“Gerçek değer, gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır.” [1] “Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak...
“Gerçek değer,
gelmesi boşluk dolduran değil,
gitmesi boşluk yaratandır.”[1]
“Yaralı doğar
bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce...”
“Ben sadece
sesli düşünüyorum, yani yazarak…”
“Ben
yazarların neyi nasıl kotardıklarını çok düşünürüm, cümleyi neden kurduklarını,
neye özendiklerini, neyi yinelediklerini ve ‘kendi’ kıldıklarını,” diyen O;
‘Tuhaf Bir Kadın’ın yazarıydı; 82 yaşında hayata veda etti.
Edebiyatın
saygın yazarlarındandı; öncü romancılığıyla edebiyat dünyasını derinden
etkileyen Leylâ Erbil’i 29 Temmuz 2013’de yitirdik.
YAŞAMI
1931 doğumlu
yazarın ilk hikâyesi 1956, ilk kitabı 1960’ta yayımlanmıştı. 1961 sonrasında
Türkiye İşçi Partisi’nin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev yapan, 1970’te
Türkiye Sanatçılar Birliği’nin ve 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın
kurucuları arasında yer alan Leylâ Erbil, “Türk diline ve edebiyata egemenliği,
aynı zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı” nedeniyle
2002 ve 2004 yıllarında PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel’e aday
gösterildi.
YAPITLARI
|
||
ÖYKÜ
|
ROMAN
|
DİĞER
ESERLERİ
|
Hallaç
(1961)
Gecede
(1968)
Eski
Sevgili (1977)
|
Tuhaf
Bir Kadın (1971)
Karanlığın
Günü (1985)
Mektup
Aşkları (1988)
Cüce
(2001)
Üç
Başlı Ejderha (2005)
Kalan
(2011)
Tuhaf
Bir Erkek (2013)
|
Tezer
Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar (1995)
Düşler
Öyküler (1997)
Zihin
Kuşları (1998)
|
YAZARLIĞI
Müthiş bir
yazardı.
Biçimsel
açıdan “devrimci” sayılabilecek tutumuyla “1950 kuşağı”nın özgün yazarlarından
biri sayıldı. Atilla Özkırımlı’ya göre: “Önceleri varoluşçu bir anlayışla
çağdaş insanın toplumla çatışmasını, başkaldırıya varan bunalımlarını işledi.
Daha sonra arayışlarını sürdürerek ele aldığı kişileri toplumcu bakış açısıyla
irdelemeye çalışan, gerçekliği değişik boyutlarıyla yansıtmayı amaçlayan
öyküler yazdı.”
Yapıtlarında
yaşama biçimlerine, değer yargılarına, evlilik, aile ve kadın cinselliğine
sert, alaycı ve eleştirel tutumla yaklaştı. On üç öyküden oluşan ilk kitabı
‘Hallaç’ta kendi ifadesiyle “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge
kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen
insanı” anlatmak istedi. ‘Hallaç’ta, bırakılmışlık, yalnızlık, bunaltı,
yabancılaşma, seçme özgürlüğü, suç işleme, intihar gibi varoluşçuluğa özgü
birtakım tema ve yönelimler ağır bastı. Asım Bezirci, ‘Hallaç’ı şöyle yorumlar:
“Bu temaları
işlerken varoluşçu yazarlardan ve özellikle Kafka’dan etkilendiği gözlendi. Bu
kitaptaki öykülerinde ‘çıkış yolu bulamayan, eyleme dökülemeyen bir başkaldırış
duygusuyla eski, yapmacık, süslü, sahte ne varsa hepsine hınç duyuyor. (...)
Bütün bunlar şunu gösteriyor: Erbil şimdiki düzene kazan kaldırıyor,
değişmesini istiyor onun. Fakat yerine nasıl bir düzen kurulması gerektiğini
belirtmiyor: Kendi deyimiyle bir ‘seçme’ye gitmiyor, bağlanmıyor.”
Öykü anlayışı
Sait Faik’ten etkilenirken, kuşağın Batı’dan aldığı etkilerle bireyin
bunalımını ve hiçlik düşüncesini -duygusunu değil- kendine özgü bir gerçekliğe
oturtmaya çalıştı. Doğrusu o yıllarda başkaldırı da duygusuyla vazgeçilmez bir
itici güçtü. Edebiyattaki karşılığı, geleneksel anlayışın dışında, farklı ve
yeni öyküler, romanlar yazma tutkusu biçiminde kendini gösteriyordu. Erbil, bu
anlayışın, kuşağı içinde de tipik temsilcisiydi. Onun yazdıkları, 1950 Kuşağı
denince akla hemen gelen Ferit Edgü, Demir Özlü ya da Orhan Duru’nun
yazdıklarından farklıydı. Öyküleri adım adım bir yabancılaşma dünyasının
ağlarını örüyordu.
Erbil
öykülerinde bir yokinsanı kişileştiriyor, onun hikâyesini anlatıyordu.
Huzursuz, normal olmayan, öfkeli, olumsuz reflekslerle düşünen insanı…[2]
Öykü estetiği
açısından bakıldığında, Erbil’in çarpıcı etki bazen başka metinlerin araya
katılmasıyla elde edilir: “Çekmece” adlı öyküde bir karı kocanın yazışması bir
gazete haber kupürüyle tamamlanır; “Tanrı” öyküsü bir kartpostalla. Metinler,
yazılar öykünün anlamsal katmanını destekleyecek biçimde ana yapıya katılır.
Heterojen bir metin yapısı dikkat çeker. Metinlerin anlatıya yerleşmesinin yanı
sıra başka teknikleri de Erbil başarıyla kullanır. Yine öykü estetiği
açısından, özgün bir biçemle yoğrulmuş, romana oranla kısa, özlü, anda
odaklanan bir yazı etkinliği akla gelir. Erbil’in öyküsünde de kısa bir ana
(şimdiki zamana) yerleşmiş özlü bir anlatım dikkat çeker. Çoğunlukla birbirini
izleyen farklı parçalardan oluşan bir bütündür öykü…
Erbil’in
anlatıcıları farklı farklı konumlarla yerleşmişlerdir öykü yapısına. Bazen
çocuk kimliğiyle, birer tanık, birer gözlemcidirler, anlatının hemen berisinde
bize yakın bir yerde dururlar, soluk alıp verişlerini duyarız; bazen de
mesafelidirler, anlatının ötesinden gözlemlerini aktarırlar, onların
düşüncelerinin akışına fazla katılmayız, izlemekle yetiniriz. Birçok öyküde
“biz” diye kendilerini dile getirirler, bir mahallenin, bir sokağın, bir kentin
insanlarıyla kurulan ortak bir söylemin öznesidirler.[3]
“Erbil’in
yapıtları okunduğunda hemen hemen hepsinde şu tür ana izleklere
rastlanmaktadır:
-tabu,
gelenek, önyargılara başkaldırı; yasak bölgelere giriş…
-ironi;
gülebilmenin yüceliği…
-cinsellik;
aşkın bedensel gücü…
-hatırlama;
yaşanmışlıkların üzerindeki perdeleri kaldırma…
-bilinçdışını
dile getirme; korkuları, baskıları şekilleştirme…
-kolektif
bellek; tarihsel kişileri, gerçekleri yorumlama…
-İstanbul
kentinin metaforlaştırılması; coğrafyanın üzerine gitme…
-seyirci
olmak, geride durmak; olaylara, kişilere mesafeli bakmak…
-kendi kendine
konuşmak, dile gelmek; monologlar…
-karşıtlıklar;
figürlerde, kurgularda zıt öğelerin kullanılması…”[4]
Toparlarsak:
Erbil yazdıkları kadar yazarlık duruşu ve kişiliği ile de edebiyatımızın en
önemli ve özgün isimlerinden birisiydi. Erbil’in hemen her romanında mutsuz
aydın/yazar kadın kahramanlara rastlarız. Onların şahsında Erbil “yazarın
konumunu da tartışma içine çeken bir hesaplaşmayı” sürdürürken, erkek egemen
edebiyat dünyasında varolma mücadelesi veren bu roman kahramanları Erbil’in
kişisel mücadelesini yansıtırlar.
İçinde
düştüğü, sorumlusu olmadığı hâlde suçlarını yüklendiği bir dünyada, o suçların
bedelini ödeyecek donanıma sahip olmayan, dünyaya boyun eğen, her boyun
eğişinde ahlâki erozyona uğrayan, giderek silikleşen bireyin eleştirisi yapar
Erbil. Boyun eğme/eğdirme mekanizması ataerkil kapitalist düzenin kurumlarıdır.
Bireyler aile, okul, evlilik ya da geleneksel kodlarla belirlenmiş aşk ve cinsellikle
biçimlendirilir. Toplumsal ve bireysel ahlâk ikiyüzlük üzerine kurgulanmış,
özgürlüğün ve başkaldırının imkânı yitirilmiştir. Böyle bir toplum-birey
diyalektiğine dair yapıtlarıyla başkaldıran artık Erbil’in kendisidir.[5]
Evet kimsenin inkâr
edemeyeceği üzere O edebiyata yenilikler getiren bir yazardı. Yeni bir biçem ve
yeni bir biçim... Son iki anlatısını şiirsel düzyazı olarak yazan Erbil, öykü,
deneme ve romanlar yazmıştı. Hiçbir edebiyat ödülüne katılmayan Erbil, örgütlü
bir insandı. TİP içinde politika yapan Erbil, Türkiye Yazarlar Sendikasının
kurucularındandı.
2002 yılında
üyesi olduğu PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne; “Türk
dili ve edebiyatına egemenliği, insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın
tavrı” vurgulanarak aday gösterilen Erbil, ‘Tuhaf Bir Erkek’ başlıklı kitabında
da bu tutumunu, ülkemizin son 60 yıllık tarihi olaylarını anlatısına konu
ederek sürdürdü.
Okuyanı sarıp
sarmalayan bir dil, özellikle son kitaplarında görülen neşeli, eğlenceli,
alaycı bir anlatım. Ülke tarihine, edebiyatına, siyasetine hâkim gerçek bir
entelektüel. Karşı çıkmasını bilen, boyun eğmeyen, güçlü bir kadın. Yalnız
yazmayan, aktif olarak mücadelenin içinde, önünde yer alan kadın. Hem açlık
grevleri-ölüm orucu sürecinde, hem de 1 Mayıs Meydanı’na gaz bombalarına karşı
direnerek yürüyen kitle içerisinde yer alan kadın...
Dilin
alışılmış sözcük kalıplarını zorlayan, sözcükleri adeta dans ettirerek anlatan
Erbil’in ‘Tuhaf Bir Erkek’ kitabında yer verdiği olguları sıralarsak anlatısının
ne kadar güncel, ne kadar insanlarımıza ve hayatımıza dair bir anlatı olduğu
daha iyi anlaşılacaktır.
ALANLARDAN
ROMANA YANSIYANLAR YA DA ERBİL’İN TUHAF ERKEĞİNDEN NOTLAR
|
“...
öyle bir kırmızı ki/ Yalçın Küçük’ün/ atkısı renginde/dünyanın bütün işçileri
birleşin diye dolaşan/ firar ederek / Silivri cezaevi’nden/ f tipi/ f tipi ne
demekti/ kimse bilmezdi/ zeyyat’a sorduğumda/ insansız dediydi/ deli olsunlar
diye/ tıkarlar oraya muhalifleri...”
|
(gorgo-diktatör)
“... bugün yine yüz kişiyi gözaltına aldırmış/ mapusanelerde bir ranzada
yirmi dört kişi / ah kardeş dile kolay/ münavebe ile uyuyorlarmış
evlatlarımız/ aç karnına yerlerde...”
|
“...azıcık
ayılır gibi olmuştuk ki/ birden/ gorgo/ gizli ordusunu/ soktu devreye/
ellerinde tüfekler/ kelepçelerle geldiler/ arkadaşlarımızı/ yoldaşlarımızı,
yakınlarımızı/ katledip çekip gittiler/ minicik yavrularımızı kapıp/ kendi
kamplarına götürdüler/ oğlanları imam/ kızları hafize yapacağız dediler/
öldüremediklerini/ bunlar terörist diyerek / zindana attılar...”
|
“...c.ertesi
anneleri/ kaybedilen/ oğullarının/ kızlarının acısını/ bekliyor/
galatasaray’da/ mekteb-i sultaninin/ muhkem/ içeriye de dışarıya da / kimseyi
sızdırmayan/ olağanüstü/ kültürümüzün/ bekçi kapısının/ dibinde oturarak...”
|
“...aptullah
ve arkadaşları / toplandı/ erdal eren’i / 17’sinde katleden/ cellat/ saltanat
sürüyor...”
|
“...şakir
ve 13 arkadaşı/ yakalandılar/ işkencede öldürüldüler/ kapıları
işaretlenmişti/ öldürülecekleri belliydi/ sağ kalanlar/ protestoya katıldık/
çoğumuz biber gazından zehirlendik/ kimimiz hastanede öldük/ kimimiz yolda/
kimimiz sağ kaldık/ kalanlar/ sokağa çıktık / “tükenmeyiz ölmek ilen”/ diye
pankartlarla yürüdük/ biber gazı tazyikli su/ evlerimize kaçtık...”
|
“...
/gorgo/ taksim 1 mayıs alanı’na toplandığı/ o muhteşem günü de unutmamalı/
anıtın çevresine sığışamayanları/ taksim gezisine kovalattı/ ve unsurlarıyla/
bir hamlede kuşattı çevreyi/.../ coplar zehirli gazlar/ ardından basınçlı
sular/.../ taksim alanı’ndaki heykelin / yerine dikilen/ avm kulesinin
tepesinden/.../ bağırdı gorgo/ sizi değiştirene kadar/ başınızdayım/
istediğim biçimde/ yoğurup/ istediğim inanca / getirene kadar...”
|
“...
bütün acılara karşın/ hayat/ içimize bir nota bırakır ya/ en bitik günümüzde/
direnme notasını/ bir zarfa mı koyar/ bir deniz çırpıntısıyla mı / savurur/
yüzümüze/ neşe üşüşür hayatımıza/ birden/ güç aşılar/ iyi güçtür/
başeğdirmeyen/ umut/ altın kafesinden/ çıkıverir/ dolaşır tepemizde...”[6]
|
Erbil, ‘Tuhaf
Bir Kadın’la başlayan roman serüvenini ‘Tuhaf Bir Erkek’le sonlandırdı. ‘Tuhaf
Bir Kadın’dan 42 yıl sonra yayımlanan ‘Tuhaf Bir Erkek’ için yapılan söyleşide,
‘tuhaf’ insanların toplumun kurallarına uymayan, onlara karşı gelen, kendileri
ve toplum için yenilik, değişiklik isteyen insanlar olduğunu söylüyor, “Ben
tuhaf insanları severim” diyordu.
“Tuhaf Bir
Erkek”in yayımlanmasının ardından yaptığı söyleşide, ilk ve son romanlarının
anahtar sözcüğü “tuhaf”tan söz ederken “Tuhaf olmayan nedir? Toplumun
kurallarına uyan, toplumun verilerini kabul etmiş, onlara göre yaşayan, hiçbir
zaman onlara karşı gelmek istemeyen insanlar değil midir” diye soruyor ve “tuhaf
insanlar”ın, onlara bir açıdan karşı gelen, bir açıdan yenilik isteyen,
kendileri ve toplum için değişiklikler arayan insanlar olduğunu vurguluyor,
“Ben tuhaf insanları severim,” diyordu.
“Tuhaf bir
Erkek”te, her zamanki put kırıcı tutumuyla, yeni bir direnme notası sunuyordu
bize: “Bütün acılara karşın hayat içimize bir nota bırakır ya/ en bitik
günümüzde direnme notasını/ bir zarfa mı koyar bir deniz çırpıntısıyla mı
savurur yüzümüze/ neşe üşüşür hayatımıza birden...”
Sonra, “Tuhaf
Bir Kadın”ı yazdığından bu yana kadınların da, toplumun da pek fazla
değişmediğini söylüyordu; daha doğrusu toplumun kadına bakışının: “Sistem kendi
içinde aynı şekilde duruyor. Bu dinden kaynaklanan bir şeydir. Müslümanlıktan
kaynaklanan bir sonuç. Ben burada suçlu aramıyorum, sadece koşulları
saptıyorum, neden-sonuç ilişkisi. Müslüman toplumlarda kadın üzerindeki
baskılar değişmez ve böylece sürer gider...”[7]
HAKKINDA
Erbil için
Selim İleri, “Ödünsüz bir kimliği vardı”; Müge İplikçi, “Gerçek bir
devrimciydi,” derlerken; Demir Özlü de, “Çok çalışarak, çok duyarak, çok
okuyarak büyük bir yazar oldu,” notunu eklerdi…
Kolay mı?
“Erbil’in bilinci kadar anlatıma yurt edindiği temel dert bugüne bağlı kalmak
şartıyla acıyı dillendirmektir. Çünkü ‘öldürmediysen kendini sahtedir acın
değil mi…’ Hem ‘acı derinleştirir insanı’ diyen odur genç dostuna. Acının bir
tür örs hâlidir bu. ‘Akarsu gibidir insan bilirsin kızım... giriverir biçimden
biçime... öyle bir toprakta yaşıyoruz ki... eski bir duyguyu yeniden yaşar gibi
sürekli...’ Budur işte yazarı kanatan, hiç bitmeyeceğini bildiği bir acının
toprağında yoğrulmuş olmak…”[8]
Asuman
Kafaoğlu-Büke’nin işaret ettiği üzere, “1950’lerden beri devrimci ruhla yazan
ve de devrimci ruh üzerine yazan” O; A. Ömer Türkeş için Dünyanın boğuntusunu
iliğine, kemiğine kadar hissetmiş, bu boğuntuyu teşhir etmek, teşhir ederek
aşmak için mücadele etmişti…”
Sennur Sezer
için de, “Üslubu taklit edilecek, takip edilecek bir tarz değildi...”
Onur Caymaz
için ise, “İnadın insanıydı hep. Yazdığı her sayfada, bir ürünü satmanın onu
yaratmaktan daha önemli olduğu şu toplumun ikiyüzlü değerleriyle alıp
verilemeyenler vardı…”
Hasılı
“Yazınımızda önemli bir figür, değerli bir düşün insanıydı. Erkek egemen
toplumun edebiyatında da kendini gösteren güçlü erkek lobilerine karşı yiğitçe
kavga verdi. Yeteneği ve cesareti ile belleklere kazılan tabuları yerle bir
etti. Dilinden, bilgi birikiminden, toplumcu görüşünden asla ödün vermedi.
Ürettiği yapıtlarının özgünlüğü ile dikkat çekti.”[9]
Ahmet
Cemal’in, “Benim için genellemeye hiç sığmayanlardan”; Karin Karakaşlı’nın,
“İhtimal hepimizden eksilmedi, çünkü topumuzun sevgisine hiçbir zaman talip
olmadı. Çok dürüsttü, çok dobraydı, çok kadındı, çok edebiyattı”; Mine G.
Kırıkkanat’ın, “Yazarlık namusudur. Edebiyatın kadın duruşudur. Siyasal
bilincidir. İnsanlık vicdanıdır,” notunu düştükleri Onun için Asaf Güven Aksel,
21 Temmuz 2013 tarihli ‘Sol’da çıkan ‘Sokaklar Size Benzerken, Nereye Leylâ
Hanım...’ başlıklı yazısında şöyle demişti: “Tek başıma ne yapabilirdim ki ben
derken, vazgeçenlerden değil, çağıranlardandı. Bari kendimi kurtarayım
diyenlerden değil. Bin olalım diyenlerden. Her biri bin çarpı bin...”
Çağrıları, karşılığını Gezi Parkı Direnişi’nde her biri bin çarpı bin olabilen
gençlerde buldu Onun…
NİHAYET: AŞK HİKÂYESİ
Müthiş
yazarlığı yanında aşık olunacak bir kadındı O; aşık da olundu; uğruna ölümsüz
şiirler yazılacak kadar…
Edebiyat
tarihinde en çok baskısı yapılan ve bir kült hâlinde dizeleri dilden dile
dolaşan Ahmed Arif’in ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ kitabındaki şiirlerin
önemli bölümü Erbil’e yazıldı.
“Yokluğun,
Cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini...” denilmişti O’nun için.
Yalnızca bu
şiire değil kitapta yer alan pek çok dizeye ilham veren o gözlerin sahibi ünlü
yazar Erbil’di.
Okumayan var
mı? Arif’in Erbil’e yazdığı mektuplar ‘Leylim Leylim’ başlığıyla yayımlandı.
1954-1959
yılları arasında büyük şairin, ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ dediği ve
kaleme alındığı dönemin entelektüel ve yayın ortamını, usta şairin sürgün
günlerini, yaşadığı siyasi baskıyı, en çok da Erbil’e aşkı anlatan kitaptan söz
ediyorum…
Arif’in
gönderdiği mektupları saklayan ve uzun yıllar bunları kitap olarak yayımlamayı
kabul etmeyen Erbil, “Kalan” isimli kitabını çıkardığı dönemde şairin oğlu
Filinta Önal’la tanışır.
Erbil, Önal’a
mektuplardan söz ettikten sonra Arif’in oğlu, “Siz ve babam edebiyatımızın en
değerli şahsiyetlerindensiniz. Elbette ki bu mektuplar yayımlanmalı,” der.
Evet, evet
“Aşk soylu bir duygu, hakikât,” diyen -Arif’in oğlu- Filinta Önal ekler: “Leylâ
Hanım ile kitabının tanıtımında tanıştık. Çok güzel bir kadın, gözleri mavi
mavi o ışığı görseniz... Bana öyle severek baktı ki... Babamın ona yazdığı
mektupların yayımlanması konusunda çekiniyormuş. Eski insanlar, bir asalet var,
üzülür müsünüz, diye sordu. Ne üzüleceğiz, dedim. Anneme de sordum, o da
biliyor, bilmez mi? Masal gibi, platonik bir hikâye. Niye utanılsın, aşk ne
güzel bir şey…”[10]
Erbil’in,
“Hayır, benim tarafımda aşk yoktu, yalnızca dostluk vardı,”[11]
dediği ol hikâyat konusunda ‘Leylim Leylim’in editörü Ruken Kızıler, sunuş
yazısında “Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan
arasındaki gizdir. Bu iki kişinin arasındaki giz silinemeyecek/
değiştirilmeyecek bir biçimde kâğıda aktarılmış, söz uçamayıp çakılı kalmıştır.
Tam da bu yönüyle ‘kaleme alındığı anın gerçekliği’ zaman tarafından
aşındırılamadan, tüm tazeliği içinde korumaya alınmıştır,” diyor.
Zamanın
aşındıramayacağı mektuplarda Diyarbakır’da sürgün Arif’in sıkıntıları var:
Adeta ölümle yaşam arasında gidip gelen bir sarkaç... Öte yanda, siyasi
baskılar, yayın dünyasının ikiyüzlü yanı...
Ama daha
önemlisi, okurken “demek böylesi de yaşanmış” dedirten büyük bir aşk... Arif
“Leylim” diye başladığı bir mektubu şöyle sonlandırıyor:
“Kulluğum,
divaneliğimle ellerini, gözlerini öperim. Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya
da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur.”
Aşktan öte
büyük bir hayranlık onunkisi: “Cihan insanları içinde en güzel, en iyi ve en
namuslusu sensin.” Hatta kimi zaman Erbil’i kutsuyor: “Bu senin hiçbir
peygambere, hiçbir kahramana kısmet olmayan büyüklüğünden... Güzelliğinden...
Kutlu ve saygıya layık oluşundandır.” Bir yerde de şöyle diyor: “İncil gibi,
Tevrat gibisin Leylim. Hilesiz, arı ve duru.” Bunca paye biçtiği, Tanrılar katına
yükselttiği kadını da herkese tanıtmak istiyor: “Elim erse, ayağım tutsa, seni
bütün cihanın görebileceği bir kuleye çıkarır ve bağırırdım. ‘İşte insan buna
derler! Böyle olmaya çalışın!’ İki milyar beş yüz milyon Âdem evladının seni
tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum.”
Zaten
“Hasretinden Prangalar Eskittim” şiiri de “Seni, anlatabilmek seni” dizeleriyle
başlamaz mı?
Arif, aynı adı
taşıyan kitabındaki birçok şiiri Erbil’e yazar. “Maviye, maviye çalar gözlerin,
yangın mavisine” dediği, “de be aslan karam, de yiğit karam” diye seslendiği,
“oy sevmişem ben seni” diyerek içini döktüğü ondan başkası değildir.
Mektuplarının
yanında, yayımladığı tek şiir kitabında yer alan ya da o dönemde dergilerde
yayımlanan şiirleri de gönderir. Birinde “Sana ulaşmadan, kavuşmadan da bazı
iyi mısralar yakaladığım oluyordu. Senden sonra, yahut seninle daha bir şair
oldum” demekten kendini alamıyor, ancak şerh düşüyor sözüne: “Önce şiir değil
benim için. Önce sen.”
16 Temmuz 1955
yılındaki başka bir mektubunda da benzer ifadeler var: “Benim her şiirimde
varsın ve olacaksın. Ama dünyanın en dehşet şiiri bile ‘sen’ olamaz. Bunu
yaşamak gerek. En asıl gerçek bu işte.”
Arif, onu sade
şairliğine değil, hayatta kalmasına da neden olarak görüyor. Sürgünlüğün
sıkıntılarıyla uğraşırken, yokluk çekerken Erbil onu hayata bağlayan bir köprü
gibi: “Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin
beni.”
Peki, Arif,
aşkına karşılık buldu mu? Kızıler sunuş yazısında bu soruyu yanıtlıyor:
“Leylâ Hanım
bu mektuplarda dostluk sınırını çizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe
derinleştirmişti. Arif’in bu konumu kabullendiği mektuplarından anlaşılıyor.”
Gerçekten de
duygularını ifadeden geri duramasa da kabullenmişlik büyük ozanın satırlarına
yansıyor. Hitaplar “cânım dostum”a evrilirken “dostluk avucumuza sıcacık bir
kuş gibi konmuş bir kere” diye yazıyor: “Ama bunda benim yüküm daha ağırmış ne
çıkar? Ya ben bundan hoşnutsam? Ya senin sade var olman bile beni saadetten
çıldırtacak tatta bir gerçekse?”
15 Mayıs 1954
tarihli bir mektubuna “Leylâ, Canım” diye başlayan “Yarı parçan” diye
noktalayan Arif; yine “Leylâ, Zalım Leylâ!” diye başladığı bir diğer mektubunda
“Bu, benimki dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belâlı ve korkunç
ilk mektubun, yani 4-1, ben mağlubum...”
Nihayet bu ol
hikâyata ilişkin Erbil 2005’te yayımlanan ‘Üç Başlı Ejderha’sında açıktan bir
selam gönderir Arif’e… Mektuplarında “oğlunum ben senin” diyen ve onun için
“Gitmek/ Gözlerinde gitmek sürgüne/ Yatmak/ Gözlerinde yatmak zindanı/ Gözlerin
hani?” dizelerini yazan ozana yıllar sonrasından özlemle seslenir:
“akşamüstleri
geliyor aklıma... gözleri... oğlumun... gözleri hani...// oğlumun elimde kalan
son fotoğrafı... gözleri oğlumun... gözleri... gözlerinde bulurum can
tılsımını... gözleri hani...”
4 Ocak 2014 11:25:50, Ankara.
N O T L AR
[*] Özgür
Bağcılar Aylık Bağımsız Yerel Dergi, No:3, Şubat 2014…
[1]
Özdemir Asaf.
[2]
Semih Gümüş, “Erbil ve 1950 Kuşağı”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:645, 26 Temmuz
2013, s.13.
[3]
Nedret Öztokat, “Erbil’de Öykünün Sesi”, Cumhuriyet Kitap, No:1231, 19 Eylül
2013, s.18-19.
[4]
Necmi Sönmez, “Şimdi de Yalnızım İşte, Yapayalnızım”, Radikal Kitap, Yıl:12,
No:645, 26 Temmuz 2013, s.14.
[5] A.
Ömer Türkeş, “Erbil’e Veda”, Birgün, 21 Temmuz 2013, s.5.
[6]
Leylâ Erbil, Tuhaf Bir Erkek, Türkiye İş Bankası Yay., 2013, s.10-11, 18, 53-54,
80, 86, 100, 48-49, 60.
[7] Aslı
Uluşahin, “Tuhaf İnsanları Severim”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2013, s.16.
[8] Ömer
Erdem, “Herkes Sevgiye Muhtaç”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:645, 26 Temmuz 2013,
s.16.
[9]
Turgay Olcayto, “Leylâ Erbil”, Evrensel, 30 Temmuz 2013, s.13.
[10]
Türey Köse, “Ahmed Arif’in Oğlu Filinta Önal”, Cumhuriyet Pazar, No:1437, 6
Ekim 2013, s.2.
[11]
Leylim Leylim: Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar, İş Bankası Kültür Yay.,
2013.
Yorumlar