“Düşmanlarımızın en güçlüsü içinizdedir.” [1] “… ‘Neo’su ve ‘sol’u ile liberaller nedir, neye yarar?” sorusunun yanıtı; onların “6...
“Düşmanlarımızın
en güçlüsü
içinizdedir.”[1]
“… ‘Neo’su ve ‘sol’u ile liberaller nedir, neye yarar?” sorusunun yanıtı; onların “6N 1K”sına dair tahlili “olmazsa olmaz” kılar.
“5N 1K değil miydi?” denecek olursa…
Hayır, sadece “Ne?”, “Ne zaman?”, “Nerede?”, “Nasıl?”, “Neden?”, “Kim?” sorularıyla yetinemeyiz; bunlara “6N”yi yani “Nereden?” sorusunu da eklemeliyiz…
Konuya bu kadar geniş perspektifte eğilme ihtiyacı, liberallerin “önem”inden değil, onların manipülasyon güçlerini teşhir etmenin ve okuyucuya saygının gereği.
Kendi hesabıma liberaller ile önemli olmalarından çok, “Truva Atı” olmalarından dolayı ilgilenirim. Bu nedenle de ‘Zaman’ yazarlarından Ali Ünal’ın, “Türkiye’de dün kapitalist emperyalizm karşısında dıştan ithal sosyalizm, komünizm davası verenlerin çoğu, bugün liberalleşip, küresel kapitalist emperyalizme teslim oldular,”[2] tespitini Onlara hatırlatırım.
Yeri gelmişken Oral Çalışlar’ın, “İki Maocunun Afgan Sarayında Buluşması”na ilişkin “somut bir anı”sını aktarayım:
“1979’daki darbenin ardından ülkesini terk edip Türkiye’ye okumaya geldiğinde tanışmıştık. Siyasal Bilgiler’den okul ve Maoculuk arkadaşım, şimdinin Afganistan Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Dr. Rangin Dadfar Spanta’yla yıllar sonra buluştuk…
Rangin, Siyasaldayken esmer ince bir gençti. 12 Eylül öncesi çıkarılan bir öğrenci affıyla Siyasal Bilgilere yeniden döndüğümde onu tanımıştım. Biz Türkiye Maocusuyduk, o da Afgan Maocusu. 1979 yılında Sovyet yanlısı Babrak Karmal darbesinin arkasından Afganistan’ı terk etmiş ve Türkiye’de okumaya gelmişti.
Afganistan’ın kuzey bölgesinde Taciklerin yaşadığı Herat kentindendi. Bölgede güçlü olan Spanta aşiretine mensuptu. Babası o yıllarda aşiretin reisiydi ve Sovyet müdahalesi sonrası tutuklanmıştı. Kardeşleri dağa çıkmışlardı…
Bizim heyetteki arkadaşlara dönüp beni göstererek, ‘Benim öğretmenimdi Oral’ dedi. Öğretmenlikten kastı Maocu Aydınlık örgütündeki ilişkimizdi. Hafif tebessüm ederek şöyle devam etti: ‘Ben hayatım boyunca emperyalizm karşıtı oldum. Kadere bakın ki şimdi burada Afganistan’ı yeniden ayağa kaldırmak için ABD ile işbirliği yapıyoruz’...”[3]
Evet bu durumda; “kılavuzu karga olanın…” desem; bu bir nezaketsizlik, insafsızlık olabilir mi? Zannetmiyorum…
Malûm, “eleştiri”yi, “itirazı”, gerçeklerin altının çizilmesini sevmeyen, bundan rahatsız olan liberaller; Atilla Yayla gibi, “Liberalizm eleştirilerinde insaf ve nezaket ihtiyacı”ndan[4] söz ederler…
Bununla da sınırlanmayıp, “Son yılların gitgide azgınlaşan liberalizm düşmanlığında şaşılacak bir şey yok. ‘Yeni’ bir fenomenden çok ‘tarihin tekerrürü’ denebilir,”[5] türünden toptancı laflar ederler…
Tabii bunları yaparken de, bulantı verici çifte standartlılıklarıyla “sosyalistleri Ergenekon’cu”(!?) ilan etmekte tereddüt etmezler!
Hayır; liberalizmi -Ferhat Taylan gibi-, “Ciddiye almak”[6] yanlısı değilim. Tıpkı Pierre Dardot ve Christian Laval’in ‘Dünyanın Yeni Aklı: Neo-liberal Toplum Üzerine Deneme’nin giriş bölümündeki, “Bundan böyle, solda ‘liberalizm’den ya da ‘neo-liberalizm’den söz ettiğimizde karşımızda neyin olduğunu bildiğimizi düşünmekten artık vazgeçmeliyiz. ‘Anti-liberal’ hazır düşünce, özetleri ve yaklaşık ifadeleriyle bize fazla zaman kaybettirdi,”[7] saptamasını da önemsemediğim gibi…
Nihayetinde liberalizm, Selçuk Candansayar’ın altını çizdiği üzere bir “kiç”tir;[8] veya Sırrı Süreyya Önder’in, “Bana oy vermediğini ve desteklemediğini açıklayan Zeynep Tanbay’a da teşekkür ederim. İroni yapmıyorum. Bu jestiyle beni nasıl onurlandırdığını anlatmam kabil değildir,”[9] sözleriyle betimlenendir, bugünü ve geçmişiyle…
LİBERAL “İKİYÜZLÜLÜK”ÜN KÖKENİ
Sözü Ergin Yıldızoğlu’na bırakırsak:
K. Marx bir yerde, “İnsanları kendileri hakkında söylediklerine değil, yaptıklarına bakarak değerlendiririz” diyordu. Bu bağlamda liberalizm, karşımıza yalnızca söyledikleriyle yaptıkları arasında değil, söylediklerinin bir yarısıyla öbür yarısı arasında inanılmaz çelişkiler sergileyen bir akım olarak çıkıyor. İkiyüzlülük söz konusu olduğunda kimse liberalizmin eline su dökemiyor!
Genelde bireysel özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, kuşkuculuğun ve aklın önemi gibi kazanımların liberalizm sayesinde elde edildiğine inanılır.
Hâlbuki felsefe profesörü Dominico Losurdo’nun 2005’te İtalya’da, 2011’de de İngiltere’de yayımlanan, ‘The Financial Times’ yazarlarının bile övgüyle bahsettiği ‘Liberalizm: Bir Karşıt Tarih’ başlıklı çalışması karşımıza başka bir tarihsel panaroma koyar:[10]
İnsanlığın tüm bu kazanımları, ilk kez liberal gelenek tarafından, mutlak monarşiye, kiliseye karşı gündeme getirilmiş olsalar bile ancak liberalizmin dışladıkları, köleler, yoksullar, işçiler daha da ilginci, liberalizmin baş düşman ilan ettiği Jakobenlerin, onların mirasını devralan Marx’ın, Engels’in izinden gidenler tarafından liberalizme karşı mücadele içinde geliştirilebildiğini görüyoruz.
“Eski rejime” karşı liberal görüşlerle mücadele eden kapitalist sınıfın, kendi ekonomik kazancını arttırmak için sömürgecilikten, soykırımdan çekinmemiş, çıkarlarıyla çelişen her konuda, otoriter, baskıcı görüşleri benimsemekten, şiddet uygulamaktan kaçınmamış olması büyük bir paradoks oluşturuyor. Ekonomik liberalizm daha başından siyasi liberalizmden (özgürlüklerden) kopmuş. Kapitalist sınıf kendisi gibi olmayanları dışlamış, liberalizmin ilkelerini onlara uygulamamış. Siyasi özgürlükleri geliştirmek için dışlayıcı, “ötekileştirici” anlayışlara, ideolojilere karşı mücadeleyi de liberalizmin dışladıkları üstlenmiş. Siyasal özgürlükleri geliştirmek için mücadele edenler de kısa sürede, liberalizmin tanımladığı “ekonomik özgürlükler” kavramıyla hesaplaşmak zorunda olduklarını görmüşler.
Bu “ikiyüzlülük”, kapitalist sınıf “devrimci barutunu” yitirdikten sonra gelişmiş bir hastalık değil. Losurdo, liberal düşüncenin tarihine bakınca, bu ikiyüzlülüğün “devrimci” döneme de damgasını vurduğunu gösteriyor. Örneğin Losurdo, okuyucusuna liberal düşüncenin kurucusu sayılabilecek John Locke’un aynı zamanda, köleciliğin ateşli bir savunucusu olduğunu anımsatıyor. Locke, “bir insanın bir başkasının tutarsız, belirsiz, bilinemez ve gelişigüzel iradesine tabi olamayacağını” ileri sürerken aynı zamanda, “Carolina eyaletinin her özgür bireyi, siyah köleleri üzerinde mutlak otoriteye sahip olacaktır” diyebiliyor. Amerika’nın 1775 bağımsızlık deklarasyonu, “bütün insanların (aslında erkekleri kastediyor-y.n) eşit yaratıldığını, yaratıcının bu insanlara verdiği hakların ellerinden alınamayacağını” savunurken aynı anda köleleri insan saymayarak bu haklardan dışlıyor; bu tutumunu da “Yaratıcı”nın (Tanrı’nın) iradesine dayandırıyordu. Losurdo, çalışmasında liberallerin iktidarında köleciliğin hızla geliştiğini, Amerika’daki köle sayısının, 1700’de 330 binden 1800’de üç milyona, 1850’de de altı milyona çıktığını gösteriyor.
1770’lerde Adam Smith’in bir “gündelikçiler ve uşaklar sınıfından” söz etmeye başlaması, liberallerin, proletaryanın sefil yaşam koşullarını haklı çıkarmak için de “Yaratan”ın iradesine (takdiri ilahi), başvurduklarını gösteriyor.
‘Saturday Review’ adlı popüler bir dergi 1864’te “Nasıl bir negro kölenin, Tanrı’nın hangi deri rengini kendisine verdiğini anımsaması gerekiyorsa, yoksul İngilizlerin ve çocukların da Tanrı’nın onları koyduğu yeri anımsamaları gerekiyor” diye yazıyordu. Jefferson Amerika’da yerlilerin kökünün kazınmasını isterken Locke da “yoksulların kiliseye gitmesinin zorunlu kılınmasının yararlı olacağını” savunuyordu. Ama, bu ikiyüzlülükten başka bir gelenek daha var. Bunu da liberalizmin ötekileştiriciliğine, ayrımcılığına karşın evrenselliği savunan Jakoben hükümetin köleciliği kaldıran kararında, Fransız kolonisi Santa Domingo Adası’nda 1891’de patlak veren siyah kölelerin isyanında, Latin Amerika’da Bolívarcı hareketlerde görüyoruz.
Santa Domingo, köle isyanının lideri siyah Jakoben Toussaint L’Ouverture, eşitlik ve özgürlük kavramlarını “doğanın insanlara verdiği bir hak olarak” tanımlıyor, böylece maddi ve evrensel bir zemine oturtuyordu. Kendileri de birer köleci olan Amerikan liberal devrimcilerinin aksine Fransa’da devrimci Jakoben hükümet, Toussaint’in bağımsızlık, özgürlük isyanını destekledi.
Toussaint’in, Napolyon ordularını yenen askeri dehasının bu süreci hızlandırdığını da söylemeden geçmemek gerekir. Jakoben hükümeti yıkıldıktan sonra, Napolyon Toussaint’i güvenliği konusunda garanti vererek Fransa’ya davet etti, ancak yolda tutuklattırıp hapse attırdı, ölüme terk etti. Belli ki bazı şeyler hiç değişmiyordu. Sınıf egemenliğini meşrulaştırmak, yoksulların başına gelenleri açıklamak için bugünlerde de sık sık “takdiri ilahiye” dayanmaya çalışmak gibi... [11]
“İNSANCIL EMPERYALİZM”
Tarihsel köklerinden bugüne uzanan liberal “ikiyüzlülük” bugün karşımıza, “insancıl emperyalizm” söylenceleriyle dikilirken; dünden bugüne üstlendiği malum ve meş’um melaneti bir kez daha tekrarlar!
Mesela emperyalist kapitalizmin, ekonomik ve askeri yayılmacılığını, talanını “meşrulaştırmak” için liberallerce tezgâhlanan kavramlardan bazıları; “insancıl emperyalizm/ humanitarian imperialism”, “iyi niyetli emperyalizm/ benevolent imperialism”, “liberal emperyalizm/ liberal imperialism”, “kozmopolit emperyalizm/ cosmopolitan imperialism” vd’leridir…
Liberallerin diline pesek olan bu kavramların Irak’ta, Libya’da ne anlama geldiğine tüm insanlık tanık olsa da; liberaller, bunların küreselleşmenin devreye soktuğu “postmodern zamanlar”ın, “demokrasi ve insan hakları” anlayışının kaçınılmazlığı olduğu ısrarından vazgeçmediler.
“Dünya barışı ve insanlığın gelişmesi için, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin, demokrasisi gelişmemiş olan ülkelere demokrasi ihraç etmesi tezi”ne sarıldılar; böylelikle de emperyalist kapitalist müdahaleleri “estetize” ettiler!
Oysa Uluslararası Siyaset Profesörü Ray Kiely’nin, ‘Küreselleşmeler Çatışması’ başlıklı yapıtında, küreselleşmenin “neo-liberal kapitalizmi derinleştiren politikalar” olduğunun altı çizilirken;[12] merkezin (emperyalizm) çevreye (periferi) müdahalesi, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın; yine Kiely’nin ‘Emperyalizmi Yeniden Düşünmek’ başlıklı yapıtında işaret ettiği üzere, “İkna edici değildir, antidemokratiktir ve kendi içlerinde çelişiktir.”[13]
Liberalizm, emperyalizmi “estetize” ederek, zararsız, hatta “yararlı” ilan ederken; neo-liberalizm de işçi sınıfı ile emek cephesini dağıtan, örgütsüzleştirerek zayıf düşürmeye çalışan “işbirlikçi”, “uzlaşmacı” politikaları devreye sokar.
Söz konusu çevrelerde, “Genellikle karşılaştığımız tipik durum, en iyi olasılıkla, kapitalizmin çatlaklarının aranması ve buralarda alternatif ‘söylemlere’, etkinliklere ve kimliklere yer açılması” hâlidir[14] sadece; bunun bir adım ötesi değil!
Tüm bunları da emperyalist kapitalizme karşı direnen, başkaldıran ne varsa; geçmişinden bugüne “doctus cum libro”cu bir tutumla (mesela Halil Berktay gibi!) inkâr ederek yapar!
“O da ne demek,” mi? Bol bol alıntılarla konuşan, üzerinden “terminoloji” dökülen, bilgisine sıkışmış, bilgisinin altında ezilen sözde entelektüellere; bilgili olmayı “malumatfuruşluk” sananlara “doctus cum libro” denildiğinin altını çizerek; Ursula K. Le Guin’in, “Geçmişi inkâr etmek, geleceği inkâr etmektir. İnsan kendi alın yazısını kendi yazamaz: Ya kabul eder, ya inkâr eder. Eğer üvez ağacının kökleri derinde değilse, başı göğe ermez,” sözünü anımsatayım!
Evet, bu bağlamda neo-liberalleri, “sosyalizmin gönüllü cellâtları” olarak nitelemekte bir an dahi beis duymuyorum.
Sol, sosyalizm “gönüllü cellâtlar” tarafından katledilmeye kalkışılırken; “dogmatik olmamak”, ve “değişim” adına AB’ci, AKP’ci kesilenler; “yerelci”liğin, “etnikçi”liğin, “cemaatçi”liğin saflarına iltihak ettiler…
Tam da bu koordinatlarda ne emperyalizm, ne kapitalizm ne de sınıfsallık kaldı!
Siyaset(sizlik)i AB ve AKP şakşakçılığının aldatma, kandırma ve yalan(lar)ı üzerine inşa edenler, “Yetmez ama evet” ile şahikalarına ulaştılar!
NEO-LİBERALLERİN İŞLEVİ
Sungur Savran’ın, “Taraf gazetesi, AKP’nin tarafı!”;[15] Veysi Sarısözen’in de, “Fethullah AKP’ye emir veriyor, Hüseyin Gülerce de Taraf’a”[16] diye tanımladığı neo-liberallerin “AKP treniyle AB yolculuğunun hazin sonu”[17] herkesin malumuyken; bu da neo-liberallerin işlevinin ne olduğunun en net yanıtıdır!
Kim ne derse desin; “solcu, özgürlükçü” olduğunu şehvetle iddia eden liberaller, nihayetinde ve sadece AKP zihniyetinin düşünce üreticileridirler; hepsi o kadar!
İyi de liberal yaklaşımlar sahiplenilirken, “sol” demekteki ısrarın anlamı ne mi? Gayet basit: Neo-liberal politikalar karşısında yegâne muhalefet odağı olabilecek solu, sosyalizmi daha da etkisiz kılmak, paralize etmek!
“Taraf”ın; açık bir şekilde kapitalizmin, devlet politikalarının sürdürücülüğünü üstlendiği; bunu da “demokrasi” diyerek İslâmcı otoriter muhafazakârlığı alkışlayarak yaptıkları “es” geçilmemelidir.
Bir sürü neo-liberalin, İsmail (Beşikçi) Hoca’nın, Fikret (Başkaya) Hoca’nın, devrimci Kürtlerin, radikal sosyalistlerin ağır bedeller ödeyerek verdikleri mücadelenin meyvelerini devşirmeye kalkıştıkları tabloda; hem sağa, hem de “sola” akıl hocalığına soyunmaları, olsa olsa bir kara mizahtır.
Hayatları boyunca iki tavuğu gütmemiş, boyundan büyük laflar ederek idare-i maslahatla meşgul olanların, taş atıp da kolları yormadan kestikleri ahkâmla kendilerini, siyasal mücadelenin merkezine yerleştirmeye kalkışmaları, kesinlikle ve açık bir dille reddedilmelidir.
Mesela ‘Taraf’ yazarlarının sosyalist solun tümünü toptancı bir anlayış ile “Kemalizm ile kopamamış, işçi sınıfına dayanmadan sol bir askerî darbe ile iktidara gelme hayali kuran Jakobenler” olarak tariflemeleri yanında; Mithat Sancar’ın, “Bence Ağar, Kürt sorununun çözümüne katkı sunabilecek çok önemli isimlerden biridir, onun tespitlerine de ihtiyaç var,”[18] diyebildiği düzlemde onlar; devrimci gençlere, Kürtlere, aydınlara sürekli dudak büken, “Bunları artık sırtımızda taşımayalım,” tavırlarıyla; bırakınız solda konumlanmayı, solun tam da karşısındadırlar.
Onların böyle olmalarının önemli bir nedeni, Mevlana’nın, “Ger tu li ber bayê wekî giya li her hêlê bihejî, tu bi qasî çiyan jî bî, tê nebî hêjayî tiştekî/ Her rüzgârda otlar gibi sallanırsan, dağlar kadar olsan da bir şeye değmezsin,” sözünde betimlenen hâlleridir; devrimci romantizmini yitirmiş yorgunluklarıdır.
Örneğin Joan Baez’ın, ‘Le Monde’ gazetesine verdiği söyleşide, “40 yıl önce direnmek daha kolaydı. Durum açıktı. Sorunlar somuttu. Bugün ise düşmanı açıkça tespit etmek çok zor,” deyip, eklediği gibi:
“Zaman değişti. Bugün artık bu şenlikler büyük bir organizasyon, siyasi tarafı da pek yok. Hatta, kendimi sorguluyorum, 1971’de burada söylediğim, Maxime Le Forestier’nin “Parachutiste” şarkısını tekrar bugün söylemin bir anlamı var mı?
“Dünyanın hâli öyle bir felaket ki, beklentilerimizin ufuklarını daraltmalıyız…
“Bir ara, Barack Obama’nın bu çimento işlevini yürütebileceğini düşündüm. Bu hareketleri birleştirebileceğini düşündüm ama öyle olmadı…
“Bugün artık, tiz seslerde o kadar yükseklere çıkamıyorum. Üzgünüm, ama bugünkü sesim, gençliğimde anlatmayı bilmediğim şeyleri anlatıyor…”[19]
DERLER Kİ…
Sözünü ettiğim ruh hâlinin teslimiyeti onlara neler dedirtir, neler?!
Mesela Eser Karakaş, “AKP aslında bir vicdan partisidir,”[20] derken Roboski’den, Uğur Kaymaz’dan; Ankara’daki Hopa protestosu sonrası polisler tarafından kalçası kırılan ve bir bacağı 1.5 santimetre kısalan, Başbakan Erdoğan’ın “Kadın mıdır kız mıdır bilemem” dediği Halkevleri MYK Üyesi Dilşat Aktaş’tan; Hakkâri’de 23 Nisan 2009’da kafası dipçikle ezilen Seyfullah Turan’dan vd’lerinden hiç söz etmez! Sahi, bu nasıl vicdandır?
Bundan başka, Oral Çalışlar’ın ikide bir “Solun şiddetle sınavı”ndan[21] dem vurup da; dünyanın en örgütlü şiddetinin kapitalist devlet olduğundan söz etmemesi de tesadüfî değildir!
‘Yeni Şafak’tan Murat Aksoy, “Tarihçi Halil Berktay, Türkiye’de sosyalist ve liberal solcuların BDP’ye desteğinin arkasındaki unsurlardan birinin ‘ezilenlerin haklı şiddeti’ anlayışı olduğunu söyledi. Berktay, ‘Bugünkü Türkiye konjoktüründe, politik mücadele için şiddeti reddetmemek çok ciddi bir ahlâk meselesi, ilke meselesi. Benimle aynı veya sonraki kuşaklardan birçok solcu, hâlâ her türlü şiddeti reddediyoruz diyemiyor,’ dedi,”[22] saptamasını dillendirirken; “Solun silahtan başka çaresi yoktu demek akıl alır bir şey değil,”[23] diyen Murat Belge’ye, yine Halil Berktay’ın, “Hayır, ‘savunma’ şiddeti kaçınılmaz değildi ve şimdi de değildir. Daima bir tercihtir şiddet, ideoloji tarafından koşullandırılan ve kendi ‘patika bağımlılığı’nı yaratan. Mesele şiddetleri mukayese edip hangisi ‘ilk’ veya daha haksız (ve hangisi mazur görülebilir ?!) demek de değil. Başlı başına bu mantık sakat”;[24] Orhan Kemal Cengiz’in, “İnsanı araçlaştıran, şiddeti fetişleştiren bu arkaik ‘sol’ anlayış, şüphesiz ki belli gruplar tarafından sorgulandı ve bir kenara bırakıldı. Belli sol grupların da bu zihniyetle bir akrabalığı hiçbir zaman olmamıştı zaten. Ama Türkiye’deki pek çok sol grubun, şiddetle olan ilişkilenme biçimlerini hiçbir şekilde sorgulamadıklarını düşünüyorum,”[25] teraneleri eşlik ediyor…
Burada bir parantez açıp ekleyeyim: Nazizmin ilk yıllarında, Paris’teki bir yazarlar toplantısında, yazarlar peşi sıra kürsüye çıkıp, ‘yüksek ahlâkî değerlerden, kültürel değerlerden, barıştan, demokrasiden, şiddetten, uygarlığın barbarlık ve ahlâksızlık rejimine karşı savunulmasından, vb. söz ettikleri bir sırada, B. Brecht, kürsüye yönelir, mikrofonu eline alıp şöyle der: “Yoldaşlar, gelin üretim ilişkilerinden söz edelim!”[26]
B. Brecht’in orada dediği, asıl tartışılması gerekeni tartışmadığınız sürece, söylenenlerin hiç bir kıymet-i harbiyesinin olmadığıydı!
O hâlde hatırlatalım: Liberaller durmadan “şiddet”ten söz ederler; ama şiddetin kaynağının devlet olduğu gerçeğini “es” geçerek!
“Devlet, bir gücün özel örgütüdür; belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye mahsus bir şiddet örgütüdür,”[27] notunu düşen V. İ. Lenin yanında; M. Weber de devleti, “Belli bir arazi içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlayıp,[28] ekler:
“Devlet dediğimizde de, kuralların uygulanışında, yönetsel görevlileri yasal olarak fiziksel güç kullanma tekeline sahip olan ‘kurumsallaşmış nitelikte siyasal bir girişim’i anlatmak istiyoruz.”
“Hukuk kavramının belirleyici öğesi, (…) onu zorla uygulatacak bir ordunun varlığıdır. Bu ordu, kuşkusuz, bugün bizim alışık olduğumuz şeye hiç benzemeyebilir.”[29]
Bu kadarı, onların “entelektüel dürüstlük”ten ne anladıklarını ortaya koymuyor mu?
Öte yandan “Haksızlıklarla dolu olan ve bu haksızlıkların hiçbir zaman bitmeyeceği bir dünyada yaşıyor olmak”tan söz eden[30] Etyen Mahçupyan’ın, “Solun Trajedisi” adına, “Bugün eğer karanlıklar sorgulanacaksa, bunu ‘sağcılar’ yapacak ve ‘solcuların’ bunu nasıl kolaylaştırabileceklerine kafa yormaları gerekiyor,”[31] demesine ne demeli?
“Sol”a, “sağ” olmasını öneren liberal teslimiyet; müthiş derecede Fethullah Gülen’e sevdalıdır.
Bilmem bilir misiniz? Gülen’in manevi önderliğindeki “cemaat” her yıl ABD’de ‘Anadolu Kültür ve Yemek Festivali’ düzenler. Türkiye dışındaki en büyük ‘Türk festivali’ olarak tanıtılan söz konusu etkinliğin mekânı ABD eğlence sektörünün merkezi ve ABD’nin “en lüks, en nezih, en elit” bölgelerinden biri olarak tanıtılan Los Angeles’ın Orange County bölgesidir.
Festivale her yıl Türkiye basınından gazeteciler de, dönüşte izlenimlerini yazmak üzere davet ediliyor. 2011 yılındaki festivale 30 kadar Türkiyeli gazeteci katıldı. Sonra da festivale methiyeler düzen haberler, gazetelerde çarşaf çarşaf yer aldı.
Mesela Festival hakkındaki yazısında Ergun Babahan, “Gülen Hareketi Türkiye’yi başarıyla dünyanın dört bir yanına taşımaya devam ediyor. (…) Kendi kaynaklarıyla bu işi yüklenen Gülen Hareketi, sadece bir Türk Yürüyüşü’nün çok ötesine geçen bir organizasyona imza atıyor. (...) Dayanışma, kararlılık, fedâkarlığın kültürlerarası diyalog ve yakınlaşmada oynadığı büyük rolün açık bir örneği bu festival… Gülen’in önem ve değerini anlayamayanlar günümüz Türkiyesi’ni hiç anlayamaz,”[32] derken; Türkiye’nin ilk Maocularından eski ‘Aydınlıkçı’ ve “Pentagon’a giren ilk Türk gazeteci olmak”la övünen Cengiz Çandar da ekliyordu:
“Türkiye devletinin tanıtım fonunun tüm bütçesini ayırsa ya da Amerikalı bir lobi şirketine milyonlarca dolar akıtsa becerebilmesi mümkün olmayan bir tür lobi çalışmasının, Türkiye’de ‘cemaat’ diye genellenen veya ‘F tipi’ denilerek belirgin bir aşağılamayla kendilerinden söz edilen insanlar tarafından başarıldığı tartışma götürmez. Bunu ancak onlar böylesine becerebilirlerdi. Çalışma disiplinlerine, ideallerine sadakatlerine, her zaman ortaya koydukları pozitif enerjilerine ve üstelik alçakgönüllülüklerine hayran olmamak elde değil… Ne olursa olsun, sadece ABD’deki ‘Türkiye lobiciliği’nde değil, Türkiye’nin Kürt meselesinden Ermeni sorununun çözümüne, Türkiye’nin Fethullah Gülen hareketine ihtiyacı olacak.”[33]
Liberallerin “cemaat” aşkını ters yüz ettiniz mi; karşınıza kap kara bir anti-komünizm çıkar!
Burada sözü, “postmodern zamanlar”ın neo-liberal anti-komünizmine “olgun” bir örnek teşkil eden “eski TKP”li Zülfü Dicleli’ye bırakıyorum:
“Tartıştığımız şey aslında çok açık: Sosyalist (ya da Marksist, komünist) solun bir geleceği kaldı mı? Yoksa; sömürü var mı yok mu, kapitalizm güzel mi değil mi, sol bitti mi bitmedi mi, sizin ütopyanız, ahlâki tercihleriniz, hayalleriniz vs. var mı yok mu; kimse bunları tartışmıyor. Sosyalist sol varlığını ve gücünü böyle sübjektif görüş ve yaklaşımlardan almadı; çok somut tarihsel toplumsal olguların sonucu olarak tarih sahnesine çıktı ve var oldu. Başarı ve başarısızlıkları oldu. Ve sonunda giderek sönümlenmeye başladı.
Şimdi tartıştığımız şey şu: Sosyalist sola yeniden hayat verecek nesnel toplumsal koşullar bugün hâlâ var mı? Ben, yok diyorum. Solun tarihinin bu aşaması bir daha geri gelmeyecek şekilde sona erdi, tamamlandı diyorum. Bugünkü koşullarda sosyalist bir solu ne proje ya da mücadele stratejisi düzeyinde tanımlamak, ne şu ya da bu şekilde örgütlemek mümkün olabilir, diyorum. Kısacası, biz bittik diyorum!
Bu, elbette, solun bittiği anlamına gelmiyor. Solun tarihinin birinci (sosyalizm öncesi) aşamasını XIX. yüzyıl vahşi kapitalizm dönemi ve Fransız Devrimi bağlamında tarif edebilirsek, ikincisini XX. yüzyıl sanayi kapitalizmi ve Rus Devrimi bağlamında ele alabiliriz. Nasıl Jakoben solculuk belli bir tarihsel bağlamda ömrünü tamamladıysa, şimdi de sosyalist (komünist) solculuk tamamlamıştır, diyorum.
Şimdi solun tarihinin üçüncü aşamasının eşiğindeyiz. Bu, XXI. yüzyılın küresel bilgi kapitalizmine denk düşüyor. Nasıl sosyalist sol Jakoben solculuktan türemediyse, 3. Aşama Sol da sosyalist, sosyal demokrat ya da komünist soldan türemeyecek, onun yenilenmesi, dönüşümü vb. sonucu boy atmayacaktır. Bu zaten çok açık görülüyor. (Ama sosyalist sol gibi 3. Aşama Sol da kendinden önceki bütün ilerici, dönüşümcü, devrimci akımlardan elbette etkilenecektir).
3. Aşama Sol önceki iki aşamadan çok önemli şekillerde farklı olacak gibi görünüyor. Toplumun örgütlenmesinde bugün piramit yapılardan yatay ağ yapılarına geçiliyor. Dolayısıyla toplumsal değişim yukarıdan aşağıya olmaktan çok yatay ilişkiler içinde yol almaya başlıyor. Onun için ‘Önce siyasi iktidarı ele geçirmek için sol şiarlarla örgütlenelim, sonra iktidara gelip sosyalist projemizi hayata geçirelim’ şeklindeki alışıldık strateji işlemez hâle gelmiş bulunuyor. Aynı şey tüm toplumu kapsayan bir proje için de geçerli. Toplum, hayal etmesi güzel olsa da, projelendirilebilir bir şey değil…
3. Aşama Sol ‘yapan’ sol, değişimin praksisini yapan bir sol olacaktır. Yapmak için iktidara gelmeyi beklemeyecek bugünden değişimi gerçekleştirecektir. Yeni çözümler, yapılar, oluşumlar, kuruluşlar, uygulamalar başlatacak ve geliştirecektir.
Yeni bir sol aslında epeydir dünyanın çeşitli yerlerinde boy atıyor. Hem de çok çeşitli biçimlerde. Onlar kendilerine sol ya da sosyalist demedikleri için ve bizler de hâlâ sosyalist solun gözlükleriyle baktığımız için onları fark edemiyoruz ya da ‘bizi bozarlar diye’ etmek istemiyoruz…”[34]
“3. Aşama Sol”da olduğumuz (hadi zırvasına demeyelim!) “iddiası”na sarılan Zülfü Dicleli, “Yeni bir sol aslında epeydir dünyanın çeşitli yerlerinde boy atıyor,” diyor. Zülfü Dicleli’nin “sol”u ise, (yöneltilebilecek itirazlarla birlikte) şöyle:
i) “Muhammed Yunus’un başlattığı ve Bangladeş’ten tüm dünyaya yayılan mikro-kredi hareketi” (mikro kredileri ödeyemediği için intihar eden Hindistan’lılardan haberi var mı acaba?).
ii) “Organik tarım kuruluşları”, “kooperatifi hareketi”; “küçük şirketler-yerel yönetimler-sivil toplum kuruluşları” (Kim bunlar?).
iii) “Sürdürülebilirlik hareketi”, “sosyal girişimcilik hareketi” (Sürdürülemez kapitalizmin en temel yalanı “sürdürülebilirlik” değil mi?).
iv) “Uluslararası Af Örgütü”, “UNICEF”, “Greenpeace”, “UNDP”, “Habitat” (Bunlar yeni olmadığını gibi, bilinmeyen yeni keşfedilmiş şeyler de değil ki!).
v) Türkiye’de “STGM”, “Özel Sektör Gönüllüler Derneği”, “AKUT”, “BM Gönüllüleri”, “TOG”, “Türkiye 3. Sektör Vakfı”, “Kadın Emeğini Güçlendirme Vakfı”, “Kamer”, “Kader”, “Kagider” (Dicleli bu listeye TÜSİAD’ın adını eklemeye utanmış herhalde, ama bence haksızlık etmiş. Kaldı ki, yukarıda ismi zikredilenlere “Siz solcususunuz” derseniz, hemen itiraz etmezler mi?)
vi) “Wikipedia gibi ortak yaratımlar… Bu örnekler daha sayısızca çoğaltılabilir” (mi? Gerek yok bu kadarı yeter!)…
BELGE’NİN “MURADI”
Zülfü Dicleli’den bu kadar çok söz ederek, neo-liberallerin “pir”i, “üstad-ı azam”ı Murat Belge’ye haksızlık etmeyelim!
Bu bağlamda “70’lerden itibaren özellikle THKP-C kökenli halk hareketlerini teorik olarak besleyen birinci kaynaktı. Murat Belge de bu ekibin parçasıydı. Alın Devrimci Yol dergilerini ve bir de 80 öncesi Birikimleri okuyun, 89’da Murat Belge ‘Sosyalizmde tarihsel bir dönemin sonuna geldik’ değerlendirmesini yaptıktan hemen sonra Yeniden dergilerini ve çıkış broşürünü okuyun, alın ÖDP’nin kuruluş siyasetiyle Birikim’in kimlik politikaları tartışmalarını karşılaştırın,”[35] diye haykıran Gökhan Kaya pek de haksız sayılmaz… (Siz bakmayın bugün Belge’ye ateş püskürenlere, onlar yakın geçmişte Onun yanında, Ondan feyz alanlardı; herneyse!)
Son yıllardaki tüm tutumu, “Militarizmin yenilgisi toplumun kazancıdır,”[36] saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan Murat Belge’ye göre negatif olan hemen her şey “ordu”yla; “askeri vesayet”le ilişkilidir![37]
Ancak sözü edilenlerde, yukarıda andığımız biçimiyle bir terör aygıtı olarak devlet çok fludur. Devlet aracılığıyla siyasal iktidarı elinde tutan egemen sınıflar ise, hemen tümüyle “konu-dışı”dır!
Pratik soru(n)larla ilgilenmeyen; yüksek teorik soru(n)larla iştigal eden söz konusu tavrını; Spinoza’nın, “Filozoflar... insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: Bunun neticesi olarak, çoğu, bir etik yerine bir yergi yazmışlardır ve asla siyasette uygulanabilecek görüşleri olmamıştır,”[38] sözleriyle izah edebiliriz.
Ucuz bir toptancılıkla, “Solun yokluğu” konusunda; “Olmayan sol”a[39] sürekli akıl veren/ “eleştiren” Belge, “Sayıca artış ‘hizmet sektörü’nde. Proletarya durduğu yerde daralıyor,”[40] der ve ekler:
“Dünyada proletaryanın geleceği kuracak, bunun imkânlarına sahip sınıf görünümü vermediğini söylerken, bundan böyle sosyalizminin işçi sınıfıyla selâmı sabahı kesmesini salık vermiyorum.”[41]
İyi de Belge, emekçiler için neye salık verir; veya “solun yokluğu”nda “olmayan sol”a[42] niye akıl verir ki; bunları neo-liberal “absürd” dışında anlamak mümkün görünmemektedir!
Aslını sorarsanız, Onun bu konumunu, Aytek Soner Alpan’ın şu satırları yerli yerine oturtuyor:
“Murat Belge için sosyalist ideolojinin Türkiye’ye ‘montesi’, sosyalizmin liberal-demokrasi ile terkibi neticesinde gerçekleşecektir. Yani sosyalizm ancak Türkiye’de demokratik kurum ve olanakların geliştirilmesi misyonuna ortak olduğunda yerlileşebilecektir. Daha açık biçimde söyleyecek olursak, sosyalizm ancak bu doğrultuda ‘yapıbozuma’ uğratıldığında, Belge’nin ideolojik bularak, lego parçası misali, Marksizm’den atmakta beis görmediği unsurlar (diyalektik materyalizm, emek-değer teorisi) atıldıktan; sınıf, kimlik ile ikame edildikten ve liberal-demokratik paradigmanın gerekleri ‘nihai hedef’ olarak belirlendikten sonra sosyalizm -ya da ondan geriye ne kaldıysa- topluma mal olabilecektir. Bana kalırsa işin gerçekten ironik kısmı tam da burası: Zira, demokratik dönüşümlerin motoru olarak Avrupa Birliği’ne entegrasyon süreci görülüyor.”[43]
Tam da böylesi bir teorik çerçeveyle uyumlu politik duruş; Hopa olaylarını Ergenekon’a bağlamak için yoğun çaba sarf eden Murat Belge’yi, Mümtaz’er Türköne verdiği destekle “ödüllendirir”!
Metin Lokumcu’nun ölümünü “birilerinin AKP’ye oy kaybettirme çalışması” ve “Yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlik” sözleriyle değerlendiren, 3 Haziran 2011 tarihli ‘Radikal’ röportajında Metin Lokumcu’nun çevresini, çevresinin çevresini ve yumurtalı protestoları düzenleyen üniversitelileri Ergenekoncu ilan eden Murat Belge’ye Mümtaz’er Türköne’den gelen destek ve bir röportajında ‘Sırrı Süreyya’ya oy vermedim, az daha AKP’ye oy verecektim” demesi boşuna değildir. Çünkü bu tutum safını netleştirmedir!
Kolay mı? Belge, Hopa’da katledilen sosyalist bir insanın ölümünü vicdanen görmeye değer bulmuyor, dahası çoktan saflarını terk ettiği sosyalist mücadelenin bir parçasının polis eliyle öldürülmesine göz yumacak kadar körleşiyor.
Belge ömrü hayatında panzere çıktı mı bilinmez; ama yüksek maneviyatı ve bilgeliği muhtemelen onu bugüne dek hep panzerlerin üstünden alıkoymuştur.
Belge, işi bilenlerle aynı tarafta olacak kadar cevval, öngörülü ‘Taraf’tadır.
Tüm bunlardan ötürü liberal bir mit çözülmektedir.
1 MAYIS 1977 PARANTEZİ
Liberal mitin çözülmesini sadece Belge’nin gaflarına bağlamak da doğru olmaz; Halil Berktay’ın 34 kişinin katledildiği 1 Mayıs 1977 katliamının faturasını sosyalistlere çıkarmaya kalkışan aymazlığı da önemli bir kilometre taşıydı.
Gerçekleri, tarihi “keyfince” alt üst etme çılgınlığının unuttuğu şeyler vardı.
Mesela; “Tarihi yorumlamak, keyfilik demek değil elbette. Keyfilik hemen o sırada etkili olsa bile, zaman içinde sıradan düşer, etkisizleşir.”[44] “Tarihsel olanların nedenleri vardır, nedensiz olsalardı, tarihsellik kazanıp bugüne kalmayacaklardı,”[45] gibi…
Sola, sosyalizme düşmanlıkları “derin (denilen) devlet”i aklamaya kalkışacak kadar seviyesizleşen neo-liberallerin tutumuna ilişkin anımsatılması gereken şeyler var. Onlardan kimilerini sıralayalım.
İlki: Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 12 Eylül darbesiyle ilgili davaya Genelkurmay Başkanlığı tarafından gönderilen ‘Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı’ teyp kaydı metinlerinde, “Marksist kökenli bir rejimin kurulması için “teşkilâtlanma ve propaganda” ile “öncü savaşı verilmesi, devlet otoritesinin yıkılması” şeklindeki 2. safhanın başladığı, son safhanın ise “neticeye ulaşma” olduğu belirtilerek, “Türkiye’nin komünizmin kucağına düşmesini isteyen dış güçlere ve yeni bir modelle ortaya çıkmasına kesin olarak mâni olacak topyekûn bir mücadele içinde olmamız şart” kaydının düşünülmüş olmasıdır.
İkincisi de birinci elden tanıklıklar…
Örneğin İstanbul’un Belediye Başkanı Ahmet İsvan, tartışma yaratan “1 Mayıs katliamını sol gruplar yaptı” iddiasına kesinlikle katılmadığını vurgusuyla, “Katliam panzerlerle ve çevreden açılan ateşle oldu. Ben güvenlik güçlerinin bu planın parçası olduğuna inanıyorum” deyip; katliama dakika dakika tanıklığıyla, Berktay’ın “iddiası”nı “O gün başka bir güç daha devredeydi,” vurgusuyla yalanlayarak ekledi:
“Ellerinde tüfek olan 5-6 insan. Pantolonlarını potinlerinin içine sokmuş gibiydiler. Onlar görününce meydandaki insanlar feryat etmeye başladı; burada silahlı adamlar var diye. Ben de toplum polisinin başındaki polise gittim ve Sular İdaresi’nin tepesini gösterdim: ‘Kim bunlar? Sizin bildiğiniz insanlar mı, yoksa teröristler mi? Kim bu silahlılar?’ Tam ben bunları müdürle konuşurken aralarından bir homurtu yükseldi. Benden bahsederek ‘Ne arıyor bu herif burada’ dendiğini kulaklarımla duydum. Sonra polislerden biri sağ omzuma copla vurdu. Tabii bunu kürsünün etrafındaki çok kişi gördü ve bağrışmaya başladılar: ‘İsvan’ı dövüyorlar!’ Sular İdaresi’nin tepesindeki adamlar solcu fraksiyonlardan biri değildi…”[46]
Güneri Cıvaoğlu’nun dahi itirafındaki üzere, “1 Mayıs 1977 hâlâ yakın tarihin kozmik odasında. Gerçeğin ne olduğu 35 yıldır ortaya çıkarılamadı/çıkarılmadı.”[47]
12 Eylül Davası’nda 1 Mayıs katliamına ilişkin kendisinden bilgi talep edilen MİT’in, gönderdiği evraklar için ‘devlet sırrı’ şartı koşması tartışma yarattı. Katliam kurbanlarının avukatlığını yapan Rasim Öz, yargıdan evrakın saklanamayacağını belirtiyor. Avukat Ömer Kavili de MİT’in yanıtının “tevilli ikrar” olduğunu belirterek, “Burada bir toplumun geleceği karartılmıştır” diyor.
Kavili’nin verdiği bilgiye göre MİT, katliamına ilişkin hangi bilgilerin hangi merciden alınabileceğini içeren bu özet evrakın Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 125. maddesine göre, “devlet sırrı” kapsamında değerlendirilmesini istedi. Mahkeme Başkanı Süleyman İnce de duruşmada evrakın bu kapsama alındığını ifade etti.
12 Eylül davasına belge yollayan MİT, kanlı 1 Mayıs olaylarına ilişkin 5 Mayıs tarihli istihbarat raporunu mahkemeye göndermemiş. Söz konusu rapor Genelkurmay Başkanlığı’nca mahkemeye gönderilmiş, ancak üst yazısında devlet sırları kapsamında olduğu uyarısı yapılmış. Mahkeme bu belgelerin Genelkurmay’a ait olmadığı, devlet sırrı olup olmadığı konusuna MİT’in karar verebileceği gerekçesiyle teşkilâta soru yöneltti. Söz konusu rapor müdahil avukatlara verilmeyerek özel kasaya alındı… Gizli raporlarda neler neler olabilir?
1 Mayıs 1977 olaylarıyla ilgili hazırlanan belgesel için araştırma yapan ve materyalleri toplayan DİSK Basın Yayın Halkla İlişkiler sorumlusu Fahrettin Erdoğan, o dönemde yazılan yazılar ve yapılan araştırmaların olayın Kontrgerilla tarafından işlendiğini ortaya koyduğunu söyledi. Erdoğan, açılan davada DİSK’in avukatı Rasim Öz’ün mahkemeye sunduğu delillerin ise ortadan kaybolduğuna dikkat çekti.
Kanlı 1 Mayıs mağduru, o tarihlerde açılmış davanın işten el çektirilen savcısı Çetin Yetkin’in sonuçsuz kalan davanın iddianamesinden okuduğu bir paragraf çok önemli; iddianamede yer alan olaylar, faillere ilişkin suçlamaların gerçek olup bitenlerin çok küçük, esasa ilişkili olmayan bölümünü içerdiği saptaması yapıldıktan sonra “asli failler er geç tespit edilecek, hüküm giyeceklerdir,” itirafı da yer alıyordu.
Bu dava ile ilişkili mesleğini kaybeden savcının davanın soruşturulmadan açılmış olduğu saptaması bir başka hukuk garabetiydi...
Devam edelim: Katliama ilişkin yargılamayı yapan 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin savcısı Çetin Yetkin, katliamı sol grupların yapmadığına ilişkin yüzlerce kanıt olduğuna dikkat çekip, “1 Mayıs 1977, 12 Eylül’e giden sürecin ilk aşamasıydı. Olayın daha da büyük olması planlanmıştı ama mucize eseri bu düzeyde kaldı. Olayla ilgili iddianame hiçbir soruşturma yürütülmeden hazırlandı. Asıl failler Allah’a havale edilmiştir,” derken; kanlı 1 Mayıs’ta ateş açılan Intercontinental’de güvenlik güçlerinin bulunduğu belgelendi.
MİT, 12 Eylül davasında mahkemenin isteği üzerine 1977 yılında Taksim’de yaşanan “Kanlı 1 Mayıs” katliamına ilişkin gönderdiği belgede, Sular İdaresi binası ve Intercontinental Oteli’nden sıkılan kurşunlara değinmezken; 12 Eylül davası dosyasından çıkan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ait bir belge, 1 Mayıs katliamında Taksim Meydanı’ndaki kalabalığın üzerine ateş açılan yerlerden olan Intercontinental Oteli’nin caddeye bakan üst katlarındaki bir odaya polislerin yerleştirildiğini ortaya çıkardı! Taksim Meydanı’ndaki kalabalığın üzerine ateş açılan yerlerden biri de bugünkü adı The Marmara Oteli olan Intercontinental’in üst katlarıydı.[48]
Halil Berktay’ın 1977 1 Mayıs’ında Taksim’deki kutlamalarda 35 kişinin ölümünden sol grupları sorumlu tutmasına araştırmacı gazeteci Rıdvan Akar “belgeli” yanıt verirken; devlet görevlilerinin katliamdaki rolünü açığa çıkardı.
Akar’ın, haber sitesi “T24”te “16 Yaşımdan Berktay’a Cevap” başlıklı yazısında Berktay’ın iddialarının aksine alandakilerin Sular İdaresi’nin üzerinden ateş edenleri gördüğüne ilişkin belgelerin, döneminde açılan davaya bakan İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildiğini vurguladı. Akar’ın ortaya çıkardığı ve mahkemeye gönderilen belgelerdeki telsiz konuşmaları şöyle:
“- 6 numara 20’ye,
- Merkez 20 dinliyorum,
- Su deposunun üstünde silahlı kimseler olduğu söyleniyor. Bu adamları burayı çevirip de onları yakalayalım.
- Anlaşıldı.
- Merkez 176, müdürüm; Sular İdaresi’nin üstünde. Müdürüm oraya gittik, toplum kuvvetleri şu anda girdi içeriye, bir kısım kimseler yakalandı ve arama yapıyorlar, tamam.”
Sular İdaresi’nin üzerinden ateş açılmasından 20 dakika sonra polisin söz konusu noktayı kontrol altına alabildiğine dikkat çekerek, polis memurlarının mahkemede verdiği ifadede Sular İdaresi üzerinden ateş açıldığını teyit ettiğini anlattı.
2621 yaka numaralı toplum polis memuru Mehmet Ordu’nun ifadesinde, “...ve bu silah seslerinden sonra Sular İdaresi’ne ait binanın üst kısmından da ateş edilmeye başlandı” dediğini anlatan Akar, 2855 yaka numaralı toplum polis memuru Besim Yeten’in ise “İlk atış sesi Tarlabaşı istikametinden geldi. Onu takiben Sular İdaresi’nin üstünden 20-30 kişi aniden ateş etmeye başladı” yönündeki ifadesini aktardı.[49]
Böylesine net bir tablo karşısında TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner bile, “1 Mayıs 1977’de yaşanan menfur olayın hâlen aydınlığa kavuşturulmamış olması vicdanları sızlatmaya devam etmektedir,” derken; Fikret Bila ekliyordu: “1 Mayıs 1977 katliamı konusunda 35 yıldır değişmeyen bir algı, bu katliamın bir devlet tertibi olduğudur. 12 Eylül davasının açılmasıyla, bu yargıyı güçlendirecek bilgiler de ortaya çıkmaya başladı…
MİT’in 5 Mayıs 1977’de düzenlediği raporda devlet sırrı olan nedir? Eğer 1 Mayıs 1977 katliamı devlet işi değilse neden bilgiler sır gibi saklanıyor?
Söz konusu raporun ‘devlet sırrı’ olabileceğinin belirtilmesi ve bu nedenle mahkemeye bile okunup iade edilmesi koşuluyla verilmesi, suçluluk duygusuyla hareket edildiğini akla getiriyor.”[50]
Bunlar böyleyken; “1 Mayıs katliamında, sol gruplar arasındaki şiddetsever eğilimin, yaşananların asıl sebebini oluşturduğu görülebiliyor. Sol açısından inandırıcı özeleştiriye ihtiyaç var,”[51] diyen bir başka neo-liberal de; Oral Çalışlar’dı!
Oysa unutulan/ unutturulan yaşanan dönemin ruhuydu ve şöyleydi:
“Türkiye solu birçok noktadan tenkit edilebilir ve tartışılabilir. Ancak 1 Mayıs’ta ölenlerin sorumluluğunu ona yüklemek Ruşen Çakır’ın da konuyla ilgili yazısında belirttiği gibi Soğuk Savaş döneminde dahi görülmeyen bir tutum ve vicdansızlık olur. 1 Mayıs 1977 Taksim olaylarının yalnızca orada yaşananlarla değil, bu dönemde yaşananları resmetmesi bakımından tarihsel önemi var…
1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında yaşananları anlayabilmek için 70’li yılların başından itibaren dünyada ve Türkiye ‘de meydana gelen olaylara yakından bakmak gerekiyor. Solun yükselmesine bağlı olarak Soğuk Savaş’ın da yükseltildiği, Türkiye’nin ‘satranç tahtasındaki’ en önemli ülkelerden biri hâline geldiği yıllarda Türkiye’nin ne yapacağı kestirilemeyen bir lidere tek başına teslim edilmemesi gerekiyordu ve beklendiği gibi de oldu.
1970’li yıllarda içerde ve dışarıda yaşananları hatırladığımızda şöyle bir manzara görürüz: 11 Eylül 1973 Şili’de Pinochet darbesi. 20 Temmuz 1974 Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapması. Nisan 1975 Kızıl Kmerlerin Kamboçya’da iktidara gelmesi. 30 Nisan 1975 Vietnam’da sosyalistlerin iktidarı ele alması. 1 Mayıs 1977 Taksim olayları. 29 Mayıs 1977 Ecevit’e İzmir’de suikast girişimi. 5 Haziran 1977 genel seçimlerinde CHP’nin yüzde 42 oyla birinci parti olması. 24 Aralık 1978 Maraş olayları. 1 Şubat 1979 Abdi İpekçi suikastı. 1 Şubat 1979 Humeyni’nin İran’a dönmesi. 4 Kasım 1979 ABD’nin Tahran Büyükelçiliği’nin işgali. 24 Aralık 1979 Afganistan’ın işgali. 27 Mayıs 1980 Gün Sazak suikastı. 28 Mayıs 1980 Çorum olayları. 12 Eylül 1980 darbesi.
Yukarıdaki listede sıralanan olaylara ve yaşanan cinayetlere bakıldığında ülkenin nasıl bir akıl tutulmasına mahkûm edildiği ve asıl amacın istikrarsızlık yaratıp askeri darbeye zemin hazırlamak olduğu fark ediliyor. 12 Mart muhtırasından 12 Eylül darbesine 9 yılda 11 hükümet kurulup yıkılırken ülke büyük bir kaosa mahkûm edildi. Diğer taraftan SSCB’nin yayılmacı siyaseti karşısında Batı bloğu paniklerken, ABD’nin stratejik müttefiki Şah’ın İran’ını kaybetmesi, Türkiye’yi vazgeçilmez bir ülke konumuna getiriyordu.
70’lerin Türkiye’sine ve 1 Mayıs olaylarına dar bir pencereden bakmak reel politiğin hatalı okunmasına ve yanlış hükümlere varılmasına neden olacaktır. Son tahlilde yaşananların dışarıda SSCB’yi çevreleme politikası, ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol; içerde ise solun önünü kesme ve darbeyi meşrulaştırma çabalarından bağımsız ele almak doğru değildir.”[52]
Liberallerin görmezden geldiği, tam da bu tablodur!
Bir an “sosyal uyanış, toplumsal gelişmeyi aşmıştı” denilen kesiti anımsayın! Tam bu noktada egemen tertip devreye girdi ve bu, yeni de değildi: Kanlı tertiplerin merkezi Özel Harp Dairesiydi; ABD’ydi…
12 Eylül’den önce Sağ-Sol çatışması yaratıldı diyenler K. Maraş, Malatya, Sivas ve Çorum olaylarını da öyle mi görüyorlar? Oralarda iki politik grubun çatışması yoktu, Sağ’ın saldırısı vardı. 1 Mayıs 1977 katliamını da mı sağ-sol çatışmasıydı? Mart 1978’de Beyazıt’ta polis himayesinde ülkücülerin 7 genci öldürmesi mi öyleydi? (Himaye eden polis memuru şimdi Emniyetin önemli müdürlerinden oldu.) Ağustos 1978’de Balgat’ta bir kahvehanede Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından 5 kişinin öldürülmesi mi, Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de yine Çatlı’nın yönettiği bir saldırıda TİP’li 7 gencin boğazlanması mı, hangisi sağ-sol çatışmasıydı?
Faşist sokak hareketleri toplumda çok gürültü koparan ve toplumda güvensizlik duygusu ve güvenlik ihtiyacı yaratan olaylardır. Ama güvenliği sağlamakla görevli olan Emniyet güçleri kanunsuzluk yapıp saldırganları korurlarsa tabii ki saldırılar tırmanarak yükselir. Bilmem kaç kez Başbakan olmuş Süleyman Demirel, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin başbakanı olarak ne demişti, hatırlayınız? “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz.”
Tüm bu veriler ışığında neo-liberal Berktay’a (ve destekçilerine) ne demeli?
LİBERAL AÇMAZ
Liberallerin deşifrasyonu ve hayat onları müthiş açmazlarla karşı karşıya bırakmıştır.
Kemalizm’le uğraşmaktan, İslâmcı muhafazakâr dünya görüşü karşısında mücadeleci tavır içerisine giremediği gibi onları olumlayarak önlerini açan neo-liberaller; hararetle destekledikleri AKP’nin niteliğini görmezden geldiler.
Gerçekten de neo-liberallerin İslâmcı muhafazakârlık karşısında takındığı tutum, AKP’nin “ustalık dönemi” mimarisinde üzerine düşeni yapmıştır.
Ancak bu konuda Halil Berktay’vari, “Bir çuval inciri berbat ettiniz. Ülkenin önünü biraz açtınız ama sonra tıkadınız. Umutların köküne kibrit suyu ektiniz. Hele artan beklentilere oranla, Türkiye’yi gene berbat bir ülke hâline getirdiniz,”[53] haykırışlarıyla sorumluluk almaktan kaçarak; Ohannes Kılıçdağı gibi, “AKP hükümetinin çok fena bir biçimde yalpalamaya başladığı, hatta baş aşağı gittiği, ülke idaresinde kadim devletçi, baskıcı, astığı astık kestiği kestik bir tutum takındığı, sır değil. Nitekim gerek sosyal medyada, gerek yazılı basında birçok kişi bunu yazıyor ve eleştiriyor. Zaten hükümet de hâlihazırdaki iç ve dış ‘performans’ıyla eleştiriyi fazlasıyla hak ediyor. Yalnız, bu profesyonel ve amatör yazarların bir bölümü, hükümeti eleştirmekle yetin(e)meyerek, çoktan kabak tadı veren bir yaklaşımla, kendilerince AKP destekçisi olarak gördükleri ‘yetmez ama evet’çilerden de hırslarını almaya çalışıyorlar,”[54] diyenlere göre, aslında kendileri yanılmadı, sadece AKP değişti, fazlasıyla otoriterleşti…
Ancak nasıl rasyonalize etmeye çalışırlarsa çalışsınlar, hayatın gerçekleri neo-liberallerin sahte (pseudo) AKP algısını paramparça etmiştir.
Çünkü “Belge dahil birçok ‘sol liberal’ kanaat önderi, Türkiye’nin tarihsel seyrini Batı Avrupa’daki birkaç ülkede kapitalizmin ve demokrasinin çarpıtılmış bir tarihsel okumasını referans alarak ele alıyor. Böylelikle idealleştirilmiş bir ‘Batı’ tarihi, ‘norm’ olarak kabul edilirken, onun dışındakiler ‘atipik’ ya da ‘sapma’ olarak değerlendiriliyor. ‘Demokratikleşme’ kavramıysa bu anomalinin giderilmesinin yolu olarak öne sürülüyor. Bu bakımdan Türkiye’deki ceberrut devlete, bürokratik hâkimiyete ya da ‘askeri vesayet’ rejimine karşı sol siyasetin öncelikli ve aslî meselesi, burjuva demokrasinin ‘olağan’ seyrine kavuşması ve siyasal liberalizmin tahkimi olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla da demokratikleşme meselesi ‘normal’ bir parlamenter rejimin tesisi meselesine indirgenerek liberal bir çizgide sınırlanıyor.
Sol liberal normalleşme tezi, kapitalizmle demokrasi arasında ‘olağan’ ya da ‘normal’ koşullarda bir denklik ilişkisi kurarak kapitalizmin antidemokratik doğasını, daha da önemlisi neo-liberalizmin otoriter bir devleti pekiştiren eğilimini es geçiyor. Oysa kapitalist küreselleşme süreci, (ısrarla tekrar etmek gerek) ‘aşağıdakilerin’ kendi hayatlarını kurma ve kendi kaderlerini tayin etme enerjilerini zayıflatır bu anlamda da temelde antidemokratik bir süreç olarak işler. Sadece Türkiye’de değil, hemen bütün dünyada devletin yeniden paylaşımcı işlevlerini bir kenara bırakarak giderek daha ‘polisiye’, otoriter bir mahiyet kazandığı açıkken demokrasiyi ‘olağan’ kapitalist bağlamda ulaşılması gereken bir ‘norm’ olarak öne sürmek en hafif tabirle safdillik değilse nedir?
Demokrasi meselesini Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine endeksleyen ya da AKP’nin seçim ve plebisit zaferlerine ‘burjuva demokratik dönüşüm’ ve ‘normalleşme’ ihtimali açısından bir değer yükleyen sol liberal tutumun günümüzde hiçbir makul gerekçe ve izahı olamaz. Türkiye’nin ‘istisnailiğinin’ AB iteklemesi ve ‘yükselen’ Anadolu sermayesinin kalkışmasıyla meydana gelecek bir ‘burjuva demokratik dönüşüm’ ya da ‘normalleşme’ ile nihayet son bulacağı ham hayaldir.
Böyle bir şey dün de mümkün değildi belki ama kapitalist krizin ekolojik krizle bütünleşerek adeta bir medeniyet krizine dönüştüğü günümüzde, giderek otoriterleşen geleceğin ‘müstahkem’ dünyasında hiç mümkün değil.
Sermayenin küresel krizden istifade ederek, yani krizi fırsata çevirerek katmerlendirdiği neo-liberal saldırı dünya savaşı sonrasında oluşan her türlü ‘sosyal mutabakatı’ dinamitlerken, iklim krizi dünya ölçeğinde mevcut eşitsizlikleri daha da pekiştirirken, uluslararası siyaset giderek daha rekabetçi, kırılgan hâle gelir ve askerileşirken, dünyanın hemen her yerinde ‘güvenlik’ söylemi hakların önüne geçirilirken demokratikleşmenin tarihsel norm olduğunu söylemek abes.
Naomi Klein’ın tabiriyle ‘felaket kapitalizmi’ çağında sol liberal tipte bir evrimciliğe, egemenler arasındaki ihtilaflardan neşet edecek bir normalleşmeye bel bağlamak fikren iflas etmektir.” [55]
LİBERAL KÖRDÜĞÜM
“Yetmez ama evet”çilerin dahi gelinen noktadan memnun olmadığı koordinatlarda liberaller bir kördüğüme saplanmış durumdadırlar.
AKP’ye endeksli liberallerin hazin şaşkınlığı, aynı zamanda bir kara mizah konusudur.
Kendini, iç bükey aynalarda “dev” gibi gören iflah olmaz abartıya ilişkin, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Adem Palabıyık, “Ahmet Altan’ın kendisi, AKP’nin izlediği politika sayesinde bugün Taraf gibi bir gazetede başyazarlık yapabilmektedir,”[56] derken; ‘gazeteden ayrılan köşe yazarı Elif Çakır, ‘Taraf’ın ibretlik hikâyesini şöyle anlatır:
“Takdir edilesidir de şunu da bilmek gerekiyor ki Ergenekon belgelerini Taraf bir gazetecilik başarısıyla ele geçirmiş filan değil ‘yayınlaması’ için öncelikli olarak tercih edildi… Eğer bu belgeleri yayınlamak bir risk ise o riski seve seve göze alan ve elini taşın altına koyan Yeni Şafak, Zaman ve Star gazetesi ve kamuoyunu bilgilendirmek için ekranlarını Ergenekon davasına ayıran haberleriyle tartışma programlarıyla destekleyen televizyon kanallarını unutmamak gerekiyor.
Evet Taraf takdir edilecek bir tavır sergilemiştir ama tek başına öyle ‘kendilerinin’ ısrarla ‘kutsallaştırdıkları’ gibi bir durum yok, ısrarla Taraf’ı tercih edenler de pekala aynı cesareti gösterecek gazetelerin varlığını biliyorlardı ve hangi gazeteye verilse yayınlanacağını da...
İsmini zikrettiğim bu gazetelere belgeler gitmiş de kapılarından geri dönmüş değil.
Aynı şekilde AKP siyasetçiler defaatle ‘iktidara geldiğimizde bu belgelerden darbe hazırlıklarından haberdar’ olduklarını dillendirdiler... Başbakan Erdoğan’ın ‘kefenimiz üzerimizde’ sözlerinin hiç mi kıymeti yok? Siyasi irade eğer ki bu davanın arkasında durmasaydı yayınlanan o belgeler ‘kağıt parçasından’ öteye geçebilir miydi?
Velhasılı kelam... Abartmayın...
Herkes üzerine düşeni yaptı, kiminin yazılarıyla, kiminin üç beş gazete alarak, kiminin reklam vererek sunduğu katkıyla bu süreçte gazete ayakta tutulmaya çalışıldı. Takdir edildi.”[57]
Liberal ‘Taraf’ın ne olduğunu, sınırlarını, neye hizmet ettiğini yukarıdaki satırlardan daha net sergileyen ne olabilir ki?
Evet, Salih Tuna’nın, “Ahmet Altan’ın taaccübü”yle, “nefreti”yle[58] dalga geçtiği; Yasin Aktay’ın, “Taraf’a ne oluyor? Anlamakta gerçekten zorlanıyoruz. Açıkçası bu kadar Kemalistliği Taraf’tan hiç bir zaman beklemezdik,”[59] uyarısını dillendirip; Başbakan Erdoğan’ın azarladığı liberallerden Emre Uslu, “Taraf’ın hedef seçilmesinin bir nedeni var: konvansiyonel medyanın bir kurum olarak nerdeyse tamamının sindirilmesine rağmen Taraf’ın hâlen bir kurumsal alternatif olarak varlığını sürdürmesi. Ben Taraf’a yönelik yürütülen kampanya ile başka gazetelerde yazan liberallere yönelik kampanyanın arkasında aynı ellerin olduğunu düşünüyorum. Mantık şu şekilde işliyor: Eğer Taraf olmazsa diğer medya organlarında yazan liberalleri birer birer susturmak kolay. Zira medya patronları ‘liberalleri işten at’ diyecek bir iradeye dayanacak durumda değildir,”[60] dese de liberal saflarda öne çıkan dağınıklıkları, parçalanıp, bölünmeleridir.
14 Nisan 2009’de başlayıp binlerce kişinin tutuklandığı “KCK Harekâtı” kapsamındaki dalgada akademisyenlerin, Kürt dostlarının da hedef alınması liberalleri sarsıp, savurdu. Nazlı Ilıcak, Cengiz Çandar, Hasan Cemal bile süren davaları eleştirmek zorunda kaldı.
“Erdoğan’ın Türkiye’yi götürmekte olduğu yer, giderek daha çok kişiyi ürkütmeye başladığı için... Hadi Uluengin bile Taraf gazetesindeki köşesinde ‘60 yaşından sonra hayatımda ilk kez CHP’ye oy verebilirim, çünkü AKP’nin ilerici barutu tükendi; çoğunluk sultası kibriyle dünün mağduru bugünün mağruruna dönüştü. Hayat tarzımızı tehdit ediyor. Onu frenleyecek bir siyasi yapının güçlenmesi şart’ diyor...”[61]
Ancak Hüseyin Gülerce, “KCK, Liberaller ve Yol Ayrımı” başlıklı yazısında, “Belli isimler söz konusu olunca, yargının yanlış yaptığını ilan etmek, terörle mücadeleyi zaafa uğratmaz mı? Karşımızda şiddeti ve ırkçılığı savunan bir yapı var,” saptamalarıyla tutuklanmaları açıkça savundu.[62]
“Yol arkadaşlığı” sarsılırken; Cemaat’e yakınlığı ile bilinen ‘Zaman’ yazarlarından Şahin Alpay ile bir dönem hükümete büyük destek verip daha sonra eleştirmesinden dolayı ‘Star’daki işine son verilen Mehmet Altan arasında 9 Temmuz 2012’de televizyon ekranlarında sert tartışma yaşandı.
Hükümetin tavrını ve yönelimlerini sert biçimde eleştiren Mehmet Altan AKP’nin demokrat olmadığını ifade ederken Zaman yazarı Şahin Alpay ise Altan’ın bu fikrine katılmadığını, AKP’nin demokrat olduğunu dile getirdi…
Alpay’ın AKP’nin demokrat kimliğine kefil olmasıyla araya giren Mehmet Altan şiddetli bir itirazda bulundu. 4+4+4 eğitim düzenlemesi, Uludere katliamı, işçi ölümleri, doğal afetlerdeki ihmaller gibi konular teker teker sıralayan Mehmet Altan “bu mu demokrat kimlik?” diye sordu.
Burada bir parantez açıp soralım:
Mehmet Altan’ın ‘Star’ gazetesindeki yazılarına son verildikten sonra; AKP iktidarına veryansın etmesi ne kadar samimi addedilebilir?
“Biat kültürü”ne, “Uygun davranmayanlara yol verildiği”ne, “Basın özgürlüğünün ayaklar altına alınmış olması”na, “Yalnızca övmenin yetmediği, ayrıca bu övgüyü yalakalık sosuna sarıp sarmalamak gerektiği”ne, “Gazetelerin nüfuz kullanarak, tehditle reklam aldıkları”na dikkat çeken Mehmet Altan, bunların farkına yeni mi varıp, hidayete ermiştir?
Hayır bu “yetmez”; açık özeleştiri gerekir; “ben yaptım oldu”, “tu kaka” diyerek sorumluklardan kaçınılamaz!
Bir parantez daha açarak, AKP’ye verilen “avans” konusunda hatırlatmadan geçmeyelim.
AKP iktidarında, “Düşünce özgürlüğünün bile tehlikeye gireceğini düşünmemiştim,”[63] diyen Prof. Büşra Ersanlı; 25 Temmuz 2012 akşamı Enver Aysever’in programında da, ‘İlk zamanlar demokrasi ve özgürlükler konusunda, Tayyip Erdoğan’ın gelmiş geçmiş en radikal reformcu olduğu konusunda yazılar yazdım. Ancak böyle olmadığını gördüm ve pişmanım’!”[64] notunu düştü…
Irvin D. Yalom’un, “Ortada konuşulmayan büyük bir şey varsa, başka önemli bir şey söylenemez,”[65] uyarısının altını çizerek sorayım: AKP gerçeği ve ne yapacağı bu kadar “bilinmez” miydi? Elbette değil!
Hatırlayın: aynı kesitte Büşra Ersanlı’nın “Evet” dediği yanılgıya; sesleri kuru gürültü içinde bastırılsa da, “Hayır” diyenler vardı…
Bunlar unutulmasın diye ve buncasının ardından yine Büşra Ersanlı’nın, “Hüseyin Gülerce aradı ve “vefa borcu olduğunu” (bana) söyledi. “Siz bizi zor günümüzde desteklediniz, biz sizi desteklemedik, özrümü kabul edin,” dedi. Ben de bu cümleyi sarf eden her insanla ilişkimi sürdürebileceğimi söyledim,”[66] demesine de; “Leyla Zana’nın Başbakan Erdoğan’la görüşmesini olumlu bulması”na[67] da yine “Hayır” notunu düşmeden geçmeyelim…
Nihayetin de AKP’nin liberallerle “balayı” olarak nitelenmesi mümkün olan yol arkadaşlığı, Oral Çalışlar’ın, “Türkiye, büyük bir değişimden geçerken demokrasi isteyen aydınlarla, AKP arasında, dindarlar arasında bir ittifak oluştu. Değişime ve demokratikleşmeye destek veren aydınların belirleyici bir toplumsal tabanı veya ‘yaptırım gücü’ yoktu… Şimdi temel sorunlardan birisi yine ‘liberaller’!”[68] “AKP bizi aldattı mı?”[69] nidaları eşliğinde nihayete eriyor.
Olup bitenin bakiyesini, belki de en iyi Serdar Turgut şöyle özetliyor:
“Liberal olarak adlandırılan ama bu adı katiyen hak etmeyen kesim AKP ile konjonktürel ittifakını bozdu. Kendileri için bu, tasfiye olmaları anlamına geliyor AKP içinse onlar bu ayrılıktan çok rahatlamış olmalılar. Çünkü bu aşamada yeni ittifaklara ihtiyaç var, geçmiş yıkım döneminin ittifak gücü liberallerdi şimdi ise yapım dönemi başlıyor ve liberallerin konjonktürel ve kısıtlı faydası bitti… Aslında bu değişim sürecinde ne AKP ne de lideri hiç değişmedi, onlar hep aynı kaldılar. Değişenler ise ellerindeki konjonktürel gücü kaybettiklerini gören liberaller oldular.”[70]
“SOL” NE?
Şimdi burada “sol” parantezi açalım.
Öncelikle “sol”un ne olduğuna dair rivayetler muhteliftir.
Birkaç örneği hızla sıralayalım:
Cemil Meriç için, “Sol, Latincede meş’um, eski Almancada eğri demek... Cehenneme inen merdiven hep sola bükülür. Sağ, kibar ve imtiyazlı; Rabbin sevgili kulları sağında oturacaklar, diyor Tevrat…”[71]
Nuray Mert’in, “Bir başkasının derdiyle dertlenmek, başkasının başına gelenden dolayı kalbi sızlamak, insanlığından utanmak, isyan etmek, insanı solcu yapan aslında budur”; Ataol Behramoğlu’nun, “Günümüz Türkiye’sinde (ve herhâlde bütün ülkelerde) solcu olarak, emekten yana değerleri temsil eden kişiler ve kurumlar adlandırılıyor. Daha da genelleştirerek söylersek solculuk, her türlü tutuculuğun karşısında, ileriden, değişimden yana olmaktır,”[72] sözleriyle de tanımlanır “sol”…
Mehmet Altan da, “Geçmişin vicdan ve ahlâk anlayışları artık geçerliliğini kaybetti” görüşünden yola çıkarak, ekonominin sermaye değil, buluşlar ve inovasyon tarafından yönlendirildiği, ulus-devletlerin gücünü yitirdiği, ırkçılığa ve aşırı milliyetçiliğe karşı Panhümanizmin doğup geliştiği bu yeniçağda, yeni bir vicdan anlayışına ihtiyaç duyulduğunu vurgusuyla, “Yeryüzündeki tüm insanları komşun gibi görerek hareket eden ve ona karşı yapılan haksızlıklara isyan eden bir anlayışa doğru gidildiğini anlatmaya çalışıyorum,”[73] diyerek anlatıyor “sol”unu!
SODEP’in eski lideri Hüseyin Ergün’e göre, “Kalkınmacı olmayan sol hareketin yeri çöplüktür. Bugün Türkiye’nin sahici, kalkınmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi bir sol siyasi harekete şiddetle ihtiyacı var”dır.[74]
“Sol planlamadır,”[75] diyor Ercan Yeşilyurt…
E. Fuat Keyman’ın, “Solun kendini yenileme, vizyon kazanma, toplumla kucaklaşma ve ‘eşitlik-vicdan-demokrasi’ ekseninde Türkiye’yi ve dünyayı anlama ve dönüştürme iddiasını kazanma zamanıdır,”[76] saptamasına; “Türkiye’de en büyük sorun çağdaş dünyada demokrasinin ne olması gerektiğine, demokratik imkânların ne olduğu ve nasıl çoğaltılabileceğine kafa yormuş bir ‘sol’ olmaması.”[77] “… ‘Sol siyaset’ olması için önce ‘sol analiz’ olmalı. Bu hiç olmadı ki ‘sol siyaset’ olsun,”[78] diye ekliyor Murat Belge…
Gündüz Vassaf da, “Yeni sola doğru” alt başlığında şöyle bir reçete sunuyor: “Dünya kabuk değiştiriyor… Solu bekleyen, artık varlığı bile tartışılan işçi sınıfının devrimi değil… Yeni sol anlayışı geleneksel askeri marşlarla değil insana duyarlı şarkılarla kendini ifade ediyor… Mesele, toplumsal duyarlılığın seferber edilmesiyle, seçim seçenekleri kalıplarından, seçim yapılmayan ara yılların uyuşukluğundan özgürleşebilmek. Çeşitli eylemlerle her gün dünyayı azıcık değiştirebilmek! Günlük yaşantımızın demokratikleştirilmesinden hareketle dünya vatandaşlığının yolunu açabilmek…”[79]
Aynı bağlamda “Solcu haddini bilmeyenlerin, kapitalistlerin, erkek egemenlerin, ırkçıların, çevre düşmanlarının karşısına yeni bir dünya mümkün diye çıkanların adıdır… Solcunun her meseleyi bir temel çelişkiyle anlatacak ezberi yoktur. İktidar ilişkilerinin birbirinin içine geçen şelaleler gibi şekillendiğini, gündelik ilişkilere sirayet ettiğini, sınıf diktatörlüğüyle ya da topyekûn devrimlerle dünya cennetleri kurulmayacağını bilir,”[80] diyor yüksek sesle Koray Çalışkan…
Bu arada “Solun mirası üçe ayrıldı. Bir kısmı, Atatürkçülüğün, bir kısmı da Kürt milliyetçiliğinin kuyruğuna takıldı ve Kürt devrimi projesine angaje oldu. Eski TKP’den, PKK ve BDP’ye azımsanmayacak sayıda iltihak oldu…
Bir kısım solcular, anti-emperyalizm köprüsünden yürüyüp saf milliyetçilikten Marksizm’e geçmişlerdi. Şimdi gene anti-emperyalizm köprüsünden yürüyüp saf milliyetçiliğe geri döndüler. Asıllarına rücu ettiler…
Bir kısım solcuların beyninde sadece bir lob kaldı: Anti-emperyalizm lobu! Bunlar, adalet emeğin kurtuluşu, sosyalizm idealleriyle birlikte beyinlerinin ‘özgürlükçü lobunu’ da yitirdiler,”[81] demeden edemiyor topyekûncü kategorizasyonuyla Halil Berktay!
“Bugün Türkiye’de ‘sol siyaset’ denince akla gelenler büyük ölçüde ‘marjinal küçük guruplar’. İnsanlık için ‘sosyalizm’in tek çıkar yol olduğundan emin olan bu guruplar yer yer otorite karşıtı eylemleriyle akla geliyorlar. Tabii ki aralarında her birinin sosyalizmin yorumuyla ilgili olduğu kadar bu amacın nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili olarak da büyük farklar var,”[82] saptamasını dillendiriyor Erol Katırcıoğlu…
Söz konusu tanımların çeşitliliği, elbette bir değerlendirmeye muhtaç. Ama üç tane saptama var ki, insanın soluğunu “kesiyor”.
İlki ‘Amerikan Demokratik Sosyalistleri’ (ADS) Ulusal Direktörü Maria Svart’ın, “Amerikan politik sistemi o kadar sağa eğilimli ki biz kendi desteklediğimiz adayları ‘en seçilebilir sol’ diye tanımlıyoruz aslında,”[83] diyen “ehven-i şer”çiliği!
İkincisi: “Ümmetçi kalınabilseydi, başta Kürt sorunu olmak üzere bütün sorunları çözülürdü. Alevi sorunundan Ruhban Okulu’na kadar her şey ümmetçilik zihniyetiyle çözülürdü. Üstüne anti-kapitalist bir dünya da beraberinde gelirdi,”[84] diyen BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın kafa ve kavram karışıklığı!
Üçüncüsü de “Çin Komünist Partisi bugün emperyalizmin en gerici güçleri ile anarko-nihilist laf ebeleri dışında bütün dünyanın saygı duyduğu bir siyasal kuruluş durumunda,”[85] diyen Cavlı Çulfaz’ın Ç“K”P’yi sosyalist ilan eden reel-politikerliği!
İyi de sol nedir?
Teorik, ideolojik, politik, tarihsel, vb. tanımlara, yorumlara, tartışmalara girmeden: Net biçimde emekten yana sermayeye karşı olan, duran bir adaleti, kardeşliği temsil etmektir sol.
En geniş anlamı: Açların işsizlerin, yoksulların tarafında olmaktır. Nitekim kelimenin aslı Fransız Devrimi’nden sonra meclisin solunda oturan ve yoksullardan yana olan üyelerden geliyor.
Ama ekmeğini yoksullarla bölüşmeyi va’zeden bir hümanizma değildir. O yoksulluğu yaratan üretim ve bölüşüm koşullarına yöneltilmiş bir itirazdır.
Yaşadığımız dünyanın ahvaline, insanların çektikleri acılarına yani zalim(ler)in zulmüne karşı “Hayır” yanıtıdır.
İktidara, tahakküme, baskılara karşı güçsüzlerin, madûnların, ezilenlerin yanında durmanın, dik durup diklenmenin ahlâkıdır.
Beyaz Adam karşısında siyah, istilacı karşısında yerli, patronun karşısında emekçi, erkeğin karşısında kadın, Türk’ün karşısında Kürt, polis karşısında öğrenci olabilme empatisidir.
Ve emperyalist girişimlere, sömürgeciliğin her biçimine karşı çıkma cüretidir.
Sömürü ve baskı dünyasının değişmesi gereği, başka bir dünyanın mümkün olabileceği umududur sol.
Ve bu ahlâk, bu empati, bu cüret ve bu umuttan bir dizi siyasal doğrultu ve eylem üreten bir siyaset yatağıdır.
İnsan(lık)ın, Spartaküs’ten beri süregelen ütopyasına sırt çevirmemektir.
En önemlisi de, liberal değer(sizlik)lerle hiçbir ilişkisi yoktur ve olamaz da solun…
GÜLMEDEN GEÇİLEMEYEN ZIRVALAR
“Sol”un ne olduğuna dair rivayetler muhtelifken; gülmeden geçilmemesi gereken zırvalardan kimileri de şunlardır:
Mesela “AKP yeni solun da adresi” başlıklı yazısında Murat Aksoy der ki: “Başlığı ‘Sol parti AKP’den mi çıkacak?’ şeklinde de okuyabilirsiniz…”[86]
Evet, evet AKP’nin içinden çıkacak bir “sol”dan bahsediliyor!
Mesela eski(meyen) ülkücü Mümtaz’er Türköne, her işi “tamamladıktan”(?) sonra, “sola da el atarak”(!) der ki:
“CIA eski istasyon şefi Graham haklı. Türkiye’ye sol lâzım. Ama nasıl adam olacaklar? Amerika el atarsa belki...”[87]
“Sol kendini yenileyemiyor. Sonuçta, ‘Memlekete lâzım olan sol düşünce de İslâmcılar tarafından’ getiriliyor. İslâmcıların ürettiği sol ideolojinin içeriği, aslında geleneksel solun dolduramadığı boşluk hakkında fikir veriyor. Geleneksel solun anti-kapitalizmle, sınıf mücadelesi ile ve yoksulların haklarını savunmakla bir ilgisi yok…
Sol, anlam veremediği ve kendine bir yer bulamadığı bir dünyada var olmaya çalışıyor. Çaresi değişmek ve titreyip aslına dönmek...”[88]
“Sol demek, tutarsızlık demek...”[89]
“İllegal sol örgütler her devirde darbecilerin oyuncağı oldular. Örtülü operasyon kabiliyetini geliştirmek için devlet içindeki çeteler bu örgütlere sızdılar. Bazılarını kendileri kurdular ve yönettiler. Bugün 12 Eylül davasının görülmesini, bu derin devlet uzantıları ve kılıç artıkları engellemeye çalışıyor…”[90]
Mümtaz’er Türköne’nin “sola akıl vermesi”, bu konuda ahkâm kesmesi, CIA eski istasyon şefi Graham Fuller’den farksızdır! Ancak ne yazıktır ki, bu zırvalar yer yer “ciddi”ye alınıyor.
Tıpkı Demir Küçükaydın’ın satırları gibi:
“Türk sosyalistleri hayatiyetini yitirmiş bir ceset gibidir. Bu bakımdan Kürt Özgürlük Hareketi, Türk sosyalistlerine pek fazla bel bağlamamalı. Ama bundan Türk sosyalistleriyle bir araya gelmemeli gibi sonuç çıkarmamalı. Özgürlük Hareketi, Türkiye’deki demokratik muhalefeti, Türk sosyalistlerine havale etmeyi bırakmalı, bunu kendi örgütlemeye ve birleştirmeye çalışmalı. Türk sosyalistleri bunu başlatmak için bir işlev görebilir. Eskiden tulumbalar vardı su çekmek için. Ama su çekebilmek için, bu tulumbalara bir kaç maşrapa su dökmeniz gerekirdi. Elinizde bir tulumba, kuyuda su olsa da, pis de olsa bir maşrapa suyunuz yoksa, suya ulaşamaz onu yukarı çekemezdiniz. İşte Özgürlük Hareketi sosyalistleri böyle, Türkiye’nin demokratik güçlerine ulaşmak ve onları örgütlemek için, bir maşrapa su gibi değerlendirmelidir. Sosyalistlerin bir hayatiyeti yoktur. Sadece fiziki olarak güçsüz değiller; entelektüel olarak, teorik olarak da tükenmiş durumdalar.”[91]
Kuruçeşme, ömrünü doldurmuş sosyalist örgütleri; ÖDP de ömrünü doldurmuş Dev-Yol’u yeniden canlandırdı.
Bu Kongre’nin akıbeti de böyle olabilir pekâlâ. Kendi cenaze merasimlerini yapan Türk sosyalist yuvarlar, kendilerine karşı kararlılıkla durulmaz ve mücadele edilmezse, pek ala buradan güçlenerek çıkabilirler. Hatta bu Kürt hareketinde yol açacağı zafiyetle (yani Türkiye’nin Batı’sında bir demokratik ve devrimci örgütlenme ve kabarışı engelleyerek, dolayısıyla sonuçta Kürt Hareketi içinde burjuvazinin ağırlığını arttırarak böylece tecridi daha da pekiştirerek) bir gerileme ve yenilgiye. Bu yenilginin ve gerilemenin ideolojik ve sosyal iklimi de bu yuvarların varlıklarını sürdürebilmeleri için çok elverişli koşullara yol açabilir.”[92]
Şimdi burada durup boyundan büyük laflar ederek ahkâm kesenlere; Juvenalis’in ‘Hicivler’ kitabındaki “Sed quis custodiet ipsos custodes/ Peki ama gözcüleri kim gözleyecek?” sorusu eşliğinde; B. Shaw’ın, “Birisini eleştirmek istiyorsak en uygun yer aynamızın karşısıdır,” sözünü ve Afşar Timuçin’in, ‘Geçen Zamanın Türküsü’ndeki “Bir de pisliğin çiçek gibi büyüttüğü/ Uyuşuk ve anlamsız otlar var,” dizelerini anımsatalım!
Bir yandan “Sol öldü, bitti, yok oldu,” diye kına yakıp, bir yandan da sürekli “solcular”ı eleştirme, onlara akıl verme, yol gösterme saplantısı, nasıl bir hastalıktır, gerçekten de?
NEO-LİBERALLERİN PARLAK (VE BOŞ) LAFLARI
Öncelikle parlak (ve boş) laflarıyla müsemma neo-liberaller konusunda; her parlayanın altın olmadığını, tenekelerin de parladığını ifade etmem gerek…
Mesela Roni Margulies, “Sosyalizm fikri belini doğrultamadı,”[93] derken Halil Berktay’ın, “The war is over… La guerre est finie… Savaş bitti...”[94] diye eklemesi gibi…
“Belin nasıl eğrildiği”, “Savaşın nasıl bittiği” öznel bir ön kabul, politik okuma ve tercih meselesidir ki, “Marksizmin Abdurrahman Çelebileri”nin[95] anlayamadığı; anlamak istemediği de tam burasıdır.
Evet Taha Akyol, ‘Sosyalizmin Sonu?’ başlıklı yazısında, “Sosyalistler nihayet ‘işin esasını’ tartışıyor. Taraf gazetesinde Halil Berktay’ın başlattığı ufuk açıcı tartışmadan bahsediyorum. Murat Belge, Nabi Yağcı ve ‘komünist’ Roni Margulies’in tartışması... Dostum Hadi Uluengin de Hürriyet’te güzel bir yazıyla katıldı,”[96] diyerek “Abdurrahman Çelebiler”e alkış tutabilir.
Ancak bu alkışlar, “Abdurrahman Çelebileri” de, yaptıkları işi de meşrulaştırmaz!
Bu işin bir yanı; öteki(leri)ne gelince: “Marksizmin eksik bıraktıkları”ndan[97] söz eden Semih Gümüş’ün, “Marksizm, kendisini iktidar aracına dönüştüren siyasetin açtığı derin yaraları siyasetin içinde iyileştirmez,”[98] saptaması…
Veya Murat Belge’nin, ‘Lekelenmiş bir Marksizm- Leninizm bayrağı altında yeniden toplanalım’ diyecek hâlim yok. ‘Gerçekte- olduğu- gibi- değil- olması- gerektiği-gibi- sosyalizm” adıyla yeni bir parti kurmayı da tasarlamıyorum… Sosyalizm, son analizde, olacağını vaat ettiği şey olamadı,”[99] türünden saltçı eleştirmenliğiyle iştigal etmesi…
Ya da M. Hardt ile A. Negri’nin, ‘Ortak Zenginlik’te, modern zamanların devrim düşünü günümüzün “post-modern” dünyasında yeniden kurma “iddiası”yla; “yeni bir mülkiyet biçimi olarak ortak zenginliği” sunup; “Ne özel mülkiyet ne kamu mülkiyeti! Ne kapitalizm ne sosyalizm!”[100] parlak sözünün politik pratik açısından hiçbir şey anlatmadığı; hiçbir şeyi karşılamadığı görmezden gelinir…
Ne derseniz deyin; neyi “iddia” ederseniz edin; yaptığınız dünyayı değiştiren bir politikaya mündemiçse; yani Aristoteles’in ‘Politika’ başlıklı yapıtında belirttiği gibi yurttaşların toplumu ilgilendiren işlerle ilgili olarak yapılıyorsa; Maurice Duverger’nin, “Siyaset (politika) hem bir çatışma ve iktidar kavgasıdır,” saptamasına itirazınız mümkün değildir.
O hâlde tarihin “somutuna”, onu yorumlamakla iktifa eden“soyutlamalar”a feda edilmemelidir.
Tarih, sadece bizden önce yazılanlar değildir. Bizim de yazdıklarımız; toplumsal praksisle yaratarak, her kuşağın kendi pratiğini tercüme edip, sınıflar mücadelesinde durmadan temize çektiklerinin sentezidir.
Bu güzergâhta yanıldığını kabul etmeyenler, en çok yanılanlardır.
Büyük taşlara sarılanlar, onu atmak istemeyenlerdir.
Hayatı açıklayan, nihai kertede çok parlak (ve boş) laflar değil; aksine onlara da çeki düzen veren, güncelleyen, “son” hâline sokan toplumsal praksistir; Sinan Özbek’in, “Marx’a göre idelerin kaynağı insanların somut üretim ilişkileridir”;[101] Andre Breton’un, “Başkaldırı, onların içinde daha ağır basmasa, emek nasıl yüceltebilirdi onları?” saptamasındaki üzere…
Bu çerçevede Halil Berktay’ın, “Giden sosyalizmin şakası veya karikatürü değil, ta kendisiydi. Bir daha başka bir sosyalizm olmayacak,”[102] sözleri; hayata “nizam verme”ye kalkışan teorisist aymazlığın ta kendisidir; tıpkı Etyen Mahçupyan’ın, “Modernliğin içindeyken, kapitalizmin ‘kötülüğüne’ gönderme yapan bir sosyalizmin cazibesi vardı. Ne var ki sosyalizm de nihayette kapitalist dünya sisteminin içinde yer alan ve modernliğin zihniyet zemini üzerinde duran bir ideoloji. Bugünün dünyasında hâlâ kimlik ve cemaat oluşturucu bir özelliğinden söz edilebilir ama gerçek anlamda politik niteliğinden söz etmek pek anlamlı değil”[103] saptaması da öyle, tabii!
Öte yandan 24 Mart 2012’de ‘Taxim Hill Otel’de ‘Küresel Yerel (Küyerel) Düşünce Platformu’ konferanslar dizisindeki “Adil Bir Toplum İçin Mücadelenin Yeni Aşaması Üzerine Düşünceler” temalı konuşmasında Zülfü Dicleli, “1970’lerde insanların doğaya hâkim olma perspektifi, yeşil/çevreci doğa korumacı hareketin ortaya çıkmasıyla birlikte doğaya uyumlu bir düzen arayışını doğurdu. 1980’ler sonunda ‘sosyalist ütopya’ iflas etti. Bundan 20-25 yıl sonra ise ‘kapitalist ütopya’ iflas etti. Bu üç aşamaya ek olarak, dördüncü gelişme de kadın hareketinin hareketlenmesi ve yeni bir evreye gelmesiyle yaşandı. Dünyada artık değişimin tarzı değişti. Modernizmin belirlediği paradigmalar yerine artık, yenileri gerek. Yeni dönüşümün yolu açılıyor. Modernizm dönemi ise bitiyor,”[104] derken neyin geldiğinden söz etmediği gibi, “Ne Yapmalı?” veya “Değişimin Tarzı” konusunda da bir yanıt üretmiyor...
Ayrıca Hasan Bülent Kahraman’ın, “Marx’ı demokrasiyle değiştirmek” vurgusuyla, “Yeni sol, sol denince akla gelen bütün unsurları, onların kendi gerçekliklerinden taviz vermeden, yeni bir demokrasi anlayışının içinde düşünüp çözüme kavuşturursa kavuşturacak. Şiddet, devrim ve diktatorya artık söz konusu olmayacak ama mülkiyet, artık değer, sömürü ve eşitsizlik toplumu demokratik bir paydada, sivil toplumun elemanları etrafında tutmanın harcı olarak çözüme götürülecek,”[105] diye formüle ettiği “yeni (olmayan) sol” kapitalizmin aksesuarı olmaktan başka hiçbir işleve haiz değildir.
Çünkü kapitalizmi küresel olarak betimleyen sürdürülemezliğidir; tam da bunun için “demokratik kapitalizm” mümkün değildir. Neo-liberallerin görmezden geldiği tam da burasıdır!
NİHAYET: 11 MADDE!
Yeri geldi bir kez daha -kısaca- anımsatayım:
i) “Emek, evrime uğrayarak toplumsal emek hâline geldiği ve böylelikle zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda servet ve kültür gelişir.”[106]
Sürdürülemez kapitalizm budur; bunun için aşılacaktır!
ii) Bu bağlamda “Komünizm bize göre ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ideadır. Biz bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz.”[107]
Son verme eylemini de “11 Tez”le tarif ediyoruz!
iii) “Komün’ün gerçek gizemini... emeğin iktisadî kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçimi alması oluşturur…”[108]
Bu “model” ana fikir olarak hâlâ geçerlidir!
iv) Bu yolda “Yaşamımızdaki her alanın, neo-liberalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden ve yeniden düzenlenmesi hem toplumsal hayatta hem de iktisadi ilişkilerde yapısal bir dönüşümü beraberinde getiriyor,” diyen David Harvey, tüm bu değişim/ dönüşümlere karşı mücadelenin biraraya gelme-toplumsal muhalefeti güçlendirme-yapının kendisini kökten değiştirme, yani en nihayetinde ancak devrimin kendisi ile mümkün olabileceğinin belirtiren;[109] “Günlük her sorunun -günlük sorun olarak bile- aynı zamanda devrimin temel sorunu olduğu”nu[110] söyleyen Lukacs, “devrimin güncelliği” fikrinin altını özenle çizer.
v) “… ‘Büyük ölçekli sanayinin kendi ulusal toprağından kopması; bütünüyle dünya pazarına, uluslararası mübadeleye ve uluslararası işbölümüne bağımlı hâle gelmesi…’ Bunlar, son döneme ait bir ‘küreselleşme’ tanımından alınmamıştır; 164 yıl önce yazılmıştır ve yazarı da K. Marx’tır.[111] Kapitalizmin bu ayırt edici özelliği bugün de değişmemişse, üretimin, tüketimin, bölüşümün ve işbölümünün, küçük ölçeklerde (yerellerde), kapitalizmin ilişki ağları ve işleyiş kuralları dışına çıkan köklü bir dönüşüme uğratılması da mümkün olmayacaktır…”[112]
Dünya devrimi hâlâ gündemdedir!
vi) E. P. Thompson’un, “Dönüşen romantik gelenekle bağımızın sürdüğünü kabul eden bizlerin başka bir yere ait olduğumuzu, basitçe entelektüel soldan ihraç edilmiş olabileceğimize dair bir fikir, bir zamanlar insanların aklından geçmiş olabilir. Ama bu girişim başarısız olmuştur. Biz hâlâ buradayız. Gitmeye niyetimiz yok…”
Max Blechman’ın, “Biz hâlen buradayız ve solun şu anki kargaşası düşünüldüğünde, zamanımızın belki de şimdi geldiğini söyleyebilirim. Gerçek dünya, romantikleri düşlerinden ötürü uzun bir süre sanık sehpasına oturttu. Ama henüz sona ermemiş olan modernlik oyununda kimin yanılsamaya neden olduğuna yalnızca tarih mahkemesi karar verebilir,”[113] saptamalarını ısrarla anımsatarak; durmadan terennüm edeceğiz…
vii) Bunlar için de V. İ. Lenin’in, “Örgüt işçi sınıfının gücüdür. Kitle örgütleri olmaksızın, proletarya bir hiçtir. Örgütlenme eylem birliğidir; akılla müdahaledir,” uyarısı kulaklara küpe edilmelidir!
viii) “Marksizm bitti” diyenler gelince…
Sanayi sonrası toplumda kapitalin daha az elde toplanmaya başlamasıyla emek sömürüsü daha da arttı.
Bugün de dünyada yaygın bir gıda kıtlığı söz konusu.
İşçi sınıfının 2000’lerde daha az örgütlenmiş olması, o sınıfın yokluğundan değil, üzerlerindeki devlet ve sermaye baskısından kaynaklanır.
Sosyal ve ekonomik eşitsizlik, bütün dünyada inanılmaz boyutlara vardı. Sınıf mücadelesi bitmedi.
Yaşanan işgal hareketleri de küreselleşen dünyadaki huzursuzluğun son kanıtı. Tarihte sadece tek bir ırk, cinsiyet, ulus, din ya da uygarlığa değil, tüm farklılıklarıyla insanlığın tümüne hitap eden ilk sosyal hareket Marksizm’di. Onun yerine daha iyisi önerilene kadar Marksizm’in devri kapanmaz.
ix) Tüm bunları yaparken kulaklara küpe edilmesi gereken V. İ. Lenin’in, “Yapılacak tek şey, ya burjuva ya da sosyalist ideoloji arasında seçim yapmaktır. Başka yol yoktur. Çünkü insanlık bir ‘üçüncü’ ideoloji yaratmamıştır ve üstelik, sınıf çelişkileriyle bölünmüş olan bir toplumda, sınıf niteliği taşımayan, ya da sınıflar üstü bir ideoloji olamaz. Onun için sosyalist ideolojiye azıcık olsun sırt çevirmek, burjuva ideolojiyi güçlendirmek anlamını taşır,” uyarısıyla işaret ettikleridir.
x) Nihayet “Herşey düşündüğünüzden daha uzun sürer,” diyen Edward Murphy haklıdır!
xi) Buraya kadar işaret ettiklerimizi Ernesto Che Guevara’nın, “Devrimciyi yöneten aşk duygularıdır, devrime olan aşkının duyguları,” sözüyle noktalamak en iyi toparlama olacaktır…
26 Eylül 2012 17:33:32, Ankara.
N O T L A R
[*] AKP “Ilımlı” İslâm, Neoliberalizm, Editör: Fikret Başkaya, Ütopya Yay., 2013… içinde…
[1] Hz. Muhammed.
[2] Ali Ünal, “Liberaller ya Tekrar Komünist Olacaklar ya da...”, Zaman, 17 Ekim 2011, s.21.
[3] Oral Çalışlar, “İki Maocunun Afgan Sarayında Buluşması”, Radikal Hayat, 4 Mayıs 2011, s.12-13.
[4] Atilla Yayla, “Liberalizm Eleştirilerinde İnsaf ve Nezaket İhtiyacı”, Zaman, 27 Temmuz 2012, s.26.
[5] Murat Belge, “Türkiye’de Liberalizm”, Taraf, 16 Eylül 2012, s.3.
[6] Ferhat Taylan, “Neo-Liberalizmi Ciddiye Almak”, Radikal Kitap, Yıl: No:593, 27 Temmuz 2012, s.15.
[7] Pierre Dardot-Christian Laval, Dünyanın Yeni Aklı: Neo-liberal Toplum Üzerine Deneme, çev: Işık Ergüden, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2012.
[8] Selçuk Candansayar, “Bir ‘Kiç’ Olarak Türkiye Liberal Solcuları ve AKP”, Birgün, 30 Ocak 2012, s.8.
[9] Sırrı Süreyya Önder, “Nebbaşlar ve Hz. Ebubekir’in Yaptığı Dua”, Radikal, 18 Temmuz 2011, s.9.
[10] Tim Black, Spiked, 25 Kasım 2011; Ed Rooksby, New Left Project, 21 Kasım 2011.
[11] Ergin Yıldızoğlu, “Liberalizmin Dayanılmaz İkiyüzlülüğü”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2011, s.4.
[12] Ray Kiely, The Clash of Globalisations, Haymarket Books, 2009, s.4.
[13] Ray Kiely, Rethinking Imperialism, Palgrave Macmillan, 2010, s.194.
[14] E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev: Oya Köymen, Yordam Kitap, s.16.
[15] Sungur Savran, “İhanete Ödül!”, Birgün, 20 Eylül 2011, s.6.
[16] Veysi Sarısözen, “Fethullah AKP’ye Emir Veriyor, Gülerce de Taraf’a”, Gündem, 21 Kasım 2011, s.9.
[17] Veysi Sarısözen, “AKP Treniyle AB Yolculuğunun Hazin Sonu”, Gündem, 15 Aralık 2011, s.9.
[18] Mithat Sancar, “Ağar Çözüme Katkıda Bulunabilir!”, Taraf, 18 Temmuz 2012.
[19] “Joan Baez: Düşmanı Bugün Tespit Etmek Çok Zor”, Birgün, 25 Eylül 2011, s.2.
[20] Eser Karakaş, “AKP Aslında Bir Vicdan Partisidir”, Zaman, 10 Mayıs 2012, s.24.
[21] Oral Çalışlar, “Solun Şiddetle Sınavı”, Radikal, 19 Kasım 2011, s.10.
[22] Murat Aksoy, “Şiddeti Reddetmeyen Siyaseti Savunamaz”, Yeni Şafak, 16 Ocak 2012
[23] Murat Belge, “Solun Silahtan Başka Çaresi Vardı”, Taraf, 20 Mayıs 2012, s.3.
[24] Halil Berktay, “Sol, Devrim, Şiddet (Ek Notlar)”, Taraf, 16 Şubat 2012, s.12.
[25] Orhan Kemal Cengiz, “Sol, PKK, Şiddet”, Radikal, 11 Kasım 2011, s.14.
[26] Aktaran. Wolfgang Fritz Haug, Globalization in the Manifesto and today” in Le Manifeste Comunniste 150 ans après, Quelle alternative au capitalisme, Rencontre internationale, Paris, 13 au 16 mai 1998. Contributions, 12’inci Dosya.
[27] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilâl, çev: Süleyman Arslan, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1976, s.35.
[28] M. Weber, Sosyoloji Yazıları, çev: Taha Pala, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1978, s.80.
[29] M. Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev: Özer Ozankaya, Cem Yayınevi, 2011, s. 98-65.
[30] Etyen Mahçupyan, “Solun Trajedisi”, Zaman, 29 Eylül 2011, s.26.
[31] Etyen Mahçupyan, “Karanlığın Sorgulanması ve Sol”, Zaman, 8 Şubat 2012, s.22.
[32] Ergun Babahan,“Los Angeles’taki Anadolu”, Star, 8 Ekim 2011.
[33] Cengiz Çandar, “LA’de Anadolu ve Türkiyeliler”, Hürriyet, 11 Ekim 2011.
[34] Zülfü Dicleli, “Sol, Tarihinin 3. Aşamasına Adım Atıyor”, Küyerel, 16 Aralık 2011.
[35] Gökhan Kaya, “Murat Belge’yi Savunmak…”, www.turnusol.biz, 13 Temmuz 2011.
[36] Murat Belge, “Militarizmin Yenilgisi Toplumun Kazancıdır”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:558, 25 Kasım 2011, s.16-17.
[37] Murat Belge, Militarist Modernleşme - Almanya, Japonya ve Türkiye, İletişim Yay., 2011.
[38] B. Spinoza, Tractatus Politicus [Politik İnceleme]. çev: Murat Erşan, Dost Yay., 2007, s.11.
[39] Murat Belge, “Olmayan Sol”, Taraf, 24 Nisan 2011, s.3.
[40] Murat Belge, “Devrimin Öznesi İşçi Sınıfı”, Taraf, 23 Eylül 2011, s.9.
[41] Murat Belge, “Bugünkü Ortamda Sosyalizm”, Taraf, 25 Eylül 2011, s.3.
[42] Murat Belge, “Olmayan Sol”, Taraf, 24 Nisan 2011, s.3.
[43] Aytek Soner Alpan, “İroni Perdesinin Arkası”, Radikal İki, 4 Eylül 2011, s.14.
[44] Semih Gümüş, “Tarih Aklı”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:595, 11 Ağustos 2012, s.22.
[45] Semih Gümüş, “Tarih, Zihinsel Bir Serüvendir”, Radikal Kitap, Yıl: No:594, 3 Ağustos 2012, s.23.
[46] Ezgi Başaran, “O Gün Başka Bir Güç Daha Vardı”, Radikal, 3 Mayıs 2012, s.14-15.
[47] Güneri Cıvaoğlu, “1 Mayıs Sol Çatışması mı?”, Milliyet, 3 Mayıs 2012, s.19.
[48] Alican Uludağ, “Üst Katlara Polis Yerleştirildi”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2012, s.6.
[49] “Katliam Telsiz Kaydında”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2012, s.6.
[50] Fikret Bila, “1 Mayıs 1977 Katliamındaki Devlet Sırrı Nedir?”, Milliyet, 1 Mayıs 2012, s.14.
[51] Oral Çalışlar, “1 Mayıs Katliamı ve Şiddetsever Sol”, Radikal, 4 Mayıs 2012, s.9.
[52] Hüseyin Yayman, “1 Mayıs 1977’de Ne Oldu?”, Radikal İki, 13 Mayıs 2012, s.2.
[53] Halil Berktay, “AKP, Türkiye’yi Gene Berbat Hâle Getirdiniz”, Taraf, 18 Temmuz 2012.
[54] Ohannes Kılıçdağı, “… ‘Yetmez Ama Evet’ Takıntısı...”, Sesonline, 23 Temmuz 2012.
[55] Foti Benlisoy, “Murat Belge ve Sol Liberalizmin Makûs Sonu”, Birgün, 7 Temmuz 2011.
[56] Adem Palabıyık, “Ahmet Altan’ın Ütopik Sosyalistliği”, Radikal, 8 Eylül 2012, s.10.
[57] Elif Çakır, “Taraf’a Veda Yazımı da Aldım Geldim”, Star, 13 Eylül 2012, s.16.
[58] Salih Tuna, “Değişik Bir ‘Kaide’ ve Ahmet Altan’ın Taaccübü”, Yeni Şafak, 17 Eylül 2012, s.2… ve Salih Tuna, “Aziz Yıldırım’ın Çatlağı Ahmet Altan’ın Nefreti”, Yeni Şafak, 11 Temmuz 2012, s.12.
[59] Yasin Aktay, “Taraf’tan Bu Kadar Kemalistlik Beklemezdik”, Yeni Şafak, 23 Temmuz 2012, s.9.
[60] Emre Uslu, “Taraf’a Üç Koldan Operasyon”, Taraf, 8 Eylül 2012, s.14.
[61] Meral Tamer, “Muhalefet Değişir, Türkiye Değişir!”, Milliyet, 1 Ağustos 2012, s.8.
[62] Hüseyin Gülerce, “KCK, Liberaller ve Yol Ayrımı”, Zaman, 2 Kasım 2011.
[63] Ayşe Sayın, “Dr. Büşra Ersanlı: Torba Davaların İçine Atıldık”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2012, s.9.
[64] Nilgün Cerrahoğlu, “Büşra Ersanlı: Pişmanım”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2012, s.12.
[65] Irvin D. Yalom, Spinoza Problemi (Nazi Subayının Paradoksu), çev: Ahmet Ergenç, Kabalcı Yayınevi, 2012.
[66] “Büşra Ersanlı: Hüseyin Gülerce Aradı ve ‘Özrümü Kabul Edin’ Dedi”, 23 Temmuz 2012, http://t24.com.tr/yazi/busra-ersanli-huseyin-gulerce-aradi-ve-ozrumuzu-kabul-edin-dedi/5422
[67] Ömer Şahin, “Büşra Ersanlı: Türk Olduğum İçin Böyle Yaptılar”, Radikal, 9 Temmuz 2012, s.12-13.
[68] Oral Çalışlar, “Ah Şu Liberaller!”, Radikal, 4 Kasım 2011, s.14.
[69] Oral Çalışlar, “AKP Bizi Aldattı mı?”, Radikal, 10 Ocak 2012, s.10.
[70] Serdar Turgut, “AKP Liberal İttifakının Çöküşü”, Haber Türk, 22 Kasım 2011, s.4.
[71] Cemil Meriç, “Bu Ülke”, Yeni Şafak, 18 Haziran 2012, s.18.
[72] Ataol Behramoğlu, “Solculuk-Yurtseverlik”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2012, s.6.
[73] Mehmet Altan, Küresel Vicdan, Timaş Yay., 2011.
[74] Hüseyin Ergün, “Kalkınmacı Olmayan Sol Hareketi Çöpe Atın”, Akşam, 22 Ağustos 2011, s.11.
[75] Ercan Yeşilyurt, “Sol Planlamadır”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2012, s.13.
[76] E. Fuat Keyman, “Solu Nasıl Tartışmalıyız?”, Radikal İki, 27 Mayıs 2012, s.4.
[77] Murat Belge, “Askerî Demokrasinin Sol Cenahı (3)”, Taraf, 7 Ağustos 2011.
[78] Murat Belge, “Toplumun Öncüsü Sol”, Taraf, 1 Mayıs 2012, s.3.
[79] Gündüz Vassaf, “Yeni Sola Doğru”, Radikal, 15 Mayıs 2011, s.36.
[80] Koray Çalışkan, “Niçin Solcuyum?”, Radikal, 19 Haziran 2012, s.6.
[81] “Neşe Düzel-Halil Berktay: ‘Solun Mirası Üçe Ayrıldı’…”, Taraf, 22 Ağustos 2011.
[82] Erol Katırcıoğlu, “Bizde Sol Siyaset Var mı”, Taraf, 28 Nisan 2012, s.6.
[83] Eylem Delikanlı, “Amerika’da Siyaset O Kadar Sağda ki...”, Birgün, 10 Kasım 2011, s.7.
[84] Ezgi Başaran, “Ümmetçi Kalınabilseydi Kürt Sorunu Çözülürdü”, Radikal, 11 Temmuz 2011, s.16-17.
[85] Cavlı Çulfaz, “Çin’in Ağır Topları...”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2012, s.2.
[86] Murat Aksoy, “AKP Yeni Solun da Adresi”, Yeni Şafak, 6 Aralık 2011.
[87] Mümtaz’er Türköne, “Bu Solcular Adam Olacak mı?”, Zaman, 8 Nisan 2012, s.21.
[88] Mümtaz’er Türköne, “Sol, Değişebilir mi?”, Zaman, 24 Mayıs 2012, s.23.
[89] Mümtaz’er Türköne, “Sol’un Soytarıları”, Zaman, 4 Mayıs 2012, s.27.
[90] Mümtaz’er Türköne, “Sol’un Cehennemi”, Zaman, 10 Nisan 2012, s.27.
[91] Demir Küçükaydın, “Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (1)”, DBH_Tartışma, 20 Ekim 2011.
[92] Demir Küçükaydın, “Kongre’yi (HDK) Bekleyen Tehlikeler - Halkların Demokratik Kongresi Üzerine Notlar (2)”, DBH_Tartışma, 23 Ekim 2011.
[93] Roni Margulies, “Sosyalizmin Çöküşü?”, Taraf, 17 Aralık 2011.
[94] Halil Berktay, “La Guerre Est Finie”, Taraf, 17 Aralık 2011.
[95] Ali Şimşek, “Abdurrahman Çelebiler ve Marksizm”, Birgün, 11 Ocak 2012, s.13.
[96] Taha Akyol, “Sosyalizmin Sonu?”, Hürriyet, 19 Aralık 2011, s.18.
[97] Semih Gümüş, “Kuramdan Sonra...”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:559, 2 Aralık 2011, s.26.
[98] Semih Gümüş, “Değişim Sürüyor”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:561, 16 Aralık 2011, s.30.
[99] Murat Belge, “Niye Sosyalist Olduk?”, Taraf, 29 Kasım 2011.
[100] M. Hardt ve A. Negri, Ortak Zenginlik, çev: Efla Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2011.
[101] Sinan Özbek, İdeoloji Kuramları, Notos Kitap, 2011.
[102] Halil Berktay, “Solun Hayal Perdesi”, Taraf, 26 Kasım 2011.
[103] Etyen Mahçupyan, “Sosyalizmin Ardından”, Zaman, 13 Mayıs 2012, s.26.
[104] “Zülfü Dicleli: ‘Değişimin Tarzı da Değişti’...”, Sesonline, 26 Mart 2012.
[105] Hasan Bülent Kahraman, “Marx’ı Demokrasiyle Değiştirmek”, Sabah, 25 Mayıs 2012, s.20.
[106] K. Marx- F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1989, s.25.
[107] K. Marx- F. Engels, Alman İdeolojisi, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2004, s.62.
[108] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2005, s.66.
[109] Aslı Aydın, “Neo-Liberal Oyunu Devrim Bozar”, Birgün, 15 Haziran 2012, s.5.
[110] György Lukacs, Lenin’in Düşüncesi-Devrimin Güncelliği, çev: Mehmet R. Zaralı, Belge Yay., 1998, s.11.
[111] K. Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Sol Yay., 2007.
[112] Metin Çulhaoğlu, “Ölçek Sorunu”, Birgün, 12 Ağustos 2011.
[113] Devrimci Romantizm, Editör: Max Blechman, çev: Bilal Çölgeçen, Versus Yay., 2007.
Yorumlar