İKTİDARIN ADALET(SİZLİĞ)İ VE “SUÇ” DEVLET VE HUKUK(SUZLUĞ)U TERÖRÜN KAYNAĞI: SINIFLI SÖMÜRÜCÜ TERÖRİST DEVLET “...
İKTİDARIN ADALET(SİZLİĞ)İ VE “SUÇ”
DEVLET VE HUKUK(SUZLUĞ)U
TERÖRÜN KAYNAĞI: SINIFLI SÖMÜRÜCÜ TERÖRİST DEVLET
“HUKUK(SUZLUK) MU”? DEDİNİZ!
TMK: TOPLUMLA MÜCADELE KANUNU
TÜRKİYE’DEKİ DURUM YA DA EGEMENLİK VERİLERİ
DEVLET(İN) HUKUK(SUZLUĞ)U
TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)UNUN ŞECERESİ
DEVLET TERÖRÜ YA DA TERÖRİST DEVLET
“SONUÇ YERİNE”: BİRKAÇ NOT
DEVLET, SİYASAL
“SUÇ”, HUKUK(SUZLUK) VE TERÖR(İST)[1]
TEMEL DEMİRER
“İnsanın temel özgürlüğü, yaşamını
daha iyi kılma özgürlüğüdür.”[2]
Hayatımızı doğrudan müdahale ederek, zorbaca biçimlendiren
egemenlik kavramlarının pratiğine ilişkin söz etmeden önce, bu konuda “Şeytanın
Avukatlığı”na soyunan ve egemen zorbalık karşısında bunu layığı ile yapan ve
geçenlerde bizi bırakıp giden Jacques Vergès’i anmadan geçmemeliyim.
‘Savunma Saldırıyor’ başlıklı yapıtında
egemen hukuk(suzluk)un çifte standardına, “Devlet güçlü olduğu sürece adalet
gerçekten bir devlet meselesidir; ama buhran içine düşmeye görsün, yeniden
büyük harfli oluveren Adalet’e hesap vermek zorunda kalır,”[3],
saptamasıyla dikkat çeken O, bu sözleriyle adeta değineceklerimizin de
çerçevesini çizmiş olur.
İKTİDARIN ADALET(SİZLİĞ)İ VE “SUÇ”
“Suç”,
iktidarın bekasına karşı olana atfedilen sıfattır; “düzen”in, “uygunsuz”
ilan ettiğidir.
“Olağan”ın
bekası için hukuki bağlamda, cezanın öngörüldüğü davranış biçimidir.
Yasa koyucu
iktidar, kimi davranış biçimlerine ceza getirerek “raison d’etat”sını
meşrulaştırır…
Metin
Altıok’un, ‘Hançerin Sapı’ın da, “darasıdır suç oysa/ yaşadığımız dünyanın”; Vittorio Alfiereri’nin de, “Suçu toplum hazırlar birey işler” diye
tanımladığı düzlemde iktidarın düzeni açısından “ceza” veya “güvenlik tedbiri”
yaptırımına bağlanmış fiildir.
Bu bağlamda
ceza hukukunun “olmazsa olmazı” ilan edilen “suç”un tanımlamasındaki zorluk
öznel algı ile nesnel durumun birbiriyle çatışmasından kaynaklanır.
Ama bu noktada
Karl Marx’ın saptamaları imdadımıza koşar:
“Bir filozof fikirler, bir şair dizeler, bir
rahip vaazlar, bir profesör ders kitapları vs. üretir. Bir suçlu suç üretir.
Fakat bu son üretim dalı ile toplumun bütün üretici faaliyeti biraz daha
yakından incelenirse, insan birçok önyargısını terketmek zorunda kalır. Suçlu
yalnızca suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri
veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya bir meta
olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitaplarını da üretir. Bizzat yazarın bile
kendi ders kitabından aldığı... Zevkten tamamıyla ayrı olarak, maddi servette
bir artış meydana gelir.
Ayrıca, suçlu bütün polis ve ceza mahkemesi
aygıtını, dedektifleri, yargıçları, cellatları, mahkeme kurullarını (jüri),
vs.’yi üretir ve toplumsal işbölümünün bunca kategorisini oluşturan bütün bu
meslekler, insan ruhunun farklı farklı yeteneklerini geliştirirler; yeni
ihtiyaçlar ve onları giderecek yeni yollar yaratırlar. Bizzat işkence, işkence
aletlerinin üretimini çok sayıda dürüst işçi çalıştırarak en zekice mekanik
icatların yapılmasına imkân vermiştir.
Suçlu, bazen ahlâki, bazen acıklı bir
izlenim yaratarak halkın ahlâki ve estetik duygularını harekete geçirmekle bir
‘hizmet’ görmektedir. O, ceza hukuku üzerine ders kitapları ve bizzat ceza
hukukunun kendisini ve böylece kanun koyucuları üretmekle kalmaz, aynı zamanda
sanat, edebiyat, roman ve trajik oyunları da üretir. Suçlu, burjuva yaşamının
tekdüzeliğini ve güvensizliğini bozar. Böylece onu durgunluktan korur ve
yokluğunda bizzat rekabet uyarısının körleneceği o dur durak bilmez gerilimi,
ruh hareketliliğini yaratır. Bundan dolayı üretici güçlere yeni bir itilim
verir. Suça karşı açılan savaş fazla nüfusun bir parçasını emerken, suç, emek
pazarından aynı nüfusun bir başka parçasını çekip alır, işçiler arasında
rekabeti azaltır ve bir dereceye kadar da ücretlerin asgarinin altına düşmesini
önler. Bundan dolayı suçlu, tam bir denge sağlayan ve bütün bir ‘yararlı’
meslekler perspektifi açan doğal ‘dengeleyici güçler’den biri olarak görünür.”[4]
Karl Marx’ın
kapitalist toplumda bir “katalizör” işlevi yüklediği “suç”, bir başka tanımla,
bir yerde iktidara/ sosyal düzen(in)e karşı bir protestodur.
Söz konusu
çerçevede “ceza”lardan oluşan işleyişe, iktidara karşı direniştir “siyasal
suç”…
Mesela, birini
hukuka aykırı şekilde hürriyetinden mahrum edersen, devlet, seni hukuka uygun
şekilde hürriyetinden mahrum eder ve bunlardan sadece biri suçtur.
Dostoyevski’ye
(ya da Raskolnikov’a) göre suç, “Âlâlade bir insanın, kendini fevkâlâde
sanması”; Karl Menninger için de “Herkesi cezbeden bir çekim”ken;
unutulmamalıdır ki, “suç” diye betimlenen, düşünülen, sunulan veya varsayılan
her ne varsa; suçun ortaya çıkmasını sağlayan sebepler yok edilmediği sürece,
asla yok edilemeyecektir.
Ali Akay’ın,
“Hukuk otoritenin hakikâtini açıkladığı zaman, açıklanan felsefi bir hakikât olmaya
başlayacaktır artık; hukuk değil: yani, aranan gerçek: quid juris/yasa nedir?”
notunu düştüğü çerçevede “Adalet” kavramı evrensel olmakla birlikte, bu
evrenselliğin kapsamı ve içeriği konusunda bir mutabakat gerektiriyor. Bu
mutabakat ise bu adalet kavramının dayandığı “hakikât”e (en temel ilkeye)
sadakat üzerinden şekilleniyor. Örneğin, liberal demokratik toplumda,
hırsızlığı cezalandırmak kolaydır, bir dilim ekmek çaldığı için birkaç yıl
yatmaya mahkûm olanların durumu bile açıklanabilir. Bu toplumun adaleti özel
mülkiyete sadakate dayanır.
Buna karşılık,
devrimi yapmakta olan hareketin adaleti ile devrimi bastırmakta olan iktidarın
adaleti birbirine taban tabana zıttır. Her iki kesimin adalet kavramının
içeriğini oluşturan sadakatler birbirini dışlarlar. Bu durumda her iki adaleti
kıyaslayacak bir üçüncü bakış noktası da bulunamaz.
Modern
toplumlarda bir zanlının, suçlamaları dinleyip kendini savunmadan
(yargılanmadan) cezalandırılamayacağı, hele idam edilemeyeceği konusunda bir
mutabakat olduğu söylenebilir. Buna karşılık, ABD hükümeti, salt bir istihbarat
verisi üzerinden bir yerdeki bir grup insana, çoluk çocuk öldürmek pahasına
roketli saldırı düzenleyebilmekte, bunu da dünyaya anlatabilmektedir. Böyle
durumlarda da “mutabakat” değil, La
Fontaine’in Kurt ile Kuzu masalındaki, “zor” ve haklılık
ilişkisi geçerlidir.[5]
Evet, evet
“suç” ve “adalet” denilen şey iktidar yani devlet gerçeğiyle doğrudan
ilintilidir.
DEVLET VE HUKUK(SUZLUĞ)U
Öncelikle
anımsatalım: Mihail Aleksandroviç Bakunin’in, “Hukuk iktidarın fahişesidir”;
Kropotkin’in, “Yasalar adalet duygusunu geliştirmemiştir, onu mahvetmiştir”;
Michel de Montaigne’nin, “Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz bir taraf
vardır”; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinkine ise suç
adını verir,” diye tanımladığı gerçek, son tahlilde sınıflı-sömürücü iktidarın
hukuk(suzluk)udur ve devlet gerçeğinin ürünüdür.
Friedrich
Nietzsche’nin, “Bütün canavarların en soğuğuna devlet denir… ‘Ben ulusum,
milletim ben’ işte böyle bağırır o soğuk canavar...
Devlet, o
heybetli eşitliğinde zengine de fakire de ekmek çalmayı ve köprü altında
yaşamayı yasaklayan bir kurumdur,”[6]
diye tanımlanan baskı aygıtı, egemen(ler)in “tek meşru şiddet uygulayıcısıdır”.
Yerküredeki en
kurumsal terörist örgütlenme biçimi olan sınıflı-sömürücü devlet,
egemen şiddetin (ve terörün) kaynağıdır.
Katil kavramının
vücut bulmuş hâlidir devlet; kendi eliyle, zihniyle canımıza kastedendir.
Arkadaşlarımızı,
kardeşlerimizi döverek öldürendir, gözaltında kaybedendir.
Üzerimize bombalar
yağdıran, toprağımıza mayınlar döşeyendir.
Münferit diye
örtbas edilmeye çalışılan her vahşetin azmettiricisidir.
Canımızı
bizden alandır devlet.
Bir an
hatırlayın: Milyonlarca insanın gözü önünde Abdullah Cömert’i, Ethem
Sarısülük’ü, Ali İsmail Korkmaz’ı, Medeni Yıldırım’ı, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Ahmet
Atakan’ı, Hasan Ferit Gedik’i katletmiştir o; ama bir tane bile katil yok
ortada...
Devlet örgütlü
terördür; Thomas Hobbes’a göre, “Ejderha”dır.
Burjuvazinin
elinde sömürüsünü meşrulaştıran bir araçtır; bir sınıfın diğerini ezmek için
kullandığı aygıttır.
Sınıflı
sömürücü devlet, baskı altına alarak mülksüzleri yoksullaştırmakta ve zenginleri
daha da ayrıcalıklı hâle getirmektedir.
Egemen sınıfın
çıkarlarını koruyan tüzel varlık. Varsa meclisi de egemen sınıfın çıkarını
düşünür, anayasası da, hükümeti de, başkanı da…
Devlet bir
şeyleri yasaklar; bir şeyleri zorunlu kılarken; insanlık tarihinde; toprağa
yerleşme ile mirasın ve özel mülkiyetin korunması için geliştirilmiş kurumdur.
Organize olmuş
en büyük silahlı örgütken; yüzyıllar içerisinde işlevleri ve gücü artmıştır.
Marx’ göre,
var oluş sebebi özel mülkiyettir. Özel mülkiyet ortadan kalktığında kendisi de
ortadan kalkacaktır.
‘Komünist
Manifesto’daki pek sade biçimiyle, kapitalist toplumda “Modern devlet iktidarı
tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir”.
Siz bakmayın
Klasik Fransız Kamu Hukuku’ndaki, “Devlet, milletin hukuki kişilik kazanmış
biçimidir”; Hans Kelsen’in, “Devlet, etkili olarak yürürlükte bulunan bir hukuki
normlar sistemidir”; Hegel’in, “Devlet, tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür”;
Habermas’ın, “Devlet ‘kamu erki’dir, bu sıfatını kendi hukukuna tabi olanların
ortak selametini sağlama görevine borçludur,” tanımlarına!
Max Weber’in
deyişiyle, “Devlet, belli sınırlar içerisinde meşru fiziksel güç kullanma
tekelini elinde bulunduran aygıttır.”
Weber’in
devlet tanımına göre, “Belli bir kara parçası üzerinde fiziksel gücü meşru
olarak kullanma tekeli”nden hareket edendir.
Bu tanımın
anlamı kabaca şudur: Bir kanunu ihlâl edersen, polis gelip seni bir güzel
coplayabilir. Ama polis kanunu ihlâl ederse sen onu coplayamazsın. En fazla
mahkemeye verirsin. Ama mahkemeyi kazansan da yine coplayamazsın. Ama ertesi
gün tekrar kusurlu bir iş yaparsan o seni yine coplayabilir. Ama sen onu yine
de coplayamazsın...
1918 yılında
N. Buharin’in, “Devlet, tıpkı sermaye gibi, bir nesne değil, toplumsal sınıflar
arasındaki bir ilişkidir. Devlet, yönetenle yönetilen arasındaki bir ilişkidir.
Devletin özü bu ilişkidir,” notunu düştüğü devlet konusunda Proudhon da ekler:
“Yönetilmek,
her işlemde kaydedilmek, sicil almak, deftere geçmek, vergilendirilmek,
damgalanmak, ölçülmek, sayılmak, değerlendirilmek, yasaklanmak, yola
getirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. Bu kamu yararı bahanesiyle ve
genel çıkar adına; tekel altına alınmak, gasp edilmek, aldatılmak, soyulmaktır.
En küçük sızlama ve direnme karşısında bastırılmak, cezalandırılmak,
aşağılanmak, tacize uğramak, izlenmek, tutuklanmak, yargılanmak, vurulmak,
sürülmek, onursuzlaştırılmaktır. İşte devlet budur. Onun adaleti budur. Onun ahlâkı
budur,” demiştir.
V. İ. Lenin’e
göre, “Hâkim sınıfın en örgütlü hâli” olan ve “Kitlelerin gücünü silahlı ve
örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılan kurum” olarak “Devlet, sınıf karşıtlıklarını
dizginleme ihtiyacından, ama aynı zamanda bu sınıflar arasındaki çatışmanın
orta yerinde doğduğu için, çoğunlukla, en güçlü, ekonomik açıdan egemen konumda
olan, devlet aracılığıyla siyasi açıdan da egemen sınıf durumuna gelen ve
böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar
elde eden sınıfın devletidir.”
Bu çerçevede
“Devlet, egemen sınıfın en örgütlü yapısıdır,” diyen V. İ. Lenin ekler: “Devlet
varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır”…
Örgütlenmiş ve
sistemli bir zor aygıtı olan ve “Toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve
gitgide ona yabancılaşan bir güç” olarak devletin de bir hikâyesi vardır; onu
da, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden
başka bir şey değildir, ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette
de böyledir,”[7] diyen Friedrich
Engels şöyle anlatır:
“Demek ki,
devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri varolan bir şey değildir. İşlerini
onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet erki düşünü bulunmayan toplumlar olmuştur.
Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir
iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna
getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan
çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına
hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir
biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan
kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur.
Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden
düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık
olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın
yanına.”[8]
O hâlde
sınıflı sömürücü devletin “sui genneris” özelliklerinden hareketle,
hukuk(suzluğ)unun da onu var eden şiddetten (terörden) bağışık olduğu
düşünülemez.
TERÖRÜN KAYNAĞI: SINIFLI SÖMÜRÜCÜ TERÖRİST DEVLET
Peter Ustinov’un
“Yoksulların zenginlere karşı verdiği savaşa terörizm, zenginlerin yoksullara
uyguladığı terörizme de savaş denir,” notunu düştüğü yerkürede “terör/
terörizm” yaygaraları çifte standartlı kapitalizmin elinde, çıkar amacı güden
bir bahaneler silsilesinin ilk maddesidir.
Terörün
kaynağı her zaman sınıflı sömürücü devletken; sormadan geçmeyelim:
ABD’nin Japonya’ya atom bombası atması, ayrım gözetmeksizin binlerce
insanı katletmesi bir terör eylemi değil midir?
O hâlde “terör
nedir”, “terörist kimdir” cidden?!
Sözü Kadir
Cangızbay’a bırakalım: “Terör, tam tamına dehşet, terörizm ise tedhiş (hedefine
ulaşmak üzere etrafa dehşet salma) anlamına gelir ve bu kelimeler aşağı yukarı
yarım bin yıldır dilimize yerleşmiş bulunmaktadırlar; ama ne olursa olur, son
20 yıl içinde önce resmi metinlerden, sonra da günlük dilden kovulup batılı
karşıtlarıyla ikame edilirler ki, her hangi bir batılı, terörist, terörizm
derken işin temelinde mutlaka ve mutlaka ‘insanları dehşete düşürüp yıldırmaya
yönelik bir şiddet eylemi’ bulunduğunu doğrudan doğruya anlarken, Türkçe
kullanan insanlar yüzlerce yıldır sahip oldukları bu imkândan kısa sürede mahkûm
kılınıp, ülkedeki egemenlerin kendi işlerine gelmeyen her şeyi ‘terör suçu’
ilan etmeleri şeklindeki alçakça bir çarpıtma/yönlendirmenin tümüyle donanımsız
avları hâline getirilmiş olurlar.”
Konuyu açmayı
daha önce dediklerimizi aktararak sürdürürsek:
“Etimolojik
açıdan Latince kökenli olan terör, korku yaratma, dehşete düşürme, sarsıntı
yaratma anlamına geliyor. Terör, sürekli korku altında tutmak amacı içeren
siyasal şiddet hareketleri,[9]
hükümet kararlarını ve kamu politikalarını uygulama veya bunlara karşı çıkma
amacıyla kişilere ve mala yönelik fiziki bakımdan zarar verici ve yıkıcı
eylemler veya eylemlerde bulunma tehdidi,[10]
toplumlarda korku, heyecan ve aşırı öfke yaratarak siyasal amaçlar için
insanlar arasında güvensizlik duygusunu gerçekleştirmeye yönelik eylemler[11] olarak tanımlanabiliyor. (...)
Clutterbuck’un[12] gözdağı vermenin öldürücü formu
olarak nitelediği ‘terörizm’ ise, politik, ideolojik veya dinsel amaçları
gerçekleştirmek için korku yayarak, gözdağı vererek veya baskı yaparak planlı
şiddet veya şiddet tehdidi kullanma,[13]
siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli terör kullanmayı yöntem
olarak benimseyen strateji anlayışı,[14]
gelişmiş kitle iletişim ağından yararlanarak bir davaya ya da siyasal bir
anlaşmazlığa dikkat çekmek için başvurulan radikal bir duyuru yöntemi[15] olarak açıklanabilmektedir. (…)
Şiddet,
sınıflı-sömürücü iktidarın yapışık ikizidir. İktidar, şiddeti elinde tuttuğunu
göstermesiyle temsiliyet kazanır ve kendini onaylatır. Yani terör burjuva
iktidarın koruyucusudur. Sınıflı-sömürücü yapının ve kurumların savunma
aracıdır. Foucault’nun ifadesindeki üzere, ‘Suç yasa sınırları içinde dolaşır,
bazen yasanın bu yanındadır, bazen ötesindedir, üzerinde ve altındadır; suç,
iktidar etrafında bulunur, bazen iktidarın karşısındadır, bir başka zaman
iktidarın yanındadır.’
Ezenlerin
şiddeti karşısında, ezilenler açısından sessiz kalmak, ezenlerin şiddeti ile
mutabakat hâlindeki sessiz şiddettir, onaydır, suç ortaklığıdır. Çünkü modern
(kapitalist) toplumun gözeneklerinden şiddet fışkırır. Ve de onun tüm
örgütlenmesi şiddet dengesi üzerine kuruludur. (…)
Ancak
unutulmamalıdır ki ezilenlerin şiddetinin tarihi, ezen şiddetinin örgütlenmiş
biçimi devlet’in tarihiyle atbaşı yol alır. Bilindiği gibi ‘(Devletin-b.n)
ayırdedici özelliği, kendini silahlı bir güç olarak örgütleyen topluluğa
doğrudan denk düşmeyen bir kamu gücü’nün oluşturulmasıdır. (...) Devlet
içindeki sınıf karşıtlıkları keskinleştikçe, ve komşu devletler genişleyip
nüfusları arttıkça o (kamu gücü) da güçlenir.’[16]
Yetkin bir ‘terör
örgütlenmesi’ olan kapitalist devlet, durmadan ‘terör’ü üretir ve uygular.
Ancak uyguladığı sürekli terörü hep mazur göstermeye ve meşrulaştırmaya
çalışır. Örneğin burjuvaziye göre, boksörler arasındaki yumruk dövüşü, kavga
eden iki kişi arasındaki yumruk dövüşünden daha az tecavüzkârdır. İlkinde maçı
kazanmak ve ekmeğini kazanmak için bir başkasına zarar verme vardır,
ikincisinde ise bir başkasını ‘sadece incitmeyi istemek’ vardır. Bir cerrahın
kullandığı bıçak, bir katilin kullandığı bıçaktan daha az tecavüzkârdır;
polisin kullandığı zor, ‘terörist eşkıya’ ilan edilenlerin kullandığı zordan
daha az tecavüzkârdır! Ancak ‘kazın ayağı hiç de böyle değil’; çünkü şiddetin
iki düzeyi, karşıt kutuplarda (dikotomiler) birbirini gerektirir. Yani her
biri, içkin olarak ötekini devreye sokar. Ezenler/ezilenler ya da ‘yasal’/’yasadışı’nın
kutupsallığı, şiddeti, sosyal düzenin bir ürünü (aracı) olarak var eder.
Kutupsallığın bir ucu (egemenlerin yasal şiddeti) bir sosyal düzenin kurulması
ve sürdürülme tarzıyla ilgiliyken, aynı zamanda da egemen hukukun ihlâllerine
karşılık düşer. Böylelikle öteki kutbun (yani ezilenlerin ‘yasadışı’ ilan
edilen) şiddetini reddeder. Ancak ezenlerin resmi şiddet üzerinde kurulu olduğu
sınıflı-sömürücü toplumda öteki, yani ezilenlerin şiddeti, kendilerini ifade
etmek için kaçınılmazdır.
Toplumun sınıf
gerçeğiyle tanışmasıyla, ‘şiddet araçlarına sahip siyasal iktidar’ (F. Engels)
oluştu. Ve o günden beri iktidar, en gelişkin şiddet örgütlenmesidir.
‘Efendi/köle’ ayırımını üreten ve pekiştiren iktidar, Marx’ın ‘1844 El
Yazmaları’nda ifade ettiği gibi, daha ‘sosyalleşmiş bir kurgulanım’ içinde, ‘yöneten/yönetilen’
ayırımını derinleştirirken irrasyonel özelliklerini pekiştirir. Gerçek
karşısında gerileme ve güçsüzleşmesi insanın, diğer insanlar karşısında da
korku duymasına, onları kendisine hasım olarak görmesine yol açar. Şiddet,
böylelikle, yaşanan hayat tarzının dokusuna sindirilir. Yani şiddet egemen
bireyin (efendinin), bağımlı bireye (köleye) uyguladığı eski zamanların basit
şiddeti olmaktan çıkarak, sistem uyguladığı topyekûn şiddete dönüşür.
Ancak ‘şiddet’
veya ‘terör’ kavramları karşısında ne yönsüz, ne de yansız olmak mümkün
olmadığı gibi, egemenlerin genellemeleriyle de yetinmek doğru değildir. Siyasal
şiddeti yaratan ve örgütleyen sınıflı toplum iktidarıdır. Sınıflı toplumlardaki
devlet, en yetkin şiddet örgütlenmesidir. İnsan(lık)ı siyasal şiddete iten,
sınıflı toplum örgütlenmesidir. Toplumsal ve tarihsel zorunlulukları dıştalayan
bir ‘terör’ yoktur. Siyasal şiddeti, insanları ezen, sömüren sınıflı
örgütlenmeler yarattı. O günden beri ‘terör’, farklı sınıflar için farklı
anlamlar kazanan siyasal bir gerçektir.
İktidarın
(yani ezenlerin), haklarını elinden aldığı güçsüzlerin (yani ezilenlerin),
kendilerini varetmek ve haklarını savunmak için başvurdukları (saldırgan)
eylemleri meşru bulmamak mümkün değildir. ‘Terör’ kavramını, kendine ve ‘hukuk’una
göre izaha gayret eden ‘YDD’nin sınıflı-sömürücü ‘hukuk’unun içinde çürüyen,
aşağılık ve kirli bir şeyler vardır. Ezilenlerin özgürleşmeleri yolunda ‘kurucu
şiddeti’ reddeden ve ‘suç’ ilan eden bu ‘hukuk’, aslında ‘tutucu şiddet’in
kılıfından başka bir şey değildir. Sınıflı-sömürücü iktidarların örgütlü
şiddetine ve tepeden tırnağa terörist konumuna yanıt vermeden, soyut bir
genellemenin ‘terör ve terörist’ tanımlarıyla tarihten güncele yanıtlar vermek
olanaklı değildir. Ne devletin ya da tahakküm edenlerin şiddeti ile ezilenlerin
şiddeti aynı kefeye koyulabilir, ne de ezilenlerin saldırgan tarz-ı siyasetleri
‘terörizm’ olarak mahkûm edilebilir...
‘Şiddet’ bir
tecavüz ise, tecavüz amaç değil, araç olabilir; kurmak için ‘yıkmak’ üzere zora
başvurulabilir. Zor kullananlar, düzene zarar vermeyi değil, düzeni
arındırmayı, düzeltmeyi, frenlemeyi, yeniden kurmayı veya restore etmeyi
istiyor olabilirler. Şiddet içeren davranışa girme sıklıkla, hatta belki
genellikle, bir yeniden kurma girişimidir. Sınıflı-sömürücü hiç bir uygarlık
türü zulmü aşamamış, aksine yetkinleştirerek derinleştirmiştir. (…) Tarih ve
siyaset üzerine düşünenler için, şiddetin insanlık tarihinde oynayageldiği
muazzam rol inkâr edilemez. Hobbes, ‘Kılınç olmaksızın sözleşmeler sözcükten
başka anlam taşımaz’, diyordu. (…)
O hâlde ‘YDD’nin
dıştalayıcı terörist-otoriter devletinin küresel terörün yegâne nedeni
olduğunu; ve ‘YDD’nin tekelci hükümranlık koşullarında kamuoyu ve sivil
katılımı artık kocaman aldatmaca olduğunu bir an dahi göz ardı etmeden
Lasson’un şu uyarısını anımsamalı/anımsatmalıyız: ‘Devlet herhangi bir hukuk
düzenine tabi olamaz. Genel olarak deyimlemek gerekince de, kendi iradesinden
başka bir irade ile bağlanamaz... Devlet, bencil iradenin sınırsız bir
görünüşüdür.’
İşte bunun içindir
ki; ‘ABD emperyalizmi = CIA + Gladio + Kontgerilla’ formülü ya da ‘T.C =
Susurluk + Özel Harp Dairesi’ formülleri gerçek hayatın ta kendisidir...
Çünkü Max
Weber’e göre, devlet, ‘yasal fiziki şiddet tekelini’ kontrolünde tutan bir
aygıttır. Sınıflı-sömürücü devleti ayakta tutan aslî işlevsellik illegaldir.
Bir ucu mafyaya, diğer ucu da CIA’ya dayanan para-militer örgütlenmelerle
ayakta kalır. Tüm bunlara da ‘Raison d’Etat’ der! (…)
Basit bir
saptamayla 6 milyarlık dünya nüfusunun 3’de 2’sini yani 4 milyarını 2 dolarlık
yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm eden emperyalizm en yaygın ve yoğun
küresel terörün baş sorumlusu olmuyor mu?
Ya küresel
ısınma (iklim değişimi) ile devreye sokulan ekolojik felakete ne demeli?
Gerçek terörist, sınıflı sömürücü toplum ve
onun bekasını hedefleyen şiddet örgütlenmesidir (yani devlet’tir.)!
Uzağa
gitmeyin, bir an Irak’ı (Felluce’yi) düşünün... Şehirlere, hastanelere bombalar
yağdırılır, sivil, yaralı, silahsız insanlar öldürülür veya hükümetlere darbe
girişimleri düzenlenir. Bunları yapanlar asla egemen terör/ terörist
tanımlaması kapsamına sokulmaz. Çünkü, onlar güçlüdür...”[17]
Nihayet
“Şiddet kullanarak politik güç elde etmek isteyen kişi/ kurum” olarak sunulan
“terörist” meselesine gelince; öncelikle Robert Fisk’in, “Terörist sözcüğü
basının manipüle edilmesinde kullanılıyor. Batı’nın hiç bir medyası, İsrailli
askerler için asla ‘katil’ ve ‘terörist’ sözcüklerini kullanmıyor,” saptaması
unutulmamalıdır.
Bir şey daha:
Dünyanın gerçek teröristleri gece yarısında karanlıklarda buluşmazlar veya bazı
vahşi eylemlerden önce savaş nidalarını haykırmazlar. Dünyanın gerçek
teröristleri 5.000 dolarlık takım elbiseler giyerler ve finans dünyasının,
hükümetlerin ve iş hayatının en yüksek kademelerinde çalışırlar!
“HUKUK(SUZLUK) MU” DEDİNİZ!
Buraya kadar
işaret ettiklerimiz ekseninde, Esra Açıkgöz’ün, “Yargı adalet değil korku
salıyor!” notunu düştüğü “Türk(iye) Hukuk(suzluk)”una gelince…
Taha Akyol’un
bile, “Türkiye toplum olarak sert bir kutuplaşma sürecinden geçiyor, iktidar
ise gittikçe daha sertleşiyor, otoriterleşiyor. Böyle durumlarda ‘bağımsız ve
tarafsız yargı’ her dönemden daha fazla önemlidir,” demek zorunda kaldığı; ya
da Nurullah Öztürk’ün, Adalet ve özgürlüğün olmadığı, ya da bu iki temel insan
hakkına herkesin kendi amaçları ve düşüncelerine göre şekil vermeye çalıştığı
ortamlarda her türlü ‘kaos’ ve ‘terör’ eksik olmaz,” diye betimlediği tabloda
hukukun temel iddiası olan temel haklar ve özgürlüklerin bireyi devlet gücüne
karşı korunması yerine devlet bireyin (ve haklarının) karşısına teröristçe
dikilmiştir.
Oysa “Hukuk
Devleti” iddialarının iki aslî bileşeni vardır: Bunların ilki, bireyin medeni
ve siyasi özgürlüklerinin korunması, güvenceye alınması; diğeri ise anayasa
çerçevesinde konmuş hukuk kurallarının devlet gücünü bağlamasıdır.[18]
Ancak bunlar
Roma Hukuku’ndaki “Iniquatati proxima est severitas/ Sertlik haksızlığa çok
yakındır,” uyarısını “es” geçen Türk(iye) hukuk(suzluk)u için böyle değildi ve hâlâ
da değildir!
Çünkü Orhan
Gazi Ertekin ile Kemal Şahin ifadesiyle, “Münhasıran hukuk ve yargı
tartışmalarında ciddiye alınabilir bir düşünsel geleneğimiz maalesef yok”ken; ve
“Yargı, esas olarak, devletin toplum tarafından sınırlandırılması tecrübesine
denk gelirken; Türkiye’de devletin, toplumu sınırlandırmasının ve
denetlemesinin bir aracıdır.”[19]
Bu bağlamda
“İktidarlar, bize kendi ‘adalet’lerine rıza göstermek dışında yol bırakmıyor”ken,[20] günümüzde yaşananlar hepimize
Almanya örneğini anımsatmaktadır.
MIT’de kürsüsü
bulunan ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun, “Türkiye’de hukuk devleti yok”;
Ahmet İnsel’in, “Türkiye’de serbest tartışma ortamının önündeki en büyük engel,
yargının muhalif görüşlere karşı aldığı sistemli tavır,” notunu düştüğü
Türkiye’de “suçu” yargı değil iktidar tanımlıyor.
Siz bakmayın
Yalçın Yılmaz’ın, “Ulusalcı paradigma ve Kemalist meta anlatı iflâs etti.
Hukuk, üst hukuk kurallarına yönelerek dayatmacı ahlâkın sultasından kurtuldu
ve sivil toplum, toplum mühendisliği politikasına galip geldi,”[21] zırvasına!
Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümü
nedeniyle düzenlenen törendeki 24 sayfalık konuşmasında ağırlıklı olarak dinsel
vurgular yaparak, “Temel hak ve özgürlüklerle, adalet duyusunu içinde
barındıran insanlık onuru, yaratıcıdan iz ve işaretler taşıması nedeniyle de
ilahi dinler başta olmak üzere tüm inanç sistemlerinin ve medeniyetlerin de
koruması altına alınmış en yüce değerdir,” dediği koordinatlardaki “dinsel
bakış”la klasik hukuk teorisi yan yana konulabilir mi?
Elbette
konulamaz; tıpkı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) klasik hukuk teorisiyle
bağdaş tutulamayacağı gibi…
Nihayetinde
Türk(iye) “hukuk(suzluk)”u, olağanüstünü olağanlaştıran bir adaletsizliktir.
Egemenlerin
menfaatlerini güvence altına almak için temel hak ve özgürlükleri askıya alan bu
“hukuk(suzluk)”, sınıf mücadelelerinin seyr-ü seferine göre biçimlenir.
Yani toplumsal
mücadeleler hukuku da şekillenir.
Cumhuriyet
dönemi boyunca, toplam 25 yıl 9 ay 11 gün sıkıyönetim, 15 yıl olağanüstü hâl
uygulanmıştır. Bu, 90 yıllık cumhuriyet döneminin neredeyse yarısıdır.
TMK: TOPLUMLA MÜCADELE KANUNU
Olağanüstünü olağanlaştıran Türk(iye)
“hukuk(suzluk)”unun en olgun örneklerinden birisi olarak, 12 Nisan 1991’de
kabul edilip Resmi Gazete’de yayınlanan TMK, ifade ve basın özgürlüğünü
kısıtlayan; cezaları artıran; birçok fiili terör suçu kapsamına alan
özellikleriyle “toplumla mücadele yasası”ndan başka bir şey değildir.
Egemen terörün
kendisi olarak TMK göre: “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma,
yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, anayasada belirtilen
cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni
değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, türk
devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini
zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok
etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak
amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü
suç teşkil eden eylemlerdir.”
Burada söz edilen “terör suçu”, iktidarın
sınıfsal egemenliği tahkim etmek için itiraz ve muhalefeti “kriminalize” edip,
ötekileştirmesidir. TMK’da böylesi bir ötekileştirme ve dışlamayı, “siyasi suç”
tanısıyla kurumsallaştıran aksesuarıdır.
“Siyasi suç” denilen şey de, yönetilenlerin,
egemenler tarafından dayatılan düzen anlayışına karşı gelmesi, başkaldırısı,
itirazı, muhalefeti olarak tanımlanabilir. Kaldı ki siyasal eylemlerin suç
hâline getirilmesi çabasından başka bir şey olmayan TMK, “Terör Ne? Terörist
Kim?” sorularının yanıtını gölgeleyen egemen manipülasyon değilse nedir ki?
Halkın temel taleplerini ve direnişini
bastırmayı hedefleyen TMK, rejimi “korumak” adına hazırlanmıştır; ancak rejimin
neden “korunması gerektiği” gerçeğini görmezden gelerek! TMK, “Terör; cebir ve
şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit
yöntemlerinden biriyle …” diye başlasa da; Haziran İsyanı’nda, devletin terörü
yukarıdaki tanımın kat kat fazlasıyla halka yönelttiğini “es” geçer…
“Yasa önünde eşitlik” ilkesini tamamen
ortadan kaldıran TMK sayesinde, Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz’ın
katilleri serbest bırakılırken, eylemcileri tutuklanmıştır. O hâlde TMK’na
göre, genç bir insanı döverek katleden kişi terörist değil; ama protesto
hakkını kullanan, teröristtir.
Toparlarsak:
AKP ve yargısı, DGM’lerden miras aldığı insan düşmanı yargı pratiğini ve çocuğu
(giderek şampiyonu) olduğu küreselleşmeci neo-liberal politikalarını adalet
sisteminde fütursuzca uygularken en çok “terör/ terörist/ terörizm/ terörle
mücadele” kavramlarını kullanmaktayken; Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun
hazırlanmasında Adalet Komisyonu’na danışmanlık yapan İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer, “terörist” tanımının içeriğinin
belirgin olmaması nedeniyle ceza hukukuna tecavüz eden bir kavram olduğunu altını
çizdi[22] ve Kadir Cangızbay da ekledi:
“Terör,
insanları dehşete düşürüp yıldıracak eylemlerde bulunmak, tedhiş etmek
demektir. Terörizm ise, bir devletin veya herhangi başka bir örgütlü grubun
kendi hedeflerine ulaşmak üzere bu yola başvurması anlamına gelir: Terörizm,
liberalizm, nasyonalizm, komünizm veya anarşizm gibi bir ideoloji değil, sadece
ve sadece bir eylem biçimi olup, yegâne eylem biçimi ve nihaî hedefi terör olan
bir örgüt türünden söz etmek de olanaksızdır.
En başta
devletler, çok çeşitli örgütler hedeflerine ulaşmak için teröre başvururlar;
kalıcı veya geçici ‘terör timleri’ oluşturabilirler; ama dedik ya, tek
eylem/faaliyet biçimi de, nihaî hedefi de terör olan bir örgüt olamaz.
Terör örgütü
kavramı, XX. yüzyılın son çeyreğinden bu yana en büyük sıklıkla kullanılan
siyasal manipülasyon aracıdır; tabiî, ‘terörle mücadele’ yasa ve faaliyetleri
de: Amerika Kaddafi’nin çadırını, Kaddafi de kendi halkını bombalarken hep
terörle mücadele et-miş/mektedirler; tabiî bizimkiler de Dilan’ı, Berivan’ı,
Uğur’u ve on binlercesini yok ederken.
‘Terörle
mücadele’, devletlerin her türlü yasal, hukukî, ahlâkî ve vicdanî ölçüt, kural
ve yükümlülükten kendilerini azade kılmak üzere kendi kendilerine verdikleri
açık çektir. Bu durumda, ‘terörist’ de, birey veya kolektivite olarak, hak
öznesi olmaktan tümüyle düşürülmüş olmaktadır.
‘Terör örgütü’
diyen, “enkizisyon’a geri döndük’ de demiş olur. Enkizisyon’a geri dönüş ise,
suçu da cezayı da somut fiilden kopartıp, ‘yasayla tanımlanmamış suç olmaz’
ilkesini ihlâl etmenin en yüzsüzce yolu.
Örgütü bir
kere ‘terörist’ ilân ettiniz miydi, artık her istediğinizi de “örgüt de bunu
istiyordu, bundan bahsetti, bunu telkin, tavsiye veya emretti” diye, adam
isterse insanlara çiçek dağıtmış olsun, teröre destek vermekten mahkûm
edebileceksiniz demektir: terörle mücadele yasası, doğrudan doğruya insanlığı
‘habeas corpus’ ilkesinin gerisine götüren bir vahşet yasasıdır.”
Ve “TMK’ye
göre herkes ‘terörist’tir…”[23]
TÜRKİYE’DEKİ DURUM YA DA EGEMENLİK VERİLERİ
Bir “hukuk
devleti” olduğu yalanına sarılan T.“C”, ‘Bloomberg’in verilerine göre, dünyanın
kişi başına en çok polis düşen ülkeleri listesinde ikincidir.
T.“C” bir
“hukuk devleti” değil, somut verilerin ışığında bir polis devletidir.
Örneğin
bütçesi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) yaklaşan Emniyet Genel Müdürlüğü
(EGM), 2012 yılında 12 milyar liralık rekor bütçeyi deldi, 1 milyar da ek
ödenek aldı. Sayıştay paranın nereye harcandığını bulamadı. 10 yılda ödenek
artışlarıyla bütçesi TSK’ya yaklaşan polise para dayanmıyor. EGM, 2012 yılında
kendisine ayrılan 12 milyar TL’lik rekor bütçe yetmeyince, ek 1 milyar TL’lik
ödenek daha aldı.
Ayrıca Bilgi
Üniversitesi’nin ‘Türkiye’de Sosyal Koruma Harcamaları: 2006-2013 Raporu’na
göre de, 2013’te düşürülmesi planlanan iç güvenlik harcamaları devasa miktarda
arttı. Sebebi ise İçişleri Bakanlığı ve EGM harcamalarının artması. Gizli
hizmet harcaması: Yeni karakol yapımı ve 2013’te kullanılan gaz bombası, “iç güvenlik”
adı altında verilen harcamaları artırdı. İç güvenliğe 2010’da 19 milyon TL
harcama yapılırken bu rakam 2011’de 21 milyon 198 bin TL’ye 2012’de ise 25
milyon 311 bin TL’ye fırladı. 2013 için kanunlaşan harcama tutarı 27 milyon 328
bin 556 TL. 2012 yılı “iç güvenlik” harcamaları 7 yılın en yüksek seviyesine
çıktı.
İç güvenlik
harcamalarında en büyük pay EGM’ye ait. Yıllara göre, EGM’nün harcamaları da
şöyle: 5 milyon 161 bin 782 TL (2006), 6 milyon 59 bin 708 TL (2007), 6 milyon
885 bin 824 TL (2008), 8 milyon 12 bin 844 TL (2009), 9 milyon 402 bin 56 TL
(2010), 11 milyon 394 bin 398 TL (2011), 13 milyon 119 bin 577 TL (2012).
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2013 yılı kanunlaşan harcama tutarı ise 14 milyon
777 bin 121 TL. 2014 yılı için bütçe öngörüsü 16 milyon 216 bin 641 TL, 2015
yılı için 17 milyon 652 bin 981 TL…
Bunlar böyle
olurken Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla
mahkûmiyet bir yılda yüzde 75 arttı. Sol örgütlere de uygulanmakla birlikte,
ağırlıklı olarak PKK-KCK davasında ve Kürtlere karşı işletilen 314. Madde’den
yargılanan ve mahkûm olan sanık sayısındaki dikkat çeken artış Bakanlığın
verileriyle ortaya çıktı. Verilere göre, 314. Madde’de düzenlenen silahlı örgüt
kurma-üyelik suçlamasıyla, dört yılda 38 bin kişi sanık oldu, bunlardan 20 bin
265 kişi mahkûm edildi. Mahkûm edilen sanık sayısı 2012’de bir önceki 2011
yılına oranla yüzde 75’lik bir artışla 4 bin 700’den 8 bin 224’e yükseldi.
2009’da 4 bin
599, 2010’da 6 bin 323, 2011’de 7 bin 150, 2012’de ise 8 bin 316 sanık hakkında
314’ten davası açıldı. Dört yılda bu suçtan mahkemelik olan sanık sayısı 26 bin
388’e ulaştı. Aynı sürede Başsavcılıkların soruşturmaya başladığı, ancak dava
açmadığı toplam sanık sayısı ise 12 bin 191 olarak açıklandı. 2009’da haklarında
kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilen sanık sayısı bin 812 iken bu sayı
geçen yıl 6 bin 116’ya çıktı.
Verilere göre,
karara bağlanan davalarda silahlı örgüt kurma-yöneticilik ve üyelik
suçlamasıyla 2009’da 3 bin 17 kişi, 2010’da 4 bin 319 kişi mahkûm edildi. Bu
sayı 2011’de 4 bin 705’e yükseldi. 314 mahkûmiyetleri 2012’de ise 2011 yılına
kıyasla yüzde 75’lik artışla 8 bin 224’e ulaştı. Dört yılda 314’ten
cezalandırılanların sayısı böylece toplamda 20 bin 265’e yükseldi.
Yani “Güvenlik
Devleti”, “kontrolü”, “suçu” artırdı; cinayetleri çoğalttı; hele polisinkini…
DEVLET
CİNAYET(LER)İ[24]
|
|
1)
Ramazan Dağ, 1988 Hakkâri, 13 yaşında...
|
21)
Onur Şahin, 1999, Elazığ, 11 yaşında...
|
2)
Fatma Kayran, 1990, Basa, 15 yaşında...
|
22)
Welat Şedal, 2000, Yüksekova, 10 yaşında...
|
3)
Faruk Aktuğ, 1990, Silopi, 13 yaşında...
|
23)
Uğur Kaymaz, 2004, Mardin, 12 yaşında...
|
4)
Salih Talayhan, 1991, Şırnak, 17 yaşında...
|
24)
Mahzum Mızrak, 2006, Diyarbakır, 17 yaşında...
|
5)
Behzat Özkan, 1991, Diyarbakır, 14 yaşında...
|
25)
Caziye Ölmez, 2009, Şırnak, 16 yaşında...
|
6)
Mehmet Evren, 1992, Cizre, 12 yaşında...
|
26)
Ceylan Önkol, 2009, Lice, 12 yaşında...
|
7)
İsmet Arvas, 1992, Van, 16 yaşında...
|
27)
Ahmet İmre, 2010, Şırnak, 12 yaşında...
|
8)
Nebat Kakuç, 1992, Şırnak, 17 yaşında...
|
28)
Ferhat Taruk, 2010, Lice, 17 yaşında...
|
9)
Fatma Kaçmaz, 1992, Yüksekova, 4 yaşında...
|
29)
Özcan Uysal, 2011, Roboskî, 15 yaşında...
|
10)
Şivan Çığırga, 1992, Cizre, 3 yaşında...
|
30)
Cemal Encü, 2011, Roboskî, 15 yaşında...
|
11)
Gürgiz Bayındır, 1993, İdil, 5 yaşında...
|
31)
Şivan Encü, 2011, Roboskî, 14 yaşında...
|
12)
Hürriyet Sevgili, 1993, Bahçesaray, 12 yaşında...
|
32)
Fatma Erboz, 2013, Reyhanlı, 3 yaşında...
|
13)
Lokman Zoğurlu, 1993, Lice, 18 yaşında...
|
33)
Nihal Şimşek, 2013, Reyhanlı, 25 yaşında...
|
14)
Bilavşan Asper, 1994, Tatvan, 17 yaşında...
|
34)
Medeni Yıldırım, 2013, Lice, 18 yaşında...
|
15)
Tuncer Güler, 1994, Ağrı, 11 yaşında...
|
35)
Ali İsmail Korkmaz, 2013, Eskişehir, 19 yaşında...
|
16)
Selma Solhan, 1994, Kızıltepe, 7 yaşında...
|
36)
Mehmet Ayvalıtaş, 2013, İstanbul, 20 yaşında...
|
17)
Mehmet Emin Aslan, 1995, Mardin, 18 yaşında...
|
37)
Abdullah Cömert, 2013, Hatay, 22 yaşında...
|
18)
Berivan Bayram, 1996, Adana, 4 yaşında...
|
38)
Ethem Sarısülük, 2013, Ankara, 26 yaşında...
|
19)
Hatice Bozaslan, 1996, Derik, 17 yaşında...
|
39)
Ahmet Atakan, 2013, Hatay, 22 yaşında...
|
20)
Fedai Öğürce, 1997, Pasinler, 4 yaşında...
|
40)
Hasan Ferit Gedik…
|
Yeri gelmişken
birkaç örnek aktaralım:
i) Mersin’in
Şevket Sümer Mahallesi’nde polis merkezi önünde oyun oynayan 8 yaşındaki D.Ö,
“arkadaşına vur” diyen polis memurunun isteğini kabul etmeyince feci şekilde
dövüldü. Dayaktan baygınlık geçirince karakolda eli yüzü yıkanan çocuk hastane
yerine evine gönderildi. İç organları zarar gören D.Ö, iç kanama riskiyle 1
haftadır hastanede tedavi görüyor. Olayı doğrulayan Mersin Emniyet Müdürlüğü
ise adli ve idari soruşturma başlatıldığını açıkladı…[25]
ii) İki polis
memuru, Adana’da yardım isteyen 16 yaşındaki kız çocuğuna 3 saat gezdirdikten
sonra, ekip aracında tecavüz etti. Kızın şikâyeti üzerine 2’si polis 4 kişi
hakkında 7 yıldan 29 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı ancak polisler
serbest bırakıldı…[26]
iii) İzmir’de
para karşılığı erkeklerle ilişkiye giren S.B., adlı kadınla zorla ilişkiye
girip, parasını aldığı iddiasıyla tutuklanan Emniyet Müdürlüğü Yabancılar
Şube’de görevli polis memuru A.Ç. hakkında 20 yıl hapis cezası istemiyle ağır
ceza mahkemesinde dava açıldı…[27]
iv) Antalya
Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesi’nin 4 Ağustos’ta düzenlediği operasyonda
Astsubay Çavuş M.A, Uzman Çavuş E.G, erler H.Ö. ve İ.B. ile sivil T.A.
gözaltına alındı. Uyuşturucu satıcılarına yönelik yaptıkları operasyonun
ardından ele geçirdikleri uyuşturucu maddenin bir kısmını tutanak dışı
bırakarak zehir tacirlerine sattılar…[28]
v) Hozat’ta
fişleme skandalına ilişkin çalışma yapan İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin
görüştüğü muhtarlar Albay Namık Dursun’un 2004 yılında kendileriyle yaptığı toplantıda
fişlemenin ipuçlarını vererek tehditler savurduğunu söyledi. Vekillere
aktarılan bilgilere göre, Tunceli’nin yüzde 80’ini terörist ilan eden Dursun,
“Köyünde terörist tespit ettiğim muhtarın başını ezerim” demiş…[29]
vi) Muğla’da
üniversite öğrencisi Şerzan Kurt’u silahla ateş ederek öldüren ve ‘olası kastla
adam öldürme’ suçundan 8 yıl hapse çarptırılan polis Gültekin Şahin’e, emniyet
tarafından “meslekten ve memuriyetten çıkarma” cezası verilmesi gerekirken, 24
ay uzun süreli kıdem durdurma cezası verildiği ortaya çıktı…[30]
vii) Polisin
tabancasından çıkan kurşunla vurularak öldürülen Mahir Zorbey Demirkaya
davasında, savcının “kasten adam öldürme” suçundan en az 20 yıl ceza istediği
katil zanlısı polise, 2 yıl 2 ay 20 gün hapis cezası verildi…[31]
viii) Çorum’da
2004 yılında DHKP-C’ye yönelik operasyonda tutuklanan Melek Serin’e gözaltında
işkence yaptıkları iddiasıyla yargılanan 11 jandarma personeline 20 ay hapis
cezası verildi ancak cezalar ertelendi. Yaşadığı işkence nedeniyle psikolojik
tedavi gören Serin ise 2012 yılında Atina’da yaşamına son vermişti…[32]
ix) DİSK’e
bağlı Limter-İş Sendikası eğitim uzmanı Süleyman Yeter’in işkenceyle ölümüne
neden olmak suçundan yargılanan eski komiser yardımcısı Ahmet Okuducu, “failin
birden fazla olması” nedeniyle, 10 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Okuducu
önce 15 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Ceza, failin birden fazla olması ve
asli maddi failin tespit edilememesi gerekçesiyle 10 yıla indirildi…[33]
DEVLET(İN) HUKUK(SUZLUĞ)U
Bunların böyle
olması Ali Akay’ın, “Polisiye baskı pratiklerinin ışığındaki gördüklerimiz
hukuksuzluğun bir göstergesi olarak nereden gelmekte? Bu gücü nasıl
işletebilmekte?” sorusu eşliğinde devletin keyfi hukuk(suzluk)unu devreye
sokuyordu…
Mesela
Başbakan Erdoğan’ın 13 Haziran 2013’de Gezi eylemleriyle ilgili olarak “Biz
yürütme olarak gereğini yapacağız. Yargıdan da üzerine düşeni yapmasını
bekliyorum” açıklamasının ardından “yargı da gereğini yapmaya” başlaması gibi…
Ankara ve
İstanbul’da şafak vakti evlere düzenlenen operasyonla çok sayıda kişi gözaltına
alındı. Ankara’da şüpheliler için aramalarda polise 72 saat süre verildi.
Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne gönderilen şüpheliler için
mahkemeden 24 saat avukatlarıyla görüştürülmeme kararı alındı. Yani “Yargı
gereğini yaptı”, İstanbul’da 64, Ankara’da 26 kişi gözaltına alındı. Polis
pilates bandına bile el koydu![34]
İş bununla da
sınırlı kalmadı... Eski savcı ve Adalet Akademisi görevlisi Mehmet Yücesoy
“Gezi Parkı göstericilerine TCK 312’den yani ‘Cebir ve şiddet kullanarak
hükümeti ortadan kaldırma ve görev yapmasını engelleme’ suçundan iddianame
hazırlanmayışına” üzüldüğünü açıkladı. Kendisi olsa bunu yaparmış. Bu maddeye
verilecek ceza “müebbet hapis”ti! Ve bu şahıs “adaleti” öğretiyordu, varın
gerisini siz düşünün!
Yalnız bunlar
mı? İşte birkaç çarpıcı örnek!
i) “Ankara’da Halkevi kadın sekreteri Dilşat Aktaş’ı yaralayarak sol bacağının kısalmasına neden olan polis memurları,
olayın ardından 2 yıl 4 ay geçmesine karşın yargı önüne çıkarılmadı”…[35]
ii) Ankara
Barosu, Dikmen’deki gösteriler sırasında 25 yaşındaki Eylem K’nin polis
tarafından Akrep içinde taciz edilmesi ile 12 yaşındaki bir çocuğun gözaltına
alınması olaylarına ilişkin savcılığa suç duyurusunda bulundu…[36]
iii)
Antalya’da Gezi eylemler sırasında, attığı gaz fişeği 18 yaşındaki Vedat
Oğuz’un sağ gözünü kör eden polise 16 ay kıdem durdurma cezası verildi…[37]
iv)
Mersin’deki Gezi eylemlerine destek amacıyla yapılan gösteriye katılan 54 kişi
hakkında Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı dava açtı. İddianamede bazı şüpheliler
“gitar ve davul çalarak grubu motive etmek”le suçlandı. İddianamede herhangi
bir şikâyetinin olmamasına rağmen CHP’li Mersin Yenişehir Belediyesi de müşteki
olarak yer aldı...[38]
v) Taksim’de
gözaltına alınan ve haklarında tutuklama kararı verilen 8 kişinin “Gösteri ve
Yürüyüş Kanunu’na muhalefet etmek” ve “polise mukavemet” etmekle suçlandı.
Tutuklanan 8 kişinin yanında bulunan baret, deniz gözlüğü ve eldiven gibi
eşyalar suç delili sayılırken, tutuklu kişilerin avukatları da adliyede darp
edildi…[39]
vi) Şikâyete
rağmen palalı saldırgan S.Ç. ve eli sopalı şahıs serbest bırakıldı. Taksim
Dayanışma üyelerinin evleri ise kilit kırılıp arandı…[40]
vii) Mahkeme
tarafından hakkında yakalama kararı çıkartılan Gezi Parkı eylemcilerine Talimhane’de
pala ile saldıran Sabri Çelebi’nin kararın çıkmasından bir gün önce Fas’a
gittiği ortaya çıktı. Eşi Fas vatandaşı olan Çelebi’nin 10 Temmuz Çarşamba günü
saat 16.50’de Fas Hava Yolları ile THY’nin orta uçuşunda Kazablanka’ya gittiği,
buradan da Fas’ın başkenti Rabat’a geçtiği öğrenildi…[41]
viii) Gezi
Parkı olayları sırasında göstericilere “pala” tabir edilen bıçakla saldıran
Sabri Çelebi, 29 Ağustos 2013 gecesi saat 1 civarlarında Sabiha Gökçen
Havaalanı’nda gözaltına alındı. Geceyi emniyette geçiren ve hakkında 27 yıl
hapis cezası istenen Çelebi, 30 Ağustos 2013’de çıkarıldığı Adliye’de serbest
bırakıldı...[42]
ix) Lise
ikinci sınıf öğrencisi 14 yaşındaki B.F., 4 Ağustos 2013 tarihinde sabaha karşı
Taksim’de polislere küfür ettiği, “Polis onurlu yaşa simit sat” sloganı attığı
gerekçesiyle gözaltına alındı…[43]
x) Metris
Cezaevi’nde gardiyanlarca dövülerek öldürülen Engin Çeber’in gözaltına alındığı
gün yanında olan Cihan Gün, Özgür Karakaya ve Aysu Baykal, ‘polise direnme’ ve
‘hakaret’ suçlarından 1 yıl 9 ay hapis cezası aldı…[44]
xi) Bingöl’de
2011 yılında polis aracına düzenlenen ve bir polisin yaralandığı olay nedeniyle
yargılanan 20 yaşındaki Gülsüm Koç’a gizli tanık ifadesi ve polis tutanakları
dışında delil bulunmamasına karşın ömür boyu hapis cezası verildi…[45]
xii) KCK
davasından iki yıldır tutuklu olan Dicle Haber Ajansı Ankara Temsilcisi Kenan
Kırkaya’nın dava dosyasında nüfusa Kürtçede yer alan harflerle kaydedilen kızı
Hevi Jiyan’ın ismi suç delilleri arasında yer aldı…[46]
xiii) Şırnak’ta
ev baskınlarında gözaltına alınan üniversite öğrencisi Serhat Çelikay’ın, sms
mesajları suç sayıldı. Roboskî katliamıyla ilgili arkadaşına attığı duygu yüklü
mesajlar nedeniyle “örgüt üyesi” olduğuna hükmedilen Çelikay, “halkı devlete
karşı kin ve düşmanlığa sevk etmek”ten tutuklandı…[47]
xiv) İnsan
Hakları Derneği eski İstanbul Şube Başkanı Avukat Eren Keskin’in başkanlığını
yaptığı “Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi”
başlıklı rapora göre, son 16 yılda gözaltında cinsel saldırıya ve tacize maruz
kalıp başvuranların sayısı 384’e yükseldi. 384 kadından 84’ü tecavüze uğradı…
Cinsel şiddet ve tecavüz mağdurlarından 47’si ise çocuk... Rapora göre, kadına
yönelik cinsel işkence suçunu işleyenlerin başını polis ve asker çekiyor.
Faillerin 279’u polis, 100’ü jandarma, 20’si özel tim, 17’si korucu, 49’u infaz
koruma memuru...[48]
xv) Tecavüze uğradığını iddia eden bir kadın,
bunu inkâr eden bir adam. Olayda, fiili livata (ters ilişki) gerçekleştiğine
dair Adli Tıp raporu. 4 yıldır açılmayan/açılamayan dava. Hâkimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’na şikâyet edilen bir savcı… İşte, adalet...[49]
xvi)
Zonguldak’ta, 14 yaşındaki M.A.’ya tecavüz ettiği iddiasıyla yargılandığı
davada 21 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan Kısmet K., yeniden hâkim
karşısına çıktı. Kısmet K.’nın cezası ‘iyi hâl’den 17 yıl 3 aya düşürüldü…[50]
xvii)
Başkentte düzenlenen Gezi eylemlerine ilişkin sivil savcılığın yürüttüğü
soruşturmada gözaltına alınan Ufuk B’nin tutuklanması sürecinde hukuk skandalı
yaşandı. Ufuk B. hakkında yakalama kararını Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi
verdi. Ancak tutuklama kararı “yetkili olmadığını” belirtmesine karşın Ankara
7. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından uygulandı. Ufuk B, Gezi eylemleri sırasında
bir kafede oturuyordu. Polisin göstericilere sert müdahalesini görünce TOMA’nın
önünü kesen Ufuk B, “İnsanlara bunu neden yapıyorsunuz?” sözleriyle tepki
gösterdi. Bu sırada bir kişi, Ufuk B. ile tartıştı.
İddiaya göre
Ufuk B, sonradan sivil polis olduğunu öğrendiği kişiye olay sırasında yumruk
atıp, hakaret etti. Gözaltına alınan Ufuk B, 21 Haziran’da çıkarıldığı mahkeme
tarafından serbest bırakıldı. Savcı Erdoğan Gökçek karara itiraz etti. Ankara
9. Ağır Ceza Mahkemesi, “kamu görevlisini darp, hakaret, görevli memura
direnmekle” suçlanan Ufuk B. hakkında yakalama kararı çıkardı.
Ankara 7. Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkartılan
eylemci, ağır cezanın kararına dayanılarak tutuklandı. Ufuk B’nin ağabeyinin,
kararı veren yargıç Ökten’in “Emir büyük yerden. Adaletsiz bir karar ama
yapacağım bir şey yok” şeklinde konuştuğunu duyduğunu söyledi…[51]
TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)UNUN
ŞECERESİ
Bu
vukuatlarıyla Türk(iye) hukuk(suzluğ)unun
şeceresi gelince…
Adalet Bakanı
Sadullah Ergin’in verdiği bilgilere göre, 2009 yılından 2012 yılına kadar geçen
üç yıllık sürede “silahlı örgüt kurma ve yönetme, örgüt üyeliği” suçlarından
hakkında dava açılan sanık sayısı 2 kat arttı. Buna göre, 2009 yılında 4 bin
599 kişi hakkında dava açılırken 2012 yılında bu sayı 8 bin 316’ya yükseldi;
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 2008-2011 yılları arasında toplumsal
olaylar da dahil 11 yaş altındaki 14 bin 65 çocuk ile 18 yaş altındaki toplam
299 bin 93 çocuk hakkında polisiye işlem yapıldı. Başta Adana olmak üzere 22
kentte 830’u aşkın çocuk “politik suç” nedeniyle işlem konusu oldu. Çocukların
karıştığı iddia edilen olaylar çeşitlilik arz ederken, dört yılda hakkında
işlem yapılan çocukların sayısında ciddi bir artış söz konusu!
Özetle 10
yıllık AKP iktidarı boyunca mahkemelerdeki dosya sayısı 6 milyon 511 bine
çıktı. Başsavcılıklardaki dosya sayısı ise 6 milyon 285 bine yükseldi. Bir
hâkime 2012 yılı sonu itibariyle 907 dava düştü. Bakanlık, bu verilerden
hareketle, hâkim başına düşen dava sayısının yüzde 11.6 oranında arttığını
belirtti. Bir hâkime düşen yıllık dava sayısı ise 2003 yılında 813 iken, 2012
yılı sonu itibariyle bu sayı 907’ye yükseldi.
Düşündüğünü
ifade eden, protesto eden, yürüyen, hak arayan, örgütlenen herkesin terör
şüphelisi sayıldığı Türkiye’de terör davası sayıları da doğal olarak arttı. AKP
döneminde Terörle Mücadele Kanunu 10. Madde ile görevli Ağır Ceza Mahkemeleri
Cumhuriyet Başsavcılıkları’na gelen dosya sayısı 10 yılda yüzde 41.9 oranında
arttı. Başsavcılıklara gelen dosya sayısı 2012 yılında 38 bin 295’e kadar
yükseldi. Bu rakamlar ülkede özgürlükler aleyhine estirilen devlet terörünün
boyutlarını da ortaya koymuş oluyor.
İş bunlarla da
bitmiyor! Adalet Bakanlığı 2012 istatistiklerine göre bir hâkimin 1 yılda 907
davaya bakması gerekiyorken; Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel
Müdürlüğü’nün 2012 istatistiklerinde yar alan bazı çarpıcı veriler şöyle:
i) Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı, önceki yıldan devreden ve yıl içinde gelen 937 bin 582
dosyanın 632 bin 937’sini karar bağladı. 304 bin 645 dosya ise 2013’e
devredildi.
ii)
Yargıtay’da ceza dairelerindeki 770 bin 815 dosyadan 429 bin 279’u karara
bağlanırken, 341 bin 536’sı bu yıla aktarıldı. Yargıtay hukuk dairelerindeki
659 bin 742 dosyadan 494 bin 228’i hakkında karar verilirken, 165 bin 514’ü
2013’e devretti.
iii) Danıştay
dairelerine ulaşan 350 bin 142 dosyanın 140 bin 815’i karara bağlandı, 209 bin
327 dava ise bir sonraki yıla kaldı.
iv) Cumhuriyet
başsavcılıklarına gelen dosya sayısı, önceki yıllardan devredenlerle birlikte 3
milyon 282 bin 595 oldu.
v) TMK’nın
(Terörle Mücadele Kanunu) 10. maddesiyle görevli Ağır Ceza Mahkemeleri
Cumhuriyet Başsavcılıklarına, 38 bin 295 dosya geldi.
vi) Önceki
yıldan devreden, yıl içinde açılan ve Yargıtay tarafından bozularak gelen
dosyalarla ceza mahkemelerindeki dava sayısı, 3 milyon 180 bin 194’u ulaştı. Bu
rakam hukuk mahkemelerinde, 2 milyon 797 bin 566, bölge idare, idare ve vergi
mahkemelerindeki ise 533 bin 426 oldu.
Tablo böyle
olunca da Türkiye, AİHM’nin ihlâl kararları doğrultusunda 180.9 milyon TL
tazminat ödedi.
Adalet Bakanı
Sadullah Ergin, 2002-2012 yılları arasında Türkiye aleyhine Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) toplam 50 bin başvuru yapıldığını, 2012 yılının ilk
altı aylık dilimine kadar AİHM’nin verdiği ihlâl kararları çerçevesinde ödemek
zorunda olduğu tazminat miktarının 180.9 milyon lira olduğunu bildirdi.
AİHM’ye
Türkiye aleyhine 2002 yılında 3 bin 862, 2003 yılında 3 bin 538, 2004 yılında 3
bin 669, 2005 yılında 2 bin 486, 2006 yılında 2 bin 249, 2007 yılında 2 bin
812, 2009 yılında 4 bin 452, 2010 yılında 5 bin 792, 2011 yılında 8 bin 656 ve
2012 yılında 9 bin 53 olmak üzere toplam 50 bin 249 başvuru yapıldı.
İhlâl
kararları çerçevesinde hükmedilen tazminat miktarlarına ilişkin ödemeler ise
2004 yılı Mayıs ayı itibarıyla 22.2 milyon, 2005 yılında 16.2 milyon, 2006
yılında 13.8 milyon, 2007 yılında 26.2 milyon, 2008 yılında 10.3 milyon, 2009
yılında 11.6 milyon, 2010 yılında 33.1 milyon, 2011 yılında 37.1 milyon ve 2012
yılının ilk altı ayında 10.1 milyon TL oldu. Böylece 2012 yılının ilk altı
aylık dilimine kadar AİHM’nin ihlâl kararları çerçevesinde hükmedilen tazminat
miktarlarına ilişkin ödemeler 180.9 milyon TL’ye ulaştı.
Yeri geldi
aktaralım: AİHM sözleşmesinin 60’ıncı yıldönümünün kutlandığı gün, AİHM de
rutin bir şekilde önüne gelen şikâyetlerin bir bölümü daha sonuçlandırdı, web
sitesinde aldığı en son 9 kararı açıkladı. İlginçtir ki, bu dokuz karardan
altısı Türkiye’den gelen başvuruları konu alıyordu. Ve artık şaşırtıcı olmayan
bir şekilde her birinde de en az bir kez “ihlâl” verilmiş, yani Türkiye mahkûm
edilmişti.
Bu kararları
başlıklar hâlinde şöyle aktarabiliriz:
MEYDİN
ATHAN
|
2006’da
PKK üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra poliste işkence
gördüğü şikâyetiyle Türkiye’yi AİHM’de dava etmiş. AİHM kötü muameleden ihlâl
vermemekle birlikte, vatandaşın şikâyeti ilgili makamlarca etkin bir şekilde
soruşturulmadığı için Türkiye’yi mahkûm etti.
|
ŞADIR
ÇADIROĞLU
|
Van’da
seyyar sokak satıcısı olarak gözlük satarak hayatını kazanmaya çalışıyordu.
1999 yılında iki polisin sokak satıcılarını kovalaması sırasında hayatını
kaybetti. 16 yaşındaydı. Ailesi, polisin vurması soncu düşerek öldüğünü ileri
sürerek AİHM’ye başvurdu. Mahkeme, Çadıroğlu’nun ölümü etkin bir şekilde
soruşturulmadığı için Türkiye’ye ihlâl verdi.
|
HALİL
DURDU
|
Silahlı
Kuvvetler’de uzman çavuş olarak görev yaparken Ekim 2008’de ölü olarak
bulundu. Hazırlanan resmi raporun silahın “orta menzilden” ateşlendiğine
işaret etmesine karşılık, askeri savcılık olayın intihar olduğuna hükmederek
dosyayı kapattı. Ailenin başvurusu üzerine AİHM bu olayda devletin Durdu’nun
ölüm nedenini etkin bir şekilde soruşturmadığına hükmetti.
|
NİHAT
KONAK
|
TKP/ML-TİKKO
yöneticisi olmak suçlamasıyla yargılandığı davada 2004 yılında mahkûm oldu.
Konak, 1998’de gözaltına alındığı sırada avukatıyla görüşmesine izin
verilmediği için savunma hakkının kısıtlandığını belirterek AİHM’ye başvurdu.
AİHM, Konak’ın savunma hakkının kısıtlandığına kanaat getirerek Türkiye’ye
ihlâl verdi.
|
GÜLİZAR
TUNCER GÜNEŞ
|
2005
yılında evlendikten sonra kızlık soyadını korumak için yaptığı başvuru mahkeme
tarafından reddedildi. Bunun üzerine AİHM’ye gitti. Mahkeme, AİHS’nin özel
hayat ve aile hayatına ilişkin sekizinci maddesiyle bağlantılı olarak
ayrımcılığın yasaklanmasına ilişkin 14’üncü maddesinden ihlâl verdi.
|
ÜMİT
BİLGİÇ
|
2003
yılında Adana’da zorla akıl hastanesine kapatıldığı ve ayrıca mahkemeye
hakaret ettiği iddiasıyla hakkında açılan davada haklarının çiğnendiğini
belirterek AİHM’ye başvurdu. AİHM, şikâyet sahibini haklı buldu, hastaneye
kapatma kararının yasal dayanağının olmadığına, ayrıca ifade özgürlüğünün
ihlâl edildiğine hükmetti.
|
Nihayetinde
Sedat Ergin’in deyişiyle, AİHM’nin bir gün içinde 6 ihlâl vermesi Türkiye’nin
mahkemedeki olumsuz sicilini teyit eden rutin bir durumdur aslında. 60’ıncı
yıldönümü kutlanan sözleşmeyi geçen süre içinde en çok hangi ülke ihlâl etti
diye baktığımızda, Türkiye’nin 2012 sonuna kadar verilen yaklaşık 16 bin karar
içinde 2 bin 521 ihlâl kararıyla Avrupa birincisi olduğunu görüyoruz.”
DEVLET TERÖRÜ YA DA TERÖRİST DEVLET
Bunların hepsi
“doğal”dır. Çünkü, Türk(iye) hukuk(suzluk)u devlet terörüyle malûl bir terörist
devletin mamulatıdır…
Zümray
Kutlu’nun ifadesiyle, “31 Mayıs 2013’den sonra yaşananlar, devletin yaptığı
zulmün ne kadar sınırsız, ne kadar fütursuz olabileceğini, hesap vermeden nasıl
da can alınabileceğini daha fazla insana gösterdi.”
“Nasıl” mı?
İstanbul Çevik
Kuvvet Şube Müdürü Fatih Sarıyıldız’ın, Gezi Parkı’ndaki polis müdahalesini,
“Çanakkale Destanı’ndan sonra ikinci destanı sizler yazıyorsunuz,” diye
nitelediği; Taksim Gezi Parkı eylemlerinde görev alan polislere verilmesi
kararlaştırılan ikramiyelerin hesaplara yatırıldığı; Hollanda’daki Rotterdam
İslâm Üniversitesi (IUR) Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, “Gezi Parkı
olayları, ikinci bir 31 Mart olayıdır. Orada hedef Sultan Abdülhamid Han’ı
iktidardan indirmek ve Osmanlı devletini dağıtmak idi ve irticacılar çıkardı
diye birinci Halk Partisi olan İttihat ve Terakki tarafından gerekçelendi. Bu
ise dinsizler, PKK’liler, sarhoşlar, faizciler ve CHP zihniyeti tarafından
tertipleniyor. Yani dinsiz bir 31 Mart Olayı’dır” görüşünü savunarak,
“Hükümetle görüşmek için teşkil edilen komisyona bakarsanız anlayacaksınız:
Cami düşmanı mimarlar, komünist sendika liderleri, Müslümanları katleden
Esadçılar, Alevilikten nasibi olmayan ve o adı kullanan dinsizler. Yani kısaca
Avrupai hayat yaşayan ailelerin çocukları, Ermeniler gibi Türk ve Müslüman
olmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir,” diye haykırdığı bir tablodan
söz ediyoruz!
Söz konusu
tabloya dair somut verilerin dökümü tek kelimeyle korkunçtur!
Örneğin
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın, Gezi Parkı sürecinde kendisine bağlı tedavi
merkezlerine başvuran 169 kişiden elde ettiği bulgular raporuna göre, 159’u
gaza maruz kalmış, 87’sinin doğrudan vücuduna biber gazı fişeği atılmış.
Bunlardan 48’inde kafa travması, kafa kemiği, göz çevresi kemiği ve burun
kırığı ve görme kaybı var. Beş kişide plastik mermi yarası görülürken, 26’sı
değişik biçimlerde dövülmüş. Revirlerde çalışan kadın sağlık görevlilerinin
polisçe cinsel tacize uğradığı, İzmir’de bir öğretmenin kaçırılıp işkenceye
uğradığı, Ankara’daki sivil sağlık görevlilerinin dövüldüğü bilgisine yer
verildi.
Ayrıca ‘Gündem
Çocuk Derneği’, Gezi Parkı direnişinde çocukların yaşadığı hak ihlâllerini
raporlaştırdı. Derneğin Çocuk Hakları Koordinatörü Ezgi Koman, “Ankara’da 78,
İstanbul’da 35, Adana’da 130, İzmir’de 34, Kayseri’de 2, Mersin’de 15, toplamda
ise en az 294 çocuk gözaltına alındı,” dedi.
Yine İçişleri
Bakanlığı’nın Gezi Parkı süreciyle ilgili raporuna göre, Gezi eylemlerine 3
milyon 545 bin kişi katıldı… 20 twitter hesabı, günde 5 bin tweetle olayları
örgütlerken, 2.5 milyon İngilizce tweet atıldı...
En fazla
gözaltı olayı Ankara’da yaşandı. Başkent’te 280 olayda 905 kişi gözaltına
alınırken, İstanbul’da olay sayısı Ankara’nın 3 katı olmasına rağmen gözaltı
sayısında 872 ile Ankara’dan sonra ikinci sırada yer aldı. Olaylarda 160 kişi
ise tutuklandı. İzmir’de 50, İstanbul’da 40, Ankara’da 37, Bursa’da 8, Erzincan
ve Malatya’da 7, Kocaeli’nde de 6 kişi tutuklandı.
Taksim’de
başlayarak 80 ile yayılan Gezi olayları sırasında en sağduyulu il ise Bayburt
oldu. Bayburt, Gezi ile ilgili hiçbir olayın yaşanmadığı tek il olurken,
Türkiye genelinde 4 bin 725 eylem yapıldı. Söz konusu eylemlere, 3 ay boyunca
bütün mükerrer katılımlar dahil yaklaşık olarak 3 milyon 545 bin kişi katıldı.
Olaylarda 4
bin 312 sivil vatandaş, 694 güvenlik görevlisi yaralandı. En çok katılım 1
milyon 153 bin kişiyle İstanbul olurken bu şehirde 733 etkinlik ve eylem
düzenlendi. Olaylara en ciddi katılım 1 Haziran, 7 Temmuz ve 13 Temmuz
tarihlerinde yaşandı.
Söz konusu kesitte devletin terörist yüzü tüm netliğiyle
ortaya çıktı. İşte inkârı mümkün olmayan somut verilerden kimileri:
i)
Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Gezi Parkı olayları sırasında
gaz bombalarının mermi gibi kullanıldığına dikkat çekerek “Türkiye, doğrudan
insanların üstüne biber gazı atılmasının yasaklandığını yönergelerde açıkça
vurgulamalıdır” çağrısında bulundu. HRW Türkiye uzmanı araştırmacısı Emma
Sinclair-Webb, polisin uygulamalarına ilişkin “en tepeye kadar ulaşacak”
kapsamlı bir soruşturma yapılması gerektiğini belirterek “Kıdemsiz memurlarca
gerçekleştirilen ihlâlleri kovuşturmak, polisin gelecekte de aynı şekilde
davranmasını engellemek için yeterli değildir,” dedi…[52]
ii) Gezi Parkı
olaylarındaki polis müdahalesini inceleyen İçişleri Bakanlığı müfettişleri, bir
çok kez orantısız güç kullanıldığını tespit etti…[53]
iii) Ankara
Emniyet Müdürlüğü’nün Kızılay’daki Gezi eyleminde Ethem Sarısülük’ün
öldürülmesine ilişkin şüpheli polis Ahmet Şahbaz’ı suçsuz çıkarmak için lehe
rapor hazırlayıp savcılığa gönderdiği ortaya çıktı…[54]
iv) Eskişehir
Valisi Güngör Azim Tuna, Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüyle ilgili eylemcileri
suçladı. Vali Tuna, “Bunu yapan kesinlikle Türk polisi değil. Kendi arkadaşlarına
bile zarar verip ‘polis yaptı’ süsüne büründürmeye çalışıyorlar,” dedi…[55]
v) İzmir
Emniyet Müdürü Ali Bilkay, kentteki Gezi Parkı protestolarına katılanlara
müdahale eden sivil giysili eli sopalı kişilerin, sivil polis olduğunu kabul
etti. Kentin farklı noktalarında toplanan protestocular, polisin yanı sıra eli
sopalı, taşlı siviller tarafından da şiddete uğramıştı. İzmir Valisi Mustafa
Toprak, 3 Haziran 2013 günü “Polisin enstrümanı ve kıyafeti bellidir,” demişti…[56]
vi) Başbakan
Erdoğan’ın “kahramanlık destanı” olarak lanse ettiği Gezi direnişinde uygulanan
polis şiddetinden çocuklar da paylarına düşeni fazlasıyla aldı. Bunlardan biri
de 14 yaşındaki Berkin Elvan. Berkin 15 Haziran 2013’de Okmeydanı’nda ekmek
almaya giderken polis tarafından gaz bombasıyla başından vuruldu. Komada ve
hayati tehlikeyi atlatabilmiş değil…[57]
vii) Gezi
Parkı olayları sırasında 16 Haziran 2013 günü evden ekmek almak için çıkan ve
polisin attığı gaz bombasıyla başından yaralanan B.E’nin (14) ailesinin Taksim
Meydanı’nda yapmak istediği basın açıklamasına polis, plastik mermi ve biber
gazı ile müdahale etti…[58]
viii)
Dikmen’deki eylemde gözaltına alınan kadın, Akrep’te ‘cinsel saldırı’ya uğradı…
Dikmen’de düzenlenen eylemde gözaltına alınan yüksek lisans öğrencisi Eylem K.,
“Akrep’e bindirilirken taciz edildim. Bir polis göğsümü sıkarken diğeri ise
kalçamı ve cinsel bölgemi elledi,” dedi…[59]
ix) Gezi
eylemlerinin en küçük gözaltısı Alperen Aydoğdu, gözaltına alındığı akrep
aracında 1.5 saat dolaştırıldı ve şiddet gördü. Alperen’in annesi Derya
Aydoğdu, “Başbakan, ‘Polise emri ben verdim,’ diyor. Demek ki benim oğluma
akrepte işkence edilmesini de o emretmiş. Şikâyetçi olacağım,” dedi...[60]
x) İstanbul
Sancaktepe’de servis şoförü Hakan Yaman’ın, eylemlere katılmadığı hâlde evine
giderken, beş polis tarafından feci şekilde dövülerek sol gözünü kaybetti…[61]
xi) Taksim
Gezi Parkı eylemlerinde 8 Temmuz 2013 günü polis müdahalesi sırasında
Tarlabaşı’nda başına isabet eden gaz bombasıyla ağır yaralanan ve Taksim
İlkyardım Hastanesi’ne kaldırılan lise öğrencisi Mustafa Ali Tombul’un (17)
hayati tehlikesi sürüyor. Olay sırasında Tombul’un yanında bulunan Tuğçe
Taşkit, Tombul’un polisin yakın mesafeden nişan alması sonucu yaralandığını
belirterek, Tombul’un Taksim Hastanesi’nde can güvenliğinden endişe ettiğini
kaydetti…[62]
xii) Yıldız
Teknik Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde araştırma görevlisi Dr. Burak Ünveren
ile aynı okulda okuyan Selim Polat, gaz bombası fişeği ve plastik mermiyle
yaralandı. 31 yaşındaki Ünveren, 2 Haziran 2013 gecesi Ihlamurdere’deki
gösterilere müdahale eden polislerin sıktığı gaz bombası fişeğiyle sol gözünden
yaralandı. Gözüne fişek gelen Ünveren, Şişli Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.
Dr. Ünveren sağ gözünü kaybederken, sağ gözünün kurtarılmasına çalışılıyor…[63]
xiii)
Ankara’daki Gezi protestoları sırasında yaralanan üniversiteli Dilan’ın,
polisin plakasız Akrep aracından atılan gaz bombasıyla yaralandığını kaydeden
kamera görüntüleri ortaya çıktı…[64]
xiv)
Kadıköy’de polis ekipleri cadde ve sokaklarda saatlerce gösterici aradı.
Polisler sırt çantası içerisinde baret, solüsyon, gaz maskesi, deniz gözlüğü ve
sprey bulunduran 25 kişiyi gözaltına aldı…[65]
xv) “Gizli
hizmet alımı” için 537, biber gazı için 37 milyon harcandı… Hükümetin Gezi
Parkı eylemlerinde uyguladığı biber gazı ve gaz bombası şiddetinin, devletin
mühimmat alımlarını da “gazladığı” ortaya çıktı. Resmi rakamlara göre, ocak
ayındaki mühimmat alım harcaması “sıfır” iken Gezi Parkı eylemleriyle birlikte
bu harcama 8 kat artarak 30 milyon TL’yi aştı. Maliye Bakanlığı tarafından
hazırlanan 2013 Merkezi Yönetim Konsolide Bütçe İstatistikleri’ne göre, 2013’ün
ilk beş ayında, “gizli hizmet giderleri” başlığı altında 537 milyon TL
harcandı…[66]
xvi) Gezi
Parkı eylemlerinde yaklaşık 130 bin biber gazı fişeğinin kullanılması ve bazı
TOMA’ların zarar görmesi nedeniyle planlama dışı gaz ve TOMA ihalesine
çıkılacak… Taksim’deki Gezi Parkı’nda başlayan ve yurt geneline yayılan
protesto eylemlerinde yoğun biçimde kullanılan biber gazı stokları azalan Emniyet
Genel Müdürlüğü, planlama dışı 100 bin biber gazı alımı için harekete geçti.
Polisin, protesto eylemlerinde 130 bin dolayında gaz fişeği kullandığı
belirlendi…[67]
xvii) Gezi
Direnişi’ne katılan gençlere 17 yıl hapsin istendiği, 130’dan fazla çocuğun
karakolda sorgulandığı AKP Türkiye’sinde yurttaşlara saldıran palalı, geldiği
gibi serbest kaldı…[68]
xviii) Gezi
olayları sırasında eylemcilerin sığındığı Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valide
Sultan Camii’nin müezzini Fuat Yıldırım’ın bir kez daha tayini çıktı.
Yıldırım’ın Dolmabahçe’deki camiden Kayabaşı Camii’ne gönderildiği 21 Eylül’de
ortaya çıkmıştı. Aradan bir ay bile geçmeden Yıldırım, ikinci kez başka camide
görevlendirildi…[69]
“SONUÇ
YERİNE”: BİRKAÇ NOT
Diyeceklerimi
tamamlıyorum.
AP Türkiye
Raportörü Ria Oomen-Ruijten’in dahi, “Yargı, siyaseten bağımsız değil. Tarafsız
değil,”[70] diye betimlediği
T.“C” devleti hükmedilmek, izlenmek, dinlenmektir… Denetim altına alınmak,
telkin edilmektir… Sansürlenmek, fişlenmektir… Azarlanarak “yargılanmak”,
mahkûm edilmek, hapsedilmektir… Dolandırılmak, kandırılmaktır… Çünkü devlet
egemenin, ezilenler üzerinde terör estirme aracıdır...
Söz konusu
çerçevede Bertolt Brecht’in ifadesiyle: “Gardiyanları ve yargıçları ve
savcıları/ hepsi halka karşıdır/ kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları/
hepsi halka karşıdır/ dergileri, gazeteleri, bütün yayınları/ hepsi halka
karşıdır// panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları/ hepsi halka karşıdır/
zindanları, tutukevleri, işkenceevleri/ hepsi halka karşıdır/ borsaları ve şirketleri
ve iktidarları/ hepsi halka karşıdır.”
Kolay mı? Karl Marx’ın altını çizdiği üzere:
“Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden
başka bir şey değildir ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette
de böyledir”!
Buraya kadar
izaha gayret ettiklerimiz ekseninde Maksim Gorki’nin, “İnsan, ne onurlu
sözcük”; Bertolt Brecht’in, “İnsan olmak büyük bir şeydir,” uyarılarını bir an
dahi göz ardı etmeden; S. Freud’ün, “Bu kadar çok insanı doyumsuz kılan ve
başkaldırmaya zorlayan bir uygarlığın kalıcı olması beklenemeyeceği gibi,
kalıcılığı hak ettiği de söylenemez,” uyarısını unutmadan; Erasmus’un,
‘Deliliğe Övgü’sündeki, “İnsanlığın tüm zincirlerinden kurtulmasını ve salt
özgürlüğe ulaşmasını sağlayan delilik değil midir?” sözlerini yüksek sesle
telaffuz ederek; soru(n)ların çözümünün Jean Paul Sartre’ın, “Şiddeti inkâr
eden, şiddet karşıtı şiddet,” formülasyonundan; yeni bir uygarlıktan geçtiğini;
bunun yolunun da Roland Escarpit’in,
“Acın şöleni yemek, mahpusluğun şöleni firar, ezilenin bayramı isyandır,”
saptamasında gizli oldu anlaşılmalı/ anlatılmalıdır…
Hem de Yaşar
Kemal’in uyarısı unutulup/ unutturulmadan: “İnsanlar her şeye, her şeye
başkaldırmalı… İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi
kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük
bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle
daha da beter hâle düşecektir... İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek,
yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin
beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu,
arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın,
yürekteki sıcaklığını unutacak...”[71]
19 Kasım 2013
17:20:29, Ankara.
N O T L A R
[1] 22
Kasım 2013 tarihinde Çağdaş Hukukçular Derneği’nin, 24-25-26 Aralık 2013’de
Silivri’deki duruşmaya çağrı için Ankara Yüksel Caddesi’ndeki basın
açıklamasında yapılan konuşma… İstanbul’da 24 Kasım 2013 tarihinde İstanbul Forumlar
Koordinasyonu bünyesindeki ‘Siyasi Tutsaklara Özgürlük Çalışma Grubu’nun “Hepsi
Özgürleşene Dek Hepimiz Tutsağız!” başlığıyla düzenlediği forumda “Siyasi Suç
Nedir-Siyasi Suçlu Kimdir? Terör Nedir-Terörist Kimdir?” alt başlığında yapılan
konuşma… Newroz, Yıl:7, No:247, 23 Şubat 2014…
[2] Bertolt
Brecht.
[3] Jacques Vergès, Savunma Saldırıyor,
Çev: Vivet Kanetti, Metis Kitap, 4. Basım, Eylül 2013.
[4] Karl Marx, Theories Of Surplus Value, Part 1,
s.387-388/ s.189-190.
[5] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Adalet’ Üzerine Notlar”,
Cumhuriyet, 14 Ağustos 2013, s.4.
[6] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt,
Çev: Mustafa Bahar, İskele Yay., 2009.
[7] F. Engels, K. Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına
Önsöz’ünde, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay., 2005.
[8] Friedrich Engels, Ailenin, Özel
Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2010.
[9] Y. Altuğ, Terörizm, T.C. İçişleri Bak. Yay.,
Ankara 1989, s.14.
[10] R. Keleş -A. Ünsal, Kent ve Siyasal Şiddet,
AÜSBF Yay., 1982, s.2.
[11] D. Tezcan, Uluslararası Terör Olayları,
Uluslararası Terörizm ve Gençlik, MEB Yay., 1987, s.109.
[12] R. Clutterbuck, Terrorism and Guerilla
Warfare, Routledge Pub, London 1990, s.7.
[13] T. İtil - G. Omay, Teröristlerin Demografik ve
Psikolojik Hedefleri, Gen. Kur. Başk Yay., 1983.
[14] M. Bozdemir, “Terör mü Terörizm mi?” AÜSBF
BYYO Yay., 1982, s.526.
[15] D. Ergil, “Terörizm Mantığı ve Hedefi”, AÜ SBF
Dergisi, Ocak-Haziran, 1991, s.172.
[16] F. Engels, Origin of the Family, Private
Property and The State/Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni, Karl Marx and
Frederick Engels, Selected Works in three volumes, c. 3, s.327, Moskova,
Progress Publishers, Dördüncü Basım, 1977.
[17] Temel Demirer, “Terörün Analizi”, Almanak: 2004 Analizleri, Sosyal Araştırmalar Vakfı
Yay., Kasım 2005; Kavramlar Sözlüğü-Söylem ve Gerçek, Özgür Üniversite
Kitaplığı: 54, Maki Yay., 2005.
[18] Hayrettin Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, Legal
Yay., 4. Baskı, 2011, s.114 vd.
[19] Muzaffer Şakar, “Türkiye’de Yargı Var mı?”,
Radikal İki, 8 Eylül 2013, s.6.
[20] Orhan Gazi Ertekin, “Ergenekon Öldü, Yaşasın
Ergenekon!”, Radikal İki, 11 Ağustos 2013, s.1-12.
[21]
Yalçın Yılmaz, “Gezi Parkı ve Hukukun Üstünlüğü”, Yeni Şafak, 25 Eylül 2013,
s.18.
[22]
Prof Dr. Adem Sözüer: Terörist Tanımı Ceza Hukukuna Tecavüz Eden Bir
Kavramdır”, Kaypakkaya Partizan, 21 Ocak 2013…
http://www.kaypakkayahaber.com/haber/prof-dr-adem-sozuer-terorist-tanimi-ceza-hukukuna-tecavuz-eden-bir-kavramdir
[23]
Serkan Kurt, “TMK’ye Göre Herkes ‘Terörist’…”, Gündem, 12 Nisan 2013, s.5.
[24]
Sezai Temelli, “Bir Göz de Sen Ol!”, Gündem, 11 Eylül 2013, s.4.
[25] “8
Yaşındaki Çocuğa Polis Dayağı”, Milliyet, 18 Eylül 2013…
http://gundem.milliyet.com.tr/8-yasindaki-cocuga-polis-dayagi/gundem/detay/1765173/default.htm?ref=yahoo
[26]
“Utanç Tablosu!”, Milliyet, 14 Eylül 2013…
http://gundem.milliyet.com.tr/utanc-tablosu-/gundem/detay/1763489/default.htm?ref=yahoo
[27]
Bahri Karataş, “Gasptan Yargılanan Polise 20 Yıl İstendi”, Milliyet, 21 Ekim
2013… http://gundem.milliyet.com.tr/gasptan-yargilanan-polise-20-yil/gundem/detay/1779718/default.htm
[28]
“Uyuşturucu Karakol Çatısına Çıktı”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2012, s.3.
[29]
Mahmut Lıcalı, “Fişleme 2004’te Başlamış”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2013, s.5.
[30]
İsmail Saymaz, “Şerzan Kurt’u Öldüren Polise Ödül Gibi Ceza”, Radikal, 7
Haziran 2013, s.15.
[31]
“Mahir’i Öldüren Polise Sadece 2 Yıl Ceza!”, Evrensel, 5 Haziran 2013, s.2.
[32]
Seyfettin Mete, “Öldüren İşkenceye Kötü Muamele Cezası”, Cumhuriyet, 11 Ekim
2013, s.5.
[33]
Canan Coşkun, “İşkenceyle Ölüme Ceza İndirimi”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2013, s.8.
[34]
“İnsan Avı”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2013, s.5.
[35] Hilal Köse, “Linci Soruşturan Yok”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2013,
s.4.
[36]
Alican Uludağ, “Barodan Çifte Suç Duyurusu”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2013, s.6.
[37]
“Gezi Eylemlerinde Kör Eden Gazı Atan Polise 16 Ay Kıdem Durdurma Cezası”,
Radikal, 18 Eylül 2013, s.8.
[38]
Mesut Hasan Benli, “Davul ve Gitar Çalarak Grubu Motive Etmek”, Radikal, 13
Ekim 2013, s.6-7.
[39]
“Deniz Gözlüğü ve Baret Suç Delili”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2013, s.5.
[40]
İsmail Saymaz, “Adli Kriterler Şaşırttı”, Radikal, 10 Temmuz 2013, s.6-7.
[41]
İsmail Sağıroğlu, “Soluğu Fas’ta Aldı”, Radikal, 13 Temmuz 2013, s.8.
[42]
İsmail Sağıroğlu, “… ‘Palalı’ Serbest Bırakıldı...”, Radikal, 30 Ağustos 2013,
s.9.
[43]
“Onurlu Yaşa Simit Sat”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2013, s.6.
[44]
“İşkenceci Polise de, İşkenceye Direnene de İki Yıl Hapis...”, Birgün, 17
Ağustos 2013, s.10.
[45]
Mahmut Oral, “Gizli Tanık İfadesiyle Ömür Boyu Hapis”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2013,
s.6.
[46]
Gökçer Tahincioğlu, “Kızının Kürtçe İsmi Dosyada Delil Sayıldı”, Milliyet, 23
Eylül 2013, s.14.
[47]
Elçin Yıldıral, “34 Kişiydik, Üzerimizden F16 Geçti”, Birgün, 12 Ocak 2013,
s.6.
[48]
Havva Kesimal, “Devlet Tacizciyi Koruyor”, Taraf, 25 Ağustos 2013, s.5.
[49] Toygun Atilla, “4 Yıldır
Adalet Bekleyen Dava”, Hürriyet, 24 Mayıs 2012, s.9.
[50]
Gürkay Gündoğan, “Dövmeden Sarığa Geçen Tecavüz Hükümlüsüne ‘İyi Hâl’
İndirimi”, Radikal, 13 Mart 2013.
[51]
Alican Uludağ, “Gezi’de Skandal Tutuklama”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2013, s.6.
[52]
“Polis Gazı Mermi Gibi Atıyor”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2013, s.4.
[53]
“Gezi Eylemlerinde Orantısız Güç Kullanıldı”, ntvmsnbc, 2 Eylül 2013…
http://www.ntvmsnbc.com/id/25463891/
[54]
Alican Uludağ, “Kurşunu Görmediler”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2013, s.5.
[55] Can
Hacıoğlu, “Valinin Geleceği Parlak: ‘Polis Yaptı Süsü Veriyorlar’…”,
Cumhuriyet, 12 Temmuz 2013, s.5.
[56]
“Eli Sopalılar Sivil Polismiş”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2013, s.8.
[57] Can
Bursalı, “Ancak Aciz Bir Devlet Çocuklara Saldırır”, Birgün, 27 Haziran 2013,
s.3.
[58]
“Ailesine de Gaz!”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2013, s.7.
[59]
Alican Uludağ, “Polisten Cinsel Taciz”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2013, s.6.
[60]
Mehmet Bilber, “13 Yaşındaki Çocuğa Akrepte 1.5 Saat Dayak”, Radikal, 15 Temmuz
2013, s.6.
[61]
“Sancaktepe’de Polis Vahşeti”, Evrensel, 27 Haziran 2013, s.5.
[62]
“Lise Öğrencisi Yaşam Savaşında”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2013, s.5.
[63]
İsmail Saymaz, “Hoca ile Öğrenci Gözlerini Kaybetti”, Radikal, 4 Haziran 2013,
s.8.
[64]
Türker Karapınar, “Dilan’ı Plakasız Akrep Vurmuş”, Milliyet, 5 Eylül 2013…
http://gundem.milliyet.com.tr/dilan-i-plakasiz-akrep-vurmus/gundem/detay/1759178/default.htm?ref=yahoo
[65]
“Polis, Kadıköy’de Eylemci Aradı”, Milliyet, 14 Eylül 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/polis-kadikoy-de-eylemci-aradi/gundem/detay/1763423/default.htm?ref=yahoo
[66]
Fırat Kozok, “Para ‘Gaz’a Gitti”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2013, s.6.
[67]
“Devletin Gazı 20 Günde Bitti”, Milliyet, 19 Haziran 2013, s.21.
[68]
“Adaletin Bu mu!”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2013, s.8.
[69] “O
Müezzin İkinci Kez Tayin Oldu”, Hürriyet, 18 Ekim 2013…
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24937462.asp
[70]
Cansu Çamlıbel, “AP Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten: 18 Yaşın Üstüne
Hükümet Karışamaz”, Hürriyet, 18 Kasım 2013, s.14.
[71]
Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.
Yorumlar