“İçinde bir tutam delilik olmayan hayat eksik bir hayattır.” [1] Ataol Behramoğlu’nun, “… insan olmak/ çoğalabilmektir başkala...
“İçinde bir tutam
delilik olmayan hayat
eksik bir hayattır.”[1]
Ataol
Behramoğlu’nun, “… insan olmak/ çoğalabilmektir başkalarıyla/ İnsansın, birinin
canı yanıyorken/ senin de canın yanıyorsa,” dizelerini anımsatan bir devrimci
ruh daha ayrıldı aramızdan... Çocuksu, coşkulu, insan gibi insandı...
Gerçek şudur
ki Onun ölümüne inanmak zor, O az sonra kapımızı çalabilir…
Kolay mı? Can
Yücel’in, “Bana Bir Varmış de!/ Bir Varmış Bir Yokmuş deme!/ İçime dokunuyor”
şiirinin “Bir Varmış de” bölümünü gerçek kılmışlardandır Tuncel Kurtiz...
Ayşe Emel
Mesci’nin, “Bilge bir kişiydi. Biraz da çılgın bir adamdı. Hayatı dolu dolu
yaşadı,” diye betimlediği O; Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filminde, Cabbar’ın (Yılmaz
Güney’in) faytonuna atlayıp bir yandan sigara sararken bir yandan da para
üzerine, varsıllık ve yoksulluk üzerine konuşan Hasan’dı...
Tunç Okan’ın
‘Otobüs’ filminde, İsveç’e kaçak işçi olarak gitmeye çalışan köylülerden
biriydi... Çaresizliği, şaşkınlığı, olanaksızlığı ve yeryüzünün tüm
çelişkilerini susarak anlatırdı yüzü...
Yılmaz Güney’in
‘Sürü’ filminin aşiret ağası Kürt beyi Hano’ydu…
*
* * * *
77 yaşında
hayata veda eden Tuncel Kurtiz, 1 Şubat 1936’da İzmit’in Bahçecik nahiyesinde
doğdu. Bürokrat babasının görevi gereği ilkokulu sekiz farklı şehirde bitiren
Kurtiz, ilk sahne deneyimini de Edremit’te bir ortaokulda okurken yaşadı.
Farklı
şehirlerde devam ettiği lise hayatını Haydarpaşa Lisesi’nde sonlandırdı. İlk
önce babası tarafından hukuk fakültesine yazdırılan Kurtiz, 15 gün sonra bu
bölümü bıraktı ve İngiliz filolojisi bölümüne geçti, kendi ifadesiyle felsefe
ve sanat tarihi bölümlerine “biraz baktı”.
İlk işi,
İETT’de ışık kontrolörlüğü olan Kurtiz, İETT’de çalışan ünlülerin hikâyesinin
anlatıldığı ‘İlk Durak’ belgeselinde o günleri şöyle anlatıyor:
“Edebiyat
Fakültesi`nde okuyordum. Yazı da yazıyordum. Orhan Hançerlioğlu,
üniversitelilere part time görevler veriyordu. Gittim iş istedim. O da bana
lambalara bakma görevi verdi. Bebek’ten Arnavutköy’e lambalara bakıyordum.
Yanmayan lambaları Talimhane`ye bildiriyordum. Ben bu yüzden hep yukarılara
bakarak dolaşırım. Benim için de güzel bir dönem olmuştur.”
Profesyonel
sahne hayatına 1959’da Dormen Tiyatrosu’nda başlayan Kurtiz, tiyatro kariyerine
ABD, İsveç, Danimarka, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde devam etti.
Haldun Taner,
Özdemir Asaf, Münir Özkul, Can Yücel gibi isimlerle dostluk kuran Kurtiz, aynı
zamanda sahne amiri olarak görev aldı, edebiyat matineleri sahneye koydu.
‘Keşanlı Ali Destanı’, ‘Devr-i Süleyman’ gibi oyunlarda rol aldı. Ancak
tiyatroda en çok ‘Şeyh Bedrettin Destanı’yla akıllarda kaldı. Tiyatroda bu
oyunla en güzel eleştirilerini Viyana’da aldığını söyleyen oyuncu, Bedrettin’in
hikâyesini sinemaya da taşımak istiyordu.
Kurtiz’in ilk
sinema filmi ise 1964’te Orhan Günşıray’ın yönettiği ‘Şeytanın Uşakları’ydı.
Sonrasında sinemadan hiç kopmayan Kurtiz, röportajlarında buna Yılmaz Güney’in
vesile olduğunu söyler. Üniversiteden beri arkadaşı olan Güney, Kurtiz’e film çevirmeye
devam etmesinde ısrarcı olur. 1967’ye kadar 30 filmde rol alan Kurtiz, Yılmaz
Güney’in senaryosunu yazıp başrolünü oynadığı ‘Konyakçı’, ‘Krallar Kralı’ gibi
filmlerde rol alır. Vedat Türkali’nin yazıp yönettiği ‘Sokakta Kan Vardı’da da
yine Yılmaz Güney’le beraber kamera karşısına geçer.
1966’da Lütfi
Akad’ın ‘Hudutların Kanunu’nda rol almadan önce durumunu şöyle tarif eder:
“Bana asla yapabileceğimin ötesinde bir iş vermediler. Ben hep ikinci adamdım.
Bir yerde tamamlıyordum bir şeyi. Bir türlü uçmama fırsat gelmedi aslında.
Uçmak istiyorum, uçamıyorum. O rol gelmiyor bir kere. Hep arada duruyorum”
1966 yapımı
‘At, Avrat, Silah’ta ilk kez Yılmaz Güney tarafından yönetilen Kurtiz, efsane
sinemacıyla beraber 1970’te ‘Umut’u çeker ve Türk sinema tarihinin
köşetaşlarından biri ortaya çıkar.
Kurtiz,
2008’de Pınar Aydın’a filmin olaylı çekim hikâyesini anlatır: “Yılmaz bana
‘Umut’u yapıyoruz gel’ dedi. Yedek subayım o zaman. ‘Umut’u çekebilmek için çok
samimi bir doktor arkadaşım, sen zaten delisin diyerek bana rapor aldı. 15 gün
yattım ve 15 gün boyunca beni tedavi etti. Filmi bitirdik ve tayinimi
Kuştepe’ye yaptılar. Terhis olduğumda filmi de bitirdik. Umut, babasının
hikâyesiydi. Babası evlerinin temellerine kadar kazmış define arıyor.”
Yurtdışına çıkması
yasaklanan film, ‘Çiçek’ Arif ve Tuncel Kurtiz tarafından bavulla Fransa’ya
götürülür, Cannes’da gösterilip büyük ilgi görür. Kurtiz “İyi ki gitmişim.
Çünkü ben gitmeseydim film gösterilemeyecekti. Bobinler karmakarışık sarılıp
bavula konulmuştu. Filmi bilen tek insan bendim orada. Doğru sıralamayı yapana
kadar canımız çıktı. Ama yetiştirdik filmi. Yılmaz, o sırada filmi kaçırmaktan
içeri alındı. Ben dönmedim, nereye dönüyorsun. Ne diyeceğim ben kaçırmadım mı
diyeceğim. Arif mi kaçırdı diyeceğim filmi” der.
Türkiye sinema
tarihinin diğer klasiklerinden Tunç Okan filmi ‘Otobüs’, Erden Kıral imzalı
‘Kanal’ gibi filmlerde rol alır. 1978’de ise ‘Sürü’ gelir. Yılmaz Güney’in
senaryosundan Zeki Ökten’in çektiği ve Berlin’de Protestan Film Jürisi ödülünü
alan, SİYAD tarafından yılın filmi seçilen, Locarno’da en iyi film ödülünü
kazanan filmi ‘Sürü’, Tuncel Kurtiz’in kariyerinde de önemli bir yere oturur.
‘Sürü’yü izleyen tiyatro yönetmeni Peter Brook, o sırada New York’ta olan
Kurtiz’in peşine düşer. Ve ikili, 2.5 sene boyunca dünyayı dolaşır. Yine
‘Sürü’yü 1986’da İsrail’de seyreden Shimon Dotan, Kurtiz’e ‘Kuzunun
Gülümseyişi’ filminde rol teklif eder. Kurtiz, hiç bilmediği bir dil olan
Arapça oynadığı bu rolle Berlin Film Festivali’nden erkek oyuncu ödülü kazanır.
Erden Kıral’ın 28 yıl sonra Türkiye’de gösterim izni alabilen ve senaryosu da
Orhan Kemal’in hikâyesinden Tuncel Kurtiz tarafından uyarlanan ‘Bereketli
Topraklar Üzerinde’si, Yılmaz Güney’in son filmi ‘Duvar’, oyuncunun
filmografisindeki diğer klasiklerden bazıları.
Senaryosunu
yazıp yönettiği ve oynadığı ‘Gül Hasan’la
En İyi Senaryo Altın Portakalı’nı da ödülleri arasına katar.
Kurtiz, Türkiye sinemasında üretimin yavaşladığı 90’larda da çalışmayı
sürdürür. Tunca Yönder’in ‘Ağrı’ya Dönüş’ü, Reis Çelik’in ‘Işıklar Sönmesin’i,
Derviş Zaim filmi ‘Tabutta Rövaşata’ ve Barış Pirhasan filmi ‘Usta Beni
Öldürsene’de oynar. Fatih Akın’ın ‘Yaşamın Kıyısı’nda filmiyle övgüler almaya
devam eder.
Son yıllarında
‘Ezel’deki Ramiz karakteri ve ‘Muhteşem Yüzyıl’daki Ebu Suud karakterleriyle
televizyon izleyicisi tarafından da tanındı. Televizyonlar için programlar
yaptı. 2011’de de Altın Portakal’da Yaşam Boyu Başarı Ödülü aldı.
Kurtiz,
yaşamının son yıllarında TV programcılığına da girişecekti. 2010 yaz döneminde
Edremit’in Çamlıbel kasabasında işlettiği Zeytinbağı adlı butik otelde
dostlarını ağırlayarak ‘Tuncel Kurtiz ve Dostları’ adlı bir program yapmıştı.
Kurtiz, aynı yıl BBC’nin Hayat (Life) belgeselini seslendirdi.
“Tuncel
Kurtiz’in az bilinen bir de İsveç serüveni var... 12 Mart 1971 darbesinden
sonra geldiği İsveç’te kimi siyasi sığınmacılar gibi günlük, bireysel
sorunların tutsağı olmadı. Sonu çürümeye, yozlaşmaya varan yalıtılmış bir
yaşamı seçmedi.”[2]
Ayrıca Gezi
Parkı’nda başlayan Haziran İsyanı’nı da destekleyen Kurtiz’in oynadığı bazı
tiyatro oyunları şunlardı: ‘Şahane Züğürtler’ (Dormen Tiyatrosu-1962), ‘Çok
Tuhaf Soruşturma’ (Ferhan Şensoy-Orta Oyuncular-1998), ‘Yolcu’ (Nâzım
Hikmet-Genar Tiyatrosu-1967) ‘Keşanlı Ali Destanı’ (Haldun Taner-Berlin Schaubühne
Tiyatrosu-1984), ‘Mahabaratta’ (Hint Destanı-Peter Brook-1985).
Rol aldığı
bazı sinema filmlerini bir kez daha sıralayacak olursak: ‘At Avrat Silah’
(1966), ‘Umut’ (1970), ‘Sürü’ (1978), ‘Silahların Kanunu’ (1966), ‘Kıran
Kırana’ (1966), ‘Krallar Ölmez’ (1967) ‘Hudutların Kanunu’ (1966), ‘Çirkin
Kral’ (1966), ‘Otobüs’ (1974), ‘Zeit der Rache’ (1990), ‘Täcknamn Coq Rouge’
(1989), ‘Yaşamın Kıyısında’ (2007).
* * * * *
Erden
Kıral’ın, “Çok yönlü bir insandı. Sadece sinema değil, tiyatro, şiir ve edebiyatla
da çok yakınen ilgilenirdi. Klişe bir laf vardır ya; ‘Yeri kolay kolay
doldurulmaz’, işte öyle biriydi; Reis Çelik’in, “Tuncel Abi için bir şey
söylemek ne ki, yetmez, milyon şey söylemek gerek”; Sungu Çapan’ın, “Sahnede ya
da kamera karşısında olsun her zaman oyunculuğun kitabını yazmış, hak ettiği
ilgiyi ancak son yıllarında çekildiği Kaz Dağları’nda bulabilmiş büyük bir
aktör,” diye betimledikleri “Onun oynadığı bir sahne muhakkak bir farklılık
kazanırdı. Sadece perdede ya da sahnede değil, hayatta da Kurtiz’in varlığı
bulunduğu ortamı değiştirir, canlandırırdı. O sanki dünyanın bütün pozitif
enerjisini yansıtan biriydi.”[3]
Gelin
isterseniz Mehmet Açar’ın ‘Büyük Oyuncu, Gerçek Sanatçı’ yazısından bir bölümü
okuyalım:
“Şimdi
düşünüyorum da Tuncel Kurtiz’le olmak her zaman unutulmaz deneyimlere hazır
olmak anlamına geliyordu. Gezici Festival’le birlikte Türkiye’nin birçok
şehrine gider, orada gençlerle, insanlarla çabucak kaynaşırdı. Açılış
törenlerinde herkes Tuncel Kurtiz’in sahneye çıkacağı anı dört gözle beklerdi.
Sohbetine doyum olmaz, sahneye çıktığında ise tek kelimeyle hipnotize edici
olurdu. 50’li yılların sonundan 60’ların sonlarına dek Dormen Tiyatrosu, Kent
Oyuncuları ve Genar Tiyatrosu’nda sahneye çıkan Kurtiz, ünlü tiyatro kuramcısı
ve yönetmen Bertolt Brecht’in koyduğu ayrımla hem dramatik hem de epik
oyunculuktan örnekler vermiş, politik tiyatro hareketi içinde yer almıştı. Son
yıllarda sinemaya ağırlık verse de, tiyatrodan vazgeçemiyordu. Özellikle Gezici
Festival’in Anadolu’nun çeşitli açılış törenlerinde Sema Moritz ile birlikte
sergilediği sahne performansları gerçekten etkileyiciydi.”
*
* * * *
Muhsin
Ertuğrul Sahnesi’ndeki anma töreninde, “Çapulcular seni unutmayacak” sloganları
eşliğinde yolcu edilen Tuncel Kurtiz, “Son nefesine kadar “komünistim” diyen,
her fırsatta barıştan söz eden, Emek Sineması’nın yıkılmasından üçüncü köprü
katliamına yaşamı savunan her yerde bulunan, Gezi’nin en genç direnişçisiydi,”
Çağdaş Günerbüyük’in ifadesiyle…
Kolay mı? Onun
hakkında “Tuncel Ağabey sadece siyasi duruşuyla değil, varoluşuyla devrimciydi,
içinde yanan ateş nedeniyle devrimciydi, o sonu gelmez araştırma dürtüsüyle
devrimciydi,”[4] diye ekli Ayşe Emel
Mesci de…
Gezi’de
başlayan Haziran İsyanı’na destek veren Tuncel Kurtiz, gençlere seslendiği bir
konuşmasında, “Apolitik diye bilinen gençlerimizin demokratik haklarına sahip
çıkmak için verdikleri mücadeleyi yürekten destekliyorum. Onların üzerindeki
ölü toprağının kalkması ile artık bir şeylerin daha güzel olacağı umudunu
taşıyorum. Diren Gezi Parkı diren. Çok güzelsiniz, çok güzelsiniz çocuklar,”
diye haykırırken; yine bir röportajında, “Siz nasıl hatırlanmak istersiniz?”
sorusuna şu yanıtı vermişti:
“Hiç umrumda
değil, ne derlerse desinler... Bakın en çabuk Türkiye’de gömerler ölüyü. Ben
ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır ölüm. Hepimiz bu kapıdan
geçeceğiz. Nedir ki bu dünya? Daha bunu yanıtlayamıyoruz ki, ölümün yok oluş
olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe
şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta
onları bitireyim.”
*
* * * *
Şimdi burada
bir parantez açıp, vurgulamalı: Onu ‘Ezel’deki “Ramiz Dayı”, ‘Muhteşem
Yüzyıl’daki “Ebu Suud” karakterleriyle “özdeşleştirme”ye kalkışanlara gelince;
söylenmesi gereken ilk şey “Saçmalamayın” olmalıdır!
Bu konuda Aziz
Şah, “Ölçek küçüldükçe anlamlar da küçülür, yok olur. ‘Ramiz Dayı öldü’
dediler. Tuncel Kurtiz’e yapılabilecek en büyük hakaret ona ‘Ramiz Dayı’
demektir. Sizin ‘Ramiz Dayı’ diye bildiğiniz, Türk dizi sektörünün çiğneyip
tükürdüğü bir karakterdir. İçinde Tuncel Kurtiz olmasaydı satmayacak bir
‘kabadayı’ karakteri. Tuncel Kurtiz’in dediği gibi, ‘Bu sempatiler çok çabuk
unutulur, bel kemiğimiz yok çünkü. Yeni bir dizi gelir, o kaybolur, öteki
başlar. Ama sinema, kitap kalır.’
Bazı
karakterler vardır hayatta, insana ölümsüzmüş gibi gelir. Hiç ölmeyecekmiş
gibi. Tuncel Kurtiz’in ölümü de öyle işte. Bu güne kadar röportajlarıyla en çok
karşılaştığım sanatçı belki. O da komünist olduğu içindir. ‘500 senedir kapitalizmle
dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız
Irak’ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir
tarafa akıyor’ dediği içindir. Yılmaz Güney’den yadigâr kaldığı içindir,”[5] derken; Şiar Rişvanoğlu da ekler:
“Şimdilerde
herkes, özellikle burjuva basını, medyası, hatta hayatını karşısında mücadele
etmeye adadığı burjuva siyasi şahsiyetleri (bakınız Ömer Çelik) bile onun ne
büyük bir oyuncu olduğundan bahsediyor, özellikle de son dönemlerde bilinen
‘Ramiz Dayı’ karakterine gönderme yaparak övgüler düzüyor. Hayatın ironisi
işte, bütün ömrünü kapitalizmi yıkmaya adamış, adıyla sanıyla ‘komünist’
Nâzım’a yapılanlar, -mezarı başında işadamlarının anma yapması, şiirlerinin
Erdoğan’dan MHP’li vekillere kadar bir sürü düzen tetikçisi tarafından okunuyor
olması gibi- şimdi de Tuncel Kurtiz’e yapılmaya çalışılıyor.
Ama ne
yaparlarsa yapsınlar, o bütün bunlara cevabını neyse ki yaşarken hem de dolu
dolu vermişti. Kurtiz yıllar önce, bir söyleşide aynen şöyle demişti:
‘Komünistim evet. İnsanlık için komünizmden başka yol var mı?’ O önce Nâzım’ın,
sonra Yılmaz Güney’in yol arkadaşıydı, yoldaşıydı. Adı ‘komünizm’ olur, aradaki
terminolojik farkla da birlikte ‘sosyalizm’ olur, ‘başka bir dünya’ olur, her
ne ise savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için yaşadı, oynadı, söyledi.
Siyasi kimliği ve tercihlerinin bedelini de sürgünle, baskıyla, çileyle bir bir
ödedi.
Öyle
etkileyici bir kimlikti ki, Hürriyet gibi bir düzen gazetesi bile şu sembolik
sözlerini (bir fotoğrafla birlikte) vermek zorunda kaldı: ‘Gündelik hayatta
halk otobüsü kullanıyorum. Bu da benim ‘Maserati’m, ama halkımla birlikte
kullanıyorum.’ Anlayana bir dünya! Onu ısrarla TV karakterleriyle anmak isteyen
dönsün ve Tekel işçilerine gönderdiği mesajları, Gezi İsyancılarına,
cezaevindeki devrimcilere, Cumartesi Anneleri’ne, Kürt kadınlarına, Grup Yorum
üyelerine gösterdiği dayanışmayı uzun uzun gözden geçirsin. O zaman Kurtiz’in
ölümüne üzülmeleri (zaten üzülmüyorlar da!) değil, ‘sevinmeleri’ gerektiğini
anlayacaklar. Çünkü o bir sanatçı olarak, çok sevdiği Marx’ın deyişiyle
‘kapitalizmin mezar kazıcılarından’dı. Tıpkı Umut filminde, ‘Hasan’ olarak,
Arabacı Cabbar’la (Yılmaz Güney) Ceyhan nehrinin kıyısında yaptıkları o
muhteşem kazı sahnelerindeki gibi! Mezun olamadığı ama çok çok iyi
öğrendiği felsefeyi, filolojiyi, psikolojiyi, sanat tarihini ve hukuku
hayatı boyunca işçi sınıfı için, emekçiler için, ezilen halklar için, bilcümle
direnen ve isyan edenler için eşsiz bir estetikle kullanmıştır. Son nefesine
kadar! ‘Sonsuza dek’, işçi sınıfının sanatçısı, hayat oyununun güzel ‘usta’sı,
büyük aktör, halk adamı, her fırsatta gururla söylediği gibi: ‘komünist’!”[6]
*
* * * *
Özetin özeti:
“Sevdalıydı... Sevdalımızdı yani bizim... Ve bir kez daha, sevdalımız
komünistti bizim... Tuncel Kurtiz, güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi,
dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi.
Müziğin her dalını seviyordu”…[7]
Üniversitede
hukuk fakültesi, filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerinde
okur. Okuduğu okulların hiçbirinden mezun olmaz. Sevdiği bir iki hocanın
dersleri hariç, çoğu zaman okula bile gitmez, elinde kitap dolu bir bavulla
dolaşır, daha çok kantinde otururdu. Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait
Faik, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, James Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları
olurdu…
Can Yücel’in
dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”. Parası olmadığı zaman
böyle der. Parası olduğu zaman da cüzdanı yoktur; ne bankada bir hesabı, ne de
başka bir şey. Kazandığı parayı ya mutfakta bir kavanoza ya da arabasının
bagajında bir kese kâğıdına koyardı.
“Ölümü gömdüm,
geliyorum Bir sonbahar günüydü, geliyorum Güneşler buz gibiydi, geliyorum Ve
bütün kötülükler Ölümün armaları gibiydi. Size anlatırım, geliyorum.”
Bir ölüm
sahnesinde okumuştu bu dizeleri O...
Edip
Cansever’in şiirinde geçtiği gibi oldu bir sonbahar günü henüz daha akşam
olmamışken geldi haberi: “Sinemacı Tuncel Kurtiz hayatını kaybetti.”
“İnsana
yakışır olduğundan hâlâ komünistim,” demişti Devrim Büyükacaroğlu ile yaptığı
söyleşisinde; “Başka bir çare göremiyorum ki. Kapitalizmin ve emperyalizmin
dünyaya yaptığı kötülük, iğrençtir. Komünizm beklenmedik bir şekilde Rusya’da
ortaya çıktı, çok geri bir toplumun atağıydı. 100 sene bile sürmeyen bir macera
yaşandı. Çocuktu, bebekti daha sosyalizm… Adımını yeni attı ve her taraftan
baltaladılar. Şili’de adımını attı, sarayı bombalayıp Allende’yi öldürdüler.
Bizde bir adım atıldı; bir, iki, üç darbe… Hepsi de Amerika’nın oyunuyla
olmuştur. Ben komünizmle dünyanın bir bahçe hâline gelebileceğine inanıyorum.
İnsana yakışır bir şey olduğundan hâlâ komünistim diyorum. Marşımızda dediğimiz
gibi, “Biz bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi görüyoruz” çünkü…” derken
bu sözler Onun manifestosuydu sanki…
Hasılı denilebilir
ki, “Bunca donanıma/ birikime ve emeğe, toplumdan devşirdiği bunca sevgiye
karşın, ‘Herkes kendisi kadardır’ diyebilen bir ölümlü, yaşamdan başka ne
beklesin ki... O boşa geçmemiş yaşama imza attı…”[8]
13 Ocak 2014
18:43:55, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç,
No:152, Şubat 2014…
[1] Paulo
Coelho.
[2] Ali
Haydar Nergis, “Tuncel Kurtiz’in İsveç Serüveni...”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2013,
s.9.
[3]
Cüneyt Cebenoyan, “Türkiye Tuncel Kurtiz’i Sevenler Kadardır”, Birgün, 30 Kasım
2013, s.13.
[4] Ayşe
Emel Mesci, “Külün Altındaki Ateşi Arayan Adam”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2013, s.15.
[5] Aziz
Şah, “Yılmaz Güney Sinemasının Son Anti-Kahramanı: Tuncel Kurtiz”, Gerçek, 29
Eylül 2013…
http://gercekgazetesi.net/kultur-sanat/yilmaz-guney-sinemasinin-son-anti-kahramani-tuncel-kurtiz
[6] Şiar
Rişvanoğlu, “Hasta Siempre, İşçi Sınıfının Sanatçısı, Hayatın ‘Usta’sı!”,
Gerçek, 28 Eylül 2013…
http://gercekgazetesi.net/siar-risvanoglu/hasta-siempre-isci-sinifinin-sanatcisi-hayatin-ustasi
[7] Evin
İlyasoğlu, “Özgürlüğün Simgesiydi”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2013, s.17.
[8]
Ayşegül Yüksel, “Gökyüzünde Parlasınlar”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013, s.14.
Yorumlar