“İnsan, uğrunda ölümü göze alabileceği bir şey bulmadığı müddetçe insan değildir.” [2] Yaşamı, tüm renkleriyle, hep beraber, “...
“İnsan, uğrunda ölümü göze
alabileceği bir şey bulmadığı
müddetçe insan değildir.”[2]
Yaşamı, tüm
renkleriyle, hep beraber, “11 Tez”in ısrarlı yaratıcı/ yıkıcılığıyla birlikte,
el ele, omuz omuza örgütlemek insan olmanın ve kalmanın “olmazsa olmazı” olsa
da, sürdürülemez kapitalizmin yıkım ve yoksulluk dünyasında hiç de kolay
değildir…
KAPİTALİST VAHŞET
Erkin
Başer’in, “Bitmeyen kriz hâli”[3]
olarak betimlediği sürdürülemez kapitalist yıkım ve yoksulluk müthiş bir vahşet
dünyasıdır; tıpkı Jale Özgentürk’ün, “Kriz kapitalizmin ‘sosyalleşmeye’
başladığı tartışmasını açmıştı, durum ‘vahşilik’ günlerinin döndüğünü
gösteriyor,” saptamasındaki üzere!
‘Dünya
Ekonomik Forumu’nun (WEF) ‘Küresel Riskler 2014’ raporuna göre,
yerkürede endişe büyüyor.
WEF’in
yöneticisi Martina Gmur, “2014 yılı kesinlikle rahat geçecek bir yıl değildir,”
derken; sosyal tansiyonun yükselebileceğini, Arap Baharı sonrası Kuzey Afrika
bölgesindeki siyasi istikrarsızlığın artacağını, 2011 Mart ayında Suriye’de
başlayan tüm bölgede etkisini gösteren iç savaşın ve işsizliğin endişe verici
boyutlara taşınacağını, sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika değil, Avrupa, Kuzey
Amerika bölgelerinde de bu konuların 2014’ün en önemli başlığı olacağını ifade
ediyordu.
Rapor, 2014
yılı için en çok kaygı yaratan 10 riski önem sırasına göre şöyle sıralıyor: 1)
Önemli ekonomilerde kamu maliyesi krizi. 2) Yapısal yüksek işsizlik. 3) Su
krizi. 4) Ağırlaşan gelir eşitsizliği. 5) İklim değişikliğine karşı önlem
almakta ve uyum sağlamakta başarısızlık. 6) Daha sık aşırı hava durumu olayı
(su baskını, kasırga, yangın). 7) Küresel yönetişim başarısızlıkları. 8) Gıda
krizi. 9) Önemli bir mali kurumun ya da mekanizmanın çökmesi. 10) Derin siyasi,
toplumsal istikrarsızlık.
Sürdürülemez
kapitalist istikrarsızlığın talanı ve yıkım nedeniyle dünyada her 8 kişiden
biri aç…
“ABD’de gelir
uçurumu büyüyor”ken;[4] hükümet kayıtları ve
akademik çalışmalar ülkede gelir dağılımının 20 yılda giderek kötüleştiğini
ortaya koyuyor. Söz konusu kesitte Amerika’nın en zengin yüzde 5’lik diliminin
gelirleri yüzde 17 arttı... Çok kazananla az kazanan arasındaki gelir eşitsizliğinde
fark yüzde 273’e dayandı… ABD Başkanı Obama, ülkede kazanılan paranın yüzde
50’sinin nüfusun yüzde 10’unu oluşturan üst tabakaya gittiğini belirtti.
ABD’deki gelir
dağılımının 1970’lerin sonundan bu yana sürekli olarak bozulduğunu ifade eden
Obama, 1970’lerde en üst gelir diliminde yer alan kesimin toplam gelirin yüzde
30’unu alırken bugün bu oranın yüzde 50’ye çıktığını hatırlattı.
Obama, İkinci
Dünya Savaşı sonrası ekonominin büyüme yıllarında bir şirket genel müdürünün
ortalama bir işçiden 20-30 kat daha fazla kazandığını, ancak bugün bu oranın
273 kata kadar çıktığı ifade etti.
Bunların
yanında ‘Oxfam’ın ‘Çok Az Şey İçin Çalışmak’ başlıklı raporuna göre, dünyada
süper zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum gittikçe açılıyorken; mevcut
1.426 milyarder listesine 2013 yılında toplam 210 kişinin daha katıldığı ve
bunların servetinin de 5.4 trilyon olduğu kaydedildi.
Rapora göre
dünyanın en zengin 25 kişisinin serveti, 3.5 milyar yoksulun servetine eşit.
Uçurum kapanmayacak biçimde derinleşiyor Dünyada en zengin 25 kişinin, dünyanın
yarı nüfusu olan 3.5 milyar kişiden daha fazla parası olduğu ortaya çıktı. Çok
zengin insanların sayısının arttığını, özellikle Hindistan’da on yıl içinde
6’dan 61’e çıktığı belirtilen raporda, bu zenginlerin net varlığının ise 250
milyar dolara ulaştığını kaydedildi.
‘Oxfam’ Yönetim
Kurulu Başkanı Winnie Byanyima, “XXI. yüzyılda dünyanın nüfusunun yarısı, 3-3.5
milyar insan, sayıları bir otobüse sığabilecek elit insandan daha az servete
sahip,” dedi.
Tüm bunlarla
birlikte UNICEF tarafından 161 ülkeden istatistiklerin derlenmesiyle ortaya
çıkan raporda, dünya genelinde 2012 yılında doğan çocukların sadece yüzde
60’ının doğumdan hemen sonra kaydedildiği belirtildi.
Yoksulluğun
çocuk nüfusuna en büyük etkisi sağlık hizmetleri ve beslenme alanında. BM
verilerine göre yeterli sağlık hizmeti alamadıkları ve yetersiz beslendikleri
için 2012’de 6.6 milyon çocuk 5 yaşına ulaşamadan hayata gözlerini yumdu. Bu
ölümlerin yarısı Nijerya, Kongo, Hindistan, Pakistan ve Çin’de gerçekleşti.
Çocuk ölümlerinin ana nedeni ise hastalıklar.
Beş yaşına
ulaşmadan çocukların ölümüne neden olan hastalıkların başında sıtma, zatürree
ve ishal geliyor. Bu hastalıklar, günde yaklaşık 6 bin çocuğun ölümüne neden
oluyor. Beslenme yetersizliği de ölümlerin neredeyse yarısından sorumlu olan
bir diğer önemli etken. Küresel çocuk ölümlerinde başı, Afrika’nın büyük
nüfuslu ve yoksul ülkesi Nijerya çekiyor. Çocuk ölümlerinin yüzde 30’unun
yaşandığı ülkede, ölümlerin yüzde 20’si sıtma ve AIDS’e neden olan HIV
virüsüyle bağlantılı rahatsızlıklardan kaynaklanıyor.
BM verilerine,
ölen her 8 çocuktan 1’i, Nijeryalı. İstatistikler içler acısı bir durum
sergilerken gerçek tablonun daha da kötü olduğu tahmin ediliyor.
“Çocuklar”
dedim…
Dünyada her
yıl 2.5 milyon çocuğun kaçırılarak satıldığı ve bunun yarısından çoğunun kız
çocuğu olduğu tahmin ediliyor. 90 milyon çocuğun sokakta yaşadığı biliniyor.
Dünya üzerinde her yıl yaklaşık 1.2 milyon çocuk iş gücü ve cinsel sömürü
nedeniyle kaçırılıyor.
Dünya
genelinde milyonlarca çocuk zoraki olarak çalıştırılırken, birçoğu da yasadışı
alanlarda ve tehlikeli iş kollarında istihdam ediliyor.
Evet, dünyada
215 milyon çocuk işçi bulunduğu tahmin ediliyor. Bunların çoğu tam zamanlı
çalışıyor ve eğitim imkânından uzaklar. Tek işleri çalışmak... Çocuk işçilerden
41 milyon kız ve 74 milyon erkek ise çok tehlikeli koşullar altında çalışıyor.
Afrika’da 5
ila 17 yaş arasındaki her 4 çocuktan 1’i çocuk işçi durumunda. Dünyadaki çocuk
işçilerin yüzde 60’ı tarım sektöründe çalıştırılıyor.
Örneğin
Tanzanya’da altın madenlerinde çalışan binlerce çocuğun hastalık ve ölüm
riskiyle burun buruna olduğu ifade ediliyor. ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’
yerin metrelerce altındaki madenlerde 24 saate varan vardiyalarla çalıştırılan,
en küçükleri sekiz yaşındaki bu çocukların suiistimaliyle ilgili yeni kanıtlara
ulaştı.
“YA COĞRAFYAMIZ” MI?
“Ya coğrafyamız?” mı!
Orhan
Bursalı’ya göre, “Türkiye yoksullaşarak büyüme ligindeki ülkeler arasında!”
‘The
Economist’e göre, Türkiye 80 ülke arasında “dünyaya gelmek için en iyi 51.
ülke” oldu…
ING’nin
finansal eğilimlere ışık tutmak amacıyla aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 10
ülkede yaptığı araştırmaya göre, “Türkler anlık yaşıyor, yeterli geliri
olmadığından yakınıyor, sırtını aileye dayıyor”…
Türkiye
nüfusun yüzde 16.3’ü yoksulluk riski altında. Bu oran yüzde 13.8 iken, kırsal
yerlerde yüzde 16.3 oldu…
TÜİK’in 2011
yılı ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, Türkiye’de her 100 kişinin
16.1’i yoksul. Yani 11 milyon 670 bin yoksul var…
Türkiye’de
nüfusun en yoksul ve en zengin yüzde 10’luk kesimleri arasındaki gelir farkı
2010’da 11.8 kat iken 2011’de 11.9 kata çıktı…
AKP, iktidara
geldiği 2002’de dış borç 130 Milyar Dolar’dı. Temmuz 2013’de 337 Milyar
Dolar’dı; Kişi başına kamu borcu 2918 Dolar’dı Temmuz 2013’de 4500 dolar oldu…
Borç faizine
giden para 1923-2002 yılları arasında toplam 135 Milyar dolardı. AKP’nin sadece
9 yıllık iktidarı döneminde 408 Milyar dolar oldu. Yani AKP dönemindeki
borçlanmanın faizi, tüm ülke tarihini üçe katladı…
Yurttaşların
bankalara borcu 6.5 milyar dolardı. 2013’de 250 milyar dolara ulaşıp, tam 38
kat arttı…
Kredi ve kart
borcu batık kişi sayısı 5 yılda üç milyona yaklaştı. Asgari tutarı ödeyerek
yaşayan 10 milyon kişi var…
TÜİK’in Eylül
2012 verilerine göre, 44.7 milyon kişi borçla yaşıyorken; bunların 19 milyonu
borcunu ödeyemiyor. Nüfusun yüzde 16.1’i (11.6 milyon kişi) yoksulluk sınırının
altında, 18.5’i sürekli yoksulluk riski altında. 1000 kişiden 602’si temel
gıdalara erişemiyor ve ancak dirimsel varlığını sürdürebilecek besinlerle
yaşamını sürdürüyor…
Erdoğan’ın
başbakanlığı döneminde (2002 ile 2013 Mayıs arası dönem) kredi kartı sayısı
yüzde 363 artarak 15.5 milyondan 56.4 milyona çıkmıştır. 2008’de 185.5 milyar
TL olan kredi kartıyla yapılan işlem tutarı 2012 yılında yaklaşık iki katına
çıkarak 361.3 milyar TL’ye ulaşmıştır. 2008-2012 döneminde her bir kart başına yapılan
harcama ise yaklaşık yüzde 50 artarak 4.5 bin TL’den 6.8 bin TL’ye çıkmıştır…
Türkiye’de
sadece 2012 yılında 6.5 milyon yurttaş icralık oldu… Kredi kartı borçları,
banka kredileri, su-elektrik gibi fatura borçları da dahil birçok kalemde
tahsilat yapılamayınca 2011 ve 2012’de toplam 11 milyon 927 bin 775 icra
dosyası açıldı…
BDDK
verilerine göre 2012 yılında takipteki alacaklar yüzde 25.2 arttı…
“Borcumu
ödeyeceğim” deyip ödeyemeyen 1 milyon 20 bin kişiye dava açıldı, 525 bini
mahkûm oldu, toplam 71 bin borçlu cezaevine girdi…
Ve nihayet
Türkiye’deki banka hesaplarında 1 milyon lira ve üzerinde parası bulunan kişi
sayısı yüzde 28 arttı. 2013 yılında yeni zengin sayısı 66 bin 846’ya yükseldi.
Türkiye’de milyonerler kulübüne 15 bin kişi daha katılmış oldu…
Türkiye
paradan para kazanma cenneti oldu… Yabancı sermaye 25 yılda borsa ve kamu
borçlanma senetlerine toplam 102.8 milyar dolar yatırdı. 42.8 milyar liralık
kârı ülkelerine transfer etti. Yabancı sermaye hâlen 90 milyar dolarlık hisse
senedi ve portföy sahibi…
İNSAN(LIK) HÂL(LER)İ
Söz konusu
tablo insan(lık) hâl(ler)inde derin yaralar açıyor…
Alper
Hasanoğlu’nun, “Çoğumuz konformizm tuzağında debelenip duruyoruz. Ruhsal ve
manevi hazza maddi tatmini tercih ediyor ya da bilinmeze adım atma cesareti gösteremiyoruz,”
diye betimlediği kapitalist yabancılaşma dünyasında[5]
kötümserlikle beslenen bir “körleşme” ile “vurdumduymazlık” yaygınlaşmaktadır…
Kötümserliği o
kadar içselleştirmişiz ki dilimize yansımış.
“Nasılsın”?
“Eh,” “Şöyle böyle,” “Fena değil,” “İdare ediyoruz.”
Kötümserlik
kültüre, topluma yayıldı mı, kuşaktan kuşağa devam edebiliyor.
Kolay mı?
Kötümserlik edilgenliktir; pısırıklıktır; korkaklıktır…
Platon’un,
“Korku, köleliktir,” diye betimlediği gayrı insani hâl için ‘Korkudan Korkmak’
başlıklı yazısında Aziz Nesin, “İnsanın korkuya karşı moral yapısını koruması,
a) Kendini korkutan güçle uyum sağlayarak; b) Ona boyun eğerek; c) Onunla
özdeşleşerek; d) Ya da büsbütün edilgen kalıp ‘hiçbir şey etmemek’ yollarıyla
sağlanabiliyor,” notunu düşerken; insan olmak/ kalmak ısrarındakilerin kötümser
olma olasılığı yoktur, olamaz da! (Tam da bunun için, “Kendinizi kötü
hissettiğinizde Gezi’yi düşünün,” der Gündüz Vassaf…)
Eğer olursa;
işte o zaman kötülüğe iştirak eden toplumsal körleşme devreye girer…
Toplumsal
körleşme, bilincin körleşmesi. Gözünün önünde olup bitenleri bile görmemek için
yollar bulmak. İnandıkları, peşinden gittikleri kişilerin her söylediğine
inanmaya hazır olmaktır.
Hitler’i
Führer yapan da bu toplumsal körleşme olmuştur. Mussolini İtalya’nın Duçe’si
olmak için bu toplumsal körleşmeden yararlandı. Toplumsal körleşmenin
yardakçıları da vardır.
Jose
Saramago’nun ‘Körlük’ünde, insanın nasıl gördüğünü bile görmeyip bilincini
kapattığının hikâyesi anlatılırken; Elias Canetti de ‘Körleşme’sinde dünyada
bütün haksızlıkların temelinde bunun yattığına dikkat çeker.
Toplumsal
körlükten malûl olanlar, soru sormaktan kaçar, eleştiriye tahammül edemezler.
Bundan ötürü de insan olmanın/ kalmanın sorumluluklarına sırt dönerler…
Yani “Her varlık
(monad) eşsiz ve biriciktir, yaşamak insanlık için büyük bir armağan olduğu
kadar onurlu ve yüce bir görevdir,” diyen Gottfried Leibniz’ı anlamazlar!
Ya da
felsefeci Lawrence M. Friedman’ın, “yatay toplum” diye ifade ettiği
sıradanlığın bir parçasına dönüşürler. Yatay toplumda insanların davranış
eylemleri, adları restoranlardaki mönü listeleri gibi kalıplaştırılmıştır.
Nerede yemek yiyeceklerinden tutun da nerede eğlenecekleri, hangi AVM’ye
gidecekleri, neyi nasıl yapacakları ve ne giyeceklerine kadar belirlenen mönü
listelerinin dışına çıkmak olanaksızdır. Var olan mönüyü değiştirmek olanaksız
veya çok zordur. Çünkü ‘cafe’ mönüsünde olmayan bir içeceği istemek gibi bir
şeydir. Mönü hazırlayıcıları; farkında olmadıkları güçlerdir, oradaki kafe
sahibi bile değildir. Bu güçlerden en önemlisi “medya”dır. Yönetir ve
yönlendirir…
İnsanı insan
olmaktan çıkararak, onu var eden vicdana yabancılaştıran -egemen- “toplumsal
körleşme” karşısında anımsanması gereken Max Stirner’in, “Efendi kölenin
yarattığı bir şeydir. İtaat sona ererse, efendilik de sona erer,” uyarısını
kulağına küpe eden vicdandır!
Çünkü vicdan
duygusu insan olmak ve kalmak inadıdır. İnatçıdır, nesilden nesile geçer.
Vicdan duygusunu yok etmek için ne kadar çok yol bulunursa bulunsun, insanlığın
belki de bu en görkemli, en insana yakışır özelliği asla yitmez. Vicdan duygusu
ancak bilgiyle, özenle çoğaltılabilir.
TÜRK(İYE) İNSANI
Bu tabloda
Türk(iye) insan(lık)ının verili durumuna gelince…
Zeki
Demirkubuz’un, “İkiyüzlü bir toplumuz”; Ayfer Tunç’un, “Biz mutsuz bir
toplumuz, yetmiş altı milyon depresyondayız. Bir yandan ülkenin yaşadığı bu
ağrılı dönüşüm sürecinden payımıza düşeni yaşıyoruz, bir yandan kendi
psikolojik hâllerimizle karşılaşıyoruz, bu da ağrılarımızı artırıyor,” diye
tanımladığı memleketin ruh hâline ilişkin olarak Psikiyatr Alper Hasanoğlu da
şunları ekliyor:
“Toplumun ruh
hâlini şu anda çaresizlik, belirsizlik ve güvensizlik duyguları belirliyor.
İnsanlar ne kendilerine ne başkalarına güveniyor; çaresiz hissediyorlar. Her
şey, özellikle de gelecek çok belirsiz. Bir model olarak baktığımızda,
belirsizlik, çaresizlik ve güvensizliğe ‘depresyonun üçayağı’ diyoruz zaten.
Yani şu an toplum bir depresyon yaşıyor.” “Hayata küsme bozukluğu yaşıyoruz.”
Evet Üsküdar
Üniversitesi Feneryolu Polikliniği’nden Psikolog Zehra Erol’un, “Kişilik
bozukluğuna dikkat” çektiği Türkiye’nin ruh sağlığı giderek bozuluyor, ruhsal
bozukluklar da şekil değiştiriyor. Psikiyatrist Prof. Özcan Köknel, Türkiye’nin
yüzde 60’ının ruh sağlığının yerinde olmadığını, bu oranın içinden yüzde 20’nin
de mutlaka tedaviye ihtiyacı olduğunu belirtirken; ‘Türkiye Şizofreni
Konfederasyonu’ Başkanı Doç. Dr. Haldun Soygür da, “Türkiye’de her 100 kişiden
biri şizofren. Hastalar arasında yüzde 10 oranında şiddet potansiyeli var,” diye
ekliyor…
Araştırma
şirketi ‘Gallup’un, 143 ülke üzerinde yaptığı “Ülkeler Ne Kadar Acı Çekiyor’
araştırmasında ilk sırayı Bulgaristan alırken, Türkiye 16’ncı oldu. Buna göre
“Türklerin yüzde 18’i ülkedeki yaşam konusunda acı çektiğini” söylüyor.
Kaotik belirsizliğin
geleceksizlik kaygısını derinleştirdiği toplum psikolojisi hakkında Doğan
Kuban, “Bizimkinin adı tutuculuk değil, cehaletle birleşen yozlaşmadır”; sosyal
antropolog Doç. Aykan Erdemir, “Bu topraklarda nefreti besleyen güçlü bir damar
hep olmuştur,” notunu düşerlerken; coğrafyamızda devasa bir toplumsal çürüme
yaşanmaktadır.
Mesela…
Antidepresan ilaç kullanımı 5 yılda 10 milyon kutuya çıktı.
Türkiye’de
depresyon tedavisinde kullanılan antidepresan ilaç tüketimi 5 yılda yaklaşık 10
milyon kutu artarak 26 milyon kutuya dayandı.
2008’de 16
milyon 537 bin 260 kutu antidepresan ilaç satışı yapılırken söz konusu dönemde
yaşanan ekonomik krizle antidepresan tüketimi 2009’da 19 milyon 62 bin 74
kutuya, 2010 yılında da 22 milyon 741 bin 972 kutuya yükseldi.
Ayrıca
Türkiye’de 10 yılda 30 bin intiharla, intihar patlaması yaşandı. 2003-2012
yılları arasında intihar edenlerin oranında yüzde 36 artış oldu.
Türkiye
genelinde 2012 yılında ölümle sonuçlanan intihar sayısı, 3 bin 225 kişi olarak
belirlendi. İntihar edenlerin yüzde 72’sini erkekler, yüzde 28’ini kadınlar
oluşturdu.
Yüz bin nüfus
başına düşen intihar sayısını ifade eden kaba intihar hızı, 2012 yılında yüz
binde 4.29 oldu. Diğer bir ifade ile her yüz bin kişiden dördü intihar etti.
İki şey daha…
İlki: ‘Zorunlu
Askerlik Sırasında Yaşanan Hak İhlâlleri’ başlıklı rapora göre, 22 yılda 2.221
asker intiharı olduğunu biliyoruz. Yılda ortalama 100 intihar demek bu.
İkincisi de:
“Van’da 12 yılda çoğu 20’li yaşlarında 564 kişi intihar etti.”[6]
Yaşanan toplumsal
çürüme ile beşeri değerler hızla erozyona uğramaktadır; birkaç örneği hızla
sıralayalım!
i) Türkiye’de
cinsel saldırı suçları beş yılda yüzde 30 arttı. 15 yılda tecavüzden yargılanan
409 polis, asker, özel timci, korucu ve gardiyan cezalandırılmadı…[7]
ii) Dünya
ülkelerinin yardımseverliklerini ölçen ‘Dünya Bağışlama Endeksi’ne göre Türkiye
yardımseverlik sıralamasında ölçülen 146 ülke arasında 137’nci yani sondan
sekizinci oldu…
iii) ‘Ipsos
Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün araştırmasına göre, “Halkın yüzde 77.5’i
evlenen kadın mutlaka bakire olmalıdır” cevabını veriyor…
iv) Bahçeşehir
Üniversitesi’nin ‘2012 Değerler Araştırması’na katılanların yüzde 87’si
eşcinsellerle, yüzde 84’ü içki içenlerle, yüzde 76’sı da AİDS hastalarıyla
komşu olmak istemiyor… “Türkiye dünyada kişiler arası güvenin en düşük olduğu
ülkeler arasında yer alıyor. Bu durum 1990’dan bu yana değişmiyor. Türkiye’de,
her 10 kişiden 9’u genel olarak insanlara güvenilmeyeceği düşüncesinde. 1990
ile 2011 arasında dört alanda değerler hemen hemen sabit kaldı. Bunlar
dindarlık düzeyi, kadının toplumsal statüsü, siyasi katılım ve hoşgörü. 10
puanlık bir skalaya göre toplumun dindarlık oranı 1990’da 6.98 iken bugün 7.01,
kadının toplumsal statüsü 2.61 iken 2011’de 3.01, siyasi katılım 2.38 iken 2.04
ve hoşgörü 3.38 iken 4.01 düzeyinde tespit edildi. Bu dört değer alanında
meydana gelen değişme yok mertebesinde”…
v) ‘Engelli
Ayrımcılığını Önleme ve Mücadele Platformu’nun anketine göre, halkın yüzde
67.5’i engellilere özel mahallelere sıcak bakmazken, yüzde 70.’3’ü ise engelli
komşu istemediğini söylüyor…
vi) Türkiye’de
ihtiyaç malzemeleri sıralamasında kitaplar 235. sırada yer almaktadır… 10.000
kişide 1 kişi düzenli kitap okuyor… 1 kişinin kitap okumaya ayırdığı zaman
dünya ortalamasının üçte biri…
vii) ABD’de
yayımlanan Amerikan Tıp Dergisi’nde yer alan bir araştırmaya göre Türkiye’de
100 kişi içinde ateşli silaha sahip olma oranı 12.5 olarak açıklandı…
Bakırköy
Psikiyatri Tedavi ve Araştırma Merkezi psikiyatri uzmanı Dr. Ayhan Akcan, bireysel
silahlanmanın beş yılda silahlanmanın yüzde 50 arttığını söyledi…
viii)
İnternet sitesindeki ‘Nasıl Yardım Edebilirsin?’ formu
kanalıyla 2012’de 16 bin 338 kişi, ulusal güvenlikle ilgili konularda
MİT’e ihbarda bulundu…
ix) KONDA’nın
“yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” ile ilgili ‘Ocak 2014 Barometresi’ndeki ankete
göre, yurttaşların yüzde 77’si gibi yüksek bir oranı bakan ve bakan oğullarının
rüşvet aldığını, yüzde 62’si Halkbank üzerinden yapıldığını düşünüyor. AKP
seçmeninin yarıya yakını “rüşvet var” demesine karşın bu durumun oy
tercihlerini değiştirmeyeceğini belirtmeleri dikkat çekiyor...
x) Ve nihayet
çocuklar… 660 bin çocuğa taciz… Türkiye’de çocuğa yönelik cinsel saldırıların 5
yılda yüzde 400 oranında artması…
20 Kasım Dünya
Çocuk Hakları Günü, Türkiye’nin gerçeklerini gündeme getiriyor. Adalet
Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de çocuğa karşı işlenen cinsel taciz,
saldırı ve istismar suçları ile ilgili davaların sayısında 2008’den 2013’e
kadar olan 5 yıllık süreçte yüzde 400 oranında artış yaşandı. Uzmanlar, adli
mercilere yansımayan olaylar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’de
2012’de en az 660 bin çocuğun cinsel taciz ve tecavüze maruz kaldığını
belirtti. ‘Şefkat-Der’in raporunda, Adalet Bakanlığı verilerine göre,
Türkiye’de çocuğa karşı işlenen cinsel taciz, saldırı ve istismar suçlarının
2008’de 7 bin 500, 2009’da 13 bin 812 iken; 2011’de 18 bin 334, 2012’de ise 33
bin 992 olduğuna dikkat çekildi…
Emniyet Genel
Müdürlüğü verilerine göre, 2010-2013 kesitindeki 4 yılda kayıp çocuk sayısı 30
bine yaklaşmıştı. Kayıt altına alınmayan kayıp durumlarıyla bu sayının çok
yüksek oldu açıktır…
Alın size
Türk(iye) insan(lık) hâli…
VİCDAN YAŞAMA TÜM RENKLERİYLE SAHİP ÇIKAR
Benim ifadeye
gayret ettiği vicdanı; “İnsanlar için ölebileceksin,/ Hem de yüzünü bile
görmediğin insanlar için,/ Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,/ Hem de en
güzel, en hakiki şeyin/ Yaşamak olduğunu bildiğin hâlde,” vurgusuyla şöyle
anlatır Nâzım Hikmet:
“Hep bir
ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı,/ demiri oya gibi
işleyip hep beraber,/ hep beraber sürebilmek toprağı,/ ballı incirleri hep
beraber yiyebilmek,/ yârin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde/ hep beraber!/
diyebilmek.”
Evet, evet
yanılmadınız, sizlere yaşam karşısındaki radikal sosyalist duruştan söz
ediyorum…
Geriye gitmenin mümkün olmadığı ama ileriye
koşmanın serbest olduğu bir yol olan yaşamın bizim ona verdiğimizden başka bir
anlamı yoktur.
Yaşamımızın
büyük bir bölümü, yaşama yön verme çabalarıyla geçer.
Yaşamın yönünü
bulmaya çalışırken, yaşamın yolunu bulmak; yön bulmaya çalışırken de yolsuz
kalıp, zorlanmakla geçer.
“Zor” ama bir
o kadar da güzel şeydir yaşamak/ yaşatmak…
Akıl, tutku,
aşk ve mücadele ile örülen yaşam Nâzım Usta’nın dediği gibi “Nerede ve nasıl
olursak olalım, hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanır.”
Bunun için de
“yaşamak şakaya gelmez,/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ bir sincap gibi
mesela,/ yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,/ yani bütün
işin gücün yaşamak olacak./ /
yani, öylesine
ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun hâlde ölüme
inanmadığın için,/ yaşamak yanı ağır bastığından…”
Söz konusu özellikleriyle
de, yaşatmak için ölmeyi de göze almaktır bazen. Çünkü sadece doğum-ölüm arası
zaman değildir yaşam; aslında zamanın asla öldüremediğidir. Bunun için de Virginia
Woolf, “Yaşam bir rüyadır, uyanmak bizi öldürür”; Ara Güler, “Yaşam size
verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya
çalışın”; George Carlin, “Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi
kesen anların sayısıyla ölçülür,” notunu düşerler…
Kolay mı? Tam
zamanlı bir okul, evrensel bir öğretmendir yaşam…
Asla
tükenmeyen; düşüp düşüp kalkmakla betimlenen; gelip geçmiş şeylerin; gelip
geçmemiş şeylerin; gelmeyip geçmiş şeylerin toplamı; rengi; çeşitliği; çoğul
farklılığıdır yaşam…
Yaşamı
betimleyen, insanlık tarihine anlam yükleyen onun çeşitliliği ve renkleridir…
Mesela kırmızı
tutkuyu, hareketi ve devinimi gösterirken; mavi ise durgunluğu, huzuru ve
dinginli muştular.
Renkler
çağrışımlarla yüklüdür. Çağrışımların yarattığı anlamlar, evrensel belleğin ve
kültürün ortak dilini oluştururlar. Evrensel bilinçaltını oluşturan en önemli
kodlar arasında yer alır renkler.
Renklerden ve
seslerden oluşur hayat…
Yaşama anlam
katan renklerinden soyutlayabilir miyiz?
Çok
renkliliğin hayatı güzelleştirdiğini unutabilir miyiz?
Unutamayız!
Ama unutanlar;
yani yaşamı siyah beyaza indirgemek isteyen tek tipçiler de vardır!
Onlar hayatın
gerçeğini inkâr eden; çok renkliliği doyasıya yaşanmasına izin vermeyen lanetli
egemenlerdir!
O hâlde
kapitalistlerin renk körlüğünden malûl bir dünyada yaşa(tıl)dığımız gerçeğini
unutmadan; üstünü karanlık örtse de, renklerin gecede de devam ettiğini ve her
şeyin kendi rengince konuştuğunu göz ardı etmemeliyiz…
Kolay mı?
Renk(ler)
ışıktır; rengin kökeni ışıktır… Kırmızı’dan mor’a uzanan renk skalasının farklı
zenginliği, çeşitliğidir…
Dünyayı
güzelleştiren şeydir çeşitlilik; tek tiplikten daha iyi ve güzeldir.
Farklılığın
zenginliğini farketme hâlidir.
Çok olma
durumudur; spektrum, yelpaze gibi…
Nihayet tek
tipe meydan okuyan farklılıktır.
Hayatı
anlamlandırmaya yarayan, sıradanlığın aşılmasını sağlayan şeylerin bütünlüğü
olarak çelişkiyi, hayata içkin çeşitliği en yoğun yansıtan kavramdır farklılık.
Karşılaştırma kavramıdır;
çoğulculuk için olmazsa olmazlardandır.
Şey(ler)in
birbirinden ayrılması durumudur; bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla
karıştırılmamasını sağlayan ayrılıktır.
Fark, ayrımdır,
toplumsal bilince dayanan her olay ve olguyu bütün ötekilerden ayıran
özelliktir.
Farklılık,
kendisini diğerlerinden ayıran özelliktir; egemen(ler) açısından tahammülü zor
olandır.
Çünkü tek
tipçi benzerlikle zıtlaşan bir kavramdır; başkalıktır; “Herkes benim gibi
olsun”culuğun panzehiridir farklı olmak…
Egemenlerin
hazmedemediği olgu… Oysa dünyanın dönmesini sağlar. Çünkü evrende herkes ama
herkes birbirinden kültürel olarak farklıdır ve bütündür.[8]
BİRLİKTE ÖRGÜTLENMEK İÇİN ÖRGÜT
Hayatı tüm renkleri
ve çeşitliliğiyle savunmak için örgütlemeli, birlikteliklerimizin sınırlarını
emek ve özgürlükten yana genişletmeliyiz…
Unutulmasın
birliktelik, birlik olma hâlidir; beraberliktir, örgütlülüktür; özveri,
fedakârlık, empati gerektiren insan(lık) hâlidir…
Örgütlü olmak;
kapitalist vahşet karşısında insan olmak/ ve kalmak babındaki biricik
çözüm(ümüz)dür; Edmund Burke’nin “Kötüler birleştiği zaman, iyiler de bir araya
gelmelidirler; yoksa, teker teker giderler,” sözündeki gibi…
Dünyayı
değiştirerek yeniden inşa etmenin/ toplumsal yeniden yapılan(dır)manın biricik
ekseni; insan ile örülmüş dokusu olarak örgütlemek, ortak bir amaç uğruna ve
hatta bu amacı gerçekleştirmek için örgüt her şeyimizdir. Onunla var oluruz ve
kendimizi ona katarak büyür, özgürleşir, gelişiriz.
Örgüt bir
bütündür.
Örgüt
ideolojidir, programdır, tüzük ve kurallar bütünüdür, kadrodur, savaşçıdır.
Örgüt
kurumlaşmaktır.
Örgüt
kolektivizmdir.
Bir arada
olmanın gücüdür.
En büyük güç,
en aşılmaz barikat halkın örgütüdür.
Bu hâliyle de
dünyayı değiştirebilmenin yegâne koşuludur. Çünkü örgüt iradelerin
birleşmesidir. Bir iken iki olmak, binken milyonlar olmaktır. Değiştirmek
istediğimiz şey sonuna kadar örgütlüyse, düşman bize karşı bütün hücreleriyle
örgütlüyse yani, bizim de örgütlü olmaktan başka çaremiz yoktur. İstediğimiz
kadar iyi ve güzel olalım, kolumuzu kanadımızı nasıl da kırdıklarını görmedik
mi? Çünkü biz örgütsüzüz.
Örgütsüzlük coğrafyamızdaki
tüm yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın, yozlaşmanın yegâne sebebidir. Örgütsüzsen
güçsüzsündür. Ve tüm iyilik ve güzelliklerin düzenin emrindedir. Düzene muhalif
duyguların, bizzat düzen tarafından yine onun yararına kullanılır. Çünkü
örgütsüzsündür. Çünkü nasıl mücadele edeceğini bilemezsin. Dahası korkarsın.
Korku insanın en doğal hislerinden biridir. Korkuyu aşmaksa insan olabilmenin
gereğidir. Korkularımızı birleşerek aşabiliriz. Aksi takdirde hep konuşuruz,
ama hiç bir şeyi değiştiremeyiz.
Nihat Behram’ın
işaret ettiği gibi: “Tek insan nedir ki, sadece bir damla/ uçsuz bucaksız
gökyüzünün boşluğuna savrulmuş/ sarhoş, başıboş bir yağmur damlacığı…”
Hâlbuki örgüt
yaşamın kendisidir. Genç ve diri olabilmektir. Ortak iradedir. Dayanışmadır.
Direnebilme gücüdür. Dahası düşmanı yenebilmektir.
Ve bir an dahi
unutulmamalıdır ki dünyanın lanetli efendilerinin en büyük kâbusu kolektif
sınıf hareketinin, ezilenlerin isyancı tarihsel bloğunun örgütlenmesidir ki,
bunun ne demek olduğunu en iyi Adnan Yücel’in dizelerindeki şu kararlılık
anlatır:
“Ey her şey
bitti diyenler/ korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler./ ne kırlarda direnen
çiçekler/ ne kentlerde devleşen öfkeler/ henüz elveda demediler./ bitmedi daha
sürüyor o kavga/ ve sürecek/ yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
İHTİYAÇ(IMIZ) AŞKLA İSYAN
Birlikte
örgütlenmek için örgüt için ihtiyaç(ımız), Ece Ayhan’ın “aşk örgütlenmektir bir
düşünün” vurgusunu unutmadan aşkla isyandır…
Latince’de
“Amor omnia vincit!/ Aşk her güçlüğü
yener” diye haykıran “Aşk” deyip geçmeyin!
José Saramago,
Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra törenden çıkarken gazeteciler ödülün
kendisi için ne anlam ifade ettiğini sorunca, “Boşverin bunları. Hayatımda
aldığım en önemli ödül Pilar Del Pilar’dır. Aslına bakılırsa en büyük devrim de
aşktır!” yanıtını verdiği aşk, devrimcidir, isyancıdır…
Rosa
Luxembourg’un, “Aşk, otoritenin, hiyerarşinin ve tüm kurumların ötesinde
aşktır. Aşk, özgürlük varsa aşktır”; Can Yücel’in, “Aşırı solcudur aşk...
İnsanın sol yanını hedef alır. Ve bu kadar solcuyken, imkânsızdır sağ çıkmak”;
Jacques Lacan’ın, “Aşk, sahip olmadığımızı istemeyen birine verme gayretidir”;
Ayhan Bozkurt’un, “Ne olursa olsun, aşk çok derin bir duygudur… Aşk insanı
insanlaştırır,” diye tanımladıkları Onun hakkında “Karl Marx, aşkın hiçbir
maddi kaygı ve çıkar olmadan yaşanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak
kendisinden önceki idealizmden farklı olarak Marx, aşkın özgür bireylerin özgür
eylemi ve yaşamı olarak kurulmasını; sadece bireylerin keyfine bırakmıyor,
aşkın ve ‘acı’nın özgürleşmesini toplumsal kurtuluşla sıkı sıkıya bağlıyordu.
Yani, aşkın
kurtuluşu tek başına bireylerle değil, bireyleri kuşatan, koşullandıran, her
gün bir takım iş ve eylemleri yapmaya zorlayan, bir kültür ve gelenek sistemini
üreten ilişki biçimlerini kökten değiştirmekle ilgilidir.”[9]
Aşkla isyanın ne demek olduğunu; “Bütün ideolojik
ayrılıkların temeli; devrim isteyip istememeye değil, (çünkü sosyalist geçinen
herkesin subjektif niyeti genellikle devrimin olması doğrultusundadır) devrim
yapmak için yola çıkmaya, savaşmaya cesaret edip edememeye dayanır. İşte bu
yüzden, devrim için savaşmayana sosyalist denmez,” diyen Mahir Çayan’dan
Haziran/ Gezi İsyanına uzanan tarih(imiz) çok iyi anlatır…
Haziran/ Gezi
İsyanı çok önemli olmasına karşın “ağaç meselesi” değildi... Kadınların,
gençlerin, mağdurların omurgasını oluşturduğu hareketinin özü özgürlük talebiydi.
Neo-liberal
yıkım mağdurlarının, eve kapatılmaya çalışılan kadınların, toplumun dışına
itilmek istenen LGBTİ bireylerin, çevrecilerin, yıllarca ötekileştirilen
Alevîlerin, gençlerin yani tüm ezilenlerin öfkesinin sokaklara, alanlara
taşmasıydı.
‘Ha’aretz’den
Louis Fishman’ın, “İstanbul protestocuları Başbakan Erdoğan’a şu mesajı verdi:
Türk hükümeti dünyanın en büyük göz yaşartıcı gaz stokuna sahip olsa bile, bu,
kendisine muhalefet edenleri susturmaya yetmez,” diye betimlediği hareket için
‘The Daily Telegraph’ da başyazısında şunları ifade ediyordu:
“Halk
protestoları tehlikeli, kontrol edilemeyen bir yangının hızıyla tüm Türkiye’ye
yayıldı. En az 67 kent yürüyüşlere sahne olurken göstericiler İstanbul’un
kalbindeki Taksim Meydanı’nı de facto ele geçirdi.”
Tarihinde
görülmemiş katılım ve uzunluktaki kitlesel eylem, rejimi sarsarak, derin bir
istikrarsızlığa mahkûm etti.
Bu nedenle
polisin attığı biber gazı kapsülü sonucu sağ gözünü tamamen kaybeden 34
yaşındaki Erdal Sarıkaya’nın, “Gezi Direnişi tüm Türkiye’nin dönüm noktası
oldu,” saptaması müthiş önemlidir.
Çünkü Haziran/
Gezi İsyanı, “Boşver memleketi, hayatını kurtar” öğüdüyle yetişmiş bir
gençliğin “Memleket kurtulmadan, birey kurtulmaz,” diyerek verdiği yanıttır.
Söz konusu
kalkışmayla gençlerin bir bölümü için “aktif apolitiklikten” “aktif
politikliğe” geçişin yolunu açmıştır.
Eylemdeki
gençlerin, önemli bir muhalefet işlevi gördükleri de açıktır. Bu işlev, halk
kesimlerini de değişik nedenlerle de olsa harekete geçirdi.
Bu gençler
gökten zembille inmedi. Bu gençlerin çoğu 1968’i, 1978’i, 12 Mart’ı, 12
Eylül’ü, baskıyı, sindirilmeyi, mücadele etmeyi yaşayan kuşakların çocukları...
Bellekti bu, kaydedip, zamanı gelince anlamlandırandı…
Yani Haziran/
Gezi İsyanı tarihsel birikimin bugünüydü…
Kolay mı?
İsyanlar
insanlık tarihinin en görkemli kesitleridir ki, tam da bunun için “Devrim
ezilenlerin şölenidir,” demişti V. İ. Lenin…
Haziran/ Gezi
İsyanı da, Che Guevara’nın “Dayanışma ezilenlerin inceliğidir,” saptamasını
doğrulan bir şölendi.
Örneğin “Biber
gazından kaçarken insanların birbirine ‘afedersiniz’ dediği bir eylem’di”![10]
Lice ile Taksim’i, coğrafyamızın tüm meydanlarını
birleştirendi.
Gaz bombaları altında sevgilisine aşkını ilan eden
delikanlının, tuttuğu takımın renkleriyle isyan ateşini tutuşturan
taraftarların, evinde bulduğu sağlık malzemelerini sırt çantasına koyup
yaralılara yardım için sokaklara koşan liseli kızın, TOMA’lar karşısında gitar
çalan gencin yüreğini ateşledi.
Ethem’(ler)e,
Mehmet’(ler)e, Abdullah’(lar)a, Medeni’(ler)ye, Ali İsmail’(ler)e, Ahmet’(ler)e
Ferit’(ler)e yönelik cinayetler unutulmayacak ve hepsinin hesabı sorulacaktır.
Çünkü Haziran daha bitmedi.
Kuluçkaya
yatan isyan, yeniden patlayacak!
O günlere
aşkla, örgütle hazır olmalıyız; yaşamı tüm renkleriyle örgütleyip, değiştirmek
için…
13 Şubat 2014 10:08:24, Ankara.
N O T L A R
[1] 1
Mart 2014 tarihinde Aka-Der’in İzmir’de örgütlediği “Yaşamı Tüm Renkleriyle
Birlikte Örgütlüyoruz” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:153, Mart
2014…
[2] Jean
Paul Sartre.
[3] Erkin
Başer, “Bitmeyen Kriz Hâli”, Siyaset, No:9, Kasım 2013, s.16.
[4]
“ABD’de Gelir Uçurumu Büyüyor”, Birgün, 28 Kasım 2013, s.5.
[5] Karl
Marx’ın ilkin, ‘1844 El Yazmaları’nda ifade ettiği “yabancılaşma”nın doruk
noktası her şeyin ama her şeyin yani acının, derdin kederin, mutluluğun,
hüznün, geleceğin geçmişin, sevginin, saygının, aşkın; insana, doğaya,
“ölçülemez” olana dair ne varsa; hepsinin meta/ para ile ölçülür olmasıdır…
[6]
Yusuf Ziya Cansever, “Ürküten Tablo”, “Kamera Direnişi Hücrelik”, Cumhuriyet, 9
Kasım 2013, s.3.
[7] “Bu
Rakamları Görmez Görsün”, Taraf, 24 Ağustos 2013, s.5.
[8]
Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın
doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların
bütünüdür kültür.
Bütün insan(lık) yapıtlarının toplamı olarak kültür,
insan ve çevresi ile ilgili her şeyi kapsamına almaktadır. İnsanların tüm
yaratıcı etkinlikleri ve bu etkinlikler sırasında ortaya çıkan değer yargıları
kültürün birer parçasıdır. Kültür, insan topluluklarının tarihsel geçmişi,
gelişme özellikleri, üretim biçimleri ve toplumsal ilişkileri ile ilgilidir.
Tarihi, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan
bütün değerlere denk düşen kültür, tarihin akışı içinde toplum tarafından
yaratılan bütün değerler ve onların yaratılması, kullanılması ve aktarılmasına
ilişkin araçları kapsar.
İnsanın, insanlığa kattığı değerler bütünü olarak
sosyal antropolojinin en önemli konularından biridir kültür. İnsanın doğa
karşısında hayatta kalabilmesini ve çevreye uyumunu sağlayan araçtır. Kültür,
“Doğaya karşı insanın yaptığı her şeydir,” demiştir Karl Marx.
Kültür, insanlığın ortak bilgi birikiminden
yararlanılarak, yaşamı kolaylaştırma doğrultusunda, olayları doğru dürüst
değerlendirebilme donanımına sahip olma anlamına da gelir.
Kısaca; insana dair her şeydir. İnsanları “biz” yapan
tüm maddi ve manevi değerler bütünüdür. Topluma önceki kuşaklardan
geliştirilerek aktarılan; toplumun üyelerinin çoğunluğunca değerli bulunan
eylem ve değerleri kapsar.
Kültürsüz insan yoktur. Kültürle “genel kültür”
karıştırılmamalıdır. İnsan bir toplumda doğar ve her toplumun kültürü vardır.
Hayata ve yaşama ilişkin toplumun kültürü dışında bir kültürü bilmeyen insan
kültürsüz değil, ötekinin kültürünü bilmeyen insandır.
Kabaca, “insanın doğa karşısında ürettiği her şeydir.”
Sınıfsallaşarak oluşturulmuş gruplandırma çeperidir; dinamiktir. Tıpkı
toplumsal değişme gibi, kültür de değişmektedir. Toplumsal değişime bağlanarak
değişmektedir.
Kurgulanabilir bir şeydir. Çeşitli araçlarla olana
şekil verebilir, toplumsal belleği yeniden oluşturup, yeni bir kültür
yaratabilirsiniz.
Ludwig Wittgenstein’ın, “Kültür bir içtüzüktür ya
da bir içtüzük varsayar,” diye tanımladığı kültür genetik bir ifade değildir,
öğrenilerek aktarılır. Toplumsal bir üründür ve dil aracılığı ile taşınır.
Kültür; öğrenilir, aktarılır, süreklidir, tarihidir,
toplumsaldır, işlevseldir, değişkendir, evrenseldir yani kültürsüz toplum
yoktur.
İnsan kültür sayesinde yaşadığı çevreye uyum sağlar.
Her toplumun kültürü kendine özgüdür ve kültür sınıfsaldır!
Nihayet “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda
bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele
aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. İnsanlık kurtulmadıkça,
ezilenler ezenlerden intikam almadıkça kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan
kurtulamayacaktır,” diye ekler Walter Benjamin.
[9] Arif
Koşar, “Aşkın Tek Taşlaşması!”, Evrensel Pazar, 9 Şubat 2014, s.7.
[10]
“Birinci Ders: Direnişin Zamanı ve Mekânı Olmaz”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2013,
s.7.
Yorumlar