“Zaman, kekeleyen bir sonsuzluktur.” [1] “Dünyanın belli başlı entelektüelleri arasında gösterilen” [2] “Umberto Eco, “Bir çağı a...
“Zaman, kekeleyen
bir sonsuzluktur.”[1]
“Dünyanın belli başlı entelektüelleri arasında gösterilen”[2] “Umberto Eco, “Bir çağı aydınlattı… Hem entelektüel hem de popüler kültürün parçasıydı.”[3]
Ne kadar çok akademik ve akademik olmayan unvanı vardı! Sıralamaya hangisinden başlamalı? Bilim insanı, yazar, göstergebilim uzmanı, gazeteci, düşünür, eleştirmen, denemeci, öğretim üyesi, entelektüel, şövalye, filozof, tarihçi, estetikçi, Ortaçağ uzmanı, araştırmacı, kültür ataşesi, profesör, televizyoncu, gurme ve figüran... Saymakla bitmez.[4]
Bu kadarda değil; O, Marksizm ile arasına belli bir mesafe koysa da, özgürlükçü düşünce ve onu besleyen ahlâki duruştan hiç ödün vermeden, başta edebiyat olmak üzere birçok alana esaslı katkılar yaptı… Mesela faşizm üzerine yazdıkları, vd’leri…[5]
* * * * *
İtalya’nın kuzeyinde bulunan Alessandria kentinde 5 Ocak 1932’de doğan Eco’nun annesi Giovanni ve babası Giulio Eco bir metal şirketinde çalışıyorlardı. Çocukluğunun büyük kısmını büyükbabasının mahzenindeki kitaplıkta geçirdi. Jules Verne’den Marco Polo’ya dek pek çok ismin kitaplarıyla tanıştı. Benito Mussolini’nin diktatörlüğü döneminde, 10 yaşındayken her İtalyan gencinin zorunlu olarak katıldığı bir makale yarışmasına girdi ve kazandı. “Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?” konusunun işlediği makale, Ludi Juveniles Ödülü’ne değer görüldü. Yıllar sonra verdiği röportajlarda, kendisine yöneltilen soruları “Ne de olsa akıllı bir çocuktum,” diye yanıltacaktı.
Çocukluğu, İkinci Dünya Savaşına denk gelen ve silahlı çatışmalara tanık olan Eco, SS’ler, faşistler ve partizanlardan nasıl sakınılacağını öğrenip ‘özgürlük’ sözcüğünün anlamını irdeliyordu. Dönemin en etkili propaganda aracı olan radyonun başında da kitapların başında geçirdiği kadar zaman geçiriyordu. Daha sonraki yıllarda yazdıklarında ve üniversitede verdiği derslerde ise İkinci Dünya Savaşı dönemiyle ilgili şöyle konuşacaktı: “Bu dönemde çocuklara savaşın normal olduğu öğretildi. Beyinlere ‘düşman’ kavramı kazıldı.”
İkinci Dünya Savaşı sonrası Katoliklerden oluşan gençlik oluşumlarına katıldı ve Katolik Öğrenci Hareketi’nin lideri oldu. 20’li yaşlarına geldiğinde Aziz Tommas Aquinas hakkında doktora çalışması yaparken Tanrı’ya inancını yitirdiğini söylüyordu.
Umberto Eco. Donatello’nun “Davud’undan da plastik bahçe mobilyalarından da aynı ciddiyetle söz açabiliyor bütün dünyanın bir işaretler ağına dönüştüğü günümüzde, her şeyin yoruma açık olduğunu söylüyordu. Ona göre kültürün marjinal göstergeleri ve dışavurumları küçümsenmemeliydi
Yazılarında, Ortaçağ estetiğinden göstergebilime, yorum bilime, medya ve kültür üstüne incelemelere Peter Pan’ın rahatlığı ve oyunbazlığıyla uçtu, ardından bir gazetedeki köşe yazılarına olanca edebi gücüyle daldıktan sonra dünyayı kasıp kavuran göz kamaştırıcı parlaklıktaki bir romana süzüldü.”
Columbia Üniversitesi’nden Hamid Dabashi’nin bu sözleri, Umberto Eco’nun bilimden edebiyata uzanan kültür insanlığını ne kadar hoş bir sevecenlikle özetliyor.
Eco, 1954 yılında Torino Üniversitesi’nde Ortaçağ felsefesi ve edebiyatı üstüne doktorasını tamamladıktan sonra Radiotelevisione Italiana’da (RAI) kültür programlarının yayın yönetmenliğini yapmaya başladı. Ayrıca, 1956-1964 arasındaTorino Üniversitesi’nde, daha sonra Floransa ve Milano’da ders verdi.
1959’da, mimarlık ve sanat öğretmeni olan Renate Ramge ile tanıştı ve onunla birkaç yıl sonra evlendi. 60’lı yıllarda göstergebilimin önemli temsilcilerinden biri olarak anılmaya başladı. Sonraki senelerde, İtalya’nın ses getiren yayınlarından ‘L’Espresso’da yazdığı köşe yazılarıyla büyük bir üne kavuştu.
Ayrıca Milano’nun ünlü yayınevi Bompiani’nin edebiyat dışı yayınlarının baş editörlüğüne getirildi. Bu görevini 1975 yılına kadar sürdürecekti.
Öncü yazarlar, müzikçiler ve sanatçılarla yakın dostluklar kurduğu Milano’da, hepsi de sıradan okur ve dinleyici için çeşitli “zorluklar” içeren, James Joyce’un romanlarındaki deneysel dil kullanımı ve yeni anlatım tekniklerine, Stockhausen’in elektronik müziğine ve Mallarme’ın simgeci dizelerine büyük bir yakınlık duydu. 1963 Güzü’nde, sanatta “tutuculuğu” reddeden Grup 63’ün kuruluşuna katıldı.
Estetik alanındaki ilk araştırma ve incelemelerinin ürünü “Açık Yapıt” 1962’de yayımlandı ve çok geçmeden alanın klasikleri araşma girdi. Eco, bu kitabında, çoğu modem müzik yapıtında, simgeci şiirde ve Kafka ya da Joyce’un romanlarında olduğu gibi anlatı düzeninin bilinçli biçimde bozulduğu edebiyat yapıtlarında mesajlarını temelde belirsiz olduğunu, okur ya da dinleyicinin, yorum ve yaratma sürecine daha etkin biçimde katılmaya çağrıldığını öne sürüyordu.
1971’de Avrupa’nın eri eski üniversitesi Bologna Üniversitesi’nin göstergebilim profesörlüğüne getirilen Eco, sonraki çalışmalarında da öteki iletişim ve göstergebilim alanlarını araştırmaya yönelecek, her ikisini de İngilizce kaleme aldığı “Bir Göstergebilim Kuramı” (1976) ve “Göstergebilim ve Dil Felsefesi” (1984) adlı yapıtları çığır açıcı nitelikler taşıyacaktı.[6]
Fakat dünya onu en çok ‘Gülün Adı’ ismini verdiği romanıyla tanıyacaktı. Asıl adı ‘Il nome della rosa’ olan, 1980’de çıkan ve tüm dünyada 30 dile çevrilip 10 milyondan fazla satan eser, postmodern geleneğe uygun olarak yazılmış, çok katmanlı bir kitaptı. Arthur C. Doyle’un ‘Sherlock Holmes’ünü anımsatan eserde Eco, gerçekle kurmacayı iç içe geçiriyordu. Roman, yayımlandıktan 6 yıl sonra sinemaya uyarlandı. Ortaçağ Hıristiyan dünyasını irdeleyen bu tarihsel kitap, ‘bilim-roman’ olarak tanımlanıyordu.
* * * * *
“En büyük merakı Ortaçağ’ı anlamak ve anlatmaktı. Bu konu herkes için ilgi çekici ve merak uyandırıcı olmayacağından Umberto Eco “Gülün Adı”nda hikâyesini bu dönemde bir manastırda geçen bir polisiye olay çerçevesine yerleştirmiştir. Bu şahane, sürükleyici, öğretici ve her satırı özenle çalışılmış önemli bir kitaptır. Ancak Eco’nun edebiyat dışı yazılarını denemelerini okumayı, romanlarını okumaktan her zaman daha zihin açıcı bulmuşumdur. Çünkü Eco malumu çok zekice ilan eder. Gözünüzün önündekini onun sayesinde fark edersiniz,”[7] diyor Mehmet Tez Onun için…
Özetle Eco, ölümsüz yazarlar arasına 1980’lerde kaleme aldığı “Gülün Adı” kitabıyla girdi...
Uzmanlık alanı olan “ortaçağı” konu aldığı romanında karanlığa karşı aydınlığın çatışmasını polisiye bir örgüyle konu eden yazar; bir dizi keşişin bir ortaçağ manastırındaki gizemli ölümünü anlatır…
Keşişler; manastır kütüphanesinde gizlenen ve okunması engellenmek istenen bir kitaba (“aydınlığa”) erişmek istedikleri için zehirlenmişlerdir. Ortaçağda, kitap herkesin eline alabileceği bir şey değildir. Bilginin erişilebilir hâle gelmesi dogmaları yok edeceğinden bu, kilise otoritesini sarsacaktır. Bu nedenle işte Eco öyküsünü “yasak alan” olarak tarif ettiği bir kütüphane etrafında inşa etmiştir.
Dünya çapında “en çok satan 100 kitap” arasına giren “Gülün Adı”ndan sonra Eco’nun yazdığı her kitap yalnız İtalya’da değil, dünya çapında ses getirecekti.
Claudio Magris’le birlikte İtalya’nın yaşayan en büyük iki çağdaş yazarından biri olan Eco’nun ölümü bu nedenle doldurulması imkânsız bir boşluk bıraktı.
Eco’nun özgünlüğü sırf romanlarının başarısından kaynaklanmıyordu. Eco, İtalyan kültürünü fikirleriyle sürekli yenileyen, gençleştiren, diri tutan bir düşünce adamıydı aynı zamanda.
Çizmede popüler kültürü örneğin daha ‘60’larda masaya yatıran ve entelektüel analizini yapan ilk kültür insanı o olmuştu. Türkiye’de de her gün TV’lerde onlarcasını gördüğümüz cehaletle prim yapan popüler kültür kahramanlarının kitlelerce bunca yüceltilmesinin sebebini yıllar önce Eco, “Vasatların bu kahramanlar sayesinde aşağılık komplekslerini yenmesiyle” açıklamıştı.
Eco, medyada iki cilalı lafla yer tutan aydınlarından değildi. Buna rağmen çok popülerdi. Biraz bizim İlber Ortaylı gibi; etkinliği bilgisini geniş kitlelere başarıyla aktarabilmesinden kaynaklanıyordu.
Umberto Eco, ‘L’Espresso’ dergisinde “Bustina di Minerva” adlı köşesini ölümüne dek yazmayı bırakmadı.
Eco’nun yayımlanan son romanı da modern zamanlar gazeteciliğini anlattığı “Sıfır Sayı”ydı.[8] Romanında “gazeteciliğin haberleri yaymak için değil, haberlerin üzerlerini örtmek için yayımlandığı” temasını irdeleyen yazar; hiç çıkmayacak, ancak şantaj aracı olarak kullanılan bir gazeteyi konu ediyor.
Bütün bu fikirlerinden anlaşılabileceği üzere Berlusconi ve Berlusconiciliğe kökten karşı olan yazarın son girişimi de, bağlı olduğu yayınevinin Berlusconi grubuna geçmesiyle buradan ayrılıp yeni bir yayın evi kurmak oldu.
“Teseo’nun Gemisi” adıyla vaftiz edilen çiçeği burnunda bu yeni bağımsız yayınevine verdiği emek ve geç yaşında kattığı enerjiyle hep hatırlanacak olan yazar, son jestiyle de büyük hayranlık topladı.[9]
Ve en önemlisi Berlusconi gibi bir soytarı, bir sanat ve kültür ülkesi olarak bilinen İtalya’da nasıl başbakan olabilmişti? Pek çoklarının kafasını kurcalayan bu sorunun en gözü pek yanıtı Umberto Eco’dan gelmişti: “Berlusconi güçlü bir aydın düşmanıydı, 20 yıldır tek bir roman bile okumamış olmakla övünüyordu. Aydınların eleştirel gücünden korkuyordu, işte bu anlamda Berlusconi ile entelektüel dünya arasında bir çatışma vardı. Ama İtalya entelektüel bir ülke değildir. Tokyo metrosunda herkes bir şeyler okur. İtalya’da okumazlar. İtalya’yı, Raphaello ve Michelangelo’yu çıkarmış olmasına bakarak değerlendirmeyin.”
Böylesine netti O…
Kolay mı?
“Gerçek, güzel olduğu kadar alçakgönüllü bir genç kızdır; onun için her zaman örtünür”...
“İnsanlığı çok sevenlerin görevi, belki de, insanların gerçeğe gülmelerini, gerçeğin gülmesini sağlamaktır, çünkü biricik gerçek kendimizi gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kurtarmayı öğrenmemizdedir”...
“Öğrenmek, yalnızca ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmek değildir, aynı zamanda ne yapabilirdik ve ne yapmamamız gerekirdi, onu bilmektir”...
“İnsanlar Tanrı’ya inanmaktan vazgeçtikleri zaman, bu artık hiçbir şeye inanmadıkları anlamına gelmez, her şeye inandıkları anlamına gelir”...
“İki şey uyuşmuyorsa, ama siz bir yerde onları bağlayan gizli bir üçüncü şey olduğunu sanarak ikisine de inanıyorsanız, buna safdillik derler”...
“Yalnızlık, bir tür özgürlüktür,”[10] diyen Umberto Eco, yazar, göstergebilimci, edebiyat eleştirmeni, denemeciydi; ama hepsinden önce yaşadığımız dünyanın ve yaşamın anlamlarının izini süren bir kültür simyacısıydı.
Latince ve Klasik Yunanca dışında beş modern dilde ders verebilen bir akademisyendi. Çok kişinin birbiriyle bağdaştıramadığı bilim insanlığı ile edebiyatçılık arasında birbirini sonsuzca besleyen bir “yoldaşlık” kurmuştu: Bilimi zenginleştiren hayal gücü ve edebiyatı varsıllaştıran bilimsel bilgi. Her zamanki mizah duyarlığıyla, “Kendimi, hafta sonları roman yazan ciddi bir profesör olarak görüyorum” diyordu.
Büyük çoğunluğu Katolik olan İtalya’da, “Dürüst bir insanın birinci niteliği, dünyanın en doğal şeyi olan ölümden korkmamızı ve kaderin bize bağışladığı en güzel şey olan yaşamdan nefret etmemizi isteyen dini küçümsemektir” diyebilecek kadar korkusuzdu.
Ama onca düşünsel uğraştan sonra da, “Sonunda tüm dünyanın bir muamma, zararsız bir muamma olduğuna inandım; zararsız, ama sanki altında bir gerçek yatıyormuşçasına, onu yorumlamak için verdiğimiz çılgınca uğraşlarla korkunçlaşan bir muamma” diyebilecek kadar da içten.
“Bence, edebiyatın gücü, bir metnin, hiçbir zaman tümüyle tüketilmeksizin durmadan farklı okumalar üretebilmesindedir” demişti.
Kaldı ki, tam da bu yüzden, “Yazar, yazacağını bitirir bitirmez ölmelidir; metnin yoluna çıkmasın diye” demişti. Onun yazıları ve konuşmalarından eksik etmediği ironiyle, “Kimbilir, belki de yazacaklarını bitirdiği için ölmüştür, yazdıklarının yolundan çekilmiştir” demek geliyor içimden.
“Güzel olduğu kadar da alçakgönüllü olduğu için her zaman örtünen bir genç kız”a benzettiği gerçeğin keşfine çıkan bir söz büyücüsüydü.[11]
* * * * *
Tamamlıyorum…
1971’den beri Bologna Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan Umberto Eco, derslerinde öğrencilerine, “Yalnız yaşayan dâhiyi oynamayın,” diye tembihleyip eklemişti: “Ölümsüz üne erişebilmeniz için her şeyden önce kozmik bir utanmazlığa sahip olmanız gerekir.”
Bunların altını çizerek yaşayan Umberto Eco’nun Milano’da 84 yaşında yaşama vedası ardından, sonraki 10 yıl boyunca ismi, eserleri ve düşünceleri üzerine konferans, buluşma ve akademik etkinlik düzenlenmesini istemediği ortaya çıktı.
Eco’nun vasiyetinin, eşi Renate Ramge tarafından yazarın arkadaşı ve meslektaşı göstergebilimci Patrizia Violi’ye aktarıldığı belirtildi. Umberto Eco’yu yakından tanıyanlar bu sıra dışı vasiyeti, “Tam onun karakterine uygun bir istek” diye yorumladı.[12]
Kolay mı? Dünyanın en büyük “best seller”larından olan “Gülün Adı”nın yazarı için en sofistike jest, bir okurun yazarın evinin önüne bıraktığı bir “gül” oldu.
Okur, gülün yanındaki karta, Eco’nun ünlü romanının, ünlü bitiş cümlesini yazmıştı: “Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus/adıyla var bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde...”
Bu cümleyle tam ne kastettiğini Eco son verdiği söyleşilerden birinde şöyle açıyor.
“Meramım şu” diyor İtalya’nın bilge yazarı: “Madde kaybolunca geride sadece ‘söz’ kalır. Benim yaptığım bu (Latince) alıntıya, Shakespeare’in (‘Adın ne değeri var? Gülün adı gül değil, başka bir şey olsaydı aynı güzellikte kokmaz mıydı?’) yorumunu getirenler, yanılır. Shakespeare sözün anlamı yoktur, ‘gül’ başka bir adla da anılsa..., gene ‘gül’dür diyerek benim söylediğimin tersini söyler...”
Özetle Eco’nun lafı “Her şeyin ölçüsü ‘insan’dır!”a bağladığını anlıyoruz.
“Söz”ün sahibi de neticede insan.
Geride “gülün adı” makamından kalan insanın şeylere kendi atfettiği değerler ve ölçüler oluyor.[13]
Öyle ya da böyle, “sözü” kalacak…
Gelecek kuşaklarca bir kez daha, sonra bir kez daha okuyup yorumlamak için…
27 Haziran 2016 09:10:40, Ankara.
N O T L A R
[*] İnsancıl, Yıl:26, No:315, Ekim 2016…
[1] Umberto Eco.
[2] “Umberto Eco’ya Veda”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2016, s.21.
[3] Gülden Öktem, “Bir Çağı Aydınlattı”, Milliyet, 21 Şubat 2016, s.17.
[4] Reha Erus, “Umberto Eco’ya Dair Küçük Bir Sır!”, 22 Şubat 2016… http://www.cnnturk.com/yazarlar/guncel/reha-erus/umberto-ecoya-dair-kucuk-bir-sir
[5] Tarık Şengül, “Umberto Eco’nun Gözünden Düşman İcat Etmek!”, Birgün, 23 Şubat 2016, s.6.
[6] Celal Üster, “Yitirdiğimiz Umberto Eco’nun Bilim ve Edebiyatına Göz Atarken: Savaşla Değil Kültürle”, Cumhuriyet Kitap, No:1359, 3 Mart 2016, s.6.
[7] Mehmet Tez, “2000’lerin ‘Barbarları’…”, Milliyet, 23 Şubat 2016, s.6.
[8] İçinden geçtiğiniz zamanı okumak için, bir okur olarak, iki şeye gereksinmeniz vardır öncelikle: Gazete ve edebiyat. Küresel dünyada toplumların/ ülkelerin nereye, nasıl evrildiğini, gazeteciliğin nasıl yapıldığını ve edebiyatın nasıl/niçin kurulabildiğini görebilmek için Umberto Eco’nun ‘Sıfır Sayı’ (Umberto Eco, Sıfır Sayı, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey, Doğan Kitap, 2015.) romanına her okurun zaman ayırması gerektiğini düşünürüm. Öyle ki; romanın her bölümünde karşımıza çıkan gerçeklik, her ne kadar Eco’nun alegorisiyle anlatılsa da, bizim ülkemizdeki benzer durumları da yaşatıyordu aslında. (Feridun Andaç, “Eco’dan Gazetecilik Dersleri”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2015, s.16.)
[9] Nilgün Cerrahoğlu, “Aydınlığın Yazarı Eco”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2016, s.11.
[10] Umberto Eco, Sözün Özü: Eski Çağlardan Günümüze Ünlü Yazarlar ve Düşünürlerden Özlü Sözler, Derleyen ve Çeviren: Celal Üster, Can Yay., 2010.
[11] Celal Üster, “Kültür Simyacısı…”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2016, s.21.
[12] Umberto Eco, Türkiye’deki ilk baskısı 1997’de Can Yayınları tarafından yapılan ‘Somon Balığıyla Yolculuk’ kitabında yer alan bir denemesinde yıllar önce bırakacağı vasiyetin sinyalini şu cümlelerle veriyordu: “Konferanslara gelince; vasiyetinize kesin talimatlar koyarak, ölümünüzden sonraki on yıl içinde verilecek her konferans için düzenleyicilerin UNICEF’e, insanlık adına, yirmi milyon dolar bağışlamasını isteyebilirsiniz. Bu parayı toplamak güç olabileceği gibi rahmetlinin kesin isteklerine karşı çıkmayı göze alacak çılgınlar da pek bulunmayacaktır.” (“Hiçbir Şey İstemiyor”, Milliyet, 25 Mart 2016, s.6.)
[13] Nilgün Cerrahoğlu, “Eco’ya Güllerle Veda”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2016, s.13.
Yorumlar