İŞÇİ SINIFI NEDİR, NE YAPAR? İŞÇİ SINIFI KÜTLESİ İŞÇİLERİN HÂL-İ PÜR MELALİ EKONOMİK DURUM: İŞSİZLİK ...
İŞÇİ SINIFI NEDİR, NE YAPAR?
İŞÇİ SINIFI KÜTLESİ
İŞÇİLERİN HÂL-İ PÜR MELALİ
EKONOMİK DURUM: İŞSİZLİK
“İŞ KAZASI” DENİLEN CİNAYETLER!
“İSTİHDAM” MI DEDİNİZ?
SINIFA SALDIRILAR!
TAŞERONLU, KAYIT DIŞILI ESNEK ÜRETİM
SENDİKAL ÖRGÜT(SÜZLÜK)
“SONUÇ”: DÜŞ GÜCÜNÜ EYLEME GEÇİRMEK!
TÜRKİYE İŞÇİ SINIFININ -GÜNCEL- HÂLİ[1]
TEMEL DEMİRER
“Senden yana olanların da,
sana karşı olanların da;
bir değeri yok
seni anlamadıkça.”[2]
31 Ocak 2014’de
Paris’te gözlerini kapatan sürgündaşım ve yoldaşım devrimci sendikacı Mehmet
Ertürk’ün[3] anısı önünde saygıyla
eğilerek, Türkiye bağlamında işçi sınıfının -güncel- hâline değineceğim
konuşmama, İsveçli yönetmen Ingard Bergman’ın, “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir,”
saptamasına katılmadığımı belirterek başlamak istiyorum.
Çünkü “dünyayı
kurtarmak” fiilinin “11 Tez”e mündemiç sınıfsal bir içeriği olduğundan şüphe
duymayan, bunun da hâlâ işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirmesiyle
mümkün olduğunu düşünenlerdenim.
Bu tavrım,
işçi sınıfına (ve davasına) “Elveda” diyenler tarafından, o malum ve meş’um
müstehzi tebessümle “mahkûm” edilmek istenebilir!
Ancak bunlara
aldırmayıp, “Entelektüelin misyonu, dünyanın efendisi hâline gelmiş haksız ve
yanlış karşısında, cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp, ona insanlığın
bilinciyle karşı çıkmaktır,” diye haykıran Julien Benda’nın uyarısını asla
unutmayanlardan biri olarak, hâlâ ve ısrarla Nâzım Hikmet ustanın, “ve kederli
nehir yollarının,/ sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı/ bir şafak vakti
değişmiş olur,/ bir şafak vakti karanlığın kenarından/ onlar ağır ellerini
toprağa basıp/ doğruldukları zaman” dizelerini terennüm ediyorum…
Bunları
söylerken; işçi sınıfının güncel hâlini[4]
“es” geçip, fetişleştirmiyorum; sadece “olması gereken” tarihsel misyonuna
gönderme yapıyorum…
Uluslararası
Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC), ‘Yıllık Sendikal Hak İhlâlleri
Raporu’nda, “Türkiye’nin hak ihlâllerinde Avrupa birincisi” olduğundan söz
ettiğini; TMMOB Makina Mühendisleri Odası, Türkiye’nin her 100 bin çalışan
başına düşen ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sırada
olduğunu açıkladığını biliyorum…
Ayrıca TBMM’de
İş Güvenliği Tasarısı’nın görüşüldüğü sırada Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Faruk Çelik’in konuşmasında, 10 yılda iş kazalarında ve meslek hastalıklarında
yüzde 4.3’lük bir azalma meydana geldiğini savunurken; TBMM’nin hemen yanında
bulunan Dikmen Caddesi Merasim Sokak’ta Meclis’in atık su gideri çalışmasını
yürüten üç işçiden Nadir Kekilli meydana gelen toprak kayması sonucu, gece
vakti göçük altında kalarak hayatını kaybettiğini de[5]
unutmuyorum…
Tarihsel ve
güncel tüm öğelerin işçi sınıfı gerçeğine dahil olduğunu, göz ardı etmiyorum…
İŞÇİ SINIFI NEDİR, NE YAPAR?
Bu vurgularla
“İşçi sınıfı nedir, neye yarar?” sorusuna geçersek…
XIX. yüzyılda
sanayi devrimi ile ortaya çıkan işçi sınıfı; alın teriyle betimlenen ve sermaye
sömürüsünün olmazsa olmazıdır…
Belirli bir
ücret karşılığı emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip ol(a)mayandır.
Tamamıyla mülksüz olan bu sınıf emek gücünü, karşılığında zorunlu geçim
araçları edinmek için burjuvalara (sermaye sahiplerine) satmak zorundadır.
İşçi sınıfı,
XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin bir
sonucu olarak doğmuştur. İşçiler, ilk aşamada, dağılmış ve rekabet yüzünden
parçalanmış bir “kitle” durumundadır.
Ancak
sanayinin gelişmesi bir yandan işçi sayısını arttırırken bir yandan onların
yaşam koşullarını en düşük düzeyde eşitlemiştir. Bunun sonucunda işçiler, ortak
sorunlara sahip olduklarını ve bu sorunlara karşı birlikte mücadele
vermelerinin gerektiğini fark etmeye başlamışlardır. Böylece, tepkiler
işçilerin tek tek sürdürdükleri mücadeleden işçi sınıfının yine bir sınıf olan
burjuvaziye karşı verdiği mücadeleye dönüşmüştür.
Bu durum, aynı
zamanda, işçilerin kendiliğinden bir sınıf olma durumundan, “kendisi için” bir
sınıf olma durumuna geçtiğinin de göstergesi olmuştur. İşçi sınıfının “kendisi
için” bir sınıf olmaya başlamasının en önemli sonucu ise burjuvaziye karşı
verdiği sınıf mücadelesini, örgütlü bir siyasi mücadele bakış açısıyla örmeye
başlamasıdır. (Türkiye için sürekli verilen bir örnekten gidecek olursak
işçilerin çoğunluğunun AKP ve diğer burjuva partilere oy veriyor olması işçi
sınıfı diye bir şey olmadığını kanıtlamaz.)
İşçi sınıfı
tarihsel açıdan son devrimci sınıftır…
Tekrarda yarar
var: İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan kapitalist üretim sürecinde tamamen
mülksüzleşmiş olmasıdır. Buradaki mülksüzleşmeden kastedilenin üretim
araçlarının mülkiyeti ile ilişkili olduğunu bilmeyip “ama evi, arabası olan
işçiler var” diyenler gaflet içindedirler.
Üretim
araçlarının mülkiyetinin burjuvazinin elinde toplanması, toplumun geçimlik
üretim yapan küçük köylülük ile burjuvazi dışındaki tüm
kesimlerini işçi sınıfı kapsamına almayı gerektirir.
Evet, sadece
fabrika işçileri değil, hizmet çalışanları, enformel sektörlerdeki diğer
emekçiler, işsizler ve emeğin yeniden üretiminde yer alan diğer kalifiye
elemanların da işçi sınıfının organik bir parçası sayılması gerekir. Bahsedilen
yaşamak için emek gücünü satmaktan başka şansı bulunmayanlardır...
“İyi de işçi
sınıfı neden devrimci” mi?
İşçi sınıfı
tarihsel olarak devrimci bir sınıftır. Marksizm bunu öznel ve nesnel
gerekçelere dayandırır.
İşçi sınıfının
devrimci bir sınıf olmasının nedeni, nesnel olarak, tamamen üretim sürecindeki
yerleri ile ilişkilidir. Mevcut kapitalist üretim ilişkileri içinde üretim
araçlarından yoksun kalan işçi sınıfı, üretimdeki ve sömürünün kaynağındaki
vazgeçilmez “nesnel” konumu gereği tek devrimci sınıftır. Onu burjuvazinin
kârını arttırmak üzere her daim daha uzun çalışma süreleri ve (göreli) daha
düşük ücretlere mahkûm eden koşulları, ancak devrimci mücadelesiyle
değiştirebilecektir. Bu nesnel konumun bilincinin oluşmadığı kesitte işçi sınıfı
henüz “kendinde sınıf” olarak tanımlanır.
Meselenin
öznel yanı ise işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının farkına varması ile
ilgilidir. Marx bunun ancak karşıt sınıfla pratik bir mücadele içinde
gelişebileceğini ifade etmiş ve yaşanan dönüşümün sonucunda “kendi için sınıf” hâline
geleceğini vurgular.
İşçi sınıfının
“son” devrimci sınıf olmasına gelince: ‘Komünist Parti Manifestosu’ okunursa
görüleceği üzere, işçi sınıfının çıkarlarının kendisi dahil tüm sınıfları
ortadan kaldırmak olduğu gerekçeleri ile ifade edilir. Mesele budur…
Evet işçi
sınıfı, kapsamı mülkiyet ilişkileri ile belirlenmiş, mevcut düzene son verme
potansiyelini “nesnel olarak” barındıran, gerçekleştireceği devrimin ardından
üretim araçlarının özel mülkiyeti ilga edileceğinden kendisi dahil tüm
sınıfları yok edeceği için “son” devrimci sınıftır. Çünkü işçi sınıfı
kapitalizmin burjuvazi’nin karşı kutbudur.
İşçi sınıfını
meydana getiren işçiler, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkına sahip
değildirler. Sadece üretim araçları üzerinde kapitalist temellük hakkına sahip
kimselere satmak zorunda oldukları iş gücüne sahiptirler.
İşçi sınıfı, genellikle
yekpare bir bütün olarak bakılsa da, birçok farklı bileşenden oluşur: Tarım,
hizmet, sanayi… Nitelikli, yarı-nitelikli ve niteliksiz… Kayıtlı, kayıtsız…
Kamuda ve özel sektörde çalışanlar… Kadın ve erkek…Çocuk, genç, yetişkin…
Göçmen, Kürt, Türk, vd’leri… Kır ve kent işçileri…
Sınıflı
toplumsal yapılarda en altta yer alan çalışan gurubudur. Temelde işçi sınıfı
denilince, küçük sanayiden dev işletmelere kadar oldukça geniş bir yelpaze
içersinde yer alan mavi yakalı kol işçileri anlaşılır.
İşçiler,
kapitalist sınıf karşısında biçimsel olarak “özgür” görünmelerine rağmen, gerçekte
özgür değildirler. Kapitalist üretimin doğrudan üreticileri işçiler, üretim
sürecinde kol/ kafa işçiliği yaparlar ve zenginliği üretirler.
İşçi sınıfı,
kapitalizmde egemen sınıf tarafından ekonomik ve sosyal bakımdan sömürülür,
politik bakımdan ezilir, ideolojik bakımdan da egemenlerin baskısı ve kontrolü
altında tutulur.
Politik
organizasyonlarıyla birlikte, işçi sınıfı, “kendinde sınıf” durumuna gelir;
tarihi görevinin bilincine ulaşır. Sömürünün ve savaşın mevcut olmayacağı bir
dünyayı, gerçek insani toplumu mücadelesinin amacı olarak alır.
Kapitalizmden
komünizme geçişle, işçi sınıfının mahiyeti de değişir. Devletin sönümlenmesi
yolunda sınıf olmaktan çıkar.
Burada bir
parantez açarak anımsatalım: “İşçi
sınıfı, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan
değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından sağlayan; sevinci ve
üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin
iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına,
sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır,” vurgusuyla ekler Friedrich
Engels:
“Günümüzün kapitalist toplumunda, işgücü
bütün öteki metalar gibi bir metadır, ama gene de, tamamıyla özgün bir meta.
Yani, değer yaratan bir güç, bir değer kaynağı olmak ve gerçekten de, uygun bir
biçimde kullanıldığında, bizzat kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir
değer kaynağı olmak gibi özgün bir niteliği vardır. Üretimin bugünkü durumunda,
insanın işgücü, bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin
malolduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni bilimsel
bulguyla, her yeni teknik buluşla, günlük üretiminin günlük maliyeti aşan bu
fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak
için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın
emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü
toplumumuzun tüm ekonomik yapısı budur: Bütün değerleri yaratan tek başına işçi
sınıfıdır.”
Tam da bu
tabloda sorup, yanıtlar Karl Marx:
“Bugünkü toplum koşullarında serbest ticaret
nedir? Sermayenin özgürlüğü;
Sermayenin özgür gelişmesini hâlâ sınırlayan birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz, Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür.”
Sermayenin özgür gelişmesini hâlâ sınırlayan birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz, Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür.”
Sonra da
sıralar ‘Kapital’inde
“Kapitalist, emek-gücünü, daha üretim
sürecine girmeden önce satın alır, ama karşılığını, ancak belirlenen zamanlarda,
bu emek-gücü, kullanım- değerlerinin üretilmesinde harcandıktan sonra öder.
Kapitalist, ürünün değerinin geri kalan kısmıyla birlikte, bir de bu değerin,
emek-gücünün ödenmesinde harcanan paranın eşdeğeri olan, yani ürünün değerinin,
değişen-sermayeyi temsil eden kısmına da sahip olur. Değerin bu kısmında
emekçi, zaten kapitaliste, ücretlerinin bir eşdeğerini sağlamış durumdadır.”[6]
“Herhangi bir işçiyi, örneğin bir dokumacıyı
alalım. Kapitalist ona dokuma tezgâhını ve ipliği sağlar. Dokumacı işe koyulur
ve iplik beze dönüşür. Kapitalist, bezi alır ve onu örneğin 20 marka satar. O hâlde,
dokumacının ücreti, bezin, 20 markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür?
Hiç de değil. Dokumacı, bez satılmadan çok önce belki de bezin dokunması
bitmeden önce, ücretini almıştır. Şu hâlde kapitalist, bu ücreti, bezin
satışından alacağı paradan değil, önceden biriktirilmiş paradan öder. Nasıl ki,
işveren tarafından sağlanan dokuma tezgâhı ve iplik dokumacının ürünü değilse,
aynı şey dokumacının kendi metaı, yani kendi işgücü karşılığında aldığı metalar
için de geçerlidir.”
“Bu
dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye
sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik,
soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları
sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen,
birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler,
yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında
fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının
merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist
kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır.
Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler
mülksüzleştirilirler.”[7]
İş bu hâldeyken mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi yolunda Marx şu notu da düşmeyi ihmal etmez:
“Bir toplumsal oluşum; içerebileceği bütün
üretici güçler yeteri kadar gelişmeden önce asla yokolmaz; yeni, daha yüksek
üretim ilişkileri, maddi varlık koşulları eski toplumun bağrında olgunlaşmadan
önce eskilerinin yerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak
çözüme bağlayabileceği sorunları koyar; çünkü yakından bakıldığında her zaman
görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi
koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar.”[8]
Ve yine Marx
devam eder:
“Proletarya, kendisini bir sınıf olarak
ortaya koyacak kadar gelişmediği sürece, dolayısıyla proletaryanın burjuvaziyle
olan mücadelesi siyasal bir nitelik kazanmadığı ve bizzat burjuva toplumu
içinde, üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması
için gereken maddi şartların varlığına işaret edecek kadar gelişmediği sürece
bu teoriciler, ezilen sınıfların acısını dindirmek için
hemencecik sistemler geliştiren ve ıslah edici bir bilim peşinde koşan
ütopyacılar olarak kalırlar.
Fakat
tarih, akışını sürdürdükçe ve proletaryanın mücadelesi daha açık bir biçim
aldıkça bunlar artık kendi kafalarında bir bilim aramak zorunda kalmazlar;
sadece gözlerinin önünde olup bittiğini gözlemlemeleri ve kendilerini onu
açıklamanın aracı olarak kullanmaları gerekir. Bir bilim aradıkları ve
sistemler yaratmaya çalıştıkları, mücadelenin başlangıcında oldukları sürece,
sefalette yalnız sefaleti görürler, fakat bunun eski toplumu yıkacak olan
devrimci ve yıkıcı yanını farketmezler. Fakat bu andan itibaren, tarihsel
hareket tarafından yaratılmış olan ve kendini bilinçli olarak bu hareketle
birleştiren bilim, doktriner olmaktan çıkar ve devrimci hâle gelir.”[9]
Marx’ı işaret
etti güzergâhta “mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi”, V. İ. Lenin’in, “Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde
diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik
yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse nüfusun bütün
sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin
materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı
öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz,” diye
tanımladığı sınıf bilinçli bir yaratıcı yıkım (yani devrim) edimidir.
Burada işçi
sınıfının tarihsel misyonunu tarif eden Karl Marx için; V. İ. Lenin’in, “Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur;
tepeden tırnağa “yeni” bir toplum türetmez o, tepeden tırnağa “yeni” bir toplum
tasarlamaz. O yeni toplumun eski toplumdan başlayan doğuşunu, eski toplumdan
yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler. Somut
proleter yığın hareket deneyini ele alır ve ondan pratik dersler çıkarmaya
çalışır”; Rosa Luxemburg’un, “Marx’ın
dünya görüşü gibi onun temel yapıtı da her zaman geçerli ve nihai gerçeklerin
ifadesi olan bir İncil değildir; Aksine gerçeği bulma savaşında ve
araştırmalarında ileriye dönük zihinsel çalışmaları esinlendiren tükenmez bir
kaynaktır,” sözlerinin de altını çizerek devam edelim…
Evet tüm
zenginlikleri yaratan… Ne kadar çok değer üretirse o kadar çok değerden
düşen... Zenginler için sermaye, kendisi için yoksunluk üreten işçi sınıfı aynı
zamanda değiştirip dönüştüren, eskiyeni yıkıp, yeniyi kurandır...
Çünkü O;
Zeus’tan ateşi çalan, Spartaküs’le zincirlerini kıran, Paris’te göğü fethe
çıkarak Komün’ünü yaratan, 1917’de ayaklanandır… Dünyayı değiştirmektir,
tarihin dönüştürücü gücüdür... Kapitalist karanlığı nihayete erdirerek,
insanlığın geleceğini kurtaracak olandır...
Jack
London’ın ‘Demir Ökçe’inde bahsettiği işçi sınıfı tarihsel olarak
kapitalizmin mezar kazıcısıdır; burjuva sınıfının zorunlu düşmanıdır.
İktidarı ele
geçirmesiyle birlikte kendi varlığına da son verecek olandır; gerçek güç sahibi
tek varlıktır.
Ancak
“kendiliğinden”liğiyle gücünün ve potansiyelinin farkında olmayan sınıftır.
Onu kendine
ait kılıp, tarihin sahnesindeki merkezi rolünü oynatacak olan tek şey sınıf
bilinci + sınıf örgütüdür. (Sosyalistler işçi sınıfına, işçi sınıfı
sosyalistlere ulaşıp da, sosyalizm ile tanıştırıldığında devrim olur.)
İktidarı
fethindeki güç vektörü konumundaki işçi sınıfı doğası gereği
enternasyonalisttir.[10]
Godot değildir;
gelecektir; yurdu olmayandır; bir dayanışma ve mücadele ahlâkıdır…[11]
Birileri “yok”
ilan etmeye kalkışsa da, hâlen dünyayı değiştirebilme potansiyeline sahip olan yegâne
güçtür.
“Üreten güç”
olması yanında yıkarak yaratandır.
En ufak
silkinmesinde bile egemenlerin dizlerini titreten, geleceğin kurucularıdır.
“İşçi
sınıfının zincirlerinden başka kaybedebileceği bir şey yok ama kazanacağı bir
dünya var,” haykırışı hâlâ geçerlidir.
İşçi sınıfının
esas gücü toplumdaki ezici çoğunluğu oluşturması yanında, zenginliğin üreticisi
olmasından kaynaklanır. Marksistler işçi sınıfı derken yalnızca sanayi
işçilerini ya da kol işçilerini değil, geçinmek için işgücünü satmaktan başka
çaresi olmayan ücretli çalışanların tamamını kastederler.
Uygarlığın
yükünü omuzlarında taşıyan aklın, iradenin ve geleceğin isyanıdır işçi sınıfı;
kolektiftir…
Evet, evet
artık kolektif proletaryadan söz etme zamanıdır. Çünkü kendi içinde de
katmanlara ayrılan, ortak yönleri, işletebilecekleri herhangi bir sermayeye
sahip olmadan, sadece emekleri ve buna mukabil aldıkları ücret sayesinde
geçimini sağlayabilmek olan herkestir, bütün bir emekçi insan(lık)dır artık
proletarya…
Bu niteliğiyle
de yeryüzünde isyan etmeyi en çok hak eden sınıftır ve onun mevcut -güncel-
“durağanlığı”yla ilgili paniğe kapılmamak gerek.
Nâzım
Hikmet’in, “Türkiye işçi sınıfına selâm!/ selâm yaratana!/ tohumların tohumuna,
serpilip gelişene selâm!/ bütün yemişler dallarınızdadır./ beklenen günler,
güzel günlerimiz ellerinizdedir,/ haklı günler, büyük günler,/ gündüzlerinde
sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,/ ekmek, gül ve hürriyet günleri,”
dizeleriyle betimlediği işçi sınıfı(mız) günümüz Türkiye’sinde, bırakın
zincirlerini kırmayı, zincirlerini kaybetmiş uyuyan devdir.
Attila
İlhan’ın da, “Yerden cevahir söken, zincirin yitirmiş dev,” diye betimlediği
işçi sınıfı bugüne dek Türkiye yönetiminde hiçbir zaman söz ve karar sahibi
olmadı…
Kamu
işletmelerini partilerinin çiftlikleri hâline getirmedi…
Kamu
bankalarının kredilerini hayali ihracatçılara, borsa simsarlarına peşkeş
çekmedi…
KİT ürünlerini
ucuz girdi olarak avantacı sermayeye dağıtmadı…
Vergisiz,
sigortasız kayıt dışı ekonomiyi icat etmedi…
Vergi
kaçırmanın, üretmeden faiz kıyakçılığıyla yaşamanın yollarını göstermedi…
İşverenlerin
prim borçlarını affetmedi…
Özgürlüklere
karşı çıkmadı. Sendika seçme özgürlüğünü, grev ve toplusözleşme hakkını
kısıtlamadı. Düşünmeyi ve düşündüğünü açıklamayı suç ilan etmedi. Cezaevlerini
düşünce mahkûmlarıyla doldurmadı…
Yani hiçbir
zaman iradesiyle kapitalizmin suç ortağı olmadı; sadece yabancılaşmanın
dişlileri arasında öğütüldüğü Türkiye’de (ve yerkürede) kendi çıkarlarının
tersine davranan, sınıf olmanın bilincine varamamışlığın “Araf”ında artı değer
sömürüsüne uğrayan ücretli modern köle konumunda var oldu…
Nâzım
Hikmet’in, “onlar/ onlar ki toprakta karınca, suda balık,/ havada kuş kadar
çokturlar;/ korkak, cesur, câhil,/ hakîm ve çocukturlar/ ve kahreden, yaratan
ki onlardır,/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır,” dediği Onlar; topyekûn
saldırı altındadır; “Uyan artık uykundan” diye anılan sınıftır da.
Devletin
gücünü aşan gerçek güç sahibi insanlar topluluğu olmasına rağmen genelinde
sınıf bilinci oluşmamıştır; kendi varlıklarından ve güçlerinden haberleri
olmayan sınıftır.
Ancak tüm
güncel negatiflere karşın tarihinde uyanması hiç bu kadar zorunlu hâle gelmemiş
olan sınıf.
1 Mayıs’larda
ve Tekel Direnişi’nde “Vardım, varım, var olacağım” diyen ve coğrafyamızın
üstüne serpilmiş ölü toprağını bir kıpırdayışıyla, bir silkinişiyle atabilecek yegâne
sınıftır hâlâ ve daima…
İŞÇİ SINIFI KÜTLESİ
İşçi sınıfının
maddi varlığı yani kütlesi konusunda Mustafa Sönmez şunları der:
Ücretiyle
geçinenler, yani mavi-beyaz yakalı tarım, sanayi, inşaat, hizmet sektörü
çalışanları, kamu çalışanları, memurlar Türkiye toplumunda sayıca en ağırlıklı
kesimi oluşturmayı sürdürüyor ve her geçen yıl da çoğalıyorlar. Nâzım’ın,
“Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar” diye yazdığından bu
yana, daha da çoğaldılar.
2012 Eylül
itibarıyla 25.4 milyon olan toplam çalışanların yüzde 63’ünü, yani 16 milyonunu
ücretliler oluşturuyor. Bunlara “yedek işçi” olarak adlandırılan 2.5 milyon
resmi işsizi ve en az 1.5 milyonu bulan “sayılmayan işsiz”i eklerseniz, sayı 20
milyona ulaşıyor. Müthiş bir ücretli ordusu aslında...
AKP rejiminde
hızlı bir “işçileşme” (proleterleşme) sürecinden söz etmek gerekir. 2003’te 10
milyon dolayında olan ücretli sayısı 2012 sonuna doğru 16 milyonu buldu. Demir,
kömür ve şeker /ve kırmızı bakır, ve mensucat/ ve sevda ve zulüm ve hayat...
Tarımdaki gerilemenin kentlere püskürttüğü kadın ve erkek, vasıfsız,
yarı-vasıflı genç emek kitlesi, inşaat, turizm, hizmetler, giyim, tekstil, gıda
gibi emek-yoğun sektörlerde ücretli emek oldular. Düşük ücreti, sigortasızlığı,
güvencesizliği sineye çekerek işe koşuldular.
Ücretlilerin
3.5 milyona yakını kamuda; 2.6 milyonu memur (4/C) statüsünde 850 bine yakın da
kamu işçisi var (Eylül 2012). Bunlar, “kitabına uygun” çalıştırılanlar. Geriye
kalan 12.5 milyon ücretliden yaklaşık 4 milyonu kaçak, yani sigortasız
çalıştırılıyor. Neredeyse her 3 özel sektör işçisinden 1’i demek bu. Büyük bir
ayıp, çağ dışılık!..
Ücretlilerin
ücret ve maaşlarının iç açıcı olmadığı sır değil…
İstihdam
edileni ve işsizi ile toplam işgücünün dörtte üçü büyüklüğe ulaşmış olmasına
karşın, bu toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok ücretlinin hem
gelir bölüşümünde, hem tüm siyasi kararlarda bu kadar etkinlikten uzak, bu
kadar kendine yabancılaştırılmış olmasında tabii ki örgütsüzlüğü ana etken ve
bu makus talih, 2012’de de değişmedi.
Bu 16 milyon
ücretliden örgütlü olup toplu pazarlık hakkını kullananların 3 yıldaki
ortalaması kaç biliyor musunuz? Sadece 422 bin!.. Yani tüm ücretlilerin yüzde
2.5’i... Peki grev hakkını kullanabilen kaç kişi? Sıkı durun; 3 yıl ortalaması
700’ü ya buluyor, ya bulmuyor...
İŞÇİLERİN HÂL-İ PÜR MELALİ
Ücretli
kölelik hâlâ sürüyorken, işçilerin hâl-i pür melaline gelince…
Bilindiği
üzere BM, 2 Aralık’ı köleliğin kaldırıldığı gün olarak kabul etse de
milyonlarca işçi, hâlâ köle koşullarında çalıştırılıyor. Kapitalizm sadece
işçileri değil, çocukları, kadınları, kimlikleri ve inançları da sömürerek
kölece yaşamı dayatıyor.
Resmen
kaldırıldığı belirtilse de kölelik fiili olarak sürüyor. Dünyada milyonlarca
işçi, güvencesiz ve ağır çalışma koşullarında sömürülüyor. Türkiye’de ise her
yıl yüzlerce işçi çalışma koşulları sonucu yaşamını yitiriyor. Taşeronluk ve
güvencesiz çalışma egemen sistem durumunda.
Taşeronluk
sisteminin yaygınlaştırılması, kölelik büroları denilen özel istihdam
bürolarının açılması gibi uygulamaların yaygınlaştığını söyleyen DİSK-AR Müdürü
Serkan Öngel, köleliğin modern bir yüzle yeni baştan hayatımıza girdiğini
belirterek ekliyor:
“Dünya
genelinde köleliğin kaldırılmasının yıldönümü olan bir süreçte aslında köleliğin
yeni baştan başka biçimlerde hayatımıza girdiğini söylemek mümkün. Gerçekten
insanların edindiği vasıfların bile bir anda yok sayıldığı bir süreçten
geçiyoruz. İnsanlar giderek daha ağır koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar.
Türkiye en
yoğun sendikal hak ihlâllerinin yaşandığı 20 ülke arasında. Sendikalaşma
oranları da giderek aşağı doğru düşüyor. 1986’da her 4 işçiden biri
sendikalıysa, bugün bu yirmide biri sendikalı…”
Söz konusu
durumun coğrafyamızdaki verilerine gelince, onlar da şöyle…
İşçileşmenin
yüzde 65’lere yükseldiği Türkiye’de, 16 milyon ücretlinin büyük bölümü
kuralsız, işçi güvenliğinin yok sayıldığı koşullarda çalışıyor. 4 milyona yakın
çalışan kayıt dışı. Ölümlü iş kazalarında Türkiye dünya üçüncüsü, Avrupa’da
lider… Resmi rakamlara göre 11 milyon işçinin 650-700 bini toplu iş sözleşmesi
yapabiliyor, onun da yarısı kamuda. Yani devlet ne isterse onu veriyor.
Hükümet, esnek
çalışanların oranını yüzde 3.6’dan yüzde 18.8’e yükseltmek istiyor. Esnek
çalışmada işçiye, bir işten bir işe geçerken aradaki zaman için para
verilmiyor. Bu sistemde işçi, işverenin istediği zaman işe gitmek zorunda ama
işveren çağırmadığı zaman, kendi bulduğu bir işe gitme hakkı yok. Esnek
çalışma; örgütsüzlük, taşeronlaşma, kıdem ve yıllık iznin olmaması, düşük ücrete
razı olmak anlamını taşıyor.
Haftalık
çalışma süreleri bakımından yer aldığı ‘Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’
(OECD) ülkeleri arasında en uzun çalışma haftasına sahip Türk işçisi,
sendikalılaşma oranları bakımından ise en kötü zamanlarını yaşıyor. AKP
döneminde sendikalılık oranı yüzde 46 gerileyen ülkede, sendikasızlaşma
konusunda liderliğe oturmuş durumda.
Evet OECD’nin
2012 yılı raporuna göre, örgüt üyesi ülkeler arasında en çok Türk işçileri
çalışıyorken; Hollandalı işçilerin haftalık çalışma süresi 30 saate, Almanlarınki
35 saate gerilerken Türk işçiler 2012 yılında haftada ortalama 48 saat çalıştı.
OECD’nin,
çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı ‘Factbook 2013’ başlıklı çalışmasına
göre, Türkiye’nin “büyük ekonomisi” çalışanların canına okuyor. Çalışanlar,
yılda ortalama bin 877 saatini işte geçiriyor. Türkiye’de, dünyanın üç büyük
ekonomisinden daha fazla çalışılıyor.
Kocaeli
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aziz Çelik’in çalışmasına göre, Türkiye’de
sendikalaşma oranları konusunda resmi veriler ile fiili durum arasında büyük
bir uçurum yaşandığı ve resmi sendikalaşma istatistiklerinin çok uzun yıllardır
ciddi hatalar içerdiği biliniyor.
Çalışma
Bakanlığı’nın Ocak 1984 ile Temmuz 2009 arasında yayımladığı sendika
istatistiklerine göre Türkiye’de sendikalaşma oranları yüzde 60 civarında
seyrediyor. Bu oranlar OECD ortalamasının üç katından fazla. Ancak veriler
gerçek dışı. 2013’te revize edilen sendikalaşma istatistiklerine göre
Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 8.8. Ancak OECD, Türkiye’nin resmi
sendikalaşma istatistiklerine itibar etmiyor.
OECD, 2011
için sendikalaşma oranını yüzde 5.4 olarak veriyor. Sendikalaşma düzeyindeki
gerilemeye paralel olarak toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısının
1980’lerin ortalarından 2010’a ciddi biçimde gerilediği görülüyor.
OECD
verilerine göre 11 yılda Türkiye sendikalaşmada yüzde 46 geriledi.
OECD’nin
itibar etmediği Çalışma Bakanlığı verilerine göre Ocak 1984 ile Temmuz 2009
arasında sendikalaşma oranı yüzde 60 civarında seyrediyor. Kurum, 2011 için
sendikalılık oranını yüzde 5.4 olarak veriyor. Türkiye bu konuda son 50 yılın
en dip noktasında yer alıyor.
1987 yılında 1
milyon 400 bin civarında olan toplusözleşme kapsamındaki işçi sayısı,
2010’larda 700 bin civarına geriledi. Diğer bir ifadeyle toplusözleşme kapsamı
yarı yarıya azaldı.
Türk-İş 1952
yılında kurulduğunda Türkiye’nin 21 milyonluk toplam nüfusu içinde kent
nüfusunun oranı yüzde 15 (3 milyon 200 bin) idi; kamuda çalışan memurlar
dışında işçi sınıfın toplam sayısı 500 bine ulaşmıyordu. Çalışanların ezici bir
çoğunluğu, yüzde 80’den fazlası, kırdaydı. İşçiler bilhassa sanayi işçileri
toplumun bir azınlığı durumundaydı…
2012’de
tabloya baktığımızda ne görüyoruz? Yüzde 70 (51 milyon) gibi büyük çoğunluğu
kentlerde yaşayan ve toplam ücretli çalışan sayısı (uzun süreli işsizlerle
birlikte) 17.5 milyona ulaşan bir toplum. 1990’lı yılların sonundan itibaren
ücretli çalışan sayısı ülkedeki sosyal sınıflar içinde en yüksek sayıya
ulaşmıştı. 2010’lu yıllardan itibaren ise ücretli çalışan sayısı ülke nüfusu
içinde sayı bakımından en büyük sınıf hâline geldi. Geldi ama bu sosyal sınıfı
ne siyaseten ne sendika ne diğer örgütlenmeler (kooperatif, dernek) kapsayan
bir örgütlenme oluşturulamadı. Tam tersine Türk-İş gibi sendikal örgütlenmeler
çok ciddi erozyona uğradı. Sayısı artarken, siyasi, sosyal gücü ve etkisi
bakımından en alt seviyeye indi.
Bu sosyal
yapıya daha yakından baktığımızda Türkiye’nin “övünülen” hızlı büyümesi, bir
başka deyimle muazzam sermaye birikim sürecinde çok hızlı bir işçileşme
olduğunu gözlüyoruz.
10 yılda her
yıl yaklaşık 525 bin kişi işçileşerek çalışma hayatına katıldı. 2002’deki 9,5
milyon, 2012’de 15 milyon 400 bine çıktı. Uzun vadeli işsizler de dahil
edildiğinde bu sayı 17.5 milyona ulaşıyor. Bu, işçi sınıfının müthiş bir hızla
gençleşmiş olduğuna da işaret ediyor. Sendikaları ve statüleri farklı olan
yaklaşık 2 milyon ‘memur’ dışarıda tutulduğunda işçi sendikaları statüsüne tabi
olabilecek ücretli çalışan kitlesi 13.5 milyondur. Buna karşılık 10 yılda, her
yıl yaklaşık 45 bin işçi sendikasız hâle geldi. 2002’de 960 bin olan sendikalı
işçi sayısı 2012 yılı başında 520 bine kadar geriledi.
“İşçileşme
hızlanıyor, işçi sınıfının yaş ortalaması düşüp gençleşiyor ama örgütlenme,
kolektif davranma, siyasete katılma eğilimleri bir dizi nesnel ve öznel
nedenden dolayı yeterince güçlü değil; hatta geriliyor. Nesnel nedenlerin
başında hiç kuşkusuz gerçek işsizliğin 5 milyon kişiye yaklaşan devasa sayısı
ile işyerinde çalışanlar arasındaki kesin, sert, statü farkları. Kadrolu,
taşeron, geçici, yevmiye, göçmen işçi gibi statüler işçilerin aynı işletmede ve
aynı işkolunda ortaklaşmasının çok büyük rolü var. Bu statü farklarına
Türk-Kürt, yerli-göçmen vasıflı-vasıfsız vb. ayrımları ile muazzam ölçüdeki bilinç
düzeyi farklarını eklediğimizde tablo tamamlanır.”[12]
Bunlarla
birlikte Türkiye’de çalışma çağındaki nüfus her yıl 800-850 bin kişi artmasına
karşın, bu kişilerin ancak yüzde 50’sine tekabül eden 400-450 bini işgücü
piyasasına girebiliyor.
AKP tarafından
yandaş sendikalar yaratılıyor. Yandaş sendikacılığın en çarpıcı örneği ise
Memur-Sen’de yaşandı. Memur-Sen’in üye sayısı 10 yılda 42 binden, 600 bine
ulaştı.
AKP döneminde
gerçekleştirilen grev sayısı daha önceki yıllara göre azaldı. Yıl içinde toplam
582 işçiyi kapsayan 7 işyerinde grev gerçekleşti. Bunun nedeni iş barışının
sağlanması değil, sendikaların etkisizliği ve çıkılan grevlerin çoğunun milli
güvenlik gerekçesi ile engellenmiş olması.
Sendikal
örgütlülük düzeyi darbe dönemlerinin bile gerisine düştü. Kamu Görevlileri
Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile grevsiz, yaptırımı olmayan
toplusözleşme düzeni getirildi.
10 yıllık AKP
iktidarında yaklaşık 11 bin işçi iş kazalarında/ cinayetlerinde hayatını
kaybetti. Yani her yıl yaklaşık 1100 işçi. Her gün ortalama dört işçi iş
kazaları nedeniyle yaşamını yitiriyor, altı işçi de iş göremez hâle geliyor.
2011 yılında
ekonomik olarak yüzde 8.5 büyüyen Türkiye’de iş kazaları da çığ gibi büyüyor.
SGK’nin yayımladığı 2011 yılına ait istatistiklere göre, 2011 yılında 69 bin
227 iş kazası yaşandı, 697 meslek hastalığı tespit edildi. İş kazalarının bin
700’ü, meslek hastalıklarının ise 10’u ölümle sonuçlandı. 2010 yılı
sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, 2011 yılında meydana gelen iş kazalarında
yüzde 10, meslek hastalığı sayısında ise yüzde 31 artış yaşandı.
İş kazası
sonucu malul kalanların sayısı 2003’te 1452 iken bu sayı 2011’de 2 bin 86’ya
yükseldi. Hayatını kaybedenler ikiye katlanarak 1563 oldu.
İşsizlik
ödeneği vermekle görevli olan İşsizlik Sigortası Fonu, amacından saptırılarak
gelir kaynağı hâline dönüştürüldü. Şu ana kadar fonun 11 milyar 223 milyon 207
bin TL’lik geliri Hazine’ye aktarıldı.
Bunların
yanında ‘İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin şu verileri 2013 yılında
emekçilerin durumunu açık biçimde özetlemektedir: 2013 yılında 103’ü kadın,
59’u çocuk, 22’si ise yabancı göçmen işçi olmak üzere en az 1233 emekçi iş
cinayetleri sonucunda yaşamını yitirmiştir.
2013 yılında
emekçilerin koşulları konusunda fikir verecek bir başka veri asgari ücrettir.
Asgari ücret 2013 yılının ilk altı ayında 773 TL, ikinci altı ayında 803
TL’dir. Oysa Türk-İş verilerine göre; 2013 yılında açlık sınırı ortalama bin 81
TL, yoksulluk sınırı ise 3 bin 523 TL olmuştur.
Çalışma
süreleri bakımından Türkiye OECD ülkeleri içinde en uzun çalışılan ülkelerin
başında gelmektedir. Yasal 45 saatlik haftalık çalışma süresine rağmen resmi
kurumların rakamlarında dahi çalışma süresinin 52 saate kadar çıktığı kabul
edilmektedir. Kaldı ki birçok iş kolunda haftalık çalışma süresinin 60 saate
kadar çıktığı bilinmektedir.
Verilerden de
anlaşılacağı gibi 2013 yılında Türkiye’de emekçiler karınlarını bile
doyuramayacakları bir ücret için çok uzun saatlerde iş cinayetlerinin kurbanı
olma riskiyle çalışmaktadır. Başka bir ifadeyle hiçbir sosyal ihtiyaca zaman
ayırmadan ölümüne çalışmak bile emekçilerin karınlarını doyurmamaktadır. Öte
yandan Türkiye, 4+4+4 eğitim sisteminin de katkısıyla çocuk işçi cenneti hâline
gelmiştir. Bu eğitim sisteminde Organize Sanayi Bölgelerinde sahibi işverenlerin
olduğu meslek liselerinde çocuklar, asgari ücretin üçte biri kadar ücretle
12-13 yaşlarından itibaren işçi olarak çalıştırılmaktadır. İşverenin insafına
kalmış bir düzen içinde sözde eğitim alan bu çocukların da içinde yer aldığı en
az 5 çocuk her ay iş cinayetlerinin kurbanı olmaktadır.
Kadın
işçilerin durumu da çocuklardan farklı değildir. Büyük çoğunluğu kayıt
dışındaki güvencesiz işlerde, esnek çalışma koşullarında, düşük ücretlerle
istihdam edilen kadınların bu çalışma düzeni kadın istihdam paketi ile
meşrulaştırılmak istenmektedir. Mevsimlik tarım işçiliğinde, ev içi işlerde,
bakım hizmetlerinde çalışan kadınların pek çoğu emek süreci içinde bile kabul
edilmemektedir. Belirlenebildiği kadarıyla 2013 yılında her ay yaklaşık 10
kadın iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.
İşsizlik
TÜİK’in rakamlarına göre yüzde 10 dolayındadır. Kentlerdeki gençlerin ise
22.1’i işsizdir. Resmi verilere göre bile işsizlik oranı kabul edilebilir
seviyenin çok üzerindedir. Ancak bu veriler gerek hesaplanma sistemi gerekse
kapsayıcılığı açısından gerçekçi olmadığı bilinmektedir. Kaldı ki açlık
sınırının altında çok uzun saatlerde ölümüne çalışmanın istihdam olarak
tanımlanması son derece aldatıcıdır. Zira insani koşullarda çalışma ve yaşam
koşulları sağlamayan bir işin istihdam olarak kabul edilmemesi gerekir.
Net asgari
ücret, açlık sınırı olarak tanımlanan tutarın yüzde 81.6’sını ve yoksulluk
sınırı olarak tanımlanan tutarın da ancak yüzde 24’ünü karşılayabiliyorken;
2002-2013 döneminde AKP’nin uyguladığı politikalarla tarım da çöktü. Üretici
alın terinin karşılığını alamadı. Tarımın istihdama olan katkısı yüzde
75’lerden yüzde 25’lere, GSMH’ye olan katkısı yüzde 50’lerden yüzde 8’lere
geriledi. 2002-2011 döneminde toplam işlenen tarım alanı 3.5 milyon hektar,
toplam tarım alanı ise 2.9 milyon hektar azaldı.
Veriler
yanında Esra Açıkgöz’ün, “İşyerlerinde insan hakkı ihlâline girecek yasaklar
uyguluyorlar. Ne gibi mi? Hastayken rapor almak, hapşırmak, uzun süre gülmek,
paydosa yakın zamanda tuvalete gitmek,”[13] kaydını düştüğü işçilerin hâl-i pür melalini
örneklerle somutlarsak…
i)
İşyerlerinde maruz kalınan psikolojik taciz ve şiddet anlamına gelen mobbing,
eğitim ve sağlık sektöründe yoğun yaşanıyor. Kamu kurum ve kuruluşları ile özel
sektörde giderek yaygınlaşan mobbinge maruz kaldıklarını belirten çalışanlar
bir ankete göre yüzde 81, hiç maruz kalmadıklarını belirtenler ise yüzde 2…[14]
ii)
Uluslararası sermayeye peşkeş çekilen Türkiyeli işçiler meslek hastalıkları ve
iş kazaların tehdidi altında çalıştırılıyor. Toyota’da çalışan bir işçi
parmaklarında his kaybı yaşadığı için firma aleyhine açtığı davadan 150 bin
liralık tazminat kazandı. Dava sonucunu örnek alan yaklaşık 15 işçi daha şirket
aleyhine dava açtı. Bu gelişme üzerine, Japonya’dan şirket merkezinden bir
heyet gelerek, duruma el koydu. Heyet, Ankara’da da Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı bürokratları ile görüşerek, yatırımları dolaylı olarak durdurma
tehdidinde bulunduğu öğrenildi…[15]
iii)
Sakarya’daki Toyota Fabrikası’ndaki boya prosesinde 6 yıldır çalışmakta olan
işçi Yücel Semih Akdolun fabrika deposunda intihar etti. Cesedin bulunmasından
sonra adli makamlara haber veren işveren, sağlık ekipleri ve Cumhuriyet
savcısının olay yerine gelmesi ve tutanakların tutulması için geçen süre
zarfında üretime devam etti. İntihar eden işçinin çalışma arkadaşları bu durumu
protesto etti…[16]
iv) Türkiye
Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD), yeni alacağı makinist, tren teşkil
işçisi ve cihaz operatörlerine 7 yıl çalışma zorunluluğu getirdi. 7 yıl
dolmadan kendi isteğiyle görevden ayrılanlar ise tazminat ödeyecek! Başvuru
formunda adaylara “üyesi oldukları dernek ve kuruluşları” da soran TCDD, işe
alımlarda hukuka aykırı dayatmalarda bulunuyor…[17]
v) Edirne’nin
Keşan ilçesinde göçük altında kalan inşaat işçisi 41 yaşındaki Cengiz Demirel,
kendisini kurtarmak için gelen kepçenin kazayla başını koparması sonucu feci
biçimde can verdi…[18]
vi) Çalışma
Bakanlığı’nın raporunda, 8 madencinin öldüğü kaza için şirkete 25 bin lira ceza
önerildi… İş Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın, Zonguldak Kozlu’da 7 Ocak 2013’de 8
madencinin yaşamını yitirdiği kazayla ilgili olarak kusurlu bulduğu şirkete
yalnızca “25 bin lira para cezası” istemesi aileleri ve sendikayı isyan
ettirdi. Kazada ölen Satılmış Arslan’ın eşi Çiğdem Arslan, “Eğer vicdanları
rahatsa ben hiçbir şey söylemiyorum” dedi ve şirketin kazadan sonra kapılarını
bile çalmadığını söyledi…[19]
vii)
Karabük’te ağır metal tozlarını ayrıştıran fabrikada toz maskesiyle
çalıştırılan 42 kişi kurşundan zehirlendiklerini kendi çabalarıyla öğrendi.
“Marzinc” isimli ağır metal baca tozlarının ayrıştırılarak geri dönüşümünün
yapıldığı fabrikada çalışan 42 işçi kurşundan zehirlendi. İşçiler kendilerine
hiçbir eğitim verilmediğini, normal toz maskeleri ile ağır metal tozlarının
bulunduğu ortamlara sokulduklarını anlattı...[20]
viii) Hatay’ın
İskenderun ilçesinde, çırak olarak çalışan M.Ç (16), işyeri sahibi tarafından
dağlık bir arazide dövüldü ve arabanın arkasına bağlanarak sürüklendi. M.Ç, su
tesisatı tamiri için gittiği evden altın kolye çalmakla suçlandığını anlatarak
“Bana yaptıkları hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor,” dedi…[21]
ix)
Aliağa’daki gemi sökümünde sekiz ayda altı işçi öldü. Tehlikeli koşullarda
çalışan işçiler, işverenin umurunda değil. Sendikalaşmak isteyen işçilere de söküm
tesislerinde hayat yok…[22]
EKONOMİK DURUM: İŞSİZLİK
2013 Nisan
ayında açlık sınırı 1.021 TL, asgari ücretin ise 831 TL olduğu coğrafyamızda 1
yılda 269 bin 357 kişi iş arama-bulma gerekçesiyle başka bir ile göç etti.
TÜİK’in nüfus
ve konut araştırmasına göre, bir yıl önce ikamet ettiği ilden farklı bir ile
göç edenlerin sayısı 2 milyon 207 bin 844 kişi. Bu kişilerin yüzde 12.2’si iş
arama-bulma umuduyla göç etti.
İşsizliğin en
yoğun olduğu bölge Güneydoğu Anadolu’yken; Şırnak’ta işsizlik oranı yüzde 15.3.
İstihdam oranının en düşük olduğu iller sıralamasında ikinci sırada yüzde 34.9
ile Diyarbakır geliyor.
Prof. Dr.
Erinç Yeldan ve Prof. Dr. Korkut Boratav’a göre Türkiye’de gerçek işsizlik
oranı yüzde 15’leri buluyorken; ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO)
yayımladığı ‘2014 Küresel İstihdam Eğilimleri Raporu’na göre çalışma hayatı
açısından çok zorlu geçecek. “Çalışan yoksullar”ın sayısı artacak. Türkiye’de
işsizlik yüzde 10’un üzerine tırmanacak.
Bunlarla
birlikte Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) bünyesindeki işveren
sendikalarına üye 374 işletmede çalışan yaklaşık 160 bin işçinin yarıdan
fazlasının 1-2 çocuğu bulunmaktayken; işçilerden 3 ve daha fazla sayıda çocuğu
olanların oranı ise yüzde 11’de kalıyor. Geçim derdiyle boğuşan yurttaşın
tercihi 2 ya da daha az çocuk…
“Nedeni”
malum!
‘Türkiye
Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) çalışan 1051 işçinin 4 bin 613 icra dosyası bulunup,
‘Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın verilerine göre de, TTK’de çalışan
ortalama her 9 işçiden 1’inin maaşına haciz gelmiş durumda. İcralık olan her
bir işçinin ise maaşında ortalama 4 farklı haciz var...[23]
Özetin özeti: İşçi sınıfı işsiz ve yoksul…
“İŞ KAZASI” DENİLEN CİNAYETLER!
SSK
kayıtlarında 80 binden fazla işçinin yanında, “iş kazasında öldü” yazıyor bu
ülkede... ILO kayıtlarında dünyada her
yıl ölen işçi sayısı 210 bin civarındayken; Kumru Çılgın’ın deyişiyle
düzeltelim: “İş kazası değil, iş cinayeti”!
1.4 milyon
işletmeyi ve 11 milyon çalışanı ilgilendiren İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu
hakkında rapor açıklayan ‘İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler
Odası’na (İSMMMO) göre, Türkiye’de yılda 69 bin iş kazasının yaşanırken; AB
istatistiklerine göre, Türkiye’de iş kazası sonucu ölen işçilerin oranı AB
ortalamasının 7 katı. Ülkemizde günde 172 iş kazası meydana geliyor. Bir kez
daha vurgulayalım: Türkiye, iş kazalarında Avrupa 1’incisi, dünya 3’üncüsü..
Yine ülkemizde
15 yılda 17 bin 518 işçi, iş kazası sonucu öldü. Sadece 2011 yılında 1.563
işçi, iş kazasında hayatını kaybetti, bu ölümlerin 28’i de çocuk işçi olarak
kayda geçti. Artık daha başka ne diyelim???
Evet Türkiye,
iş güvenliği alanında, Avrupa’nın en kötüsü ve ‘Dünya İş Güvenliği Endeksi’nde
ise 80’li sıralarda gezen bir ülke durumunda... Ayrıca ILO verilerine göre de
iş kazalarında, Türkiey’yi sadece Hindistan ve Rusya geçiyor.
Kolay mı?
Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in açıkladığı verilere göre 2002’de 72 bin
344, 2011’de 69 bin 227 olmak üzere toplam 735 bin 803 iş kazası meydana geldi.
Bu dönemdeki iş kazalarında 11 bin 474 kişi hayatını kaybetti, 16 bin 693 kişi
sürekli iş göremez hâle geldi ve 2 bin 360 kişi iş göremeyecek hâlde sürekli
meslek hastalığına yakalandı.
Ayrıca 2012’de
iş cinayetlerine kurban gidenlerin sayısı 1.100’dür! Yani AKP iktidarının 10
yılında toplam 11.000 işçiyi kaybettik! On bir bin cinayet! Bunlar kayıtlara
geçenler. Yani neresinden baksanız, 30 yıl boyunca ülkede 20 bini aşkın işçi,
iş cinayetlerine kurban gitti…
İşçi
ölümlerinin yüzde 16’sı madencilik, yüzde 15’i inşaat ve yüzde 10’u metal sektöründe
meydana geldi. 2012 yılında 878 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmişti.
Mesela
2000-2012 dönemini kapsayan verilere göre, ‘Türkiye Taş Kömürü Kurumu’ (TTK)
ocaklarında 86 madenci ölürken, özel ve kaçak ocaklarda 195 işçi ölmüş. Ancak
bu veriler tek başına anlamlı değil. Çünkü özel ve kamu ocaklarındaki üretim ve
işçi sayıları farklı. Asıl korkunç gerçek burada ortaya çıkıyor. 100 bin ton
kömür üretimine isabet eden iş cinayeti oranı TTK’da 0.24 iken özel ve kaçak
ocaklarda 2.83. Bir diğer ifadeyle 2000-2012 arasında özel ve kaçak ocaklarda
TTK’nın 12 katı iş cinayeti yaşanmıştır.
İşçiler,
neo-liberal politikalara kurban edilmeye devam ediyorken; iş cinayetlerinin en
büyük sebebinin özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları olduğunu görüyoruz.
2012 yılında
en az 867 işçinin iş kazalarında hayatını kaybettiğini belirtmiştim. Bunların
15’i 14 yaş ve altı, 19’u 15-17 yaş arası çocuklar. Üstelik bu ‘iyi’ bir sene,
yılda 1500 işçinin öldüğü yıllar var. En fazla canı, en sevilen sektörümüz
alıyor, yüzde 30’a yakın bir rakamla inşaat. İkinci sırada yüzde 10’la
madencilik ve taş ocakları, üçüncü sırada yüzde 8’e yakın bir rakamla
su-elektrik-gaz işleri var.
2008 yılından
2011 yılına iş kazalarından ölüm neredeyse 2 katına çıktı. 2008 yılında iş
kazaları sonucu, 865 işçi, 2009 yılında bin 171 işçi, 2010 yılında ise bin 434
işçi hayatını kaybetti.
Özetle
Türkiye’de neredeyse her gün insanlar çalışırken öl(dürül)üyor. Göz göre göre
gelen bu ölümler bir “cinayet”. Katilleri de belli. Bakanlığın yetersiz denetimi,
patronların işçi güvenliğine dair kesintileri kâr olarak görmesi bu kazaları arttırıyor.
Bedelini yılda 1500 insan hayatıyla ödüyor…
İşte çarpıcı
birkaç örnek!
i) Eti Bakır
Samsun İşletmesi’nde yaklaşık 300 tonluk amonyak tankının kapağının montaj
sırasında işçilerin üzerine düşmesi sonucu 5 kişi öldü, 14 kişi de yaralandı…[24]
ii) İskenderun
ilçesinde bir lise inşaatında meydana gelen göçük nedeniyle 3’ü ağır 8 işçi
yaralandı. Sarıseki beldesinde Çelik İhracatçıları Birliği’nce yaptırılan
endüstri meslek lisesi inşaatında kalıplara beton dökümü sırasında göçük
meydana geldi. Belirlemelere göre
enkazda kalan 8 işçi yaralandı. İşçilerden 3’ünün sağlık durumunun ağır olduğu
bildirildi…[25]
iii) Amasya’nın Gümüşhacıköy
ilçesindeki TOKİ konutlarının inşaatında 1 işçinin yaralandığı 150 işçinin
ölümden döndüğü yangınla ilgili olarak medyaya yaptığı açıklamalarda işyerinde
hiçbir güvenlik önlemi bulunmadığını, sık sık iş kazaları yaşandığını anlatan
işçi Kemal Erkonak işten çıkarıldı…[26]
iv) İstanbul
Davutpaşa’da, 2008 yılında havaifişek atölyesinde meydana gelen, 21 kişinin
ölümü ve 115 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan patlamanın altıncı yıldönümü
geride kalırken; davaya ulaşan ikinci bilirkişi raporu ilkiyle çelişti.
2008’deki ilk raporda onda üç kusurlu bulunan ve ancak üst mahkemeye itiraz
üzerine hakkında dava açılabilen Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın,
davaya iki hafta önce ulaşan yeni bilirkişi raporunda ‘kusursuz’ bulundu…[27]
v) BEDAŞ’ta,
taşeron işçi olarak çalışan ve 11 Eylül 2010’da hayatını kaybeden Erkan Keleş,
eğitimsiz, eldivensiz ve kontrol kalemsiz olduğu hâlde onarım için yüksek
gerilim hattına çıktığında sorumlu teknisyen yanlış trafoyu kapattığı için
elektrik kesilmediğinden hayatını kaybetmişti. Keleş’in ölümünden sonra hazırlanan
bilirkişi raporunda ve ek raporda; bütün BEDAŞ personeli ve taşeron şirket
yetkilileri suçlu ve kusurlu bulunmuştu. Dava açılacağı sırada ise savcı
değişti. Yeni savcı, dosyayı bir kez daha bilirkişiye gönderdi. İki yılı aşkın
açılmayan davada şimdi de yeni bilirkişi “Vasıfsız işçi olup eğitim almadığı
hâlde arızaya müdahale etmek için tereddütsüz direğe çıktı,” diyerek işçi
Keleş’i suçlu buldu…[28]
vi)
Esenyurt’ta 11 işçinin şantiye çadırında yanarak ölmesiyle ilgili dava başladı…
İş güvenliği koordinatörü Cem Yıllar, şantiyedeki eksiklikleri patronlara
ilettiklerini ancak kimsenin ilgilenmediğini savundu. Yıllar, “Bakanlıktan
müfettişler geldi, inşaat alanına baktılar ama çadır alanına hiç gitmediler,”
dedi…[29]
vii) Kozlu’da
2013 yılında sekiz işçinin ölümüyle sonuçlanan metan gazı patlamasıyla ilgili
hazırlanan ikinci bilirkişi raporu, facianın göz göre göre geldiğini ortaya
koydu. Raporda Türkiye Taş Kurumu (TTK), uzmanlığı bulunmayan şirkete birinci
derecede gazlı maden ocağını teslim ettiği, şirketin, iki yıldır uyarılara
rağmen gaz sondajı kurallarına uymadan işçileri çalıştırdığı vurgulanırken; faciadan
üç ay önce yapılan “Üç kez sondaj yapılmadan çalışılmamalı” uyarısının bile
dikkate alınmadığı dile getirildi. Ayrıca olayda ‘Star’ adlı taşeron şirketin
yöneticilerinin aslî, TTK’nın da tali kusurlu olduğu ifade edildi…[30]
“İSTİHDAM” MI DEDİNİZ?
Metin Ercan,
“Türkiye’de, 23.3 milyon istihdamın, sadece 1.2 milyon kişisi başkalarını
çalıştıran konumundaki ‘işveren’, 14.7 milyon kişi ücretli çalışandır!” notunu
düştüğü hâl; Arif Yılmaz’ın işaret ettiği gibi, “İstihdam değil, işçi sınıfının
köleleştirilmesi”dir![31]
Mesela Rosa Luxemburg’un, “Mülk sahibi
burjuva kadın için evi dünyasıdır. İşçi kadının evi, tüm dünyadır; acıları ve
mutlulukları, soğuk barbarlığı ve dehşet verici büyüklüğüyle dünya,” notunu
düştüğü kadınlar…
‘Küresel
Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde 136 ülke arasında 120’nci, kadınların
ekonomiye katılımı ve fırsat eşitliği sıralamasında ise 127’nci sıradaki
Türkiye’de her 100 kadından 53’ü güvencesiz çalışıyor.
‘Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR), ‘Kadın İstihdamı
ve Güvencesizlik Raporu’na göre, yeni işsizlerin yüzde 90’ı kadın… Eğitimli
kadın hem işsiz hem umutsuz… Kadın çalışanların yarısından fazlası kayıtdışı…
Kadınlar için iş imkânları azaldı…
Kadın
işsizliği, dünyada yüzde 6.4 ve gelişmiş ekonomilerle AB ülkelerinde yüzde 8.3
iken bu rakam Türkiye’de yüzde 11.6. Bu oran, tarım dışı işsizlikte yüzde
17.3’e çıkıyorken; küresel ekonomik kriz ve uygulanan kemer sıkma
politikalarıyla işsizlikte cinsiyet uçurumu giderek artıyor. Kadınla erkek
arasında işsizlikteki cinsiyet uçurumu 2012’de 0.7 puan arttı. Türkiye’de ise
yeni işsizlerin yarısından fazlasını yükseköğretim muzunu kadınlar oluşturuyor.
DİSK-AR
raporuna göre çalışma çağındaki her üç kadından yaklaşık biri çalışıyor; lise
ve üzeri eğitime sahip kesim arasında kadınların işsizlik oranı erkek
işsizliğine göre yüzde 50 daha fazla. Kayıtlı istihdam edilen 25.3 milyon
nüfusun sadece 7.4 milyonu kadın.
Yine ‘Kadın
İstihdamı ve Güvencesizlik’ raporuna göre, kadınların işgücüne katılım oranı
Ekim 2013’te yüzde 30.7 iken 2012 yılın aynı dönemde yüzde 0.1 puan azaldı…
İstihdam edilen kadınların oranı, yüzde 27.2’den yüzde 26.7’ye geriledi… Kadın
işsizliği yüzde 12.7, kentlerde yüzde 17.4, tarım dışı kesimlerde yüzde 18.5…
İşgücüne katılan kadın sayısı 88 bin kişi artarken, işsiz kadın sayısı 107 bin
kişi arttı… Yüksekokul mezunu kadınlarda işsizlik Ekim 2013 dönemi için yüzde
17… Umudu olmadığı için iş arama kanallarını kullanmayan kadınların sayısı 65
bin kişi arttı…
Bunların
yanında kadınların işgücüne katılım oranı 1998 yılında 34’lerde iken, 2008
yılında bu oran yüzde 25 seviyelerine indi; Türkiye’de çalışan 6 milyon 973 bin
kadının üçte biri, yani 2 milyon 391 bini tarımda çeşitli işlerde çalışıyor.
İkinci en büyük kesimi hiçbir nitelik istemeyen işlerde istihdam edilirken
yüzde 11’i hizmet ve satış, ikinci bir yüzde 11’i de büro ve müşteri
hizmetlerinde çalışıyor.
Türkiye’de
çalışma yaşındaki her 100 kişiden yalnızca 45’i iş bulup, bu oran kadınlarda
yüzde 26’ya düşüyorken; Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim
Dalı Başkanı Prof. Dr. Recep Akdur, kadın işçilerin erkeklere göre daha ağır
sağlık ve güvenlik riski altında olduğunu ve Marmara Üniversitesi Çalışma
Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümü öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Berna
Güler Müftüoğlu da 2012 yılında toplam 868 işçinin yaşamını yitirdiğini, bu
işçilerden en az 61’inin kadın olduğunu kaydederek, 1988 yılından günümüze
kadar kadın istihdamında düşüş olduğuna dikkat çekiyor.
Mesela çocuklar…
Türkiye’de
12-15 yaşlarında 16 milyon çocuktan 960 bini çalışırken; kayıtsız istihdama
göre bu rakamın 5 milyon dolayında.
DİSK-AR’ın
araştırmasına göre Türkiye’de 893 bin çocuk ekonomik işlerde çalışıyor. Ev
işlerinde faaliyette bulunanların sayısı ise 7.5 milyon. Aynı zamanda
Türkiye’de toplamda çalışan çocukların, tüm çocuklara oranı ise 1999’dan bu
yana yüzde 41’den yüzde 56’ya çıkmış durumda.
Türkiye’de
1994-1999 arasında istihdamdan çekilen çocuk işçi sayısının yıllık ortalamada
128 bin iken, 1999-2006 arasında yıllık ortalamada 74 bin olarak gerçekleşti.
İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı
1999’da 4 milyon 447 bin iken, 2006 yılında bu sayı 7 milyona ulaştı.
Çocuk
istihdamında sanayinin payı 1994’te yüzde 16 iken bu oran 2006’da yüzde 28’e
yükseldi. 6-14 yaş grubu için bu oran yüzde 16. Ticaretin payı ise yüzde 8’den
yüzde 22’ye çıktı.
Ayrıca ‘Gündem
Çocuk Derneği’nin, ‘Çocuğun Yaşam Hakkı 2012 Raporu’na göre, 2012 yılında
Türkiye’de 609 çocuk hayatını kaybetti; ölenler arasında 38 çocuk işçi de var.
Mesela mevsimlik gezici işçiler…
Türkiye’de
mevsimlik gezici tarım işçileri oldukça zor koşullarda yaşıyor. Ailelerin
çocukları için ise durum çok daha kötü. Tarlalarda günde ortalama 10 saat
çalışan, yüzde 97’si okula gidemeyen çocuklar bir yandan da hastalıklarla
boğuşuyor.
Başta
Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu Anadolu bölgesinde tarımda çalışacak mevsimlik
geçici işçiler 2012 yılında günlük ücret olarak 25 TL aldı. Bir diğer ifadeyle
bu işte çalışan bir işçiye aylık 750 TL verildi. 45 dereceye varan kavurucu
sıcaklarda, 12 saati aşkın süreyle çok ağır şartlarda çalışacak olan mevsimlik
işçilerin alacağı bu düşük ücret insanlık dışı bir rakam olarak
nitelendiriliyor. Verilen günlüğün bir sigara ve yemek parasına denk gelmesinin
yanı sıra işçilerin sigortasız çalıştırmaları da tarım işçileriyle ilgili bir
diğer önemli sorun olarak karşımıza çıkıyor!
Tarım
sektöründe AKP iktidarı döneminde belirginliği artan neo-liberal politikalar ve
Güneydoğu’da on yıllardır süren çatışmalar sonucu ortaya çıkan mevsimlik işçi
dramı, “örtülü bir katliam gibi” Türkiye üzerinde dolaşıyor.
Yaşanan dramı
anlatan Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Zeynep Şimşek, Türkiye’de dört kişiden birinin mevsimlik tarım
işçisi olduğunu belirtti.
Prof.
Şimşek’in araştırmalarına göre, Türkiye ortalamasıyla kıyaslandığında,
mevsimlik işçiler arasında anne ölümleri 9 kat, bebek ölümleri de 5 kat fazla.
Tarım işçilerinin neredeyse tamamı sağlıklı içme suyundan yoksun, derme çatma
barakalar ve çadırlarda barınarak çalışıyor. 10 kadından 8’i 18 yaşın altında
evleniyor. Tuvaletler olmadığı için insan atıkları mevsimlik işçiler üzerinde büyük
tehdit oluşturuyor.
Mesela göçmen işçiler…
Çalışma
Bakanlığı, 2011’de 16 bin 890 yabancıya çalışma izni verdi. Türkiye’de çalışmak
için izin alanların çoğunluğu erkekler. Çinliler, Ruslar ve Ukraynalılar en çok
izin alanlar arasında.
Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çalışma hayatı istatistiklerine göre, yabancılara
verilen çalışma izni sayısı 2003’te 855, 2004’te 7302, 2005’te 9438, 2006’da 10
bin 603, 2007’de 8930, 2008’de 10 bin 705, 2009’da 14 bin 23, 2010’da 14 bin
201 ve geçen yıl ise 16 bin 890 oldu. Çalışma izni verilen kadınların oranı
2003 yılında yüzde 30 iken bu oran yıllar içinde tırmanarak2011’de yüzde 42’ye
yükseldi. Türkiye’de 2011 yılında çalışma izni alan yabancıların yüzde 58’inin
erkek olduğu ifade edildi.
Çalışma
Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında “çalışma izinleri”nde ev işlerinde
istihdam edilen Gürcüler birinci sırada. Kayıtlı, izin almış ve sigortaları
yapılmış yabancılar listesinde ikinci sırada madenlerde çalışmaya gelen
Çinliler var.
İstanbul’daki
işçi pazarlarını Suriyeli, Gürcü, Bangladeşli, Afgan göçmenler doldurdu.
Merdiven altı üretim yapan işyerleri adeta Birleşmiş Milletleri andırırken,
Bağcılar ve Fatih gibi bölgelerde bekleyen göçmen işçiler, merdiven altı üretim
yapan işyerlerinde günlük günlüğü 12 saatte 30-40 TL ücretlerle çalışıyor.
İSMMMO’nun
‘Yabancı Kaçak İşçiler ve Türkiye’ye Göç Hareketi’ raporuna göre, Türkiye’de
bir yılda kaçak olarak çalışan yabancı işçi sayısı yaklaşık 200 bini buluyor.
Göçmen işçiler
düşük ücretlerin yanı sıra herhangi bir sosyal ve sağlık güvencesine de sahip
değiller. İşçiler ev hizmetlerinden tekstile, eğlence sektöründen madenciliğe
kadar çok geniş bir yelpazede istihdam ediliyor.
Bu işçilerin
kayıtdışı ekonomi nedeniyle işverenlere sağladığı haksız kazanç ise 15 yılda 22
milyar TL’yi geçti.
Türkiye
sınırları dahilinde 2011 itibarıyla legal ve illegal yollardan ülkeye girmiş
350 bin civarında kaçak göçmen bulunuyor. Bu göçmenlerin 150 bin kadarı
Türkiye’yi transit yol olarak kullandı.
Kaçak yabancı
işçiler bulundukları sektörlere göre yerli işçilerin yüzde 55-60’ı düzeyinde
bir ücret alıyor. 200 bin işçi üzerinden asgari ücret baz alınarak yapılan
hesaplamada bile kayıt dışı işçi istihdam eden işverenlerin SGK primi ve gelir
vergisinden elde ettikleri haksız kazanç ayda 90 milyon liradan, yılda 1 milyar
lirayı aşıyor. Bu işçiler vergi ve SGK priminin yanı sıra ücret olarak da
ortalama 250 dolar civarında bir aylıkla çalışıyor. Net asgari ücretin yaklaşık
180 lirasının işverenin cebine kaldığı yıllık ekstra kazanca 432 milyon lira
daha ekleniyor. Böylece işverenin vergi ve ücret üzerinden sağladığı toplam
kazanç aylık 124 milyon liraya, yıllık 1.5 milyar liraya kadar ulaşıyor.
SINIFA SALDIRILAR!
Sadece kadın ve erkek işçileri değil;
çocuklar da dahil herkesi köleleştiren “sınıfın istihdamı”, ‘Ulusal İstihdam
Stratejisi’den (UİS) kıdem tazminatı gaspına kadar uzanan bir saldırıda
somutlanır…
Hatırlanır:
Bölgesel asgari ücret düşüncesi, 2010 yılının şubat ayında dönemin Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından ‘Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı 2012-2023’ adıyla kamuoyuna
açıklanan bir belgede -tıpkı kiralık işçilik ve kıdem tazminatının fona devri
gibi- yer aldı. Belgenin isminin ima ettiği gibi, belgeden istihdamı arttırıcı
önlemler ve politikaları geliştirmesi beklenmelidir. Ancak bölgesel asgari
ücret göç ve sefalet demektir…
Türkiye’deki
çalışma rejimini tamamen değiştirerek eşanlı yeni bir toplum kurgusu yaratacak
olan UİS belgesi, sosyo-ekonomik hayatın “iş, işyeri, iş zamanı, iş sözleşmesi,
çalışan hakları” gibi temel kavramlarını kurnazca esnetirken, Batı’dan arak
terminoloji yardımıyla “iş ve işsizlik sınırlarının kaybolduğu”, muğlak
istihdam modelleriyle karşımıza çıkıyordu.
Adı “Ulusal”
İstihdam Stratejisi olan belgeyle küresel kapitalizmin “ucuz çalışma üslerine”
katılmak oldukça ironikti… Güvenceli esnek çalışma, iş paylaşımı, esnek zamanlı
çalışma, evden ve uzaktan çalışma, Özel İstihdam Büroları, geçici iş
sözleşmesi, geçici işçilik, alt işveren (taşeron) gibi “konfor çağrıştıran”
modern tanımlarla aslında çalışanlar, “yarı işsiz” ya da “her an işsiz kalma
riski yaşayan” kalabalık güruhlara dönüştürülüyordu.
UİS belgesiyle
“güvenceli, kadrolu ve sürekli iş” tanımı, zamane kapitalizminin esnek ve
geçici emek ihtiyacına yönelik tanzim edilip “kısmı süreli-güvencesiz işe”
yasal hüviyet kazandırılıyordu. Geçici iş modellerinin yaygınlaşması için
ivedilikle Özel İstihdam Büroları kurulacak ve çalışanlar bu büroların kayıtlı
kiralık elemanları olacaktı.
İşverenler iş
sözleşmelerini de artık Özel İstihdam Büroları’yla yapacakları için artık
çalışanların işverenle karşılıklı hiçbir insani/ hukuki ilişki kalmayacaktı.
Böylelikle işverenler, kolay kiralanan- hızla ve toplu işten atacakları
“çalışanların” sigorta primi ve kıdem tazminatı yüklerinden muaf hâle
getiriliyorlardı.
Tabii ki UİS
belgesinde yazdığı üzere amaç “temel işgücü piyasalarını esnetmekti” ve çalışan
onuruna yönelik bir başka ürkütücü adım ise “taşeronlaşma başlığında”
atılıyordu.
“Asıl” işlerde
taşeron kullanılmasının önündeki engeller aşılırken, devlet ve özel sektörde
bütün asıl iş kadroları “taşeronlaşıyor” ve “alt işveren” tabir edilen ucuzcu
şirketten bu hizmet ihtiyaç süresi kadar satın alınabiliyordu.
Dolayısıyla
bir özel istihdam bürosu ya da taşeron şirkette yılda birkaç ay çalışan, birkaç
işyeri gezen, iş adresi ve mekânı belirsiz mesai arkadaşlarını tanıyacak kadar
yakınlaşmayan, yaptığı işe “yabancılaşmış” büyük nüfuslar, Türkiye”nin küresel
ucuz rekabet gücünü temsil edeceklerdi.
Bunun yanında
milyonlarca işçiyi ilgilendiren kıdem tazminatı için hazırlanan taslak, çalışma
hayatına köklü değişiklikler getiriyorken; “Yeni taslak sadece tazminatların
fona devriyle sınırlı değil. Tazminata hak kazanma şekli de değişiyor,” diyen
Prof. Dr. Şükrü Kızılot, en çarpıcı düzenlemenin işten atılanlara tazminat
verilmemesi olduğunun altını çiziyor.
Kolay mı?
Hükümet
işçilerin kıdem tazminatlarına gözünü dikmiş durumdayken; hükümete baskı
yapanlar aslında kıdem tazminatlarını “istihdam üzerinde gereksiz yük” olarak
gören işverenler. Basına sızan taslak, işten çıkarılmalarda kıdem tazminatı
verilmesi uygulamasının kaldırılması, kıdem tazminatı fonu kurulması,
kadınların evlenmeleri ve askerlik gibi özel durumlarda tazminat verilmemesi
gibi düzenlemeler getiriyor.
Böylelikle
çalışma yaşamına yıllar önce girmiş kıdem tazminatı bir kez daha tırpanlanmak
isteniyor. Daha önce de iş dünyası tarafından çeşitli vesilelerle kaldırılmak
ya da sınırlandırılmak istenen kıdem tazminatının bu kez de fona dönüştürülmek
isteniyor.
Kıdem
tazminatı tartışmaları sürerken, hükümet işçileri yakından ilgilendiren bir
başka konuda daha çalışma başlattı. Hükümetin gündeminde şimdi de “taşeronluk”
bir başka deyişle “alt işverenlik” var. Yapılması öngörülen yasal değişiklikle
taşeronluğun tanımı değiştirilecek ve taşeronluk yapılabilecek alanlar
genişletilecek. Kapsam genişlemesi en başta kamudaki 426 bin taşeron işçiyi
yakından ilgilendiriyor. Taşeronluk düzenlemesi, toplamda 826 bin işçinin
kaderini belirleyecek…
TAŞERONLU, KAYIT DIŞILI ESNEK ÜRETİM
Taşeronlaştırma
+ kayıt dışılıkta ifadesini bulan esnek üretimci neo-liberal saldırganlıkla
Türkiye’de 1980’li yıllarda artmaya başlayan taşeronluğun, AKP döneminde tam
bir patlama yaşadığı biliniyor. Bakanlık açıklamalarına göre 2002’de 358 bin
olan taşeron işçi sayısı günümüzde 1.7 milyona ulaşmış durumda.
AKP 10 yılda
büyüttüğü “taşeron canavarı”yla kamu kurumlarında 585 bin 788, özel sektörde de
419 bin 466 kişi alt işverende, yani taşeron şirketlerde çalışıyor. 2002
yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı, AKP ile birlikte bugün 1 milyonun üzerine
çıktı.
Bunun yanında
Türkiye genelinde istihdam edilen 25 milyon 960 bin kişiden 9 milyon 803 bin
kişisinin kayıt dışıyken; toplam istihdamın yüzde 29.5’ini oluşturan 7 milyon
744 bin kadın çalışanın yüzde 53.4’ünün herhangi bir sosyal güvencesi olmadan
çalıştırılmaktadır.
2013 Haziran
döneminde kadınlar arasında kayıt dışılık oranı yüzde 53.5, erkeklerde yüzde
31’e geriledi. Haziran itibarıyla 8 milyon 18 bin kadın çalışanın 4 milyon 286
binini, erkeklerde ise 18 milyon 301 bin çalışanın 5 milyon 665 binini kayıt
dışı çalışanlar oluşturdu. Bir başka ifadeyle, 2013 Haziran’ı itibarıyla 8
milyon 18 bin kişi düzeyinde belirlenen kadın istihdamı, toplam istihdamın
yüzde 30.5’ini, kayıt dışı istihdamın yüzde 43.1’ini oluşturdu.
Ayrıca Yüzüncü
Yıl Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Araştırma
Görevlisi Mihrican Zorlu tarafından yapılan araştırma Van’da hizmet sektöründe
çalışan her 10 işçiden 8’inin sigortasız olduğunu ortaya koydu.
SENDİKAL ÖRGÜT(SÜZLÜK)
Sendikalara
yasaların çizdiği sınırları aşmayı öneren Avukat Murat Özveri’nin, uluslararası
hukuktan da alacakları güçle meşru endüstriyel eylem hakkını kullanmayı, yetki
beklemeden toplu iş sözleşmeleri yapmalarını önerdiği tabloda sendikal
örgüt(süzlük)e gelince!
Devrimci Sağlık-İş
Sendikası Genel Başkanı Dr. Arzu Çerkezoğlu’nun dediği gibi, “Türkiye’de
sendikal hareketin krizi uzun süredir gündemde. Uzun bir aranın ardından SGK
verilerine dayanarak açıklanan sendikal istatistikler, ücretli çalışanın
sendikalı oranının yüzde 10’un altında olduğunu gösterdi. Bu durum kuşkusuz
sermaye ve hükümet işbirliği ile işçi sınıfının sendikasızlaştırılması için
yürütülen sistematik saldırıların sonucu. Ancak bizler açısından üzerinde
durulması gereken diğer bu nokta da, değişen sınıf yapısını kavramakta zorlanan
geleneksel sendikal anlayışın değiştirilmesi ve sınıf hareketinin bugün bu
kuşatmayı ortadan kaldırması zorunludur”!
Çünkü 2013
yılı Ocak ayında 43 olan barajı geçen sendika sayısı Temmuz 2013 itibarıyla 44
olarak belirleyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı istatistiklerine göre,
Türkiye’de 20 işkolunda mevcut bulunan 11 milyon 628 bin 806 işçiden sadece 1
milyon 32 bin 166’u sendikalı. Sendikalılık oranı yüzde 8.9 düzeyinde.
Basit
anlatımıyla 10 işçinin sadece 1’i bir sendikaya üye olmuş durumda.
Çalışma
Bakanlığı verilerine göre, işçilerde sendikalaşma oranı yüzde 9.2’de kalırken,
memurlarda sendikalaşma oranı yüzde 68.8’e yükseldi yükselmesine ama nasıl?
2002 ile 2013
yılları arasında üye sayısını yüzde 1500’den fazla artırarak 42 binden 708 bine
çıkaran Memur-Sen konfederasyonuna toplu sözleşme konusunda bir rekora imza
attırarak!
Biliniyor: AKP
iktidarı ile birlikte Memur-Sen’e katılanların sayısında büyük artış yaşandı.
Memur-Sen’in, üye sayısında patlama yaşandı. Diğer sendikalar tarafından
“yandaş” olmakla suçlanan Memur-Sen’in üye sayısı 11 yılda 16 kat artarak 707
bin 652’ye ulaştı. Sadece 2012 yılındaki artış 57 bin üye oldu.
Memur-Sen, 11
hizmet kolundan 10’unda yetki aldı, Kamu-Sen 3 kolunu kaybetti, KESK bir
koldaki yetkisini sürdürürken; Resmi Gazete’de yayımlanan istatistiklere göre,
Türkiye’deki 2 milyon 17 bin 978 kamu görevlisinin yüzde 68.17’si sendikalı
olarak çalışıyor. Ağustos 2012 istatistiklerine göre sendikalı memur sayısı 1
milyon 375 bin 661 olarak belirlendi. Konfederasyonlar arasında Memur-Sen 650
bin 328 üye sayısıyla ilk sırada yer alırken, Türkiye Kamu-Sen 418 bin 991
üyeyle ikinci, KESK ise 240 bin 304 üye sayısıyla üçüncü oldu. Birleşik
Kamu-İş’in 33 bin 477, DESK’in 4 bin 577, BASK’ın 3 bin 78, Hak-Sen’in 4 bin 16
üyesi bulunurken, herhangi bir konfederasyona bağlı olmayan bağımsız
sendikaların üye sayısı toplamı ise 20 bin 890…
“SONUÇ”: DÜŞ GÜCÜNÜ EYLEME GEÇİRMEK!
Aziz Çelik’in
ifadesiyle, “24+12 rejimi hâlâ ayakta”yken; işçi sınıfının sendikal örgüt(süzlük)ü
öncelikle devrimcileştirilmelidir.
Bunun zemini
de vardır.
Örneğin X.
Çalışma Meclisi’nde Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan’ın konuşması sırasında
salonda bulunan bir işçi, “Taşeron şirketlere kul köle olmak istemiyoruz. Böyle
sendikacılık anlayışı olmaz” diye bağırdı. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay,
Türkiye’deki nüfus artışına karşın sendikalı işçi sayısının düştüğüne dikkat
çekti. Bir katılımcı “Benim suçum mu” diye bağırınca Atalay, “Benim suçum”
dedi. Katılımcı da “Tabii senin suçun” karşılığını verdi.
TİSK Başkanı
Tuğrul Kutadgobilik’in konuşma yaptığı sırada Mehmet Öztürk adlı işçi, “Taşeron
işçisiyim. Herkes işçiyi konuşuyor. Bizi kim konuşacak” diye bağırdı.
Kutadgobilik’in kürsüye çağırdığı işçi “Hangi işçi, vekiller gibi 2 sene sonra
emekliliği hak ediyor. Herkesin yatları, katları, arabaları var. Yatlarınız,
katlarınız yetsin artık; biraz da biz kazanalım, paramız olsun ki; sizin
sattıklarınızı alabilelim,” dedi.
Öztürk daha
sonra Bakan Faruk Çelik’e seslenerek “Bakan, asgari ücretle geçinilebilir
diyor. Nasıl geçiniliyor? Gel bize de anlat. Asgari ücretle bir ay siz geçinin”
dedi. Bu sırada salondaki bir katılımcı daha fazla konuşması hâlinde işini
kaybedebileceğini söyledi. Bunun üzerine Öztürk, “Neyi kaybedeceğim. Zaten
kaybetmişim” karşılığını verdi.[32]
Evet sınıf
hareketi her gün mücadele ederken; içten içe kendisi farkına varmasa da öfke
biriktiriyor.
Bize düşen;
Bertolt Brecht gibi, “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen
zaten yenilmiştir,” ısrarıyla bu öfkeyi örgütlemektir.
Unutulmasın:
Jean Paul Tardivel’in, “Günümüzde paraya iktidar deniyor,” betimlemesinde
somutlanan bugünde her şey; V. İ. Lenin’in, “Kapital iktidarda kaldıkça, değil
yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil
yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey
kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır,” saptamasındaki üzereyken; “Dünyanın
sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay oldu... Bu
nedenle bizim hayal gücümüzün daha da güçlü olması gerekir… Düş gücü eyleme
geçmeli…”[33]
O düş gücünü
besleyecek maddi zemin sürdürülemez kapitalizmin krizi ile sınıf hareketinin
bilumum cephelerini örgütleyen “11. Tez”ci iradedir…
9 Şubat 2014
20:19:20, Ankara.
N O T L A R
[1] 28
Şubat 2014 tarihinde Kızılay AKA-DER (Ankara)’de yapılan konuşma… Kaldıraç,
No:153, Mart 2014…
[2]
Özdemir Asaf.
[3] DİSK
Genel Başkanı Kemal Türkler’in yol arkadaşı, Maden-İş Sendikası’nın 1974
sonrası Genel Sekreteri Mehmet Ertürk’ü kaybettik… Paris’te tedavi gördüğü
hastanede hayata gözlerini kapattı.
DİSK’in kurucularından Maden-İş Sendikası’nın işçiler
arasında çok sevilen Genel Sekreteri Mehmet Ertürk, 1974 yılında zorlu bir
genel kurul sonrasında seçilmişti. Ertürk, hukuk fakültesinde okurken toplumsal
mücadelenin içinde yer almak için Philips Fabrikasına işçi olarak girmişti.
Kısa sürede baş temsilci ve ardından da Maden-İş Gültepe 6.Bölge Başkanı
seçilmişti.
Ertürk, 1981’de yurt dışına çıktı. Orada Türkiyeli
devrimciler için Avrupa işçi sınıfının örgütlü gücünü seferber etti.
Mücadelesini TKP İşçinin Sesi saflarında sürdürdü…
[4] Bu
hâli Paul Lafargue şöyle değerlendirir: “Ne var ki; işçi sınıfı, bütün uygar
ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak
insanlığı kölece çalışmadan kurtaracak ve insan - hayvanı özgür bir varlık
durumuna getirecek olan işçi sınıfı, tarihsel görevini unutup içgüdülerine
ihanet ederek, kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve
korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve toplumsal yoksulluk, çalışma tutkusundan
doğmuştur.”
[5]
“Meclis’te İş Yasası Kapıda İşçi Ölümü”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2012, s.3.
[6] Karl
Marx, Kapital, Cilt:2, Çev: Mehmet Selik, Yordam Yay., 2012.
[7] Karl Marx, Kapital, Cilt:1, Çev: Mehmet Selik, Yordam Yay., 2011, s.727.
[8] Karl
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay.,
2011, s.24.
[9] Karl
Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 2011
[10]
İspanya iç savaşı sırasında faşist darbeciler tarafından direniş hâlindeki işçiler
üzerine Almanya yapımı el bombaları atılmaktadır. Onca bombaya rağmen bombalar
patlamaz. İşçiler merak ederler, bombayı parçalarına ayırırlar. İçinden bir
not: -Yoldaşlar, şimdilik bu kadar…
[11]
“Proletaryaya özgü ahlâksal bir olgudan bahsedilecekse bu, direniş dönemlerinde
ortaya çıkan dayanışmadır. Asıl olarak direniş anında ortaya çıktığı için de
nüve şeklindedir ve ahlâk için sağlıklı bir çekirdek oluşturur. Gelecek ahlâkı
için sağlam bir temel oluşturduğu ileri sürülebilecek olan dayanışma, en çarpıcı
şekilde direnişin komün oluşturma aşamasında ortaya çıkıyor. Dayanışmayı
geleceğin ahlâkının temeline yerleştirmek, temelinde görmek son derece
önemlidir. Zira dayanışmayı proletarya üzerinden geçerek geleceğe taşımak,
bölünmemiş, evvelki toplumların insanının çok temel bir duygusunu tekrar
diriltmek ve geleceğe taşımak anlamına gelir.”
(http://www.marksist.org/…zbek/13022-proleter-ahlaki)
[12]
Erhan Bilgin, “60 Yaşındaki Türk-İş Nasıl Gençleşecek?”, Radikal İki, 9 Aralık
2012, s.10.
[13]
Esra Açıkgöz, “Gülme, Esneme, Çalış!”, Cumhuriyet Pazar, No:1368, 10 Haziran
2012, s.2.
[14] “İş
Yerlerinde Psikolojik Terör Var”, Gündem, 3 Temmuz 2012, s.4.
[15] “Ya
Toyota Ya İşçi, Tercih Sizin”, Gündem, 31 Temmuz 2012, s.4.
[16] Ali
Merdan Çelik, “Benim Patron ‘Toyota Gibi Adam’…”, Birgün, 13 Eylül 2012, s.4.
[17]
Mustafa Çakır, “TCDD’de Tehditle Sözleşme”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2012, s.14.
[18]
“Kurtarma Faciası”, Milliyet, 3 Temmuz 2012, s.3.
[19]
Mustafa Çakır, “İşçinin Canı Sudan Ucuz”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2013, s.11.
[20]
Mustafa Çakır, “İşçileri Zehirlediler”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2013, s.13.
[21]
“Çocuğa İşkence”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2012, s.3.
[22]
Yusuf Özkan, “Ölümüne Söküm”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2013, s.7
[23]
“Madenci İcra Kıskacında”, Cumhuriyet, 11 Mart 2013, s.11.
[24]
Cemil Ciğerim, “300 Tonluk Kapağın Altında Can Verdiler”, Cumhuriyet, 23 Kasım
2012, s.3.
[25]
“İnşaatta Göçük 8 İşçi Yaralı”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2012, s.3.
[26]
Mehmet Menekşe, “İhmali Anlattı, Kovuldu”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2012, s.9.
[27]
İsmail Saymaz, “Sanık Başkan Suçsuz, Ölen Patron Suçluymuş”, Radikal, 1 Şubat
2014, s.6-7.
[28]
İsmail Saymaz, “Ölen İşçi Sorumlu!”, Radikal, 26 Kasım 2012, s.26.
[29]
Burcu Purtul, “Çadır Faciasında Şok İddia!”, Vatan, 14 Temmuz 2012, s.15.
[30]
İsmail Saymaz, “8 İşçi Ölüme Gönderilmiş”, Radikal, 8 Şubat 2014, s.7.
[31]
Arif Yılmaz, “İstihdam Değil, İşçi Sınıfının Köleleştirilmesi”, Kaldıraç,
No:140, Şubat 2013, s.37-40.
[32]
Mustafa Çakır, “İşçiden Bakana: Asgari Ücretle Siz Geçinin”, Cumhuriyet, 27
Eylül 2013, s.9.
[33]
Karen Mirza, aktaran: Ayşegül Özbek, “Düş Gücü Eyleme Geçmeli”, Cumhuriyet, 10
Ocak 2014, s.15.
Yorumlar