“Sinema benim için bir düştür. Estetizmin çeşitli öğeleriyle, ayık olarak gördüğüm bir düş.” [1] Sinema meselesinde -biliyorum- çokça ya...
“Sinema benim için bir düştür.
Estetizmin çeşitli öğeleriyle,
ayık olarak gördüğüm bir düş.”[1]
Sinema meselesinde -biliyorum- çokça yazdım.[2] Ancak daha da yazmam gerektiğini Azime Cantaş ile İhsan Koluaçık editörlüğündeki, Burak Bakır (s.11), Fırat Osmanoğulları (s.45), M. Talha Altınkaya (s.74), Çiçek Topçu (s.102), Emre Doğan (s.128), Eylem Şen (s.156), Emel Yuvayapan (s.216), Başak Kaptan Şiray (s.236) imzalı ‘Filozof Yönetmenler’[3] bir kere daha hatırlattı…
Gilles Deleuze’ün, “Büyük sinema yönetmenleri, büyük ressamlar veya büyük müzisyenler gibidir: kendi yaptıkları hakkında en iyi konuşacak olan onlardır. Fakat konuşurken başka bir şey hâline gelirler; filozof veya kuramcı olurlar; kuramlarla işi olmayan Hawks için dahi, kuramları küçümser gibi yapan Godard için dahi bu geçerlidir. Öyle olur ki, daima günün öyle bir saati gelir ki, gece yarısında veya gün ortasında artık ‘sinema nedir?’ diye değil, ‘felsefe nedir?’ diye sormak gerekir,” (s.7) sözleri eşliğinde.
Burada bir parantez açmalıyım: Ludwig Wittgenstein’ın, “Felsefe bir teori değil, bir aktivitedir” ve Virginia Woolf’un, “Gerçek filozof kürkünü kaybeden; ama pirelerinden kurtulandır,” uyarılarına müthiş değer atfeden birisi olarak felsefesiz, duruşsuz bir sinemanın mümkün olmadığından eminim.
Yapıtında net biçimde saptadığı üzere “Sinema formları, varlıkların kendiliğinden varoluşuyla ilgili pek çok felsefi kategoriye hizmet eder”ken (s.8); Gazze’de Filistinlilerin boğazlandığı günlerde Quentin Tarantino’nun İsrail askeri kampına destek ziyaretini ve bir de Jean-Luc Godard’ın “Ne zaman komedi filmi çekeceksiniz?” sorusuna verdiği “Vietnam’da, Filistin’de ve Yemen’de insanlar veya Amerika’daki siyah insanlar güldüğü zaman,” yanıtını anımsıyorum.
“Ben size öğrenciler ve işçilerle dayanışma diyorum, siz bana kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz!” diyen Jean-Luc Godard kuramları küçümsemez. Aksine, gözünü kırpmadan her şeyi yerli yerine oturtur.
1950’lerin sonuna doğru geleneksel sinemanın kurallarını sarsan ‘Yeni Dalga’nın önemli, önde gelen yönetmeni Jean-Luc Godard, Susan Sontag’ın deyimiyle “bir sinema imhacısı”ydı.[4]
“Dziga-Vertov grubu ile film üretimini gerçekleştirdiği dönemlerde yayınladıkları manifestonun maddeleri bunun en açık göstergesidir:
‘1. Politik filmler yapmalıyız.
2. Filmleri, politik bir şekilde yapmalıyız.
3. (1) ve (2) birbirine karşıttır ve birbirine zıt iki ayrı dünya görüşünün
4. (1), idealist ve metafizik bir dünya görüşüne aittir.
5. (2), Marksist ve diyalektik bir dünya görüşünün ürünüdür.
6. Marksizm, idealizme; diyalektik, metafiziğe karşı mücadele eder. (...)
12. (1)’i gerçekleştirmek var olan durumun betimlemesini yapmaktır.
13. (2)’yi gerçekleştirmek ise somut durumun nesnel çözümlemesini ortaya koymaktır. (...)
16. (1)’i gerçekleştirmek dünyayı açıklamak için nesnel dünyanın yasalarını anlamaktır.
17. (2)’yi gerçekleştirmek ise dünyayı bilfiil dönüştürmek için nesnel dünyanın yasalarını anlamaktır.
18. (1)’i gerçekleştirmek dünyadaki sefaleti betimlemektir.
19. (2)’yi gerçekleştirmek ise mücadele hâlindeki insanı göstermektir.
20. (2)’yi gerçekleştirmek, eleştiri ve özeleştiri silahları ile (1)’i yok etmektir.
21. (1)’i gerçekleştirmek kendinde hakikat olarak olayların tamamını göstermekle yetinmektir.
22. (2)’yi gerçekleştirmek ise göreli bir hakikât adına dünyanın görüntülerini çarpıtmak değildir.
23. (1)’i gerçekleştirmek şeylerin nasıl da gerçek olduğunu söylemektir (Brecht).
24. (2)’yi gerçekleştirmek ise şeylerin gerçekten nasıl olduğunu söylemektir (Brecht).
25. (2)’yi gerçekleştirmek bir filmi çekmeden onu kurgulamak, filmi çekerken ve çektikten sonra yapmaktır (Dziga Vertov)’.[5]
Bu manifestonun politika etrafında dönme sebebi Godard için gayet açıktır. Sinemanın kendisi, anlattığı her bir hikâyeyle, imge ile hatta sinematografın kendi varlığı ile politik şeyler üretir.” (s.86-87)
İhtiyacımız olan buyken; bunun için birçok şeyi göze almak gerekiyor.
Ve de Michel Foucault’nun, “Gerçeğin söylenmemiş hâlde kaldığı bir hayatın güvencesi altında kalmaktansa, gerçeği söylemek uğruna ölümü göze almış olursun; Lev Tostloy’un, “İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır”; Oruç Aruoba’nın, “Bir yeri, gerçekten ve toptan terk etmeyen, yeni bir yola çıkamaz”; Carl Hilty’in, “Zirveye doğru ilk adım, bir meydan okumayı tanımaktır,” uyarılarını kulağımıza küpe ederek…
SİNEMA SANATININ ZORUNLULUĞU
Chuck Klosterman’ın, “Sanat ve aşk aynı şeydir,” saptamasının yedinci sanat dalı sinema için de geçerli olduğunu asla unutmadan; Gabriel García Márquez’in Nobel Söylevi’ndeki, “Sizin, bizim sanatımızda fantezi zannettiğiniz şey, bizim gerçeğimizdir. Tıpkı sizin üç yüz yıl önceki gerçeğinizin şimdi size düşü anımsatması gibi,”[6] sözlerine mündemiç hakikat, bir an dahi “es” geçilmemelidir.
Sanat(çı) bir duruştur; Leon Troçki’nin, “Sanat, topluma bir ayna tutmak için değil, onu şekillendirmek için kullanılan bir çekiçtir”…
Émile Zola’nın, “Bu dünyada ne yapabileceğimi soruyorsanız, bir sanatçı olarak cevabım: Yüksek sesle yaşamak için varım”…
Ken Loach’un,[7] “Sanat yıkıcı olmalı, içinizde yeterince öfke barındırmıyorsanız evinizde oturun”…[8]
Gloria Steinem’in, “Sanat gibi, devrimler de var olanı daha önce hiç bulunmamış olanla birleştirmekten gelir”…
Andrew Wyeth’in, “Tek yapmanız gereken tüm kuralları çiğnemektir”…
Albert Camus’nün, “Sanat, hem coşma, hem yadsıma işidir.” “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”…
Lucian Freud’ün, “Sanatçının görevi insanı rahatsız etmektir,” ifadelerindeki üzere.
“Neden” mi? Çünkü “Sanatın akıbeti, devrimin akıbetine göbekten bağlıdır. Bu anlamda, sanatçıyı sokaklara çıkaran ve -Komün için, Bolşevik Devrimi için, 1918 Alman Devrimi için, Çin ve Küba devrimleri için, veya kurtuluşu tarihsel bir olasılık hâline getiren herhangi bir devrim için- savaşmaya iten şey, sanatın kendi içindeki bir zorunluluktur.”[9]
Bunu başarabildiğiniz ölçüde, felsefesiyle yedinci sanatın hakkı verilebilir…
Hem de Louis Lumière’in, “Sinema geleceği olmayan bir icat,” saptamasını tekzip eden V. İ. Lenin’nin, “Sinema tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır”...
Slavoj Zizek’in, “Bugünün dünyasını anlamak için sinemaya ihtiyacımız var; yüz yüze gelmeye cesaret edemediğimiz ne varsa, anlamak için sinemaya bakmalıyız”...
Gilles Deleuze’ün, “Sinema yapan bizler değiliz: Kötü bir film izler gibi bakan, dünyanın kendisi”...
Federico Fellini’nin, “İyi bir filmin kusurları olması gerekir. Hayat gibi, insanlar gibi”…
Steven Spielberg’in, “Bir yaşam hayal etmekle ilgilidir”...
Orson Welles’in, “Bir film bir düşler şerididir”...
Roman Polanski’nin, “Sinema size bir salonda oturmakta olduğunuzu unutturmalıdır”...
Jean-Luc Godard’ın, “Fotoğraf gerçektir, sinema ise saniyede yirmi dört kere gerçektir”... “Sinema, sanat ile yaşam arası bir şeydir. Resim ve edebiyattan farklı olarak hem yaşamı verir hem de yaşamdan alır”... “Sinema dünyadaki en güzel hiledir”... [10]
Agnès Varda’nın, “Eğer insanların içine bakabilseydik, manzaralar bulurduk. Benim içime bakabilseydik, kumsalları bulurduk”...
Bela Tarr’ın, “Bir filmi herkes anlayabilir, sinema herkes içindir”...
Jacques Tati’nin, “Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın”...
Yılmaz Güney’in, “Ben bir kavga adamıyım. Sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır,” vurgularında işaret edildiği üzere…
“NE” Mİ?
“Sinemanın ölümü” zırvalarını bir yana bırakırsak; Walter Benjamin’in sinemanın birbirinden ayrılamayacak modernleştirici ve özgürleşimci boyutlarına dikkat çekmesi boşuna değildir.[11]
Hayal gücünün, ütopyaların, gerçeğin perdeye yansıtıldığı büyülü bir dünya; duyguların, gerçeğin karelerle anlatıldığı, yorumlanıp sunulduğu bir sanat formu olarak sinema, gerçekliği yeniden yorumlama ve insanları farklı dünyalara götürme gücüne sahiptir. Çünkü o bir anlatı aracıdır; bir film karesinde duyguların, sevinçlerin, hüzünlerin, umutların, ütopyaların bir araya getirildiği bir evrendir.
Ayrıca da toplumun aynasıdır; soru(n)ları ele alır, düşündürür, irdeler ve de değişimi tetikleyebilirken; görsel estetik ile müziği birleştirerek büyüleyici bir deneyim sunar; empati yapmamızı sağlar.
Tam da bu noktada Jean-Luc Godard’ın “1. Politik filmler yapmalıyız. 2. Filmleri politik biçimde yapmalıyız,”[12] yolundaki ikili diyalektik önermesi politika ile sinema arasındaki sınırların bulanıklaştırılmamasına dair yaşamsal vurguyken; Bertolt Brecht’e göre sinema, öncelikle, ekonomik zorunluluklara tabi olan, gerçekliği çarpıtmayı ve halkı aldatmayı başaran bir endüstri niteliği taşıyor.[13]
Ancak sinema bu şekilsizleştirici mantıktan çıkar çıkmaz başka bir şey de olabilir: Gerçekliği yapılandıran süreçleri açığa çıkarmayı ve proletaryanın benlik bilincini keskinleştirmeyi sağlayan önemli bir araç hâline gelir. Onun hayalini kurduğu sinematograf, en üst düzeyde “gerçekçi” olacaktır, çünkü olguları, tüm derinlikleriyle birlikte olduğu gibi sunmaya ve onlara kesin bir ideolojik anlam vermeye çalışacaktır.[14]
Çünkü sinema felsefesi için de özgürlük, tüm zorluklarına karşın tarihsel zorunluluğun bilinci ve pratiğidir. Yani sinemada yaşamın sonsuz tutkusu var.
Çünkü o, insanın hayal dünyasını biçimlendirip, coşturan sanattır, bir rehberdir; insan(lık)ı farklı zamanlara, mekânlara, ufuklara götürebilme gücüdür. Onda izlediğimiz düşler, gerçeklikle iç içe geçer ve hayatımızın birer parçası hâline gelir.
Bir şey daha: “(Post-modern karşıtı kuramcılar… yeni çağdaş toplumsal gerçekliği) Jean Baudrillard’ın vurguladığı gibi, görsel ve sinemasal bir çağ olarak nitelendirmektedirler. Bu bağlamda, sinema, çağdaş toplumsal krizi, kargaşayı, şiddeti ve parçalanmışlığı yansıtmada diğer tüm sanatların önüne geçmiştir.”[15] Kolay mı? Sinema, kitlelere ulaşan bir sanat formudur; duyguları tetikler, düşleri canlandırır, farklı dünyalara pencere açarken, o, bir araçtır; bizi bir araya getirir, etkiler ve değiştirir.
Tam da bunun için Jean-Luc Godard, sinemanın sadece bir düş ya da hayal ürünü olmadığını, hayatın kendisi olduğunu söyler. V. İ. Lenin, sinemanın en etkili sanat dalı olduğuna dikkat çekerken; Gilles Deleuze de, sinemayı felsefi yaratımın düşünsel eylemi olarak tanımlar.
Sinema insan, doğa ve yaşamla ne kadar derinden bağlar kurarsa o kadar yüzeysellikten kurtulup, estetik nitelik kazanır. Duyguları, düşünceleri sinematografik imgelere dönüştürürken; insan(lık)a sınırsız bir hayal gücünün kapılarını açar. İnsan(lar)ı sarsmak ister. Alışıldık görme, düşünme, konuşma biçimlerini kırar.
“Yedinci sanat” olarak değerlendirilen sinema, dünyaya yedi pencereden bakarken; imgenin ya da gerçeğin izleyicideki kalıntısıdır.
Sinema seyirciye göremediğini gösterme, hissettirme ya da görünenin ardındaki görünmeyen anlamı sezdirme gibi farklı işlevleri üstlenen; kimi zaman ideolojik bir aygıt, düşünce aktaran ya da propaganda yapan bir araç olarak görülür.
Tarihin, kültürün öğelerini içererek kendi kültür ve gerçekliğini inşa eden, insanı anlatan ve gözlemleyen, insanın iç bunalımlarını açığa vurup işleyen, duygulandıran, düşündüren kimi zamansa zıtların diyalektik mücadelesi olarak görülen bir sanat biçimi olmuştur.
“Sanat var olan dünyaya karşı bir öfke uyandırmalı: politik bir duygu olarak öfke. Ama bununla da yetinmemeli. Bu dünyanın yıkımına yönelik bir arzu da uyandırmalı… Sanat mağduru isyânkara, mağdurun ıstıraplarını adil bir dünya umuduna dönüştürür. Var olan dünya bizlere mümkün olan dünyaların en iyisiymiş gibi sunuluyor. Daha da kötüsü, sunulan bu dünya memnuniyetle kabulleniliyor. Sanat bu hoşnutluğa itiraz eder. İtirazını ‘bütün zamanların hoşnutsuzları’ adına dile getirir,”[16] vurgusundaki üzere…
VE…
Son bir şey daha…
Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında kızıl bayrak, dağılmadıkları takdirde ateş açılacağı konusunda göstericileri uyarmak için jandarma tarafından kullanılan bir sıkıyönetim işaretiydi.
Ancak, Haziran 1792’de Jakoben gazeteci Jean-Louis Carra, kızıl bayrağın üzerine siyah harflerle “Yürütme Gücünün İsyanına Karşı Halk Egemenliğinin Sıkıyönetimi” yazdı. Böylece kızıl bayrak devrimin sancağına dönüştü.
O gün bugündür kırmızı, zulme karşı mücadelenin ve eşitlik ilkesine dayanan toplumsal bir örgütlenme arayışının simgesi olageldi.[17]
Sinemaya düşen de tam budur; hem de, “Hakikât, kan, ter ve gözyaşı meselesidir, savunmasız bir anımızda saldıran ve bizi uçuruma bakmaya zorlayan bir şeydir. Bir düşünme meselesi değil, var oluş meselesidir, yaşama meselesidir. Kitaplarla değil, kanla...”[18] kararlılığıyla…
27 Haziran 2024 16:30:19, İstanbul.
N O T L A R
[*] Güney Dergisi, No: 110, Ekim-Kasım-Aralık 2024…
[1] Pier Paolo Pasolini
[2] Bkz: i) Temel Demirer, “Politik Sinema İhtiyacı Büyürken”, Kaldıraç Dergisi, No:201, Nisan 2018… ii) Temel Demirer, “Ütopya Kaybına Karşı Politik Sinema”, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:47, Nisan-Mayıs-Haziran 2023… iii) Temel Demirer, “Sinema Hayattır, Hayat da Sinemadır”, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:42, Ocak-Şubat-Mart 2022… iv) Temel Demirer, “Sinema Harekettir; Durdurulamaz!”, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, Yıl:13, No:52, Temmuz-Ağustos-Eylül 2024… v) Temel Demirer, “ Sinemanın Gücü”, Güney Dergisi, No:108, Nisan Mayıs Haziran 2024… vi) Temel Demirer, “Sinema Büyüsü (ve Büyücüleri)”, İnsancıl, Yıl:30, No:363, Ekim 2020; İnsancıl, Yıl:31, No:364, Kasım 2020… vii) Temel Demirer, “Sinema ile Yaratıcı Yönetmen(ler)”, İnsancıl Dergisi, Yıl:22, No:263, Haziran 2012… viii) Temel Demirer, “Sinema ve Yönetmen(ler)”, Güney Dergisi, No:79, Ocak Şubat Mart 2017… ix) Temel Demirer, “Unutamadığım Film(ler), Yönetmen(ler), Oyuncu(lar)”, Sosyalist Mezopotamya, No:7, Şubat 2020… x) Temel Demirer, “Seni Çok Özleyeceğiz 68’li Godard”, Kaldıraç Dergisi, No:256, Kasım 2022… xi) Temel Demirer, “Yapıtlarıyla Hafızalardan Silin(e)meyen Agnès Varda”, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:36, Temmuz-Ağustos-Eylül 2020… xii) Temel Demirer, “… ‘Gölge’ ve ‘ Çığlık’ ya da Theo’nun Yol’u…”, Patika, No:77, Nisan-Mayıs-Haziran 2012… xiii) Temel Demirer, “Ömer Şerif’in Oyunculuğu”, Kaldıraç, No:218, Eylül 2019… xiv) Temel Demirer, “Yeşilçam’lı Türk(iye) Sineması”, Güney Dergisi, No:83, Ocak-Şubat-Mart 2018… xv) Temel Demirer, “Sinemanın Müstesna İsim: Metin Erksan”, Kaldıraç Dergisi, No:206, Eylül 2018… xvi) Temel Demirer, “… ‘Duvar’(lar)ı Aşan O; Hâlâ ‘Umut’la ‘Yol’da, Bizimledir”, Güney Dergisi, No:92, Nisan-Mayıs-Haziran 2020... xvii) Temel Demirer, “… ‘Derin Aşkların, Bağlılıkların, Hasretlerin, Şefkatin Şarkılarını Söyledi’ Yılmaz Güney”, Rojnameya Newroz, Nisan 2018… xviii) Temel Demirer, “… ‘Yol’daki ‘Mutlaka Kazanacağız,’ diyen ‘Umut’tu O…”, Kaldıraç Dergisi, No: 257, Aralık 2022... xix) Temel Demirer, “Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney”, Güney Dergisi, No:104, Nisan Mayıs Haziran 2023… xx) Temel Demirer, “Yılmaz Güney (ile Zulmün Yıldıramadıkları) Hakkında…”, Güney Dergisi, No:61, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012… xxi) Temel Demirer, “… ‘İnsanlık İçin Komünizmden Başka Yol Var mı?’ Derdi O…”, Kaldıraç Dergisi, No:152, Şubat 2014… xxii) Temel Demirer, “Sinemamızın Dervişi: Aytaç Arman”, Kaldıraç Dergisi, No: 214, Mayıs 2019… xxiii) Temel Demirer, “Eyyamcı Değil, Her Devirde İnsandı Tarık Akan”, Kaldıraç Dergisi, No: 199, Şubat 2018… xxiv) Temel Demirer, “… ‘Kel Mahmut Hoca’ + ‘Yaşar Usta’ + ‘Turşucu Kazım’ + ‘Ayyaş Emin’di O…” Kaldıraç Dergisi, No: 202, Mayıs 2018… xxv) Temel Demirer, “… ‘Bizden’ Biri: Fatma Girik”, Güney Dergisi, No:100, Nisan-Mayıs-Haziran 2022… xxvi) Temel Demirer, “Kıpır Kıpır, Neşe Dolu ‘Deli Kadın’: Ayşen Gruda”, İnsancıl Dergisi, Yıl:29, No:346, Mayıs 2019… xxvii) Temel Demirer, “NBC Sineması (mı?)”, Kaldıraç Dergisi, No:206, Eylül 2018…
[3] Filozof Yönetmenler, Editörler: Azime Cantaş-İhsan Koluaçık, Ütopya Yayınevi, 2023, 255 sahife.
[4] Deniz Burak Bayrak, “Godard’ın Dünyası”, Birgün, 31 Ekim 2023, s.13.
[5] Godard, J. L. (2023, 07 31), Makale ve Tezler. Sinematek TV: https://- sinematek.tv/godard-manifesto-jusqua-la-victoire-zafere-kadar
[6] Onat Kutlar, “Sinemada Alaturka Gerçeküstücülük”, Gergedan Dergisi Gerçeküstücülük özel sayısı, Ağustos 1987, s.78.
[7] “Bazen kültürel sermayenin şiddeti ekonomik sermayenin şiddetini bile geride bırakıyor, çünkü kültürel burjuvazinin dünyanın iyi tarafında olduğu algısı hâkim, bunu sağlayan da kültürle kurduğu ilişki.” (Ken Loach, Edouard Louis, Sanat ve Siyaset Konuşmaları, çev: Ayberk Erkay, Tellekt Yay., 2024.)
[8] Ken Loach, Edouard Louis, Sanat ve Siyaset Konuşmaları, çev: Ayberk Erkay, Tellekt Yay., 2024.
[9] Herbert Marcuse, Karşı Devrim ve İsyan, çev: Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ayrıntı Yay., 1998.
[10] “Neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. Ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor.” (Jean Luc Godard)
[11] Walter Benjamin, “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı”, Pasajlar içinde, çev: Ahmet Cemal, YKY, 2016.
[12] Yılmaz Güney yarım kalmış bir projedir. Onun kafasındaki sinema oluşsaydı ne olurdu, önü açık bir tartışma. Bir şeytan tüyü, karizması vardı Yılmaz Güney’in,” vurgusuyla ‘2024 İstanbul Film Festivali’ Onur Ödülü’ sahibi Engin Ayça ekler: “Sinemaya politik olarak baktık. Politik görüşümüze göre filmleri değerlendirmeye çalıştık. Kafamızdaki sorular ister istemez yaptığımız filmlerde olacaktı. Yeşilçam dışında bir sinema olacaksa politik temelli filmlerin olması gerektiğini düşünüyorduk. Dünyanın her yerinde buna bağlı neler yapılıyorsa, onların bilgisini buraya taşımaya çalıştık. Yapabildiğimiz kadar yaptık.” (Orhun Atmış, “Engin Ayça: Sinemaya Politik Baktık”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2024, s.16.)
[13] Sinemanın Aşil Topuğu/ zayıf noktası, kapitalist serbest piyasanın zorunluluklarına boyun eğ(diril)mesidir!
[14] Bertolt Brecht, Radyo Kuramı ve Sinema Üzerine, çev: Süheyla Kaya, Agora Kitaplığı, 2012.
[15] Metin Çolak, “Sinema ve Zeitgeist: Çağdaş Toplumsal Kriz ve Postmodern Sinemanın Yükselişi”, 24 Mart 2015… https://e-skop.com/skopbulten/tezler-sinema-ve-zeitgeist-cagdas-toplumsal-kriz-ve-postmodern-sinemanin-yukselisi/2371
[16] Halil Turhanlı, Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı, Encore Yay., 2015.
[17] Ronald Paulson, Representations of Revolution (1789-1820) (New Haven ve Londra: Yale University Press, 1983), s.17.
[18] John D. Kaputo, Hakikât/ Post-Modern Çağda Bilgelik, çev: Recep Yılmaz, Kapı Yay., 2022.
Yorumlar