlar ısınacak” diye karşılık verdi. Yıldırım konuşmasında “Başkanlık gelmezse ülkenin bölünme riski var. Başkanlık üniter yapı ile olacak,” ifadelerini kullandığı[144] güzergâhta Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin muhakkak büyümesi, genişlemesi gerektiğini tekrarlayıp duruyor. Kast ettiği büyüme ve genişlemenin iktisat veya nüfus anlamında mı yoksa coğrafi mi olduğu muğlaktı. Rize’de, kendi adını taşıyan üniversitenin açılış töreninde yaptığı konuşma bu muğlaklığı biraz ortadan kaldırdı. Fiziki sınırlara elbette saygı gösteririz demeyi ihmal etmeden, gönüldeki sınırların bambaşka olduğunu belirtti. Buna sınır çekilmesine izin verilmeyeceğini söyledi.
“Bize yabancı olmayan” yerleri sıralarken Gürcistan, Yunanistan, Suriye ve Irak sınırları içinde dolaşıyordu. Rize’yi Batum’dan, Gaziantep’i Halep’ten, Mardin’i Haseke’den, Siirt’i Musul’dan ayırmanın, birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul etmenin mümkün olmadığını söyledi. Doğal bir coğrafi-iktisadi ilişkiden çok daha ileri giden, gönüldeki sınırları ele veren bir vurguyla bunu ifade etti. “Türkiye, sadece Türkiye değildir” diye sözünü tamamlarken bunu istiklal ve istikbal meselesi olarak sunuyordu.
İstiklal ve istikbal meselesinin söylenmeyen adı Kürt korkusudur. Bu korku çerçevesinde oluşan milliyetçi sağ dinci blokun milliyetçi laik kesimin bir kısmını da içine alarak güçlenmesine şahit oluyoruz. İçinde bulunduğumuz yüzyıla ve Türkiye’ye özgü bir faşizm veya plebisiter diktatörlük şekilleniyor.
Faşizm nitelemesi olur olmaz yapıldığı, çoğu zaman bir küfür gibi kullanıldığı için dikkatli olmak gerekir. Hannah Arendt İtalya’da kendini faşist olarak tanımlayan rejimin 1938’e kadar “sıradan bir milliyetçi diktatörlük” olduğunu iddia eder. Fisichella ise İtalya’da faşizmi “bir şeyleri hep eksik kalmış bir totalitarizm” olarak değerlendirir. Başka sosyal bilimcilere göre ise, İtalyan faşizmi başından itibaren totaliter niteliklerin baskın olduğu bir diktatörlüktür. Hemen hemen bütün faşizan yönetimlerin özelliği, yayılmacı bir ruh hâliyle ve iç düşman tehdidine dayanan bir kitle mobilizasyonuyla iktidarlarını diri tutma yolunu seçmiş olmalarıdır.
İtalya’da, 1926’da Koloniler Bakanı Di Scale, İtalyan Afrika Cemiyeti’nde şöyle konuşuyordu: “Faşist İtalya, gelecek yönetimini yaratmak için, büyük atalarının izlerini arıyor. Bunları Afrika topraklarında her yerde buluyor.” İtalyan faşizmi için Afrika’daki halklar nezdinde İtalya’nın taşıdığı tarihi bir sorumluluk vardı. Mussolini ise, İtalyan Ansiklopedisi’ne 1932’de kendinin yazdığı Faşizm maddesinde, “Bir yaralının yara bandında yazılı olan, Squadristi’lerin (Kara Gömlekliler) gururlu sloganı olan ‘Umurumda değil!’, bir savaş eğitimidir, bunun risklerinin kabul edilmesidir. Bu yeni bir İtalyan yaşam tarzıdır” diyordu. Yayılmacı, eril ve lümpen bir söylemle İtalyan faşizmi gençliği cezbetti.
Türkiye’de de irredantist vurgusu yüksek söylemin lümpen bir popülist ağızla tamamlanması şaşırtıcı değil. Ölmenin adam gibi ve madam gibi çeşitleri olacağını söylerken dışavurulan hem kadını hem de Müslüman olmayanı aşağılayan o bilinçaltı akışı, bu sözü dinleyenlerle bütünüyle titreşim hâlinde. Emine Erdoğan bu nezih latifeye bir kadın olarak gülerek tepki verirken çocuklar gibi şen akıncılar “FETÖ pabucu yarım, çık dışarı oynayalım” diye haykırıyor.
Diğer taraftan Milli Eğitim Bakanı, çağrıldığında “sağa sola bakmadan sokağa bayrakla çıkabilecek” bir yeni nesil yetiştirmek amacında olduklarını açıklıyor. Daha önce bunun dindar bir nesil olmasının da amaçlandığı ilan edilmişti. İçinde bulunduğumuz yüzyıla özgü faşizmin önemli öğeleri yan yana geliyor. İhbarcılığın patlama yapması da bu gidişatın anlamlı bir işareti.
Ataların izinde yayılmacılık, militarizm, adam gibi ölmekten korkmamak, hadi deyince elde bayrak sokağa koşmak, tarihi hurafelerle doldurmak, muhalefeti ihanet, yaşanan sorunları istikbal ve istiklal mücadelesi olarak tanımlamak… Bunların hepsi geçen yüzyılın faşizmlerinde yer alan öğeler. Buna karşı çıkanların milli ve yerli olmama damgası yemesi, iç düşman olarak tanımlanması da.
Türkiye’de iktidar sözcülerinin eleştirilere karşı kullanmayı çok sevdikleri bir savunma cümlesi vardır: “Resmin bütününe bakın.” Gözümüze sokulan büyük resme tarihi tecrübeler ışığında bakınca, günümüz yerli faşizminin en olası hâli olan milliyetçi ve dinci bir plebisiter diktatörlüğe hızla ilerlediğimiz gözüküyor.[145]
Ve de bu yol çıkmaz sokaktır!
NİHAYET…
“Recte facti fecisse merces est”[146] gerçeğini hatırlatarak diyeceklerimi toparlarsam: Ne kapitalizm, ne siyasal İslâm yerküreye de, coğrafyamıza da bir gelecek vaat ediyor. Liberal demokrasinin ya da ırkçı, milliyetçi popülizmin fantezileri, yalnızca “kendi benzerini kurtarmak” için insanlığın geri kalanını feda etmeye hazır projeler bu çıkmaza bir çözüm sunamıyor.
Çözümü, sermayenin “kâr makinesinin”, metalaştır ve tüket ilkelerinin ötesinde, bedenlere, hazlara, kültürel farklara odaklanmayan ama yaşamı da feda etmeyen; bedenleri, baskı, sömürü olmadan eşitlik, adalet, özgürlük ilkeleriyle, bu dünyada yaşatmayı arzulayan bir toplumsal projede aramak gerekiyor.[147]
Bu doğrultuda ilk hedef,[148] “baş düşman” Erdoğan’lı AKP’dir!
Erdoğan’lı AKP’ye karşı mücadele zorunlu ve mümkündür. Çünkü AKP’nin dayandığı sınırlar, onun zayıflığının da şifrelerdir:
Birincisi, toplumun yarısı, Siyasal İslâmın siyasi ve kültürel asimilasyonuna direnmeye kararlı olduğunu defalarca, son olarak da 2016 Haziran seçimlerinde ortaya koydu. Modern bir kapitalist toplumda, nüfusun tamamını (hele laik Cumhuriyetçi kesimini) siyasal İslâmın içine katmak, katılabilenlerin de sadakatinden emin olmak mümkün değildir. Bu gerçeği artık, Siyasal İslâmın liderliği de görüyor, bir gün iktidarını kaybetme, hesap verme olasılığı karşısında dehşete kapılıyor. Bu korkuya kesin, “nihai” bir çözüm arıyor. Haziran seçimlerinin yarattığı tıkanıklığı açma biçiminin de kanıtladığı gibi artık baskı, devlet terörü dahil her yolu denemekten başka çare göremiyor. Devletin şiddet araçlarının elinde olması ona yetmiyor, kendi yandaşlarını da silahlandırmayı amaçlıyor.
İkincisi, kapitalist toplumda, parlamenter rejimin hükümetleri, toplumun bütünü adına yönetir. Hükümetler, “tüm vatandaşların can, mal güvenliği ayrım yapılmadan, garanti ediliyor” görüntüsünü korumakla yükümlüdür. Bir hükümet bu görüntüyü korumaktan vazgeçerse, örneğin yargıyı silah olarak kullanmaya, kendi yandaşlarını silahlandırmaya başlarsa, toplumdaki bölünmeyi derinleştirecek, kutuplaşmayı artıracak ülkeyi bir iç savaşa sürükleyecektir.
Üçüncüsü: Siyasal İslâmın rejiminin gelip dayandığı bir diğer sınır da bölge jeopolitiğine ilişkindir. Yeni Osmanlı fantezileri, yeni toprakları, enerji kaynaklarını Türkiye’ye katmaya, Arap dünyasına liderlik etmeye ilişkindi. Bu hayaller, ülkenin bugün sahip olduğundan çok daha büyük bir devlet kapasitesini, ittifaklar zincirinin onayını, kaynak yaratacak, dağıtabilecek bir ekonomik, mali derinlik ve canlılığı gerektiriyor. AKP bu olmayan kapasiteyi, kaynaklarını zorladıkça, bir fiyasko diğerini izliyor, ülkenin parçalanma olasılığı artıyor.
Bu üç sınır AKP rejiminin, ne kadar şiddet kullanırsa kullansın, artık asla istikrar kazanamayacağını gösteriyor.[149]
Çünkü sistem bu hâliyle, ekonomiyi düzeltemez, politik istikrarı sağlayamaz. Türkiye’nin iç politik krizi hem uluslararası ilişkilerde hem de iç dengelerde tahmin edilenin çok üstünde bir değişim sürecine yol açacak gibi görünüyor…
Parlamentonun artık fiilen işlevsizleştirildiği yeni sürecin ortaya çıkarttığı arayışlar esasta çözümsüzlüğü çok daha fazla derinleştirmekte, politik krizi belirsizleştirmekte ve ekonomik dengeleri bütünüyle işlevsizleştirmektedir.
Bunun sonu ise, kaçınılmaz bir toplumsal hesaplaşmadır ve Noam Chomsky’nin ifadesiyle, “Türkiye’de Batı’da görebileceğimizden çok daha fazla direniş kültürü vardır.”
5 Şubat 2017 19:29:15, Ankara.
N O T L AR
[1] 6 Ocak 2017 tarihinde Pazarcık Eğitim-Sen’de yapılan konuşma… Newroz, Şubat 2017…
[2] Chuck Palahniuk, Görünmez Canavarlar, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 7. Basım, 2013, s.85.
[3] İsmet Berkan, “Kürt Sorunu Diye Bir Sorunumuz Yok mu?”, Hürriyet, 23 Kasım 2016, s.3.
[4] Charles Dickens, İki Şehrin Öyküsü, Çev: Meram Arvas, Can Yay., 2011.
[5] Edgar Morin, “Uygarlık Değiştirmenin Zamanı Geldi”, MedyaScope, aktaran: Orhan Bursalı, “Bizzat İnsanlık Küresel Krizden Geçiyor...”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2016, s.6.
[6] “Yemen’de 500 Bine Yakın Çocuk Yaşam Savaşı Veriyor”, Evrensel, 8 Aralık 2016… https://www.evrensel.net/haber/298590/yemende-500-bine-yakin-cocuk-yasam-savasi-veriyor
[7] “Halep Yalanlarına Karşı Asıl Katliam: Yemen’de Her 10 Dakikada Bir Çocuk Açlıktan Ölüyor”, 15 Aralık 2016… http://gazeteyolculuk.net/dunya/halep-yalanlarina-karsi-asil-katliam-yemende-her-10-dakikada-bir-cocuk-acliktan-oluyor.html?
[8] Engin Esen, “Askeri Harcamaya 12.7 Milyar Dolar”, Sözcü, 15 Aralık 2016, s.9.
[9] Ayşegül Başar, “Türkiye Silahlanıyor”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.9.
[10] “İşte Dünyanın En Zengin 50 İsmi”, 28 Aralık 2016… http://www.hurriyet.com.tr/galeri-40320085
[11] Nick Beams, “Dünyanın En Zenginleri, 2016’da Servetlerini 237 Milyar Dolar Arttırdı”, 1 Ocak 2017… http://www.toplumsalesitlik.org/tr/dunya/dunyanin-en-zenginleri-2016da-servetlerini-237-milyar-dolar-arttirdi
[12] “Kapitalist Dünyadan Sefalet Manzaraları”, Kızıl Bayrak, No:2016/43, 18 Kasım 2016, s.18.
[13] Engin Yıldızoğlu, “Neo-liberalizm Sonrası Döneme Doğru”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2016, s.13.
[14] Nerdun Hacıoğlu, “Putin Dünyaya Meydan Okudu”, Hürriyet, 23 Aralık 2016, s.24.
[15] Ergin Yıldızoğlu, “Ekonomik Kriz ve Savaş”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2016, s.9.
[16] Adnan Gümüş, “ABD Seçimleri, NATO ve Başkanlık Meselesi: 3. Dünya Savaşına Ramak Kaldı”, Evrensel, 28 Ekim 2016, s.2.
[17] “Bir Satranç Tahtası Ortadoğu”, Evrensel, 21 Kasım 2016, s.9.
[18] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Trajedinin Sonuna Doğru”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.9.
[19] David Ignatius, “Ortadoğu, ABD’nin Neden Güvenilmez Olduğunu Biliyor”, Birgün, 27 Ekim 2016… http://sendika11.org/2016/10/ortadogu-abdnin-neden-guvenilmez-oldugunu-biliyor-david-ignatius/
[20] Tolga Tanış, “Kerry: Suriye’de Altı Savaş Sürüyor”, Hürriyet, 6 Aralık 2016, s.19.
[21] “Trump, Türkiye ile IŞİD’i Vuracak”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2016, s.15.
[22] Suriye’de ordunun Halep’in tümünde kontrolü ele geçirmesinin ardından bölgede yapılan araştırmalarda cihatçı militanların vahşetini ortaya koyan izlere rastlanıldı. Rusya’dan 27 Aralık 2016’da Halep kentinde toplu mezarlar bulunduğu açıklamasının yanı sıra Suriyeli yetkililerin de kentte cihatçı militanların aralarında çocukların da olduğu 21 sivili katlettiği yönündeki suçlaması dikkat çekti. (“Halep’te Toplu Mezar Dehşeti”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2016, s.12.)
[23] “Savaş Bitmez”, Hürriyet, 9 Aralık 2016, s.15.
[24] “Beşar Esad’dan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Ağır Sözler”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016, s.13.
[25] “Obama’dan Giderayak Flaş Suriye Kararı”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2016, s.7.
[26] Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “Musul Sonrası Yeni Paylaşım Hesapları”, Evrensel, 24 Ekim 2016, s.10.
[27] M. Ali Çelebi, “Irak’ın Keşmir’i ve Kerkük”, Özgürlükçü Demokrasi, 24 Ekim 2016, s.7.
[28] Aşti Hawrami, “Artık Eski Irak Yok”, Hürriyet, 30 Haziran 2014, s.16.
[29] Ülkede kan gövdeyi götürüyor, bölünme senaryoları gerçekleşmek üzere, her gün ölümcül saldırılarda onlarca insan yaşamını yitiriyor. Ama dincinin derdi başka: Irak’ta alkol yasağı… Irak Parlamentosu’nun alkol satışı, ithalatı ve üretimini yasaklamasını Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tanımadı. Ara News’in haberine göre Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) yetkililer, alkol yasağının kendi bölgelerinde uygulanmayacağını açıkladı. IKBY’nin Dışişleri Bakanı Falah Bakır, bölgelerinde kendi meclisleri olduğunu hatırlatarak, “Hayır, bu yasa Kürdistan’ı etkilemeyecek. Bağdat hükümeti daha önemli konulara yoğunlaşmalı” ifadelerini kullandı. (Mustafa K. Erdemol, “Bir İslâmcı Fırsatçılığı: Irak’ta Alkol Yasağı”, Birgün, 25 Ekim 2016, s.5.)
[30] “Irak’ın Parçalanmasını Kabul Etmeyeceğiz”, Özgürlükçü Demokrasi, 1 Aralık 2016, s.5.
[31] Behlül Özkan, “Musul Üzerine Hayaller ve Mezhep Çatışmasının Ötesinde: Irak Gerçeği”, Birgün Pazar, Yıl:13, No:504, 6 Kasım 2016, s.6-7.
[32] “Barzani’den Trump’a: Kürdistan Halkı Sizden Destek Bekliyor”, 9 Kasım 2016… http://haber.sol.org.tr/toplum/barzaniden-trumpa-kurdistan-halki-sizden-destek-bekliyor-175263
[33] “Barzani’den Flaş Açıklama: ABD ile Anlaştık, Çekilmeyeceğiz”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016, s.13.
[34] “Bağımsızlık Hâlinde Diğer Kürtleri Davet Etmeyeceğiz”, Hürriyet, 26 Kasım 2016, s.23.
[35] Ahmet Yıldırım, “Şirvan Barzani: Bağımsız Kürdistan’ı Tartışıyoruz”, Hürriyet, 3 Aralık 2016… http://www.hurriyet.com.tr/bagimsiz-kurdistani-tartisiyoruz-40295851
[36] Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkan Yardımcısı Seydi Fırat, “Sağ duyulu her insan, bu uygulamaları gördüğünde kopuşu yaşayacaktır. Bunlar, Türkiye insanına yakışan manzaralar değildir. Eğer biri Kürtlerin bu uygulamaları kabul ettiğini söylerse, ben onun aklından şüphe ederim,” dedi. (Hüseyin Şimşek, “Dilan Yakut: ‘Artık Karar Aşaması’…”, Birgün, 6 Kasım 2016, s.6.)
[37] “Cemil Bayık: Türkiye’den Ayrılın”, Gündem News, 3 Aralık 2016… http://www.gundemnews.net/haber/8582/cemil-bayik-turkiyeden-ayrilin
[38] “FLYNN, Trump Sever AKP’lilerin Uykusunu Kaçıracak: Bağımsız Kürdistan’ı Gelecekte Göreceğiz”, Birgün, 24 Kasım 2016, s.4.
[39] Yusuf Karataş, “ABD ve Kürtlerin Birliği”, Evrensel, 4 Kasım 2016, s.8.
[40] “9 Kasım 2013 tarihinde Kürt Halk Önderi Öcalan ile İmralı’da yapılan görüşmede, Rojava konusunda İmralı Heyeti ile Öcalan arasında önemli diyaloglar yaşandı. O tarihte çözüm sürecinin gidişatına ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin İmralı Heyeti’nin dönemin Başbakanı Erdoğan ile yaptığı görüşmede, Rojava meselesi de gündeme geldi. 9 Kasım 2013 tarihli görüşmede Öcalan ile İmralı Heyeti arasında şu diyaloglar yaşandı: ‘Heyet üyesi Sırrı Süreyya Önder: Son heyetten bir önceki heyetle Kandil’e gitmiştim... Cuma arkadaş benim heyetten kesilmemle ilgili eleştirilerini yöneltti ve yeniden heyete dahil olmam yolunda çaba içinde olmamı istedi. Dönüşte Pervin Hanım’la beraber Sadullah Bey’i ziyaret ettik ve heyet meselesini Başbakan’la görüşmek isteğimizi ilettik. Başbakan beni davet etti ve yaklaşık 3 saat görüştük. Yanımızda bir tek Yalçın Akdoğan vardı.
Önder, Başbakan devam etti. ‘Bana ne yapacağımı soruyorsun, söyleyeyim. Her şeyi yapacağım. Bir zamanı var ve bu konuda Apo ile de anlaşmışım. Tek bir kırmızı çizgim var, o da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri yapılanmaya asla izin vermeyeceğim’ dedi.
A. Öcalan: (Sinirlenerek) Sen de ona söyle: Biz de merkezi Suriye devleti içinde Kürtleri asla eritmeyeceğiz. Bu da bizim kırmızı çizgimizdir! Anti-Kürt ittifakı sürdürülürse savaş kaçınılmaz olur. Ben onlara da, Suriye’de beraber ittifak yapalım dedim. Davutoğlu iki yıl kaybettirdi. O çizgiyi Davutoğlu ihlâl etti. Duvar neden örülüyor, çılgın mısınız? Tel örgüler niye örülüyor? Mayınlar niye döşeniyor? Tek istekleri Kürtlerin orada güç olmaması. Kürtler orada olmasa faşist bir rejim oluşur. Ben bunu aşmak için Misak-ı Milli Komisyonu’nu önermiştim. Sen oraya tel örgü dikmek yerine sınırları kaldırmalısın. Var olanları sökmelisin. El Nusra vb. çeteleri destekleyeceğine niye bunu görmüyorlar? Bunlar Esat’ı tanımıyor. Ben 20 yıl uğraştım. Aslan sırtında siyaset yaptım. Bunlar Türkiye’yi 50 yıl uğraştırırlar. PYD’yi destekleyerek bunu önleyebilirsiniz. Rusya ve Putin doğru yoldadır. Biz büyük bir fedakârlık yapıyoruz. ‘Öcalan sizin savaş çizginize de, AKP’nin barış çizgisine de teslim olmaz’ deyin.” (“PYD/YPG Düşmanlığı Yeni Değil”, Gündem, 20 Şubat 2016, s.7.)
[41] Oral Çalışlar, “Hâlâ Umutlu muyum?”… http://www.posta.com.tr/h-l-umutlu-muyum-oral-calislar-yazisi-1242226
[42] Oral Çalışlar, “Trump’ın Kürt Politikası”… http://www.posta.com.tr/trump-in-kurt-politikasi-oral-calislar-yazisi-1241580
[43] “ABD Askeri YPG ile Cephede”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2016, s.4.
[44] “ABD Rakka’yı İncirlik’ten Vuruyor”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2016, s.7.
[45] “ABD Askeri YPG ile Cephede”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2016, s.4.
[46] M. Ali Çelebi, “Sykes-Picot, Rakka”, Gündem, 23 Mayıs 2016, s.12.
[47] M. Ali Çelebi, “Türkiye, ABD, YPG”, Gündem, 4 Mart 2016, s.13.
[48] “CENTCOM’dan Rojava’ya Kritik Ziyaret”, Gündem, 23 Mayıs 2016, s.12.
[49] Washington merkezli ‘Heritage Vakfı Douglas ve Sarah Allison Dış Politika Merkezi’ Direktörü Luke Coffey, Obama yönetiminin Suriye’deki politikalarını eleştirerek, “YPG’yi eğiterek, silahlandırarak ve fonlayarak ateşle oynuyoruz,” dedi. (“İtiraf Gibi Açıklama: ‘YPG’yi Destekleyerek Ateşle Oynuyoruz’”, Hürriyet, 13 Aralık 2016… http://www.hurriyet.com.tr/itiraf-gibi-aciklama-ypgyi-destekleyerek-atesle-oynuyoruz-40305043)
[50] “YPG Fırat’ın Doğusuna Çekilecek”, Akşam, 17 Kasım 2016, s.14.
[51] “SDG: Rakka Operasyonu Başladı”, Hürriyet, 6 Kasım 2016… http://www.hurriyet.com.tr/rakka-operasyonu-basliyor-iddiasi-40269928
[52] “Son Dakika Haberi: Amerika Skandal Kararı Hayata Geçirdi!”, Milliyet, 13 Aralık 2016… http://www.milliyet.com.tr/son-dakika-haberi-amerika-skandal-gundem-2360763/
[53] Ceyda Karan, “Rojava Zorda mı?”, Cumhuriyet, 9 Mart 2016, s.7.
[54] Nihat Ali Özcan, “ABD, PKK/PYD İlişkilerine Yakından Bakınca”, Milliyet, 1 Mart 2016, s.16.
[55] “YPG Fırat’ın Doğusuna Geçiyor”, Vatan, 17 Kasım 2016, s.11.
[56] “Çavuşoğlu’ndan ABD’ye ‘PYD’ Mesajı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2016, s.13.
[57] “Rojava’da 19 Mart 2016’da Kuzey Suriye Federasyonu’nun kurulduğu ilan edildi. Bu henüz resmi bir ilan değil. Kararı alan Kurucular Meclisi’nin bir yetkilisi federasyonun henüz netleşmeyen sınırlarının belirlenmesinden sonra tüzüğün hazırlanacağını ardından da ‘resmi kuruluş’un ilan edileceğini belirtti.
Her şey tersine dönebilir, dolayısıyla bu ‘resmi ilan’ bakarsınız hiç de yapılmayabilir. Çünkü, bu konuda ABD ile anlaştığı söylenen Rusya’dan bu oluşumun tanınmayacağı açıklaması geldi. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov, Kürtlerin federal sistem ilan etme planlarına nasıl baktıkları sorulduğunda da, ‘Bu, bizim işimiz değil. Bize göre, Cenevre görüşmeleri süreci kapsamı dışında herhangi bir şey ilan etmenin hiçbir anlamı yok’ yanıtını verdi.
Türkiye’nin de tepkisi malum. Elbette karşı. Tuhaf olan, Türkiye, Rusya’yı bir kenara bırakalım, Suriye ile aynı safa geldi. Daha doğrusu Suriye’nin safına gelen Türkiye oldu.” (Mustafa K. Erdemol, “… ‘Karşıyız’ Dediği Kürt Özerkliği, Federasyon Değil”, Birgün, 18 Mart 2016, s.13.)
[58] Ersin Çaksu, “Henîfe Hisên: Ne Cenevre, Ne Cezayir: Çözüm Federasyon”, Gündem, 25 Haziran 2016, s.11.
[59] Sami Akbıyık, “Haysem Hasun: Şam’dan YPG’ye ‘Silah Bırak’ Uyarısı”, Haber Türk, 29 Aralık 2016, s.18.
[60] “Ankara ile Şam Aynı Noktada Buluştu”, Gündem, 18 Mart 2016, s.12.
[61] “Devrim Kararlı Adımlarla Yükseliyor”, Gündem, 19 Temmuz 2016, s.12.
[62] Ersin Çaksu, “Suriye’de Finale Doğru...”, Gündem, 23 Mayıs 2016, s.11.
[63] Kemal Göktaş, “Baskın Oran: Erdoğan Duvara Çarpacak”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.11.
[64] Dilek Şen, “Fehim Taştekin: Ankara Kürtleri Analiz Edemedi”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2016, s.11.
[65] Kemal Göktaş, “Prof. Dr. İlhan Uzgel: Dış Politikada Mutlak Yenilgi”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2016, s.11.
[66] Ece Zereycan, “Ortadoğu Uzmanı Hüsnü Mahalli: İran’ın Üzerine Erdoğan’la Gidiyorlar”, Birgün, 31 Ekim 2016, s.13.
[67] “Suriye’ye Esad’in Hükümdarlığına Son Vermek İçin Girdik”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2016, s.5.
[68] Kremlin Sözcüsü Peskov, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Zalim Esad’in hükümdarlığına son verme”yi” amaçladıkları biçimindeki açıklamasının Moskova’nın görüşleri ile birbirine uymadığını belirtip Ankara’nın bu konuyla ilgili bir açıklama vereceğini umduklarını söyledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Bakanı Esad’a ilişkin açıklamalarını değerlendiren Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zaharova, “Suriye’de askeri çözümün hedef olmadığı söylenen anlaşmada Ankara’nın imzası var,” dedi.
Öte yandan Suriye Dışişleri’nden yapılan açıklamada Türk ordusunun amacının Suriye Devlet Başkanı Esad’ın “hükmüne son vermek” olduğu biçimindeki açıklamasının “Suriye topraklarındaki Türk saldırganlığının kanıtı” olduğu kaydedildi. (“Erdoğan’ın ‘Esad’ı Devirmeye Girdik’ Sözleri Moskova ile Yeni Kriz Doğurdu”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2016, s.5.)
[69] “Yüz yıl önce dünya yeniden kuruluyordu. Biz o devasa imparatorluğu kaybettik. Küçüldük, Anadolu’ya sığındık. Birbirimize tutunduk, ayakta kalmaya çalıştık. Yüz yıl sonra dünya bir kez daha yeniden kuruluyor. Biz de kendimizi bu yenilenmeye göre yeniden kurmaya çalışıyoruz. Bu sefer küçülmek yerine büyüyerek var olabileceğimizi, küçülmenin ölüm olduğunu, parçalanmak ve yok olmak olduğunu kavradık.
Yüz yıl önce çöküş dönemindeydik, dünyanın bu yeniden biçimlenme aşamasında ise yükseliş dönemindeyiz. Öyleyse el ovuşturup yalvarmak, merhamet dilemek, hakkımızda verilecek hükme razı olmak yerine kendi yolumuzu çizmeye, kendi geleceğimizi kurmaya karar verdik. Buna gücümüz de yetiyordu, irademiz de vardı, imkânlarımız da… Kararımızı verdik: Şehir devletleri olmayacağız… Büyümezsek yok oluruz, biliyoruz… Fırat Kalkanı harekâtı Anadolu’yu korumaktır… İçerideki vatan hainlerine dikkat!” (İbrahim Karagül, “Vatan Eksenli Saflaşma Çağrısı: Biz Bu Mücadeleyi Kazanacağız!”, Yeni Şafak, 29 Aralık 2016, s.15.)
[70] “Türkiye’nin Suriye Politikası Moskova’da Çöktü...”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2016, s.12.
[71] Aydın Engin, “Tükürdüğünü Yaladı. İyi Oldu!..”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2016, s.10.
[72] “Çavuşoğlu’ndan ABD’ye: Sözünüzü Tutmazsanız Bazı Tedbirleri Kendimiz Alacağız”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2016, s.13.
[73] Bülent Aydemir, “Astana’daki Görüşmede Masada PYD Olmayacak”, Haber Türk, 29 Aralık 2016, s.12.
[74] “Türkiye’ye göç eden Kürtlerin bir kısmı (9 Parti) Suriye Ulusal Kürt Konseyini kurdu. Bu konseye İbrahim Bürro başkan olarak seçildi. Rüstem Temo, Mustafa Mustafa, İbrahim Hüseyin diğer önemli aktörler.
Bu konsey, PKK/PYD karşıtı olduğunu ve Suriye Ulusal Koalisyonu’nun bir parçası olduğunu ilan etti. Bu nedenle Suriye içinde kalan taraftarları ve akrabaları PKK/PYD tarafından baskı gördü.
Kürt Konseyi, hemen hemen her türlü siyasi görüşten insandan oluşuyor. Solcular, liberaller, dindarlar ortak bir platformda bir araya geliyor. Ancak tam olarak örgütlü hareket ettikleri ya da tüm Kürtleri temsil ettikleri söylenemez.
PKK/PYD’nin daha disiplinli, daha düzenli, ekonomik ve askeri açıdan çok güçlü oldukları söyleniyor. Bunda, PKK örgütünün ve ABD desteğinin katkısı çok büyük.
Suriyeli Kürtler, örgütlenme, organizasyon ve siyasi olarak Türkiye’de yeterince destek almadıklarını belirtiyorlar. Bu konuda muhataplık sorunu yaşadıklarını bölgedeki bağımsız sivil örgütler de teyit ediyor.
PKK/PYD tarafından kontrol edilen Kürt şehirlerinin tamamında katı bir rejim uygulanıyor. İdeolojik olarak farklı olan Kürtlerin, Barzani bölgesine ya da Türkiye’ye zorla gönderildiği oluyor. Ancak PKK/PYD’nin son dönemde Kürtlerin gönlünü kazanmak için yönetimi altındaki Kürtlere iyi davranmaya başladığı da gelen haberler arasında.” (Kemal Öztürk, “Yeni Kriz: Suriyeli Kürtler”, Yeni Şafak, 29 Aralık 2016, s.12.)
[75] Muharrem Sarıkaya, “Kürtler var PYD yok...”, Haber Türk, 29 Aralık 2016, s.15.
[76] “YPG’nin Yolunu Kestiler”, Hürriyet, 17 Kasım 2016, s.23.
[77] ‘The Economist’, “Türkiye’nin İslâmcı Cumhurbaşkanı Donald Trump’ı Kucaklıyor” başlıklı makalesinde Türkiye’nin Trump’ı başkan olarak benimsemekte duyduğu “hevesin” uzun sürmeyebileceğini aktarıyor. (“Türkiye’nin Trump Hevesi Uzun Sürmeyebilir”, Sözcü, 3 Aralık 2016, s.10.)
[78] “ABD’den Açıklama Geldi: El Bab’ta Türkiye’ye Destek Yok”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2016, s.13.
[79] “Bu Kadar Büyük Devletin Şanına Yakıştıramıyoruz”, Milliyet, 29 Aralık 2016, s.17.
[80] Nilgün Cerrahoğlu, “Sonun Başlangıcı…”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2016, s.15.
[81] Nilgün Cerrahoğlu, “Türkiye Rejim Değiştiriyor”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2016, s.7.
[82] Hasan Bülent Kahraman, “Stabilizasyon”, Sabah, 23 Aralık 2016, s.21.
[83] Nihal Kemaloğlu, “Yeni Rejime Doğru!”, Birgün, 26 Ekim 2016, s.9.
[84] “Reis’in, bunca olaya karşın hâlâ geniş toplulukları kendi peşine katıp, istediği hedeflere sürükleyebilmek olan büyük gücünün siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerin aşılmasında çok büyük etkisi olduğu kesindir... Reis’in siyasal yaşamı da onun bu gücü seferber etme yeteneğinin olduğunu gösteriyor. Hoşumuza gitse de gitmese de bu böyledir. Ama Reis’in siyasal yaşamı aynı zamanda onun bu gücünün çok tehlikeli olduğunu da kanıtlamış bulunuyor… Reis’in büyük siyasal gücü, geçerli çağdaş reçeteler oluşturamama zaafıyla birleşince, yıkıcı, yok edici bir potansiyele dönüşme tehlikesini her zaman içinde taşımaktadır. Bu durumda, Reis’in zaafının mı, yoksa gücünün mü toplumsal açıdan daha tehlikeli olduğunu söyleyebilmek gerçekten çok zor.” (Ali Sirmen, “… ‘Reis’in Zaafı ve Tehlikeli Gücü”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2016, s.4.)
[85] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Depolitizasyon + Anayasasızlaştırma= Totalitarizm (mi?)”, Birgün, 6 Ekim 2016, s.9.
[86] “Türkiye geleceği için hattı müdafaadan sathı müdafaaya geçmeye mecburdu ve geçti de! O sathın ne olduğunun da hepimiz farkındayız işte. PKK-HDP’nin, Türk halkının kendilerine Çözüm Süreci’nde son bir kez tanıdığı krediyi uğruna yaktığı, ABD’nin vaat edilmiş toprakları.” (Melih Altınok, “Hattı Müdafaa Değil Sathı Müdafaa”, Sabah, 23 Aralık 2016, s.6.)
[87] “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Durursak Sevr’e Döneriz”, Star, 23 Aralık 2016, s.13.
[88] “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Bugün Asimetrik Bir Savaşla Karşı Karşıyayız”, Haber Türk, 23 Aralık 2016, s.14.
[89] Yılmaz Özdil, “İn God We Trust”, Sözcü, 7 Aralık 2016, s.20.
[90] Etyen Mahçupyan, “… ‘Millilik’ Başarısızlığın Örtüsü mü?”… http://www.karar.com/yazarlar/etyen-mahcupyan/millilik-basarisizligin-ortusu-mu-2636
[91] Nuray Mert, “Ekonomik Kriz ve İdeolojik Yükleme”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.5.
[92] “Ethem Sancak: Başkanlık Sistemi ile Türkiye’nin Önü Otoban Gibi Açık Olacak”, Star, 23 Aralık 2016, s.6.
[93] “Milli ve Yerli Olmayan Hiçbir İşe Girmeyiz!”, Akşam, 23 Aralık 2016, s.7.
[94] Bülent Falakaoğlu, “AKP’nin Zengini Yokmuş!”, Evrensel, 21 Kasım 2016, s.5.
[95] “Türkiye Ekonomisi En Kırılgan Üçlü Arasında”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2016, s.8.
[96] Kemal Göktaş, “Prof. Dr. Korkut Boratav: Türkiye’nin İhtiyacı Kolektif Muhalefet”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2016, s.11.
[97] “Yüzbinlerce Yeni İşsiz”, Özgürlükçü Demokrasi, 16 Aralık 2016, s.3.
[98] “İşyeri Sayısı 40 Bin Azaldı”, Birgün, 25 Ekim 2016, s.11.
[99] Ergin Yıldızoğlu, “Her Tarafı Dökülüyor - II”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.9.
[100] Kemal Göktaş, “Turgut Kazan: Tam Teslim Alma Operasyonları”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2016, s.11.
[101] Ergin Yıldızoğlu, “Frenleri Patladı”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2016, s.8.
[102] Erdinç Çelikkan, “MİT Bütçesi Yüzde 21 Arttı, Diyanet’in Payı Başbakanlık’ın Dört Katı”, Hürriyet, 3 Kasım 2016… http://www.hurriyet.com.tr/mit-butcesi-yuzde-21-artti-diyanetin-payi-basbakanlikin-dort-kati-40267791
[103] Sinan Tartanoğlu, “Savaş Bütçesi Tavan Yaptı”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2016, s.5.
[104] Ayşegül Başar, “Türkiye Silahlanıyor”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.9.
[105] “2005-2015 Kesitinde Faili Meçhul Dosya Sayısı 2 Milyon 867 Bin 828”, Sözcü, 2 Aralık 2016, s.14.
[106] ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü/ Human Rights Watch’ (HRW), darbe girişimi sonrası Türkiye’deki gözaltı merkezlerinde işkence ve kötü muamele yapıldığı iddialarını içeren bir rapor hazırladı. “Açık Çek - Türkiye’de Darbe Girişimi Sonrası İşkenceye Karşı Koruma Tedbirlerinin Askıya Alınması” başlıklı raporda, işkence ve kötü muamele yapıldığına ilişkin 13 ayrı örnek verildi. İşkence iddialarının yer aldığı anlatımlarda, bir avukatın müvekkiline işkence yapılmasına şahit olmasına rağmen müdahale edemediğine ilişkin ifadeleri de yer aldı. (Kemal Göktaş, “Avukattan Acı İtiraf: Korktum, İşkenceye Sessiz Kaldım”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2016, s.7.)
İnsan Hakları Derneği’nde basın açıklaması yapan avukatlar, Beşiktaş’taki terör saldırısının ardından gözaltına alınan HDP’lilere işkence yapıldığını açıkladılar. Ezilenlerin Hukuk Bürosu üyesi Av. Gülhan Kaya da, müvekkili Filiz Çolak ile yaptığı görüşmeyi anlatarak, “Gözaltına alındığı andan itibaren kaba dayak işkencesine maruz kalıyor. Haseki Hastanesi’ne götürüldüğünde, orada polisler tarafından dövülüyor ve bir doktor müdahale ederek polisleri durduruyor. TEM’de döverek çıplak arama yapıyorlar. Bu arama erkek memur eşliğinde yapılıyor. Çıplak aramadan sonra bir polis ışıkları söndürüp, göğüslerine ve genital bölgeye tekme atıyor. Ayaklarına sürekli basıyorlar. Öyle ki sol ayağının üzerine basmakta zorlanıyordu. Sürekli tecavüz ile tehdit ediyorlar. Kendi özel avukatlarını istedikleri için bile dayağa maruz kalmışlar. İtirafçı olmaya zorlanıyorlar. Kişiler üzerine ifade verirlerse, polis, bırakacağını söylüyor. Müvekkilim iki saatte bir bulunduğu yerden alınıp götürülüp, bir saate yakın dövülmüş. Ayakta zor duruyordu, hareket etmekte zorlanıyordu” diye konuştu. (“Gözaltına Alınan HDP’lilere İşkence İddiası: Tecavüz Tehdidi”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.6.)
[107] Çiğdem Toker, “Gözaltı Harcaması Sekiz Kat Arttı”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2016, s.8.
[108] “Af Örgütü’nden Gözaltılara İlişkin Kaygı Verici Açıklama: Tecavüz Var”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2016, s.5.
[109] Sinan Tartanoğlu, “Acı Fatura... OHAL Muhalife”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.11.
[110] aktaran: Can Dündar, “Nazi Devrinin Başlangıcı Gibi”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2016, s.8.
[111] ‘The New York Times Yayın Kurulu’ imzalı yazıda, “Türkiye demokrasisi Erdoğan karşısında sağ kalabilecek mi?” (New York Times Yayın Kurulu, “Türkiye Demokrasisi Erdoğan Karşısında Sağ Kalabilecek mi?”, Birgün, 7 Kasım 2016, s.5.) diye soruyor.
[112] Ali Sirmen, “Fiili Dikta mı? Anayasal Dikta mı?”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2016, s.4.
[113] Ahmet İnsel, “Anayasal Diktatörlük”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2016, s.11.
[114] Baskın Oran, “Bu Popülizm Faşizme Dönüşür mü?”… http://www.agos.com.tr/tr/yazi/17035/bu-populizm-fasizme-donusur-mu
[115] Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., s.22.
[116] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., s.14.
[117] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., s.19.
[118] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., s.19.
[119] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., s.20.
[120] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay., s.22.
[121] Serpil İlgün, “Erol Katırcıoğlu: Pür Bir Diktatörlük Bu!”, Evrensel, 21 Kasım 2016, s.8.
[122] Yavuz Alogan, “Tek Adam Diktatörlüğü”, 18 Ekim 2016… http://medyadev.net/index.php/politics/item/1045-tek-adam-diktatoerluegue
[123] Zeynep Oral, “Kuzuların Sessizliği”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016, s.16.
[124] “Erdoğan’dan Tarihe Geçecek Basın Özgürlüğü Yorumu: Benim Sınırımın Başladığı Yerde Biter”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/634088/Erdogan_dan_tarihe_gececek_basin_ozgurlugu_yorumu__Benim_sinirimin_basladigi_yerde_biter.html
[125] “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Ben Başmuhtarım”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2016, s.5.
[126] “Dünyadan Saldırıya Tepkiler Büyüyor: Barbarca”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2016, s.12.
[127] “The New York Times: Denenmiş Otoriterleşme!”, Evrensel, 3 Kasım 2016, s.9.
[128] Kemal Göktaş, “Eski AİHM Yargıcı Türmen: Tabuta Son Çivi Başkanlık”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2016, s.11.
[129] Hilal Köse, “Prof. Dr. Kaboğlu: Padişahın Bile Partisi Yoktu”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2016, s.11.
[130] Fatih Vural, “Ömer Laçiner: Bundan Sonra Dağda Gerilla Olmayacak!”, Nokta, 14 Mart 2016… http://www.noktadergisi.info/dergi/sayi-43-14-20-mart/omer-laciner-bundan-sonra-dagda-gerilla-olmayacak-h11729.html
[131] Kemal Göktaş, “Böke: Kitaplarda Yazan Faşizmi Yaşıyoruz”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2016, s.11.
[132] Ahmet İnsel, “Plebisite Dayanan Diktatörlükler”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2016, s.11.
[133] “Sandık fetişizmi”: Sandıktan çıkan iktidarın, sınırsız bir biçimde, her istediğini yapacağına, başta ifade ve muhalefet özgürlüğü olmak üzere, bütün temel insan hak ve özgürlüklerini, istediği gibi ihlâl edebileceğine ilişkin inançtır!
“Sandık fetişizmi”: Demokrasinin “olmazsa olmazı”, “gerekli ön koşulu” olan seçimi, Demokrasinin “yeterli şartı” sayarak, seçilmiş iktidarın, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu yapmaya hakkı olduğuna ilişkin düşüncedir.
“Sandık fetişizmi”: Seçilmiş iktidarın, “milli irade” kavramını sadece kendisine oy vermiş olan seçmenlere indirgemesidir.
“Sandık fetişizmi”: Sandıktan çıkan iktidarın, kendinde “Anayasayı ihlâl etme hakkı” görmesidir.
“Sandık fetişizmi”: Seçilmiş iktidarın, “çoğunlukçu demokrasiyi”, “çoğunluk baskısı” olarak yorumlamasıdır.
“Sandık fetişizmi”, “lider sultası” ile yönetilen parti yapısı dolayısıyla, siyasal liderin kayıtsız, koşulsuz diktatörlüğü demektir.
“Sandık fetişizmi”, “gerekli koşulu” olduğu demokrasinin “yeterli koşulu” hâline getirildiğinde, onun en büyük düşmanı olur!
“Sandık fetişizmi”, XIX. Yüzyılın kavramı olarak Tek Adam Diktatörlüğünü, Bonapartizmi üretmiş, XX. Yüzyılda Mussolini ve Hitler’e esin kaynağı olmuş, XX. ve XXI. Yüzyıllarda, azgelişmiş demokrasilerin diktatör üretme mekanizması hâline dönüştürülmüştür. (Emre Kongar, “Sandık Fetişizmi ve Sivil Darbe İtirafı”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2016, s.2.)
[134] Kemal Erdem, “Erdoğan’ın Darbe Tezgâhı ve Siyasal İktidarın Tam Fethi”, 19 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/erdoganin-darbe-tezgâhi-ve-siyasal-iktidarin-tam-fethi-kemal-erdem/
[135] Durmuş Tiryaki, “Darbe İçinde Darbe”, 25 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/darbe-icinde-darbe-durmus-tiryaki/
[136] Ender İrmek, “Darbe Girişimi Ezildi, Diktatörlük Zafer Kutluyor”… https://www.evrensel.net/yazi/77122/darbe-girisimi-ezildi-diktatorluk-zafer-kutluyor
[137] Hasan Cemal, “Üniformasız Darbeciler!”… http://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/uniformasiz-darbeciler,15595
[138] “Harvard Profesörü Rodrik: İç Savaş Tehlikesi Var”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2016, s.4.
[139] ‘The Economist’, “Tasfiyeler NATO’nun en büyük ikinci ordusunu… karışıklık içinde bıraktı,” diye yazıyor. (“TSK Karışıklık İçinde”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2016, s.12.)
[140] Güven Gürkan Öztan, “KHK’lerle Kurulan ‘Yeni Türkiye’…”, Birgün, 5 Eylül 2016, s.3.
[141] “Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yokoluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir.” (Friedrich, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 2006.)
[142] Ahmet İnsel, “İktidardan Gitmemek İçin mi?”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2016, s.11.
[143] Ali Sirmen, “Anayasa Hükmünde Kararname”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2016, s.4.
[144] “Binali Yıldırım: Meydanlar Isınacak, Başkanlık Gelmezse Ülke Bölünür”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2016, s.4.
[145] Ahmet İnsel, “Plebisiter Diktatörlük ya da Yerli Faşizm”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2016, s.11.
[146] “İyiliğin mükâfatı, onu yapabilmektir.” (Seneca.)
[147] Ergin Yıldızoğlu, “2017’ye Girerken İki Ölüm Arasında”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2016, s.9.
[148] Prof. Dr. Korkut Boratav, “Bugün CHP de cumhuriyetçi sağa ve dolayısıyla faşizme teslim olma tehlikesi altındadır” (“Korkut Boratav: CHP Faşizme Teslim Olma Tehlikesi Altındadır”, 22 Ekim 2016… http://siyasihaber3.org/korkut-boratav-chp-fasizme-teslim-olma-tehlikesi-altindadir) diyor.
[149] Ergin Yıldızoğlu, “Birleşelim, Karanlığa Teslim Olmayalım”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2016, s.9.
Yorumlar