“Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yöneltilmiş bir tehdittir.” [2] Kelimenin geniş ve dar anlamında Sevan so...
“Bir tek kişiye yapılan
haksızlık, bütün topluluğa
yöneltilmiş bir tehdittir.”[2]
Kelimenin
geniş ve dar anlamında Sevan soykırım mağdurudur.
Kolay mı? 1915
soykırımından kurtulanlardan Sevan, “arazisinde kaçak yapı inşa ettiği
gerekçesi”yle(!), 2015’e yani 100’e bir kala enterne edilen bir Ermeni’dir…
Bundan ötürü,
Max Weber’in tanımıyla “fiziki şiddet tekelini” elinde tutan devletin mağduru
olan ve demir parmaklıklar ardına kapatılan Sevan ile -kimi görüşlerine ve
davranışlarına kesinlikle katılmasam da- dayanışma içindeyim…[3]
SEVAN’IN “YAPTIĞI”
Bilindiği gibi
Sevan Nişanyan, kaçak yapı cenneti Türkiye’de; İzmir’in Şirince Köyü’nde, kendi
arazisi üzerine 60 metre
karelik tek odalı bir taş ev inşa etmesi üzerine, “kaçak yapı” gerekçesiyle 2
yıl hapis cezasına çarptırıldı.
2 Ocak 2014
günü Torbalı Açık Cezaevine kapatılan Nişanyan, “bir gardiyanın hırsızlık
yaptığı”nı kamuoyuyla paylaşınca, cezaevi yönetimi soruşturma açarak, 26 Şubat
2014 günü aniden apar topar Buca Kapalı Cezaevi’ne nakledildi.
Buca Kapalı
Cezaevi’ne nakledilen Sevan, “yatak yok” gerekçesi ile günlerce beton zeminde
yatırıldı. Banyo yapma imkânı da tanınmayan Nişanyan’a uygulanan “taş yatak”ın
açık bir işkence olduğu vurgulanmıştı.
Özetle Sevan’a atfedilen “suç”, “kaçak
yapı”dır!
İyi de, bu
böyleyse; İzmir’in Şirincesindeki matematik köyüne bir oda yaptırdığı için 2
yıl hapiste kalacak olan Sevan Nişanyan’a, İzmir’in Urla’sında birinci derece
sit alanındaki villalar için mantıklı bir cevap vermeniz gerekiyor mu?
Hatırlar
mısınız, 1995 yılının şubat ayında Kuşadası’nda ortaya çıkan bir çiftlik
zamanın Başbakanı Çiller’in kâbusu olmuştu. Bu haber ilk ortaya çıktığında
Çillerler çiftliğin kendilerine değil, çocuklarının dadısı (aynı zamanda
kâhyaları) Suna Pelister’e ait olduğunu açıklamışlardı. Bir süre unutulan konu,
Tansu Çiller’in 11 Temmuz 1997’de çiftlik için yeni imar kararı aldırtmasıyla
tekrar alevlenecekti…
Ancak aslî
soru(n) bu değildi… Sevan, “kaçak yapı” bahanesiyle cezalandırılmasını
gerektiren daha büyük “suç”lar işlemişti.
O; İttihatçı
Cumhuriyet’e “Yanlış Cumhuriyet” demişti. İttihatçı Cumhuriyet’in “neresi
doğru” diye sormuştu!
Ermeni
mallarının üstüne konup “yolunu bulmuş” Tal’ât Paşacıların, “yolsuzluk”la suçlanan
şehzadeyi kadı huzurundan kaçırmış Enver Paşacıların “milleti hâkime”
geleneği, böyle haddini bilmezlere tahammül edemezdi.
Etmedi de…
ASLÎ SORU(N)
Duymamış veya
bilmiyor olamazsınız![4]
Bütün
bakanlıklar 2015’e harıl harıl hazırlanıyor. Kültür Bakanlığı’nın
hazırlıklarından bazıları ise şöyle: Yabancı öğrencilere Türkiye gezisi ödülü
projesi, tüm Türkiye’deki turist rehberlerine yönelik olarak “1915 Olayları”
kitapçığı, vs., vs., vs…
Bunlar
yetmezmiş gibi, Azerbaycan dini işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Elşad
İskenderov, 2015 yılının Ermeni diasporasının son şansı olduğu vurgusuyla,
Türkiye ve Azerbaycan’ın bu konuda işbirliğine gitmesi gerektiğini belirtiyor![5]
1915’den 2015’e 1 kala, tam 2 yıllığına
içeri alındı Sevan…
24 Nisan
2014’de Ermeni Soykırımının 100. Yıldönümünü anma sürecine girilmişken...
Önümüzdeki bir yıl boyunca Ermeni soykırımı diye bir olayın vuku bulmadığını,
olsa olsa, Ermenilerin Türkleri soykırıma uğrattığını, politikacılardan, resmi
tarihçilerden, Türk ve Türkçü medya yorumcularından bol bol duyacağız.
Başlangıcı
Ayşe Kulin yaptı. Enver Aysever’e verdiği TV mülakatında, “Ben Ermenileri çok
severim, ama o bir tehcir olayıdır. Savaşta yaşanmış bir olaydır. Savaşta
yaşananlara soykırım demek zor... Yahudilerinki gibi gidip durup dururken biz
onları kesmeye başlamadık,” dedi.
“Biz onları durup
dururken kesmedik” sözüyle hem kesenlerle kendisini özdeşleştiriyor, hem de
Ermeni katliamını aklıyor, haklı buluyor ve Türk-Türkçü olarak insanlıktan
zerre kadar nasibi olmadığı bir yana, cehaletini de ortaya koyuyor.
1890’larda II.
Abdülhamit Devrinde 200.000 kadar Ermeni’nin devlet tarafından Padişahın adını
taşıyan Hamidiye Alayları aracılığıyla öldürüldüğünü yok sayıyor. Başka bir
muhtevada konuşsa “Kızıl Sultan” diye niteleyeceği II. Abdülhamid’e konu
Ermenilere gelince hak vermektedir.
Abdülhamid de,
onun önce kan kusturduğu sonra kendisini devirerek iktidara gelmiş İttihatçılar
da Ermeni katilidirler.
Yazarın
“soykırım değil tehcir” dediği olay devlet eliyle ve önce askerlerle, jandarmayla
yapılmıştır. Yetmeyeceği için, hapishanelerdeki katiller, caniler çıkartılıp
devletin Teşkilât-ı Mahsusa adlı gizli teşkilâtının emrine verilmiştir…
Ayşe Kulin
alay mı ediyor? Bu kadar iptidai bir laf olur mu? Ermenileri çok severmiş.
Lâzım değil, sevme. Senin sevgine ihtiyaçları yok. Sadece onların büyük
annelerinin, büyük babalarının kitle hâlinde sürülmelerini ve öldürülmelerini
inkâr etme, yani insan ol, bu kadarı yeter.
Yüz binlerce
Ermeni’yi (ve Süryani’yi) kadın, erkek, çoluk çocuk yollara dök. Mehmed
Talat’ın kendi el yazısıyla tuttuğu notlarda Anadolu’dan 924 bin Ermeni
sürülmüş. Defterin altındaki notta bu rakama yüzde 30 daha eklemek gerektiğini
yazmış. Bu hesaba göre 1.200.000 kişi tehcir edilmiş. Gayrı resmi tahminler
rakamın 1.5 milyon civarında olduğunu söylüyor.
Bunların
800.000 kadarı yolda ölmüş. 1918’de Osmanlı Hükümetince kurulan komisyonda ölen
Ermenilerin sayısının 800.000 olduğu belirtiliyor. Ölümler sadece hastalıktan
ya da dayanamamaktan olmadı, aylarca süren yolculukta kasabalardan, köylerden
yollara çıkan çeteler insanları öldürdüler, kadınlara tecavüz ettiler, kız
çocuklarını aldılar. Sayısını bilmediğimiz kadar genç kız, koca koca erkeklerle
evlendirildi. Veya pek çok Osmanlı zabiti kız çocuklarını “besleme” olarak
aldı.[6]
Kimse, sakın
ola inkâra kalkışmasın: Soykırım ve etnik temizlik gibi devasa kitlesel
katliamlarda gözlemlenen ortak örüntülerden biri söz konusu sistemli ve
organize imha eylemlerine maruz kalan toplulukların aydınlarının tasfiyesi ve
imhasıdır. Bu, toplumların direncini ve mücadele gücünü zayıflatmak saikiyle
gerçekleştirilir.[7]
Bu süreç hem
Holocaust hem de Ermeni Soykırımı’nda görülmüştür. Bilhassa Nazi Almanyası’nda
yaşayan Yahudi toplumunun önde gelen aydınları ve siyasetçileri toplama
kamplarına sürülmek suretiyle imha edilmişlerdir. Bu sayede Naziler, Yahudi
toplumunun haklarını savunacak ve onları direnişe sevkedecek olan önemli bir
gücü yok etmiştir.
24 Nisan
1915’te ise aynı gadre Osmanlı vatandaşı Ermeniler maruz kalır. 24 Nisan 1915
aslında şubatta başlamış olan sürgün ve katliam haberlerinin bir devamı olarak
okunabilir. 24 Nisan 1915 Osmanlı Ermenilerine uygulanan yakın tarihin en acı
verici soykırımını ifade eden sembol bir tarihtir.
Bu tarihte
Dahili Nezareti Vekili Talat Paşa’nın emri doğrultusunda, önce İstanbul’da
başlayıp daha sonra ülkenin neredeyse bütününe yayılacak bir biçimde birçok
Ermeni aydını; yazar, sanatçı, avukat, doktor, mebus evlerinden alınıp
götürülmüş ve çoğu bu ölüm yolculuğundan geri dönememiştir. İstanbul’da
tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’taki toplama merkezlerine gönderilen bu Ermeniler
İttihat ve Terakki’nin onlar için biçtiği kaderi yanlarında taşıdı ve bu
yolculuk sırasında insan hafsalasının alamayacağı gadre maruz kaldı.
2015’in eşiğinde bastırılmak, susturulmak
istenen aslî soru(n) budur!
Sevan’ın “davası” da bunun içindir sadece…
“KAÇAK YAPI(LAR)” MESELESİ
Sevan, “kaçak
yapı”yla mı “suçlanıyor”?!
Çankaya’daki
T.“C” Cumhurbaşkanlığı köşkünün “Gerçek sahibi Kasapyan ailesidir”.
Köşk’ün
1915’te tehcir edilen Ermeni Kasapyan ailesinin mülkü olduğunu bilmiyor olmanız
mümkün mü? Prof. Dr Baskın Oran da Kasapyan’ların köşkü hiç kimseye satmadığını
belirterek şöyle diyor: “Devlet, bütün Ermeni malları gibi bu köşke de el koydu
ve zamanı gelince kendileri veya ederleri sahiplerine geri verilecek dendi ama
bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1919’dan itibaren Ermenilerin arkada bıraktığı
birçok mal eşraf tarafından fiilen işgal edildi veya açık artırmayla satıldı.
Bulgurluzadeler bu şekilde almış olabilirler. Bu el değiştirme ve tapu alma
meselesini tespit edemiyoruz çünkü 1983 ve 2001’de çıkarılan iki genelgeyle, 6
Ağustos 1924 tarihinden önceki tapu kayıtlarının gösterilmesi yasaklandı.
2006’da da MGK’da ulusal güvenlik gerekçesiyle yasaklandı.”
Yazar İpek
Çalışlar da, “Ev zaten Kasapyan bağ evi olarak anılıyordu. Yıllar geçince bu
gerçek unutuldu. Çankaya köşkünün Bulgurluzade Rıfat Efendi tarafından satın
alındığı yazıldı çizildi. 2007 yılında Kasapyan ailesinin torunu Edward Çuhacı
‘Çankaya köşkünü Kasapyan ailesi hiç kimseye satmamıştır’ dedi. Ağustos 1915
yılında tüm aileyi sürgüne sevk etmişler, aile Ankara’dan İstanbul’a kaçmıştır.”[8]
Sadece bu kadar mı? Elbet değil!
Prof. Dr.
Şevket Pamuk’un, “Yolsuzluk düzenin kendisi oldu,” saptamasının altını çizip,
hızla birkaçını daha sıralayalım:
i) Atatürk
Orman Çiftliği’ne (AOÇ) yapılan ve “Aksaray” olarak adlandırılan yeni
Başbakanlık Binası’nın inşaatı durduruldu. Bölgeye inşaat yapılmasının yolunu
açan Tabiat Varlıkları Bölge Komisyonu’nun 2 Şubat 2012’de verdiği karar iptal
edildi. Kararın ardından inşaatın durdurulması ve mevcut yapının yıkılması
gerekiyor. Başbakanlık Konutu kaçak yapıya dönüştü.[9]
ii)
Yapılaşmanın tamamen yasak olduğu 1. derece sit alanına yapılan, Başbakan
Erdoğan ve ailesinin adıyla anılan İzmir’in Urla ilçesi Zeytineli köyündeki
villalardan bazılarının 35 yıl önce değil, son bir iki yıl içerisinde yapıldığı
ortaya çıktı.[10]
iii)
İstanbul’da Hitit izlerinin bulunduğu Bathonea Antik Kenti’ni bakanlık ören
yerine dönüştürmeyi hedeflerken TOKİ konut yapmak için başvurdu. TOKİ, 1.
derece SİT olan bölgeyi de istiyor.[11]
Küçükçekmece Göl Havzası içinde devam eden ve İstanbul tarihi için büyük şans
olarak nitelendirilen Bathonea antik kentine TOKİ tarafından konut yapılmak
istenmesine tepkiler çığ gibi büyüyor.[12]
iv) Bursa’daki
Myrelia antik kenti, üstünde yapımına izin verilen süpermarketin bodrumuna
hapsoldu. Antik kentte 5 katlı yapılaşmaya da izin çıktı. Mudanya ilçesindeki
Myrelia antik kentinde bina kat yüksekliğini arttıran ve kentin bir kısmını
imara açan yeni imar planı Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandı.
Antik kent üstüne yapılan süpermarketin inşaatı da tamamlandı.[13]
v) Yukarı
Ağaçlı köylüleri, 3. havaalanı için alınan acele kamulaştırma kararına karşı
iki ayrı dava açtı. İstanbul Barosu dava dilekçesinde “Acele kamulaştırma savaş
gibi olağanüstü durumlarda kullanılır,” dedi.[14]
“SİT”
Mİ DEDİNİZ!
Bitmedi, devam
ediyorum:
Başbakan
Erdoğan’ın yılda 3-5 kez gittiğini belirttiği Urla’daki sit arazisine inşa
edilen evlerle ilgili tartışma sürerken dikkat çeken bir gelişme yaşandı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1996 tarihli “Tarihi Sitler, Koruma ve Kullanma
Koşulları” ilke kararını değiştirdi. Sit alanlarında, koruma amaçlı imar
planları, koruma bölge kurulunca uygun görülünceye kadar yapılabilecekler
arasına “zorunlu altyapı uygulamalarının” yanı sıra “kamu hizmet yapıları” da
eklendi. Bu alanlarda önceden süregelen tarımsal faaliyet ile bağ ve
bahçeciliğin yapılabileceği ancak bu amaç dışında kesinlikle kullanılamayacağı
hükmü de değiştirildi. Koruma amaçlı imar planları onaylandıktan sonra bu
alanların bu amaç dışında kullanılmasına kapı aralandı.[15]
Bir şey daha:
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Türkiye genelinde petrol, doğalgaz, kayagazı
veya jeotermal arama projelerine ilişkin, “ÇED gereklidir ya da ÇED gerekli
değildir” kararı verme yetkisini valiliklere devretti![16]
Bu çerçevede
hatırlatmadan geçmeyelim:
i) Başbakan
Erdoğan 2 milyar 800 milyon ağaç diktik demesine rağmen Küresel Orman Takip ve
Uyarı Sistemi verilerine göre Türkiye, 12 yılda 164 bin 222 dekar ormanını
kaybetti. Bu alan Kayseri büyüklüğünde! En çok orman kaybının olduğu iller
Antalya ve İstanbul oldu.[17]
ii) Türkiye’de
sulak alanların yarısı 50 yılda kayboldu... Karadeniz’de 55 yılda 26 balık türü
tükendi... 60 yıl önce Türkiye’de sadece yerli buğday tohumu ekiliyordu. Şimdi
ise bu oran yalnız yüzde 5... Tarım topraklarında üretilen gıdanın yüzde 28’i
israf ediliyor.[18]
iii) Nihayet
Türkiye AKP iktidarı döneminde doğa koruma alanında da dünyadaki gelişimin tam
tersi bir politika izliyor. Ülkemizde doğa koruma politikaları ile ilgili
yapılan bir araştırma kamu yararı ve insan yaşamı açısından korunması gereken
alanların büyük bir hızla yapılaşmaya açıldığı gerçeğini gözler önüne serdi.[19]
“HUKUK(SUZLUK)” PARANTEZİ
Sevan’ın “suçlandığı”
egemen tablo, Honoré de Balzac’ın, “Kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği,
küçüklerin ise takılıp kaldığı örümcek ağıdır,” saptamasıyla betimlenebilir
tamı tamına…
Onlar, yani
egemenler baştan ayağa suçun kaynağı ve suçlu olacaklar, kendi koydukları
yasaları keyiflerince delik deşik edecekler, mazlumlardan da “yasaları”na biat
etmelerini isteyecekler!
Yok, böyle bir
şey!
İnsanın adil
yasalara itaat etme gibi bir yasal sorumluluğunun ötesinde ahlâki sorumluluğu
bulunmaktadır. Aynı şekilde, insanın adil olmayan yasalara da karşı gelme ve
itaat etmeme gibi bir sorumluluğu da olmalıdır.
Özellikle Ertuğrul Özkök’ün, “Artık bu rejimin adını
koyalım. Türkiye… fiilen bir hukuk devleti olmaktan çıkmıştır. Anayasa’nın
‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi fiilen askıya alınmıştır”; Levent Köker’in,
“Peşinen belirteyim: ‘Hukukun üstünlüğü’ yoksa demokratik siyâset de yoktur”;
Emre Kongar’ın, “Adaletin olmadığı yerde demokrasi hiç yürümez… Adaletin
olmadığı yerdeki yaşam, bir cehennem azabına dönüşür,” diye haykırdıkları günümüzde
“Adalet hiç olmadığı için yaratılması gereken şeylerden biridir,” Bülent Şık’ın
ifade ettiği gibi…
Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), 2013 yılında 118 karar üzerinden toplam 182 ihlâle
hükmettiği; AİHM’nin iş yükünün çoğunu oluşturun Türkiye’den, yani AİHM’in 54
yılda ifade özgürlüğüne ilişkin verdiği 544 mahkûmiyetin 244’ünün coğrafyamızla
ilgili olduğu bir hâlden söz ediyoruz…
Şimdi burada durup soralım: “Gerçekten nedir bu
adalet? Hukuk önünde herkes eşit mi, yoksa bazıları daha mı eşit!
Aslında
burjuva düzende ‘hukukun önünde eşitlik’ söylemi, toplumsal eşitsizliğin üstünü
örterek görünmez hâle getiren bir araçtan başka bir şey değildir.
Söylediklerimizi
abartılı bulanlar varsa, mahkeme salonlarına baksınlar.”[20]
Yeter de artar bile…
Aslı sorulursa
hemen her şey, ‘Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi’[21] başlıklı yapıtında, hukukun maddi
içeriğinin, onu üretenlerden ve uygulayanlardan bağımsız olarak
düşünülemeyeceğini gözler önüne bir kere daha seren Berke Özenç’in dediği gibi:
“Devlet
dediğimiz şey hep şiddetini kullanıyordu ama o şiddeti hukuk kılıfıyla sarıp
yumuşatıyordu. Bu hukuk kılıfını çektiğiniz anda, ki şu anda çekiliyor, geriye
kaba ve çıplak şiddet kalıyor! İnsanların bu çıplak şiddete rıza göstermesi çok
zor! Şu anda bunu yaşıyoruz. Olağanüstü hâl bu ülkede 90’larda kaldı sanıyorduk
ama şimdi…”
Olağanüstünü
olağanlaştıran zorbalık yani “Onlar’ın hukuku, asla adalet olmuyor.”[22]
Çünkü
‘Demokrat Yargı’dan Muzaffer Şakar ile Kemal Şahin’in işaret ettikleri üzere,
“Egemen karar verendir… Alman siyaset bilimcisi Carl Schmitt ‘Egemen, istisna
hâline karar verendir’ der. Bu sözü, ‘Egemen, kimin terörist olduğuna karar
verendir’ şeklinde günümüze uyarlayabiliriz. Çünkü, istisna hâli birisine
terörist denmesiyle başlıyor ve kimin terörist olduğuna karar vermenin en
kestirme yolu da yargıdan geçiyor.
‘İktidarın
ihtiyaç duyduğu hakikâtin en verimli kaynaklarından biri entelektüeller ise
diğeri de yargıdır.’ İşte bu yüzden, yargı, siyasal alanın en önemli aktörü
hâline geldi. Ne var ki, kendi özerk ve özgün şeklini bir türlü elde edemeyen
Türkiye yargısı, değişen yargı iktidarına göre operasyonel bir araç olarak
varlığını sürdürüyor.”
“Hukukun
üstünlüğü”nden söz eden egemenlerin çifte standartlılığına örnek mi?
Mesela…
“Kamuoyunda ‘7 Şubat Krizi’ olarak bilinen ve 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan
ile 4 MİT mensubunun KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırıldığında
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘İfade vermeye kesinlikle gitme’ dedi”![23]
“Yargı,
devletten ve ona egemen olan siyasetten soyutlanamayacak bir organ”ken;[24] kim ne derse desin: “T.C hukuk
devleti değil, kanun devletidir. Kanun devleti, yöneticilerin toplum üzerindeki
keyfi yönetimine dayanan bir modeldir. Kanun devleti duruma göre değiştirilen
yasalara dayalı, bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, bireyin
çıkarlarını değil, devletin bekasını ön planda tutmaktadır.”[25]
O hâlde asla
unutmayalım: Adalet dağıtmakla görevli olanların bile “önce adalet” diyemediği,
“önce devlet” dediği bir “garip” hukuk içindeyiz. Büyük Soygun’u gizlemek için
kurgulanmış bir garabettir bugün “adalet” dediğimiz yapı
İttihatçı
suçlarının hesabı yüz yıldır sorulmadı. Bu suçları işleyenler hep kuyruklarını
“dik” hem de iktidarı ellerinde tuttular, eğilmediler.
Doksan yıllık
İttihatçı Cumhuriyet saltanatında, “önce adalet” diyen seçilmiş ya da “atanmış”
pek görülmedi. Kanunu mıncıklamak adalet arayışı gibi yutturuldu. Dünyevi ya da
ilâhi adalet arayıcısı mağdur, iktidar koltuğuyla beraber İttihatçı çizgiye
oturdu.
Sevan’ı, “yargıladığını zanneden” tam da
böylesi bir yanlışlar manzumesidir…
İşte buna
ilişkin birkaç somut veri:
i) 70.000
nüfuslu Kırklareli’de yaşayan her 54 kişiden 1’ine sadece “Yürüdü” diye dava
açıldı.[26]
ii) Başbakan
Erdoğan’ın 28 Aralık 2013 tarihindeki Manisa mitingi öncesi gözaltına alınan
üniversite öğrencisi Hüseyin Tavas, çantasında bulunan “Dikkat Manisa’da hırsız
var” yazılı afişin “Başbakan’ı hedef aldığı” savıyla hâkim karşısına çıkarıldı.[27]
iii) Evinde
ayakkabı kutuları içinde 4.5 milyon avro bulunan eski Halkbank Genel Müdürü
Süleyman Aslan’ı tahliye eden hâkim Hulusi Pur, Fazıl Say’a da “halkın bir
kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla 10 ay hapis
cezası vermişti.[28]
iv) Adana
Valisi Hüseyin Avni Coş’un “gavat” diyerek tepki gösterdiği vatandaşlar
arasında bulunan bir kişiye “hakaret suçu”ndan 2 yıl, bir kişiye hem “hakaret”
ve hem “tehdit suçu”ndan 4 yıl hapis istemiyle dava açıldı.[29]
v) AİHM,
Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 2004 yılında babası Ahmet Kaymaz’la birlikte
öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz davasında Türkiye’yi, “yaşam hakkını ihlâl
etmesi” nedeniyle yaklaşık 140 bin euro maddi tazminata mahkûm etti.[30]
vi) Ankara
Başsavcılığı, 21 Ekim 2013’te ODTÜ’deki ağaçların sökülerek, içinden yol geçirilmesini
protesto eden göstericilere dava açtı. Şüpheliler “belediyenin açtığı yola
yeniden ağaç dikmek için zincir oluşturmak ve fidanları elden ele vererek
kamyonların geçişini engellemekle” suçlandığı iddianamede 3 şüpheli için ayrı
ayrı olarak, 2 yıl 6 aydan 14 yıl 6 aya kadar hapis cezası talep edildi.[31]
vii) Savcı,
Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’u PKK üyesi yaptı! Diyarbakır’da 2013 yılında
kutlanan 8 Mart etkinlikleri için billboardlara asılan ve sonra mahkeme kararı
ile toplatılan afişe ilişkin yürütülen soruşturmada verilen takipsizlik
kararında, Alman komünist kadınlar Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin için “PKK
terör örgütü üyeleri” yazıldı.[32]
Alın size “Ben Ermeni’yim. İyi bir
Ermeni’yimdir. İyi de Solcu’yumdur. İkisi bir arada olunca belasındır sen bu
ülkede,” diyen Hrant(’lar)’ı,
Sevan(’lar)’ı, ve nihayet biz(’ler)’i “yargılayan hukuk(suzluk)”!
YA ZİNDAN MI?
Söz konusu hukuk(suzluk)un zindanı da,
marifetlerinden muaf olabilir mi?
Hayır “yatak yok” gerekçesiyle Sevan’ın günlerce
beton zeminde yatırılması tesadüf değil; ceza içinde cezadır!
Cezaevlerinde
yatan mahkûm sayısının 150 bine dayandığı; bu sayının Gümüşhane, Bayburt,
Kilis, Ardahan ve Dersim’in nüfusunu geçtiği; içeride yatanların yüzde 5’inin
siyasi tutuklu olduğu coğrafyamızda Adalet Bakanlığı’na göre, 2017 yılının
sonuna kadar inşaatı tamamlanacak 64 yeni cezaevi kampüsüyle cezaevi kapasitesi
3 yıl içinde neredeyse 2 kat artacak. Yapılacak yeni kampüslerle 148 bin 200
kişi olan kapasite 255 bine ulaşacak!
Enver
Sezgin’in, “Türkiye’nin değişik cezaevlerinde kalan çocuk mahpuslara yönelik
insanlık dışı davranış haberlerini gazetelerden sıkça okuyoruz. Pozantı,
Sincan, Maltepe ve diğer hapishanelerdeki çocuklara sistematik ve ağır
işkenceler yapıldığı gerçeği uluslararası kuruluşların raporlarında da yer
almaya başladı. Devletin koruması altında olması gereken çocuk mahkûmlar, ne
yazık ki cezaevi yöneticilerinin ve gardiyanların insafına terkedilmiş
durumdadır,” diye betimlediği “zindan gerçeği” konusunda İHD İstanbul Şubesi
Başkanı Ümit Efe, ağır hasta tutsakların sayısının 162 iken şimdi 200’ü
aştığına dikkat çekiyor.
Ayrıca İHD de,
cezaevlerinde insanlık dışı uygulamaların sürdüğünü, 412 hasta tutuklu ve
hükümlünün yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide bulunduğunu belirtirken; 2012
yılına ilişkin insan hakları ihlâlleri raporuna göre, cezaevlerinde bulunan 411
hasta mahpustan 124’ü derhâl tahliye edilmesi gereken ölümcül hastalıkları olan
mahpuslar olup, bunların dışında 121’i çok ciddi tedavi görmeleri gereken ağır
hasta mahpuslardır. 245 mahpus ağır hastalıkları nedeniyle tahliye edilmeyi
beklemekte, ancak tahliye edilmemektedir.
BDP Genel
Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş’ın, cezaevlerinin birer tabutluğa
dönüştüğü vurgusuyla, “Hasta tutuklular ölüme terk edilmiş durumda” diye tarif ettiği
hâl giderek ağırlaşan bir trajedi özelliği kazanırken; karşımıza şöyle bir
somut görüngüler dikiliyor:
i) Bolu F
Tipi’nde kalan hükümlülerin ‘Radikal’ yazarlarına yazdıkları mektuplar “sakıncalı”
bulundu. Cezaevi yönetimi mektuplara el koydu. Cüneyt Özdemir ve Oral Çalışlar
suç örgütü üyesi sayıldı.[33]
ii) Bakırköy
Kadın Cezaevi’nde tutuklu bulunan Sultan Işıklı’ya, arkadaşları tarafından
gönderilen bir kâğıt maske, Che Guevara afişi, Yılmaz Güney ve şair Hasan
Hüseyin Korkmazgil’in fotoğraflarının bulunduğu kartpostallar sakıncalı
bulundu. Cezaevi idaresi, ipçikle kulağa geçirilen kağıt maskeyi “Hükümlü
kimliğini gizlemek için ya da değişik kimliğe bürünmek için kullanılabilir”
diye yasaklarken, Che’nin afişine ve bir konser fotoğrafına ise “Ancak aile
fertlerine ait olanlar içeri sokulabilir” diye el koydu.[34]
iii) 18 yıldır
cezaevinde olan Siirt E Tipi Cezaevi’ndeki Salih Tuğrul geçirdiği
rahatsızlıklar nedeniyle felç geçirdi, konuşma ve yürüme yeteneğini kaybetti.
Adli Tıp’ın “cezaevinde kalamaz” raporuna karşın, mahkeme Emniyet’in görüşünü
esas alarak Tuğrul’un toplum için tehlikeli olacağına hükmetti ve tahliye
talebini geri çevirdi.[35]
iv) Kocaeli 2
No’lu F Tipi Cezaevi’nde bulunan 46 yaşındaki hasta hükümlü Abdullah Kalay’ın
sağlık gerekçesiyle tahliye talebinde iki kamu kurumu çelişti. Üniversite
hastanesi kalbi yüzde 30 oranında çalışan Kalay için “Cezaevinde kalamaz”
raporu verirken, İstanbul Adli Tıp Kurumu (ATK) ise “tedavisi cezaevinde
sürebilir” dedi. Kalay, ATK’nın raporu üzerine tahliye edilmedi. Öte yandan
Kalay’ı muayene eden heyette kardiyolog bulunmaması dikkat çekti.[36]
v) Sincan
Cezaevinde sayım yapılacağı sırada çıkan olaylarda gardiyanlar tarafından
dövüldükleri ve işkence gördüklerini iddia eden 11 çocuk hakkında soruşturma açıldı.
11 çocuk 40 gardiyanı dövmüş.[37]
Elbette iş
bunlarla sınırlı değil; bir de madalyonun öteki yüzü var!
Mesela… TMK
10. Madde’yle Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, rüşvet karşılığında tutukluların
dışarıya çıkmalarını sağlayan, Kartal, Silivri ve Metris cezaevlerinde görevli
altı müdür ve müdür yardımcısı ile dokuz infaz koruma memuru hakkında
hazırladığı iddianamede, Ahmet Düzyer adlı mahkûmun, rüşvet karşılığı
cezaevinden rahatlıkla giriş çıkış yapabildiği, geceleri kumar oynamaya ve
gazinoya eğlenmeye gittiği tespitine yer verildi![38]
Mesela…
Tutukluların emanet para faiz gelirlerinin nereye harcandığı sorusuna Adalet
Bakanlığı, “Para miktarları kayıt altına alınmıyor” yanıtını verirken; ‘Ceza
İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’ (CİSST) Koordinatörü Mustafa Eren, “Her
veri kayıt altına alınıyor. Devlet, parayı işletip faiz geliri elde ediyor,”
notunu düşüyor![39]
Mesela… 17
Aralık soruşturmasında tutuklanan Reza Zarrab’ı eşi şarkıcı Ebru Gündeş’in
görüş günleri dışında sık sık ziyaret etmesi ve her gün 45 dakika görüşme izni
aldığı yönündeki iddialar, tutuklu ve hükümlü yakınlarının tepkisini çekip,
isyan ettirirken; Ece Saygun, “Hasta babamı göremedim”; Doğan Yurdakul, “Eşime
veda bile edemedim,” diyor![40]
Mesela… Eski
İçişleri Bakanı Muammer Güler’in, 17 Aralık Operasyonu’nda tutuklanan oğlu
Barış Güler’i Metris Cezaevi’nde ziyaretinde ilk olarak 12.00 sıralarında, lüks
bir otomobil ve minibüsle, kadın ve erkeklerden oluşan kalabalık ziyaretçi
grubu cezaevine girip, yaklaşık 2 saat içeride kaldıktan sonra, yine
lojmanların bulunduğu taraftan dışarı çıkması gibi![41]
Sevan’ı beton zemine yatıranların
marifetlerinin sadece bir kısmıdır bunlar!
İNSAN (VE AYDIN) OLMAK
Şimdi Hrant’ı
katledip, Sevan’ı hapsederek Ermeni Soykırımı konusunda hepimize gözdağı
verdiğini sanan bu kokuşmuşluğa karşı “Hayır” deme zamanıdır!
Alnımıza
sürülen soykırım lekesinden, içine düşürüldüğümüz durumdan utanmalıyız!
Utanma duygusu
yararlıdır.
Unutmayın, bir
Latin sözü, “Utanmasını bilmemek, utanç verici bir şeydir,” der!
Sürdürülemez
kapitalist vahşetin biçimlendirdiği yaşa(tıl)dığımız zaman, üzerimize çıkışı
olmayan bir karabasan gibi çökerken; çığlıklarımız daha gür çıkmalıdır!
Karabasan,
aynı zamanda umudun yaratıldığı zemindir. Geçmiş deneyimler hep bunu
kanıtlıyor.
Alphonso
Lingis, umudun beklentinin kırılmasıyla ortaya çıktığını, umudun kanıta rağmen
var olabildiğini söylüyor hepimize: “Umut hakkında düşündüğüm ilk şey, umudun
kanıta karşı umut olduğudur. Umut, geçmişten kopuşla ortaya çıkar. Bir tür
kırılma olur ve geçmiş bizden uzaklaşır gider. Basit beklenti ile umut arasında
fark vardır. Mesela, ‘olayların şöyle geliştiğini ve bu yönde ilerleyeceğini
düşündüğüm içindir ki, şunun olmasını bekliyorum’ denir; yani beklenti,
geçmişte gördüğümüz belirli şablonlara dayanır. Fakat bence umut, her zaman
kanıta karşı umuttur… Zamanda bir tür devamsızlık söz konusudur; bir kırılma
gerçekleşir ve hiç yoktan bir şeyler başlar.”[42]
Karabasanın en
kara olduğu bir anda bir kırılma olacağı ve hiç yoktan bir şeylerin başlayacağı
ümididir. Bu noktada Robert Bresson’un sinemacılara önerisi hatırlayalım:
“Beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın”![43]
Karabasanın en
karanlık anında umudun yeşereceği yerde dururuz hep…
“Harlot”[44] özellikler taşımayan entelektüelin
görevi de, tamı tamına bu değil midir?
Entelektüel,
din, dil, ırk, cinsiyet, devlet farkı gözetmeksizin haklının sesi olup kopuş
felsefesini hayata geçiren ve iktidarın zorbalığına karşı mücadele eden
kişidir. Entelektüelin ödün vermeden savunduğu temel fikir, düşünce özgürlüğü
için verilen mücadele geleneğinde yatmaktadır. Çünkü entelektüelin düşünce
özgürlüğü konusunda en ufak şüphesi, evrensel kimliğini bertaraf etmekle
eşdeğer nitelikte olacaktır. Entelektüel, hak, hukuk ve özgürlük için mücadele
ederken, devletin veya herhangi özel bir çıkar grubunun güdümlü sözcüsü veya
kölesi olarak hareket etmez. Evrenin nadide seslerinden olan zamanın gerçek
aydınları, iktidara karşı ezilenin, horlananın, yok sayılanın, kısacası sessiz
yığınların sesi olan öteki zencilerdir.
Entelektüelin
güçlü sesi, ahlâk cehenneminde yaşayan iktidara karşı bir tehdit unsuru olarak
gözükmüştür. Bu durumdan rahatsızlık duyan iktidar aygıtı da, entelektüeli
cebir ve şiddet yoluyla korkutmak için “tımarhane” ve “hapishaneyi” koz olarak
kullanmıştır. Hâliyle düşünüp sorgulayan, düşündüğünü pratiğe aktaran
entelektüelin felsefesi karşısında, şiddet içerikli iktidar sopası tarih
boyunca sallanıp durmuştur.
Bununla
yetinmeyen iktidar, entelektüelin muhalif sesini tehdit unsuru olarak görmekle
kalmamış, radyoaktif serpinti gibi yayılan muhalif sesi ortadan kaldırmak için
Lady Macbeth gibi elini kana da bulaştırmıştır. Fakat tüm olumsuzluklara rağmen
entelektüel, iktidarın tehdit ve şantajlarına karşı dik durmasını da bilmiştir.
Tarihte bunun örnekleri de mevcuttur.
Julian
Benda’nın, “Kazığa bağlanıp yakılma, sürgün edilme, hapse atılma, hatta çarmıha
gerilme riskini bile göze almak” mücadeleci retoriğiyle iktidarın yüzüne
doğruları söyleyen biri; hiçbir dünyevî gücü eleştirilemeyecek ve sorgusuz
sualsiz itaat edilecek denli büyük ve nüfuzlu görmeyen haşin, uzdilli,
olağanüstü cesur, öfkeli entelektüel figürüne şimdi her zamankinden daha çok
muhtacız.
Hem de, Semih
Gümüş’ün bile, “Entelektüellerin 90’lardan sonra çekildikleri evlerinden, üniversitelerinden
dışarı çıkmaları gerekiyor. Yoksa onları yanlarına çağıran yeni kuşakların yeni
beklentileriyle kesişen dünyaları olmayacak,” notunu düşmek zorunda olduğu
kesitte Ermeni Soykırımı’nın da, Sevan’ın da ihtiyacı olan Benda’nın tarif
ettiği, Nâzım Hikmet’in, “Yürümek iyiye, haklıya, doğruya/ Dövüşmek yolunda
iyinin, haklının, doğrunun/ Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu,” dizelerindeki
entelektüel cüretin praksisidir…
17 Mart 2014
16:49:39, Ankara.
N O T L A R
[1] 18
Mart 2014 tarihinde ‘Sevan Nişanyan’a Özgürlük ve Adalet Komitesi’ tarafından
İstanbul’da düzenlenen ‘Sevan Buluşması’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:154, Nisan 2014…
[2]
Montesquieu
[3]
Kanımca iki şeyi bir biriyle karıştırmamak gerek: Eleştiri ile zorunlu
dayanışmanın karşı karşıya konulup, “ya o ya bu” ikilemine mahkûm edilmemesi
gibi... Egemen baskıya karşı birisi ile dayanışma, ona yönelik eleştirilerden
muaf değildir elbet.
[4] Bkz:
Sarkis Hatspanian, “2015’e 1 Yıl Kala, Yalana Karşı Mücadele Bir İnsanlık
Görevidir!”, http://yalansz.wordpress.com/2014/01/27/2015e-1-yil-kala-yalana-karsi-mucadele-bir-insanlik-gorevidir/#more-1402
[5]
Kamil Arlı, “Ermeni Diasporasına Karşı İşbirliği Yapalım”, Zaman, 6 Şubat 2014,
s.17.
[6]
Yalçın Yusufoğlu, “Soykırım Yapmadık Sendromu”, baris_icin_vicdani_red, 10
Şubat 2014.
[7]
Nesim Ovadya İzrail, 24 Nisan 1915: İstanbul, Çankırı, Ayaş, Ankara, İletişim
Yay., 2013.
[8]
Belma Akçura, “Müze Köşk’ün Tarihiyle Yüzleşmek”, Milliyet, 26 Kasım 2012…
http://www.milliyet.com.tr/muze-kosk-un-tarihiyle-yuzlesmek/ombudsman/haberdetay/26.11.2012/1632896/default.htm
[9]
“Aksaray’a İptal Var”, Cumhuriyet, 5 Mart 2014, s.3.
[10]
Özdemir Özkan-Hasan Çilingir, “Urla’daki Bazı Villalar 35 Yıl Önce Değil, İki
Yıl İçinde İnşa Edilmiş”, Zaman, 23 Şubat 2014, s.3.
[11]
Ömer Erbil, “Bathonea Antik Kenti’ne TOKİ Evleri!”, Radikal, 7 Mart 2014, s.10.
[12]
Ömer Erbil, “Bathonea Değil Antik Köy!”, Radikal, 9 Mart 2014, s.28.
[13]
İdris Emen, “Süpermarket Bodrumunda Antik Kent”, Radikal, 15 Mart 2014, s.3.
[14]
Elif İnce, “3. Havalimanı İçin ‘Savaş Hâli’ Kamulaştırmasına Çifte Dava”,
Radikal, 23 Şubat 2014, s.4.
[15]
Mustafa Çakır, “Yeni İlke Koruma Kullan”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2014, s.3.
[16]
Erdinç Çelikkan, “Maden ve Petrol Aramada ÇED Kararını Vali Verecek”, Radikal,
7 Mart 2014, s.5.
[17]
“Kayseri Büyüklüğünde Ormanı 12 Yılda Kaybettik”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2014,
s.20.
[18]
Serkan Ocak, “İnsanların Doğaya Karşı İşlediği Yedi Günah”, Radikal, 1 Mart
2014, s.4-5.
[19]
Özer Akdemir, “İşte AKP’nin Doğası!”, Evrensel, 11 Şubat 2014, s.2.
[20]
Yusuf Karataş, “Yaşasın Adalet!”, Evrensel, 3 Mart 2014, s.8.
[21]
Berke Özenç, Hukuk Devleti, İletişim Yay., 2014.
[22]
Nazan Özcan, “Beyefendinin Hukuk Devletine Doğru”, Radikal Kitap, Yıl:13,
No:678, 14 Mart 2014, s.20-21.
[23]
“Çankaya’ya ‘Gitme’ Dedi”, Yeni Şafak, 22 Şubat 2014, s.12.
[24] Ali
Rıza Aydın, “Yargıya Kuşbakışı”, Sol, 9 Ocak 2014, s.6.
[25]
“Keser Döner Sap Döner, Gün Gelir Hesap Döner”, Çağrı Dergisi, No:167, Ocak/
Şubat 2014, s.20.
[26]
Yalçın Bayer, “Türkiye’nin En Büyük Gezi Davası Başlıyor”, Hürriyet, 21 Şubat
2014, s.20.
[27]
“Savcı, Erdoğan’ı Hırsız İlan Etti”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2014, s.9.
[28]
“Fazıl Say’a 10 Ay Hapis, Halkbank Müdürüne Tahliye”, Cumhuriyet, 17 Şubat
2014, s.8.
[29]
“Vali’nin ‘Gavat’ Dediği Vatandaşın Başı Dertten Kurtulmuyor!”, Radikal, 11
Şubat 2014, s.7.
[30]
“AİHM Kaymaz’da Türkiye’yi Haksız Buldu”, Milliyet, 26 Şubat 2014, s.26.
[31]
Mesut Hasan Benli, “ODTÜ’de Fidanlar Kamyonu Engellemiş”, Radikal, 11 Şubat
2014, s.10-11.
[32]
“Savcı, Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’u PKK Üyesi Yaptı!”, Evrensel, 1 Şubat
2014, s.8.
[33]
Mesut Hasan Benli, “Cüneyt Özdemir ve Oral Çalışlar Suç Örgütü Üyesi Sayıldı”,
Radikal, 10 Mart 2014, s.7.
[34]
İsmail Saymaz, “Che Guevara Neyiniz Olur ki?”, Radikal, 5 Mart 2014, s.6-7.
[35]
Murat İnceoğlu, “Toplum İçin Tehlike Olabilir”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2014, s.9.
[36]
Burcu Ünal, “Hasta Hükümlüye Adli Tıp Engeli”, Milliyet, 26 Şubat 2014, s.26.
[37]
Alican Uludağ, “Önce Dayak Sonra Soruşturma!”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2014, s.9.
[38]
Aysun Yazıcı, “Her Gece Âlemlere Aktı Haberi”, Taraf, 21 Şubat 2014, s.4.
[39]
Çağla Ağırgöl, “Cezaevindeki Emanet Paraları İşletip Faiz Geliri Elde
Ediyorlar”, Birgün, 27 Şubat 2014, s.6.
[40]
Esra Alus, “Biz Babamızı Neden Göremedik?”, Milliyet, 1 Ocak 2014, s.18.
[41]
Mehmet Aktaran-Uğur Can, “Oğula 1 Saat Ziyaret”, Hürriyet, 2 Ocak 2014, s.11.
[42] Mary
Zournazi, Umut, Değişim için Yeni Felsefeler, çev: Uygar Abacı, Literatür
Yay., 2004.
[43]
Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar, Çev: Nilüfer
Güngörmüş, Küre Yay., 2012.
[44]
“Harlot” sözcüğünün İngilizce’de karşılığı; tercihlerinde ilkesiz, hiçbir
ahlâki ilkesi olmayan, aldatan, dönek, namussuz, dürüst olmayan, aklına estiği
gibi başıboş gezip dolaşan, haz, çıkar ve yarar peşinde koşan ve bunun için de
kendini satan kadın ve erkek anlamlarına gelir. Eski Fransızca’da daha çok
erkek için kullanılır (harlot, herlot).
Yorumlar