“Bardaktan boşanırcasına Bir yağmurdur bizim için yaşamak.” [1] “Geride kaldı” denilen “eski(meyen)” iç savaş günleriydi: Grev çadırla...
“Bardaktan boşanırcasına
Bir yağmurdur bizim için yaşamak.”[1]
“Geride kaldı” denilen “eski(meyen)” iç savaş günleriydi: Grev çadırlarından, namluya sürülmüş mermi gibi soluk soluğa koşuşturmalardan, civanmert fedakârlıklardan, İzmir’den (ya da Eşrafpaşa’sından) anımsıyorum ‘Baterist’i…
12 Eylül karanlıklarından sonra da, el kapılarının gri gökleri altındaki Paris’teydik; ‘Camcı Hikmet’ti lakabı...
İster ‘Baterist’, ister ‘Camcı Hikmet’… Değişen bir şey yoktu: O hâlâ “Böyledir bizim sevdamız” diyerek nefes alıp vererek, biriktirip, yazıyordu.
Yorgun hafızam beni aldatmıyorsa; Onu İzmir sonrasında ya rue de l’Échiquier ya da rue de Paradis’de (75010 Paris) gördüm yıllar sonra. Tarihi anımsamıyorum. Ancak sürgün günleriydi...
Geriye dönüp baktığımda, İzmir’den Paris sürgünlüğüne Onu tanımış ve müteaddit defalar sımsıkı kucaklamış olmak beni hep bahtiyar etti.
Kolay mı? İç savaş günlerini ve Ahmet Telli’nin, “Zulüm varsa mahpusluk varsa,/ Ayrılıklar yakıyorsa içimizi./ Gurbet mutlaka olacaktır,” dizelerindeki hikâyeyi eşzamanlı yaşamıştık; filinta endam günlerden ihtiyar yüreğimin hâlâ, ısrarla umutlarımız için atmaya devam ettiği şimdilere.
Düşünüyorum da Rıfat Ilgaz’ın, “Tek suçunuz hür insanlar gibi konuşmak,/ kitaplar suç ortağınız!” dizelerini andıran serüvenimizde “suçumuz”, dik durup, diklenen onurlu insanlar olmaktı.
Nâzım’ca, “Bir gün daha/ fazla yaşayacaksın,” yaşatacaksın vazgeçmeyişinin ilk gençliğimizden bugünlere tarihimizin özeti Edip Cansever gibi, “Gülemiyorsun ya, gülmek/ Bir halk gülüyorsa gülmektir,” dizelerindeki üzere yaşayıp, yazmaktı...
Yaşadık, biriktirdik ve yazdık.
Yaşayıp, biriktirerek yazdıklarımız hayatımız pahasına, bir çocuk cüretiyle yarattıklarımızdı.
Onun içindir Mustafa Çakar’ın, ‘İzmir Sokakları’ndaki[2] üslûp ve yaratıcılığı ile Samed Behrengi’nin, ‘Küçük Kara Balık’ı[3] ya da Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’i[4] arasında bir “ortaklık” görüyorum.
* * * * *
Antoine de Saint-Exupéry’nin, “İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez,” notunu düştüğü eski(meyen) zamanlardaki çoklar azaldı; “asrî zamanlar”da da azlar tükenmeye yüz tuttu.
Tam da bunun için bir tarihin bedeli olan anılar, özlemler kayda geçirilerek diri tutulmalı.
Mustafa Çakar, ‘İzmir Sokakları’nda hiç yaşlanmayan içten, cüretkâr çocuksuluğuyla bunu yapıyor; usta bir hikâyeciliği ile…
Onu hakikâte, sahiciliğe yaslanmış hikâyeciliği bir yerde eski(meyen) günlerin mukayyidi sanki.
Çünkü “Tarihin en yaratıcı dönemleri en fırtınalı dönemleri olmuştur ve hâlâ da öyledir.”[5] Bu bir…
İkincisi, “Olasının tüm alanını kavrayabilmek için olanaksızı düşünmek gerekir.”[6]
Üçüncüsü, “Dünya, durmadan başlar ve biter; her an başlangıcında ve sonundadır.”[7]
Ve nihayet, “İnsanca olan nasıl bir gerçekse insanlık dışı olan da bir gerçektir… İnsan, ancak insanca bir dünya yaratarak insanlaşır,”[8] saptamalarıyla müsemma hakikâte, sahiciliğe yaslanmış hikâyeciliğin tüm özelliklerini Onun satırlarındaki izlekte bulabilirsiniz.
“Nasıl” mı?
Örneğin, “Babam, ben daha dokuz yaşımdayken bizden izinsiz ayrılmıştı hayattan. Benim babam yoktu. Ben yaşıtlarımdan önce, onların tanımadığı çok şeyi gönüllü olmasam da öğrenmek zorunda kaldım. Benden büyük olanlar sadece yaş olarak ileriydi. O kadar.” (s.5)
Ya da “İzmir Emniyet Müdürlüğü’nün bodrum odalarında ağır sorgulamalar…” (s.59.)
Veya “Benim İzmirli Kareninam sensin. Ben seni devrim kavgamızın kucağında tanıdım. Kavgaların en haklısını yaşadığımızdan, aşklarında en güzelini yaşıyoruz. Seni seviyorum Nurcan.” (s.190.)
Sonra da “Ölünce Körfezin kucağında yatacağım. Bir daha ayrılmayacağım İzmir. Paris alamaz yerini. Sen benden hiç eksilmedin ki. Işıklı Paris geceleri ve şarapları kapamadı sırayı. Kırk yıl sonra yabancı kalınır mı yahu devrimler kentine. Bende böyle işte, elimden gelmiyor. Fransızlaşamadım. Fransız dilinden okusam da romanlarını, Türkçemizin verdiği tadı alamıyorum,” (s.309.) betimlemeleriyle müsemma (ve de ‘Anadili insanın yurdudur,’ dedirten) bir tarih…
Sözünü ettiğim Antoine de Saint-Exupéry’nin, “İnsan acılarıyla da zenginleşir… İyice içine kapanmadıkça anlamayız yaşadığımız dünyayı,” saptamasını anımsatan bir tarihin hikâyeciliğidir…
* * * * *
Burada Dan Püriç’in, “Öyküsü olmayan insanlar ölü insanlardır,” sözünü anımsatarak; hikâyecilik babında bir parantez açmalıyım.
Sabahattin Ali’den Sait Faik Abasıyanık’a hikâyeciliğin sırrı çok “basit”tir aslında: Bedelini ödeyerek yaşayıp, yüreğiyle görebilir; anlamlandırıp, yazabilir insan.
Yazanlar için yaşam büyük öğretmendir. Çünkü insan yaşadığı derinlikler kadar tanır hayatı ve derin anlam katmanlarını…
Yazarsan, emek harcadığın şeyden sonsuza dek sorumlu olursun; vazgeçemezsin… Yani varlık hâline gelmek için yokluk olma riskini göz alan var oluşun koşulu bu kadar nettir.
Hayal etmekten yoksun insan(lar)ı ile çoğunluk beton bir duvarın ardında yaşadığını zannederken; yazar için gerçek, kendisini insan yapan sahiciliği anlatmaktır. Çünkü yazını bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır; yaşanmışlığındır.
Bu eğer böyleyse dokunduğunuz her şeyde bir hikâye bulabilirsiniz. Ancak bu hikâye(ler), bir kazıda ortaya çıka(rıla)n vazo parçaları gibidir. Her parça kırıktır ve birleştirilmeyi beklemektedir.
Kolay mı? Her şey bir hikâyedir. Ve nereye kadar gerçek olduğunu bilmemize imkânı yokken; nerede başlayıp, nerede bittiği meçhul hikâyelerin hükmü sonsuz, sınırsızdır.
Bunun içindir ki insan(lık) hâlleri sadece hikâyelerde yaşayabilir. Ve insan(lık)ın tükenmeyeceği gibi, hikâye(ler) de sona ermez, tükenmez.
Siz, siz olun, “hikâye” deyip geçmeyin: Arno Gruen, “İçsel değişimler ancak insanın kendi hikâyesini anlamasıyla mümkün olabilir,” derken ekler Hans Christian Andersen de: “Hikâyeler çocuklar uyusun ve büyükler uyansın diye yazılır.”
Frank Zappa’nın, “Bilgisayar size duyguların hikâyesini anlatamaz. Size kesin matematiksel tasarımı verebilir fakat eksik olan, o kaslardır,” notunu düştüğü tabloda gizemleri çözen hikâye(ler), gerçeğin idrakinde kaldıraç rolü oynar çoğunluk…
Bir düşünceyi tasarlama, konuşma ve bunu doğru yapmak için hikâyecilik cesareti “olmazsa olmaz” kılarken; her hikâye biter ve sonunda herkes yangınının külüne döner. Başka türlüsü mümkün olabilir mi?
Hikâye(ler), doğası gereği hayaletlerinin istilası altındayken; insan(lar) yaşamadığı bir hikâyenin anlatıcısı olamaz ve de “Mutlu insanların hikâyesi olmaz,” diyen Umberto Eco da pek haksız sayılmaz hani…
Özetin özeti: İnsanlar, insanları biçimlendiren hikâyeler yaratırlar. Onu yaratıp insanları biçimlendiren yaşadıkları hakikâttir. Nihayetinde insan(lar)dan geriye sadece hikâyeleri kalır.
* * * * *
Tıpkı Mustafa Çakar’ın İzmir’i gibi! “Nasıl” mı?
“Son bir defa İzmir’e bakıyormuşum hissine kapıldım.” (s.13.)
“An gelir soğuk İzmir akşamlarında sobanın karşısında, odun ateşine bakarak, yanan odunların yerinede olmak isterdim,” (s.23.) teşbihindeki daüssıla ile tanımlanması mümkün olan ruh hâli ve pratiğinin ürünü olan hikâyelerin hülasası belki de şu satırlarda gizlidir:
“İzmirkolik alışkanlıklar aykırı, ender insanda görülen, pek yeni olan Bizmirimzi beyin sol yukarı virüs türlerindendir. Narsizmirolojinin ihtiyatlı davranmasıyla yurdumlayarak alınacak haplardan sonra konformizmir sağlanabilir.// Tadı incirizimir/ Sesi sezenizmir/ Kızları şirinizmir/ Dil dile dokunur/ Dili şiirizmir.” (s.319.)
“İzmir, lodosa binmiş uçarken dalgalarla boğuşan balıkçı motorlarına ve Karşıyaka vapurlarına bakardım. Martı çığlıkları, İzmir balıkhanesinde balıkçıların yan yana dizili tezgâhları, argo konuşmaları içinde kaybolurdum.” (s.51)
Sokağın dört köşesinde bir esnaf vardı. Her köşe ve esnaf, yaptığı işle çağrılırdı. Mehmet Bakkal, Seyit Bakkal, Yoğurtçu, Manav Osman başlıca esnaftı. Kalaycı Cemal, Arap Fırını, Gevrekçi Lütfi, Deli Metin gibi sokağımızın unutulmazları az değildi. Amerikan taksileriyle biz çocukların, rüyalarına girmeyi hak etmiş taksici amcalarımızı saymamak olmaz. Onlar İzmir’in ünlü Eşrefpaşalılarıydı. Orhan Abi (Kadir İnanır gibi yakışıklıydı), Kemal Abi, Tahsin Abi, daha adını anımsayamadıklarım var. (s.91.)
İzmir Körfezi çocukluğumun masalıydı. İzmir geceleri, Körfez’de ışıklarını yakmış yük gemilerinin görkemli görüntüsü, cumbamızın arkasında büyülerdi beni. Onların büyük denizlerde, fırtınalı havalarda, hele gece karanlıklarında yolunu nasıl bulduklarını ben bulamazdım. Yerlerinde kıpırdamadan, ay ışığına mı yoksa Kadifekale’ye mi baktıkları, öyle başları dik neyi izlediklerini sorardım kendime (s.50.)
Ve ardından Paris’e uzanan sonraları!
“Seni kaybettiğimde İzmir, kaybetmemizi isteyenler itti beni. Dünyaya çarptım. Düştüm bir çukura. Uçuk kurbağalar kenti Paris kuyusu. Asansörle inmedim oraya. Merdivenden çıkamam. Sürgün kuyusundayım. Üstelik yaşlanmaktayım. Varsa bildiğin yaşlanmayan bir zaman, siparişimi alır mısın o zaman. Geçmişin şimdisi yoktur. Şimdiyi hemen yaşamalısın. Şu anı kaçırdığında, anıları da kaçırıyorsun. Bakmaya resmim yok deme// Ressamın elinden fırçasını koparıp almaya benzer, benden İzmir resimlerini koparıp almak. Ben başka resimlerde var olamam. Hayatı okumayı İzmir’de öğrendim. Alfabemi değiştiremezler. Beyrut, Paris, Havana, Londra, Berlin, Şam, Atina, Colorado, çok yerde yaşadım, alamadı yerini. Bir kadeh rakıya, bir damla resmini atarım, beni sarhoş eder.” (s.298.)
Mustafa Çakar’ın İzmir hassasiyetini “anlıyorum”.
Deli-kanlı günlerimin İzmir’i: Kordonboyu’nda Ömer Ağa ile Kantar Polis Karakolu, Varyant’ın oralarda Gülistan, Agora’da Yorgo’nun Yeri, Hatay’daki 322 Sokak, İncir Altı Öğrenci Yurdu vb’leri…
Kolay mı? Victor Hugo’nun şiirine konuk olmuş kenttir İzmir. Hem de yaklaşık iki yüzyıl önce, 1829’da: “İzmir, bir prensestir çok güzel küçük şapkasıyla/ Mutlu ilkbaharlar durmaksızın onun çağrısına yanıt verir. Nasıl vazo içindeki çiçekler gülümserse, O da denizler arasından ışıldar…”[9]
Ne hoş bir güzelliği vardır Pasaport’un, Kordon’un, Alsancak’ın…
* * * * *
Ve Nâzım Hikmet’e, “Hangi şehir şaraba benzer?/ Paris./ İlk bardağı içersin/ buruktur,/ ikincide dumanı vurur başına,/ üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın/ Garson bir şişe daha getir!/ Ve artık nerde olsan, nereye gitsen/ Paris’in ayyaşısın iki gözüm/ Hangi şehir/ kırk yağmurlarda bile güzeldir?/ Paris...” dedirten sürgün(lük) sayfası…
Sürgün, sevdiklerinizden ayrı kalmakla sınırlı değildir sadece; o, zamanın çarkı döndükçe bedelini ödeten bir yoksunluk azabıdır; kökünden koparılmaktır; derin bir yaranın ömrü kanatmasıdır.
Zaman akıp giderken sürgün(lük)ün hikâyesini anlatmak hiç de kolay değildir; “Sürgünden söz etmek, hep zordur. Söz gırtlakta kalır çünkü,” diyen Mehmet Uzun’un formülü uzun lafın kısasıdır!
Ama Mustafa Çakar “sürgün(lük)ü bize ustaca anlatırken; Samuel Beckett’in, “Yeryüzünün gözyaşları sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında, bir başka yerde, bir başkasının gözyaşları diner,” saptamasını anımsamamak mümkün mü?
“Sürgün yaşamı, şiddetli yaşanan bir tür savaştır.” (s.319.)
“Sürgün, öylesine marifetlidir ki, uzaklaşmanın yakınlaştırıcılığını kaynatmada onun eline kimse su dökemez. Yeme de yanında yat! Uzaklaşmış, ülkeyle ilişkin kopmuştur ama ülkeni alıp konduracağın, tel örgüleri, duvarları, sınırları, yüksek bayrak direkleri, gözleme kuleleri, radarları, başkanları, komutanları, eli silahlıları olmayan sonsuz gezegenlere, yeni dünyalara kavuşmuşsundur artık. Para verseler de gelemezler oraya, seni yerinden edenler.” (s.316.)
“Teyzemin oğlu Mustafa aramıştı Alanya’dan. Cenazeye çağırıyordu beni. Katılamadın annemin toprağa verilişine. O gün benim hayatımın, sürgün yıllarımın en ağır geçtiği bir gün oldu. İnsanın ana dili, anavatanı ve annesi seçtiği şey olmadığından, inanıyorum ki unutmayı da asla başaramayacağı bir şey olarak kalıyor. Altı satırda yazdıklarım, annemin ölüm haberini aldığım gece hissettiklerimdir. Şimdi bir anadilim kaldı bana. Onu da benden almaya kalkmazlar sanıyorum.” (s.301.)
“Yalnızlıkta tanır kendini insan. Yalnızlıktır sürgünün hayatı. Sürgünlüğün arasında en zor olanı, uzun sürgünlüktür. Zaman kabuklaştırmaz, yaranın kapanmayanıdır. Öğretici olan kendi iç sokaklarını keşfeder insan. Kendimize gireriz çoklukla. Bildik dış sokaklara benzemez iç sokaklarımız. Farklı taşlardan döşelidir yolları.” (s.304.)
“Kimi anları vardır sürgünlüğümün. Bir an gelir nefret ederim hayatımdan, İzmir rüyalarımdan ve Lodoslarından. Büyük öfke duyarım, itmediği için beni Körfez rüzgârı, üst katların iskelesinden; ya da Karşıyaka vapurundan. Üçyol, İnönü Caddesi binalarında alın terim var. Ölümlerin en güzeli, her seferinde ıskaladı beni. Her seferinde sıyrıklarla atlattım ölümü.” (s.305.)
“Dolaşırız sokaklarında/ Devrimler kenti Paris’in/ Tek tutkum yurdum İzmir/ Bir de anadilim.” (s.309.)
* * * * *
“Bunlardan neden mi?” söz ettim…
Yunan mitolojisindeki Mnemosyne’i (Bellek), Hermes’i (Belagat), Sentinus’u (Duygu) anımsatan satırlarıyla hepimize “Dilexit veritatem/ Hakikâte değer verirdi,” dedirten Mustafa Çakar’ın yapıtını okuyunca anlayacaksınız dediklerimi; Karl Marx’ın, “De te fabula narratur/ Anlatılan senin hikâyendir,” uyarısındaki üzere…
Son “söz”(üm) mü?
Ernest Hemingway, “Hayat hakkında yazabilmek için önce onu yaşaman gerek,” derken ekler Rahmi Öğdül de, “Hikâyeniz yoksa bir hiçsiniz”![10]
Unutmayın sakın…
2 Temmuz 2020 12:01:26, İstanbul’dan.
N O T L A R
[*] Mustafa Çakar, İzmir Sokakları, Ütopya Yay., 2020 içinde, ss.5-14.
[1] Afşar Timuçin.
[2] Mustafa Çakar, İzmir Sokakları, Ütopya Yay., 2020, 326 sayfa.
[3] Samed Behrengi, Küçük Kara Balık, çev: Haşim Hüsrevşahi, Can Yay., 1999.
[4] Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens, çev: Tomris Uyar-Cemal Süreya, Can Yay., 2015.
[5] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2014, s.297.
[6] Henri Lefebvre, Yaşamla Söyleşi, çev: Emirhan Oğuz, Belge Yay., 1995, s.77.
[7] Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s.135.
[8] Henri Lefebvre, Marksizm, çev: Vedat Günyol, Alan Yay., 1990, s.39.
[9] Victor Hugo’dan aktaran: Mehmet Özçataloğlu, “Bir Yudum İzmir”, Birgün, 14 Şubat 2020, s.14.
[10] Rahmi Öğdül, “Hikâyeniz Yoksa Adam Değilsiniz!”, Birgün, 14 Şubat 2020, s.15.
Yorumlar