“Özgürlük, daima farklı düşünenin özgürlüğüdür.” [2] Sizlere, sürgünlüğümün 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatine tanıklık eden Par...
“Özgürlük, daima farklı
düşünenin özgürlüğüdür.”[2]
Sizlere, sürgünlüğümün 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatine
tanıklık eden Paris’te, sanatın devrimcilerinden ya da devrimin sanatçılarından
söz etmeye başlamadan önce, Père-Lachaise’deki Komünarlar’a emanet
ettiğimiz, Onlarla yan yana olan Yılmaz Güney ve
Ahmet Kaya şahısında tüm devrimci sanatçıların anısı önünde eğildiğimi ifade
etmeme izin verin…
“Devrimci sanat” dedim; sanat, zaten doğası gereği, devrimcidir,
silahtır; hayata organik biçimde bağlıdır.
Sanat, hayat
ve mücadeleyle buluştuğu oranda sanat olabilir; sanatı özgürleştirmek, onu
mücadeleden arındırmamakla mümkündür.
İnsanın duygu
ve düşüncelerini, kendisinden bağımsız olarak gördüğü nesnel dünyayı kafasında
yorumlaması, sorgulaması ve duyguları ile bağdaştırması ve somutlaştırması
olarak sanat baskıya başkaldırıdan doğar.
Sanat,
bilinçli bir eylemdir; duyguların, düşüncenin dışa vurumudur; duygu, düşünce
yoğunluğu olmadan sanat olamaz.
F. W.
Nietzsche’nin, “Sanat ve yalnız sanat; gerçeğin elinden ölmemizi engelleyecek
bir şey varsa o da sanattır,” diye tanımladığı gerçek, dünyayı ve evreni
estetik olarak algılamaya çalışmaktır. Bir bakıma insanlık tarihinin
toplamıdır.
Nihayetinde
bir meydan okumadır sanat ve meydan okuyanlar, başkaldıranlar içindir;
insan(lık)ı ayakta tutabilecek en büyük direnç noktasıdır.
Sanat, çağını
sorgular, öncü düşünce üretir. Bu düşünceler zaman içinde toplumsal
davranışlara yansır.
Susan
Sontag’ın, “Sanat sadece bir şey hakkında değildir; kendisi de bir şeydir.
Sanat yapıtı, yalnızca dünya üzerine bir metin ya da yorum değil, dünyanın
içinde bir şeydir,”[3] diye betimlediği
sanat eseri, onu yapanın kendini ifadesidir. Bir lisandır, ifadedir…
Sanat, sadece
dünyaya bakmak, yansıtmak, yorumlamak değil; tüm bunlarla birlikte
değiştirmektir...
György Lukacs’ın,
“Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği, yeni bir toplum düzenini kurmak
için gerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir,”[4] diye tanımladığı sosyalist
gerçekçilikte, sanat da, yeni bir toplum düzenini kurmak için, proletarya
davasına hizmet eden bir işlev üstlenir.
İş bu nedenle
de devrimci sanatçı, mücadelenin hedefleri ve görevlerine bağlıdır. Ama o bir
“memur” değildir. Sanatçı sıradan bir olayı olağandışı göstermeyi başarabilen
bize bu dünyayı değil göremediklerimizi hissedip anlatan insandır.
Sanat; insanın
olmayana, olmasını istediğine olan açık özlemidir ve bu özlem doğrultusunda,
kendi bakış açısı doğrultusunda kendini var eder.
Sanat
yapıtının en temel özelliği bizi farklı bir deneyime davet etmesidir.
Bu
farkındalıkla çıkılan her yol sanatı anlatır. Bu nedenle sanatçı aşkın
duyguları, vicdanı, ölümü, varoluşu, hayatı, evreni konu edindiği müddetçe
kendini aşmaya muktedir olacaktır.
Böylesi bir
duruş asla vazgeçilemeyen özgürlükle mümkündür.
Sözü edilen
özgürlük ise, iktidar, pazar ve parayla arasına koyduğu/ koyabildiği mesafe ile
gerçeklenebilir.
Tıpkı Dücane
Cündioğlu’nun tarifindeki üzere:
“Sanat ve
sanatçı mı istiyorsunuz, dua edin de belalar yağsın üzerinize gökten! Açlıktan
nefesiniz koksun! Hüznünüz olsun mesela. Yoksunluklarınız. İncinmişlikleriniz.
Güçsüzlüğünüz.
Kuşkunun
pençesinde kıvranın. Dualarınız hep geri çevrilsin. Kahrolunuz... Kahrediniz.
Tadın ihaneti. Reddedilin. İnkâr edin ve edilin. Tereddüt edin. İncindiğinizi
düşünün… yaşayın yani, çelişkiyi ve çileyi…
Bakın o zaman
nasıl da göğün kapıları açılıyor… ve işte o zaman sanatçı yaratmaya, ele
geçirilemez olanı fethetmeye başlar...”[5]
Bu noktada siz
bakmayın, “Eskiden de benzer bir zırva vardı: Devrimci sanat! Sanatçıların,
topluma mesaj verme mecburiyeti olduğuna, bu mesajın da hâli ile toplumu ileri
taşıyacak ‘devrimci ruh’ olduğuna iman ederdik!” diyen Cüneyt Ülsever’in
zırvasına! Bu ifadeler, olsa olsa kendini anlatan bir acz ve vazgeçmişliğin
mızıldanmalarıdır. Ne devrimin, ne de sanatın kıyısından geçemezler.
Kolay mı? Her
devrimci sanatçı yetkin bir sanatsal görüye ulaşmış kişidir. Bu da ancak
felsefenin sağlayacağı bakış açısıyla olasıdır. Her sanatçı kendi koşulları
içinde filozoftur.
Yani “Sanatçı
olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma,
gereçleri biçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey değildir sanatçı için;
işini bilip sevmesi, bütün kurallarını, inceliklerini, biçimlerini,
yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıp sanatın
bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçının
yardımcısı olur: sanatçı çıldırmış canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir,”[6] Ernst Fischer’in ifadesiyle…
Evet sanatta
estetik kaygı olmalıdır. Çünkü o, somut gerçeklikten farklı bir gerçeklik
anlayışına sahip kavramdır.
‘Ertesi
Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusuna, İlhan
Mimaroğlu’nun, “İşe yaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe
yaramadığı, hiçbir iş görmediği doğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat
zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İş buldurur, işsiz bıraktırır.
Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kiminin mezar
taşını bile yok eder,”[7]
diye betimlediği sanat yakılıp, yıkılan olduğu kadar direnen ve başkaldırandır
da...
Sanat
direnmektir/ başkaldırmaktır, direnmek/ başkaldırmak da sanatın bizatihi
kendisidir.
Bize şarkılar
söylüyorlar, içinde biz yoksak; o ne şarkı ne de müzik sanatıdır!
Bize, bizsiz
filmler yapıyorlarsa; ne o film ne de sinema sanatıdır!
Bize oyunlar
sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, ama bizden azade ve
içinde bizim hikâyemiz/ gerçeğimiz yoksa; yaptıkları bizi daha da görünmez
kılmak içinse; buna sanat değil; egemen -kara- propaganda denir!
“İyi de biz
kimiz” mi?
Biz bu
dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz…
Biz, adına
“halk” denenleriz…
Tam da bu
noktada sözü, ‘Direnişte Sanat Kolektifi’nin, 25 Haziran 2011 tarihli
Ankara’daki açıklamasına bırakmakta yarar var:
“Sanatçı,
halktan başka biri değildir. Sanat hep halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanın
boyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün
varlığıyla sadece halkın olacak. Bizim olacak…
Belleğimizde
Şili diktatörlerine “Venceremos/ Kazanacağız” haykırışıyla ölen sanatçı Victor
Jara’nın sözü var: “Halka inilmez, çıkılır.” Biz daha ötesini söylüyoruz: biz
halk basamağında duruyoruz, üstümüzde göğün özgür ufukları, altımızda
sömürenler ve taraftarları var. İnecek yerimiz yok ve çıkacak tek yerimiz var:
insanın insanı sömürmediği bir dünya.”
Tam da Enver
Gökçe’nin ifade ettiği gibi, “Bir sanatçının, doğru devrimci bir yönde
birşeyler verebilmesi, yansıtabilmesi için pratik ile teori arasındaki birliği
daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun
ışığında kavrayıp yorumlayabilir. Hatta sanatta, bilinci ve duyarlık arasında tam
bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek başına yeterli
değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir
görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı, insanımıza yaşanılabilecek
bir hâle getirebilmek için şiiri ve sanatı, sosyo-politik bir mücadelenin
tamamlayıcı araçları olarak görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında asıl mesele
insanın bir bütün hâlinde kavranılması ve bütünselliğin dile getirilmesidir.
Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu, hem de sapına kadar
bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçük
hesapların insanı değildir ve olamaz da…”
Geçerken
anımsatalım: Toplumun yozlaşmaya başladığı yerlerde, sanat can çekişiyordur.
Düşünen, hayal eden, üreten özgür bireyler, yok olmaya yüz tutmuştur. İnsanlar,
açılan yollardan bile gitmeye üşenir hâle gelmişlerdir. İnsanların hayal etme,
sevme, üretme olguları körelmiştir.
“Nasıl” mı?
J.
Baudrillard’ın ifadesiyle, “Bugün sanat olarak adlandırdığımız şey sanki yerine
koyacak bir şey bulamadığımız bir boşluğa benzemektedir.”
“Çağdaş
sanatın ikiyüzlülüğü özetle: Zaten beş para etmez bir şeyken beş para etmeyen,
anlamsız, saçma sapan bir şey olmayı kendine bir hak olarak görmek; beş para
etmez bir şey olmaya çalışmak ve yüzeysel terimler kullanarak yüzeysel bir şey
olduğunu iddia etmekten ibarettir.”
“Belki de
sanat her şeyin estetik bir nesne olarak sunulabileceği ilkel bir ritüel,
evrensel bir kitsch nesne görünümüne bürünerek ortadan kaybolacaktır.”
Evet
sürdürülemez kapitalizm koşullarında sanat ve bilimin hâli içler acısıdır.
Verili tabloda
entelektüel, sanatsal yaratımı imkânsızlaştığını görüyoruz. Bunun sonucunda,
yalnızca sanat eserinde değil, “sanatsal” kişilikte de yavaş yavaş su yüzüne
çıkan bir değer aşınması meydana gelmektedir.
Bu koşullarda
sanatsal muhalefet, insanlığın elindeki en önemli güçlerden biridir. Bu güç,
ezilen sınıfların daha iyi bir dünya taleplerinin yanı sıra, insanlık onuruna,
insanlığın yüceliğine dair tüm duyguları aşındıran rejimlerin gücünü kırmaya ve
onları yok etmeye yarayacak bir güçtür.
Çünkü sanat,
kendinden ödün vermedikçe, ona ters gelen hiçbir buyruğa boyun eğmez; kendisine
dayatılana boyun eğmez.
Çünkü devrimci
sanatçı, doğmakta olan bu kültürü konu alır. Tarihte yaratılmış tüm ileri
değerleri sahiplenirken; evrensel bir misyonu da sahiplenir.
Devrimci
sanatçının esin kaynağı, “Sanatta Devrim Devrimde Sanat” perspektifiyle örgütlü
mücadeledir.
Sanatta devrim
denince, sanattaki köklü değişim ve sanatın dışında, yaşamda gerçekleşen devrim
ve devrimci durumların sanatlaştırılması, sanatçının kendine özgü sanatıyla onu
şekillendirmesi, özlendirmesi akla gelir. Bu durum sanatın aldığı yeni bir
biçimdir.
Bunun için de
sanat ya devrimcidir ya hiçtir!
Veya sanatçı
ya devrimcidir ya pazarlamacı/ propagandisttir!
O hâlde burada
durup, göksümüzü gere gere; müziğinde de, sinemasında da; resiminde de,
edebiyatında da; şiirinde de, mizahında da, tiyatrosunda da bizimkilerin,
devrimci sanatçıların, yani estetiği geleceğin ahlâkı kılma kavgası vererek “11
Tez”in gereğini layığıyla yerine getirenlerin farklı olduğunu haykırmalıyız…
KULAĞIMIZDA ÇINLAYAN DEVRİMCİ SESLER…
Ludwig van
Beethoven’in, “Asıl müzik gerçeğin kendisidir”; W.Shakespeare’in, “Müzik, aşkı
besler”; Longfellow’un, “Müzik insanların evrensel dilidir”; Konfüçyus’ün, “Bir
milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün,” dedikleri müzik
deyince aklıma hemen Paris’in Père-Lachaise’inde Komünarlarla yan yana yatan
Ahmet Kaya, Şili’de Pinochet darbesinin teslim alamadığı Victor Jara, 12 Eylül
darbesinin bir biçimde katlettiği ustaların ustası Ruhi Su, Çernobil’in
katlettiği Karadeniz’in asi çocuğu Kazım Koyuncu, Sivas’ta yakılan
canlarımızdan Nesimi Çimen, devrimcilerin gür sesi Rahmi Saltuk ve nihayet
Kürdistan’ın savaş ve zafer narası Şiwan Perver ile daha ismini zikredemediğim
niceleri gelir…
Sormadan
geçmeyeyim?
Dağlarda,
varoşlarda yankılan Ahmet Kaya’nın o gür sesi, nasıl olur da, kulağınızda
çınlamaz?
Ya 1999’daki
‘Magazin Gazetecileri Derneği’ ödül töreninde “Kürtçe şarkı söyleyip, klip
çekeceğim,” dediği için O’na yaşatılanları, o linç girişimini nasıl
unutabiliriz?
‘Magazin
Gazetecileri Derneği’nin, 2012 yılında Ahmet Kaya anısına “özel” ödül vermesi
neyi değiştirir ki?
Gerçek
meydanda ve asla unutulmayacak: “Başkaldırıyorum” diyen haykıran O, özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik için başkaldırdığı zulüm tarafından Paris sürgününde
katledildi.
Ahmet’i hep
isyankâr gülümseyişiyle anımsadık ve anımsayacağız da…
Ya “Gitarım
burjuvaya değil, halka çalar…” “Çocukların neşeyle şarkılarını ve türkülerini
söyleyecekleri tek sistem sosyalizmdir,” diyen, Şili’de Pinochet darbesinin
katlettiği şair/ şarkıcı Victor Jara (1932-1973).
12 Eylül 1973 günü, işkence edilmek için Şili
Stadyumu’na götürülen binlerce devrimci insandan biri de öğretmen, tiyatro
yönetmeni, şair, şarkıcı, şarkı yazarı olarak çok yönlü sanatsal ve entelektüel
mücadelesini, üyesi olduğu Şili Komünist Partisi’ndeki siyasal aktivizmiyle
tamamlayan Victor Jara’ydı.
Şili’de cunta beş bini aşkın
devrimciyi bir stadyuma doldurmuştu. Bunlar arasında Şili’nin devrimci
şarkılarının simgesi Victor Jara da bulunuyordu ve tüfek dipçikleri eşliğinde
alelacele stadyuma tıkılan Jara’nın elinde gitarı da vardı. Bir şarkı söylemeye
koyulan Jara’ya, subayların ateş açma tehdidine rağmen stadyumdaki diğer
tutuklular da eşlik etmeye başladılar.
Onunla birlikte alınan diğer siyasi tutukluların
anlattıklarına göre işkenceciler, kaburgaları ve parmakları kırılmış
vaziyetteki Jara’yı kendileri için gitar çalmaya zorladıklarında Jara, halk
cephesinin marşı olan ‘Venceremos’u söylemişti. Jara’nın cesedinin, 16 Eylül
1973’de, üzerinde 44 kurşun deliğiyle çıkarıldığı stadyuma, 30 yıl sonra
Estadio Victor Jara (Victor Jara Stadyumu) ismi verilecekti.
Mahvedici bir yoksulluğun ve aile trajedilerinin kararttığı
bir hayattan gelen Victor Jara, zamanında ekonomik nedenlerle bıraktığı
eğitimine geri döndü ve Şili Üniversitesi’nde tiyatro okudu. Müziğe
başlamasında, bir başka efsanevi Şilili müzisyenin, Violeta Parra’nın önemli
rolü oldu. Jara, 1966’da kendi ismini taşıyan ilk albümünden bir yıl sonra,
Quilapayún’la birlikte Latin Amerika halk şarkılarından bir derleme kaydetti.
Bir yıl sonra çıkardığı ‘Desde Longuén Hasta Siempre’nin açılış parçası ‘El
Aparecido/ Hayalet’, ölümünün ardından Che Guevara için yazılmıştı.
Bir sonraki albüm ‘Pongo En Tus Manos Abiertas’
adını, Jara’nın Şili emekçi hareketinin ve Komünist Partisi’nin kurucusu L. E.
Recabarren için yazmış olduğu şiirin açılış dizelerinden alıyordu: “Bıraktım
uzanmış ellerine şarkıcıların gitarını, işçilerin orağını ve çiftçilerin
sabanını...”
Victor
Jara’nın şarkılarındaki gerçeklik bizlere, onun neyin uğrunda öldüğünü
hatırlattığı kadar, bizim neyin uğrunda yaşadığımızı da düşündürebilirse eğer,
muhtemelen bu, üzerinde “Hasta La
Victoria / Zafere Kadar” diye yazan mezarına bırakmayı
dileyeceğimiz o bir demet çiçekten daha çok okşayacaktır ruhunu...
Ve ustaların
ustası Ruhi Su; Onun katili de lanetli egemenlerdi…
12 Eylül
koşulları altında yurtdışında tedavi görmek için pasaport alamayan ve hayatını
kaybeden Ruhi Su, türkülere kazandırdığı yeni formla kendisinden sonraki bütün
kuşakları etkiledi.
Aslı sorulursa
Ruhi Su, ulu bir çınarın hikâyesidir. Tüm hayatı kardeşliğe, eşitliğe özgürlüğe
adanmış, bu yolda yürürken türkülerle benzenmiş bir hayatın hikâyesidir.
Kökleri yerin en dibinde, dalları göğün tepesinde olan, özünü Anadolu’dan alan,
ruhunu kardeşlikle besleyen ulu bir çınarın, bir devrimcinin hikâyesidir. O tok
sesiyle kimi zaman sevgiliyle deniz kenarında, gün batımında aynı anda
mırıldanan; kimi zaman dostların arasında, güneşin sofrasında hep bir ağızdan
coşkuyla söylenen, kimi zaman meydanlarda, safları sıklaştırdığımız zamanlarda,
mücadelenin en kızgın noktasında yüksek sesle haykırılan türkülerin sahibidir.
Varlığıyla kuvvet aldığımız ağabeyimizin, babamızın, kardeşimizin hikâyesidir.
Hasan Hüseyin
Korkmazgil’in, “Ruhi Su, işlenmiş sesin ötesinde başka bir şey. Örneğin bilinç,
örneğin sesin başkaldırısı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı.
Su’yu dinlerken tarih bilinci ile coşmamak elde değil”; Sabahattin Ali’nin kızı
Filiz Ali’nin, “Ruhi Su, anonim halk ozanlığı geleneğiyle bireysel sanatçı
özgünlüğünü, sesi, sazı, sözü ve yüreğiyle, ödün vermeksizin bir kuyumcu gibi
işleyerek araştırarak, titizlenerek bir kapta kaynaştırmasını bildi”; Melih
Cevdet Anday’ın, “Yeni Türkiye’nin yarattığı, geleceğe dönük bir sanatçıdır.
Onun önemi buradadır,”[8]
diye betimlediği bir sonsuzluktu Ruhi Su usta…
Karadeniz’in
asi çocuğu ve hepimizin yoldaşıydı ve “Benim için Diyarbakır ve Karadeniz arasındaki
tek fark Karadeniz’de deniz olmasıdır,” diye haykırırdı O…
Kazım Koyuncu,
25 Haziran 2005’te hayata veda ettiği gün ölümsüzleşti. Ardından da bir efsane
hâline geldi. Onu ölümsüzleştiren ve çok kısa bir sürede de efsane hâline
getiren taşıdığı kimliği ve verdiği mücadeledir. Yaşarken sergilediği duruş çok
önemlidir. Şan, şöhret ve paraya tapmadı. Koyuncu’nun mirası yalnızca; sesi,
sanatçılığı ve albümleri değil. Onun müzikalitesi konusunda son kararı şüphesiz
müzik otoriteleri verebilir. Bizi ilgilendiren ve hep önplana çıkarmamız
gerekense; Koyuncu’nun duruşu ve mücadelesidir. Onun mirası budur. Koyuncu’yu
sağken de, günümüzde de önemli ve aranır kılan bu mirasıdır.
O, politik
söylemlerini ve hak mücadelesini hiç bir zaman bırakmadı. Zaten onu ölümsüzleştiren
de yalnızca söylediği şarkılar değil, bu söylem ve mücadelesiydi. Ona bu
şarkıları söyletenin de o söylem ve mücadelesi olduğunu hatırlamak gerek. Şan,
şöhret, para kazanayım da keyfime bakayım, demedi. Tam tersine fedakârca
mücadele etti. Lazca şarkılar söyledi. Diğer dillerde şarkılar söyledi.
Lazca’nın farklı bir dil olduğunu Türkiye’de çoğu kişi ondan öğrendi. Yalnızca
Lazca şarkı söylemekle kalmadı; Lazca’yı çeşitli platformlarda savundu. Doğayı
kirletenlerle mücadele etti. Karadeniz otoyolunun doğaya zarar vereceğinin
düşünüyordu. Buna karşı da kavga verdi. Emek mücadelesinde yerini aldı.
Ülkemize barışın gelmesi için mesaj vermek amacıyla Diyarbakır’a gitti ve
kardeşlik şarkıları söyledi.
Koyuncu,
insani değerleri tüketen ve sömüren kapitalist yabancılaşmaya yakın bir
yerlerde durmuyordu. “Sistemin şarkıcıları”ndan birisi hiç de değildi. Onun
onurlu mirasına sahip çıkabilmek için, bu mücadelenin bilincinde olmak ve Kazım
Koyuncuları çoğaltmak gerekiyor.
“Nedir
Alevi-Sünni/ Nedir Yahudi/ Nedir bu gâvur-Müslüman/ Nedir Bedevi/ Her doğuş
masumdur, bura bir insan evi/ Herkesi kardeş görüp gülmeliyim yine,” diye
haykırırdı 20 yıl önce Sivas’ta yakılıp, katledilen Alevi-Bektaşi halk ozanı
Nesimi Çimen…
‘Gittin
Gideli’ de, “Öyle ağırım ki kendime/ Sen benden gittin gideli/ Terim küs olmuş
tenime/ Sen benden gittin gideli,” diyen Nesimi’nin oğlu Mazlum Çimen, “O bugün
yaşasaydı Gezi Parkı’nda curasıyla ‘Barış Güvercini’ni söylerdi” deyip,
babasının şu sözünü hatırlatır hepimize:
“Aşkı
olmayanın dini imanı olmaz”!
Ya “Bayram
benim neyime/.../ Kan damlar yüreğime/.../ Bitsin artık kara zulüm/ Bayram
benim neyime/ Hep bize mi bunca ölüm/ Kan damlar yüreğime.../ Bayram benim
neyime,” diye haykıran Rahmi Saltuk’u unutmak mümkün mü?
Saltuk’un o
türküsü 1969 tarihindeki işçi direnişinde katledilen Şerif Aygün içindi…
Saltuk (1945
Dersim) küçük yaşlarda saz çalıp türkü ve deyiş söylemeye başladı. A.Ü. Hukuk
Fakültesi’nden mezun oldu. 1968 kuşağındaki çok sayıdaki genç gibi siyasete
ilgi duydu. 1966’da Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Ruhi Su’nun tok sesine
benzeyen sesi ile söylediği türküler, sol-sosyalist çevrede tanınmasını
sağladı. İşçi hareketinin, öğrenci hareketinin, işgallerin, direnişlerin, Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarının üniversitelerdeki eylemlerinin vazgeçilmez sesi oldu.
1971 askeri
darbesinin ardından yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. 1974’te Türkiye’ye döndü
ve mücadelesini sürdürdü…
Nihayet
“Yaşayan büyük bir efsane”[9]
diye nitelenen Kürt ozanı Şivan Perwer…
“Müzikle
tanışması zor olmuyor Şivan’ın, nitekim dengbéj bir anne ve babaya sahip.
Geleneksel Kürt müziği ve o otantik nağmelerle büyüyor. Gelecekte profesyonel
müziğe adım attığında da hakkını veriyor bu nağmelerin. Ve onlara asla ihanet
etmiyor.”
Birçok dönüm
noktası var Şivan’ın hayatında. Bunlardan bir tanesi Ankara Güney Park’taki
Güneydoğu Gecesi... Yıl 1975, onca yasağa karşın Türkiye’de ilk kez Kürtçe
şarkı söylediği için arka kapıdan çıkarılır.”[10]
Ancak sürdürür
mücadelesini. Gerillanın, isyanın dilinden düşmez türküleri. Çünkü O özgürlüğünü
haykırır Kürtlerin.
Ve ulaşır
bugünlere dek Kürdistan’ın savaş ve zafer narası olarak…
DEVRİMCİ SİNEMANIN “ÇİRKİN KRAL”I: YILMAZ
GÜNEY
9 Eylül...
Aklımın ve gönlümün bir yanı da 29 yıl önce yitirdiğimiz yeri doldurulmaz bir
kayıpta, yoldaş(ımız) Yılmaz Güney’de... O, 29 yıldır Paris Komüncüleriyle yan
yana yatıyor…
“Yılmaz
Güney’i, sinemamızda açtığı çığırla, söyleyecek sözünü mutlaka söyleme
kararlılığıyla ve ezilen halklardan, ezilen insanlardan, ötekileştirilenlerden
yana hiç ödünsüz tavrıyla hatırlıyorum, hatırlayacağım.”[11]
“Hadi takas
edelim bir şeylerimizi. Mesela gülüşünden ver, ömrümden al,” diyen insanî
duyarlılıklarıyla hepimizi: “Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor farkında
mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar
kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?”
“Göğsümü gere
gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safım açık
ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan,
sosyalizmin acemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin
içinde olmaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden
göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk için ölüm, şerefli bir ölümdür…”
“Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi
toprağımızda ve kendi halkımızdadır...”
“Her şeye
rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü,” diye uyarak O, öncelikle
bir Marksist-Leninist’ti…
“Yılmaz Güney
büyük bir sinemacıydı, hatta daha önemlisi Asya-Afrika-Latin Amerika’da içinde
olmak üzere, üçüncü dünyanın sözcüsü direnişçi bir geleneğin önderi olmuştu.
Bütün bunlar doğru, ama Yılmaz Güney’in en büyük şiiri yaşamı, direnci ve boyun
eğmemesiydi, hayatı boyunca vicdanına sadık kalması ve inanılmaz dürüst ve
insanın gözlerini kamaştıran bir süreçle tüm Türkiye tarihinin yeniden
yazılmasına neden olacak bir varoluş alanı yaratmıştı. Güney’in sanatı ve
yaşamı, bütün Türkiye’ye ayna tutan ve tarihimizin yazılırken bileşenlerin,
olayların, tarihin ve siyasi iktidarın mantığının en iyi anlaşılabileceği
örnekleri veriyordu.
Hakikât şudur:
Yılmaz Güney bir marabanın, topraksız köylünün, bir evdecinin oğluydu ve bir
bütün Anadolu Halkları adına isyan ettiğinde ve siyasi iktidarın onu biat
ettirmek için elinden gelen her şeyi yaptığında davasından vazgeçmeyerek direnmesi
Cumhuriyet’in anti-tezi olmasına yol açmıştı. Aynı şekilde yazdıklarından,
yaptıklarından ve söylediklerinden anladığımız kadarıyla Osmanlı için de çok
daha radikal düşünceleri ve sezgileri olan birisiydi. Yılmaz Güney Türkiye’de
siyasi iktidarın, resmi tarihin, tarihçilik yazımının bir anti-teziydi, bu
nedenle ne muhalifler ne de siyasi iktidar onu kabul edemedi, çünkü Güney
sınıfsal kökenine, o insanların hayatına her zaman vicdanen sadık kaldı.”[12]
Ve hepimize
örnek oldu, oluyor ve olacak da…
EPİK TİYATRO USTASI BERTOLT BRECHT
“Karanlık
zamanlarda/ şarkı da söylenecek mi?/ Elbette, şarkı da söylenecek,/ karanlık
zamanları anlatan,” diye haykıran biriydi…
Hepimizi
uyarırdı bilge bir militanlıkla:
“Akıllılar
ahmaklardan yaşıyor, ahmaklar da çalışarak...”
“Biz
olmasaydık onlar zengin olmazdı...”
“Ne çok insan
vardı her şeye evet ve amin diyen...”
“Hiçbir şey
bilmeyen cahildir, ama bilip de susan ahlâksızdır...”
“Aç adam, kitaba davranır: Çünkü o
silahtır...”
“Bilimin amacı
sonsuz bilgeliğin kapısını açmak değil, sonsuz hataya sınır koymaktır...”
“Büyük
sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün
yarına dünle beslenerek yol alır...”
“Bir tabiat
kanunu değildir savaş, barışsa bir armağan gibi verilmez insana; savaşa karşı
barış için katillerin önüne dikilmek gerek, ‘Hayır yaşayacağız!’ demek. İndirin
yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek...”
“Vay o
milletlere ki kahramanlara muhtaç kalırlar!”
İnsan(lığ)a
umut, cesaret ve bilinç aşılamıştı her daim…
Ve sorardı
hepimize:
“Doğrusun,
söylersin düşündüğünü,/ Ama düşündüğün ne?/ Yüreklisin,/ Kime karşı?/
Akıllısın,/ Yararı kime?”
“Özgürlük neye
yarar,/ yaşarsa bir arada/ özgürlerle tutsaklar?”
Şunu
hatırlatırdı hepimize:
“Ama barış
ağaç değil,/ ot değil ki yeşersin;/ Sen istersen olur barış,/ İstersen
çiçeklenir...”
Adı Bertolt
Brecht’ti…
Epik
tiyatronun dahisi, ölümsüz bir komünist sanatçıydı…
“Böyle oluyor
büyük sanatçılar; dün bugün, geçmiş gelecek, eski yeni dinlemiyorlar; her zaman
taze, hep yeni şeyler söylüyorlar okuruna, izleyenine.
Bertolt Brecht
de bunlardan biri…
Brecht ilk
şiir örneklerini verdiğinde on altı yaşındaydı ve yıl, Birinci Dünya Savaşı’nın
başladığı 1914’tü. Varlıklı bir aileden, Bavyera’nın doğa güzellikleri içinde
yaşayan, ozan ruhlu, avare lise öğrencisiyken savaş onu bambaşka dünyalara
sürükledi. Tıp öğrenimine başlar başlamaz sağlık görevlisi olarak askere
alındı. İnsan hayatının sermaye düzeninde kolayca harcanıveren ne denli ucuz
bir şey olduğunu gördü. Savaşta ölmek, yüce bir amaç değil, gülünç, zavallıca
bir durumdu.
Savaş sona
erdiğinde bütün kurumlarıyla yıkılmış Alman toplumu içinde Brecht, anarşizme
varan, alaycı başkaldırı şiirleri yazıyordu. Tanrı, halk, vatan gibi kutsal
sayılan değerleri, utanma ve sıkılma duygularından arınıp toplum dışı bir
anlayışla yerden yere vuruyordu. Sokak dili, imgeden uzak düz anlatım, doğaya
ve egzotik dünyalara yakınlığın bireşiminden yepyeni bir şiir dili yaratmıştı.
Kutsal kitapların açık sözlülüğünden sokak şarkıcılarının ağır duygusallıklarına
dek türlü anlatım biçimlerinin özellikleri yer alıyordu bu şiir dilinde.
Brecht’in
başkaldırı dünyası 1920’lerin ikinci yarısında Marksizmi öğrenmesiyle sınıfsal
bir temele oturdu. Artık sermaye düzeninin bilinçli bir karşıtıydı. Aynı dönemde
Çin şiirine duyduğu ilgiyle şiiri dingin bir olgunluğa kavuştu. Yalın söyleyiş
içinde patlayan zekâ kıvılcımlarıyla etkiledi okurlarını. Oyunlarının kazandığı
büyük başarının ardında bu parlak şiir dilinin payı büyüktür.”[13]
Nihayet şöyle
anlatırdı sosyalizmi o bilge hepimize:
“Kolaydır
sosyalizm/ Yatar aklına herkesin/ Herkes anlar onu/ Sömürücü değilsen anlarsın
sen de/
Bak bakalım
sana bir yararı var mı?/ Cahillere göre içinden çıkılmaz bir şey/ Kötülere göre
berbat mı berbat/ Oysa cahilliğe de, kötülüğe de karşıdır o/
‘Sosyalizm
suçtur’ der sömürenler/ Ama biz biliriz onun ne olduğunu/ Sosyalizm kuruduğu
yerdir suçların/ Sosyalizm çılgınlığın sonu/
Kim demiş
‘sosyalizm kargaşadır’ diye/ Tersine kargaşanın çözümü/
Sosyalizm
gerçekleşmesi güç/ Ama en basit şeydir der/ Bitiririm sözümü...”
TUVALE NAKŞEDİLEN UMUT, SEVDA, DİRENÇ, ACI
VE ZAFER
Tuvale
nakşedilen umut, sevda, direnç, acı ve zafer deyince aklıma hemen Eugene
Delacroix’nın, “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosundaki barikat gelir… Sonra
da Jak İhmalyan ile Frida Kahlo sökün eder…
“Rüyaları asla
resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi,” derdi Frida Kahlo ve
eklerdi: “Bir sürrealist olduğumu bilmiyordum, ta ki Andre Breton, Meksika’ya
gelip de bana ‘Öylesin,’ diyene kadar…”[14]
Hayatının
büyük kısmını Meksiko Coyoacanda’daki Casa Azulde geçiren O; 6 Temmuz
1907’de doğmuş olmasına rağmen doğum gününü 7 Temmuz 1910 ile yani Meksika
devriminin başlangıcı ile değiştirmiştir. Hayatını devrimle başlamış sayan
Frida, hayatı boyunca toplumsal hareketlerden, sol düşünceden uzak
kalmamıştı.
Frida,
yaşamını biçimlendiren parçalanmış omurgasına mündemiç hikâyesini şöyle
anlatırdı: “Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu
görünce, aramak için indik, beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir
kavşakta oldu... İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil.
Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi
beni deldi geçti.”
Dillendirdiği
kazanın reçetesi üçüncü ve dördüncü omurga kemikleri kırılması; kalçada üç, sağ
ayakta onbir kırık, sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir çubuğun yol
açtığı derin yara, cinsel organda sol dudak yırtılması olan Kahlo, uzun süreler
alçı ve acı korsesi içinde yaşamına devam etse de, aktif siyaset hayatından
bile geri durmamış, Zapata’nın bir mirasçısı olarak Komünist Parti’ye üye
olmuştu.
Yaşamında
çektiği acıların temelinde yakalandığı hastalıklar ve Diego
Rivera vardı.
“Acımı boğmak
için içtim; ama lanet olası acım yüzmeyi öğrendi,” derdi Frida Kahlo
Diego
Rivera ile olan aşkı “güvercin ile filin aşkı” olarak nitelendirilen O;
kendi ifadesiyle “Uçmak isteyip de uçamayan bir kuş”tur...
O, eserleri
dahil her şeyiyle demir kadar sert ve bir kelebeğin kanatları kadar hassas bir
kadındı; ressamlığın, sosyalistliğin, feministliğin, şairliğin, yazarlığın
vücut bulmuş hâliydi...
“Ben aşkın,
acının ve devrimin kadınıyım,” diyerek yaşamının en yalın ve anlamlı özetini
yapmayı başarabilen; acı içinde, aşk yoğunluğunda, toplumsal muhalefetin
merkezinde yaşamıştı.
“Ayaklar,
uçmak için kanatlarım varken sizi neden arayayım?” diyen Onun için Pablo
Picasso, “Hiçbirimiz onun gibi insan yüzleri çizemiyoruz” demişti.
Hiçbir
görüntüde bu kadar rengarenk işlenmiş bir kasvet bulamayacağımız resimlerin
sahibiydi.
XX. yüzyılın
sürrealist Meksikalı kadın ressamıydı; karizmatikti; gerçek adı: Magdalena
Carmen Frieda Kahlo Y Calderon idi…
Resimleri
kesinlikle rahatsız edici, bunaltıcı, insana sıkıntı veren ama etkisi altına
alan ve bu etkisini uzunca bir süre hissettiren tarzdaydı.
Albert
Einstein bilim dünyası için ne kadar değerliyse, Frida Kahlo da resim sanatı
için o kadar değerliydi; mükemmeldi, müthişti, fevkâlâdeydi…
Hayatın
bilinen bilinmeyen bütün renkleriyle düşünen, yaratan kadındı. Meksika’nın
renkli kültürünü ve devrimciliği ve hüznü ve sürrealizmi bir arada barındırırdı
yapıtları.
Politik ve
sanatsal anlamda devrimci bir sanatçıydı. Andre Breton onun resimlerini
görünce yıllarca sayfalar dolusu anlattıkları şeyleri bir tek tabloda gördüğünü
ve hayran kaldığını söylemişti.
1953 yılında
Diego Rivera, “Frida Kahlo, yoğunluk ve derinlik bakımından Meksika’nın en
büyük ressamlarından biridir. Kişiliğini saç modelleriyle, kıyafetleriyle,
pahadan çok tuhaflıkları ve güzellikleriyle dikkati çeken takıları bol bol kullanmasıyla
ortaya koyar. Giyinişiyle ulusal ihtişamımızın canlı timsalidir. Ulusunun
ruhuna ve kimliğine asla ihanet etmemiş, beraberinde New York ve Paris’e
taşımış, eserleri oralarda ustaların takdirini kazanmıştır,” derdi.
Haksız da
değildi…
Ve bizden birisi,
Anadolu Ermenisi, bir komünist ressam Jak İhmalyan…
Mayda
Saris’in, ‘Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam’[15]
başlıklı yapıtı ve sergisiyle hatırlandı bir kez daha O…
Mayda
Saris’in, “Resimlerinde yaşamın hem gündüzü hem gecesi var,” dediği O; “Hem komünist,
hem Ermeni”ydi…
Nâzım
Hikmet’in, Abidin Dino, Aziz Nesin’in arkadaşı, hep sürgünde yaşamış bir ressam
İhmalyan.
Şiir kitabını
resimlediği Nâzım’ın, ona “Günün birinde onlara layık şiirler yazmaya
çalışacağım,” diye teşekkür ettiğiydi.
Aziz Nesin’in
Sansaryan Han’ın hücrelerinde karşılaştığı Jak ve Vartan İhmalyan kardeşlerle
ilgili şöyle bir tespiti var: “Polisler en çok bu iki kardeşe kızarlardı, hem
de iki kez kızarlardı; bir komünist oldukları için, üstelik bir de Ermeni
oldukları için...” diyordu.
Şöyle söz
ederdi kendinden: “Kendimi bildim bileli, değil bir toplumda, bir ailede bile
haksızlığa, güçlünün güçsüzü, kurnazın temizi ezmesine dayanamamışımdır. Bundan
ötürü, sevdiğim ve savunmak istediğim kişileri, canlıları çizer dururum.
Natürmort bile yapacak olsam, kristal vazolarda soylu yemişlere pek elim varmaz
da, mutsuz ya da yarı mutlu çoğunluğun alçakgönüllü sofrasına gidi-gidiverir
fırçam.”
Evet, evet bu
sözler, gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerinden, Konya 1913 doğumlu
Türkiye Ermenisi ve çocuk masallarıyla tanınan yazar Vartan İhmalyan’ın (İhmal
Amca) 1 Nisan 1978’de sürgünde, Moskova’da ölen ressam ve TKP üyesi kardeşi Jak
İhmalyan’a aitti.
Ve “Her
sanatın olduğu gibi, resmin de kendine göre bir dili, bir okunuşu var. Bu dili edebiyattan
uzaklaştırabildiğim kadar uzak, musikiye yakın bulurum. Başarılı bir tablo,
kompozisyonu, siyah boyası, ışık-gölgesi ve renkleriyle görücüsünü hipnotize
eden, ancak sonra içini karşısındakine yalansız, büyük bir içtenlikle açan,
dolambaçsız söz eden ve kolay sindirilen bir tablodur,” derdi O…
Metin Deniz,
Jak İhmalyan’ın 1993’te, ölümünden tam on beş yıl sonra İstanbul’da açılacak
sergisi için Abidin Dino’dan bir yazı istemişti. Dino’nun, “Hoş Geldin
Memleketine Jak” ve “Anadan Doğma İstanbullu” başlıkları arasında kararsız
kaldığı bu yazı, “Yok Beyrut, yok Moskova, yok Pekin... Hepsi nafile, aklı
fikri İstanbul’daydı” der ve ekler:
“Türkiye
öylesine işlemişti ki yüreğine, yapılacak bir şey yoktu, nereye giderse gitsin,
ne yaparsa yapsın, resimleri İstanbul’un silinmez damgasını taşıyacaktı sonuna
dek.”
Ama, “Sakın bu
söylediklerim yüzünden Jak’ın sabah akşam Sarayburnu, Kızkulesi, Üsküdar konulu
resimler yaptığını sanmayın, hele Haliç’te güneşin batışı filan değildi onu
ilgilendiren. Onun sevdiği kent, Sait Faik’in -hangi şeyden söz ederse etsin-
her satırında var olan gösterişsiz, halis ve sade bir İstanbul’dur...”
Sonra da,
1940’lı yıllarda düşünceleri yüzünden uğradıkları baskıları da paylaştığı
dostuyla Haliç kıyılarına uzanıyor Dino: “Bir zamanlar Jak’la, az mı dolaştık
Haliç kıyılarında! Oralarda rastladığı insanları ustalıkla çiziyordu peşpeşe.
Defterler
dolusu insan topluyordu Jak. Şimdi düşünüyorum da, belki içine doğmuştu ayrılık
da bir ömür boyu yetecek kadar imge biriktiriyordu, ne olur ne olmaz.
Belleğinin debboylarında imge balyaları yığılıyordu böylece, tepeleme...
Evet, Jak’la
bir zamanlar karaya çekilmiş çürük tekneler arasında, yıkık dökük atölyeler
yamacında az mı sürttük... Bir deniz kokusu, bir de o renkler...”
Aziz Nesin ise
şunlardan söz ediyordu:
“Sevgili Jak
İhmalyan ve ağabeyi Vartan İhmalyan, birlikte öldüklerimdendir. Bu kitapta,
kendileriyle birlikte öldüğüm insanları anlatacağım. Jak’la Vartan birlikte
öldüklerimden iki kardeştir. Has Türkiyeli yurttaşım iki Ermeni...”
Jak
İhmalyan’la yedi-sekiz ay birlikte hapis yatmış olan Aziz Nesin, o günleri
anımsarken, İhmalyan’ın çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kalışına,
1940’ların Türkiye’sini olanca acılığıyla betimleyen bir yorum getiriyor:
“Beni bir
başka cezaevine göndermişlerdi. Aradan zaman geçti, başka bir cezaevinde yine
buluşmuştuk. Sonra uzun yıllar göremedim Jak’ı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi,
Nâzım Hikmet’in yurtdışına çıkmak zorunda kalışı, Türkiye’de pek çok ilerici
aydını etkilemiştir. İşçi sınıfı davasını benimsemiş olan yazarlar can
güvenliği duymuyorlardı. İşte bu etkiyle olacak, Jak da canını yurtdışına attı.
İyi mi yaptı kötü mü? O dönemin koşullarını iyice bilmeden bir şey
söylenemez... Bizler solcu olarak aşağılanır ve aşağılanmaya uğrarken, Ermeni
arkadaşlarımıza bize yapılanın çok daha ağırı yapılmıştır. Solculuk bir suç,
ama solcu Ermenilik yasa önünde değilse de, yasaları uygulayanların gözünde
daha da ağır bir suçtu. İşte Jak’ın yurtdışına canını atmasında bütün bunların
etkisi vardır sanırım.”
Mayda Saris’in
kitabında, İhmalyan’ın dünyaya, yaşama, sanata bakışını gözler önüne seren
“Kimliğim, Dünya ve Sanat Görüşüm” başlıklı bölümde şunları der İhmalyan:
“1922 doğumlu,
doğma büyüme İstanbulluyum. Anam babam Anadolulu olduğundan, gelenek ve görenek
bakımından, kentlilik yanında bir dereceye kadar Anadolu uşağı da
sayılabilirim. Demem şu ki, Anadolu’yu hiç yadırgamam...”
“Daha 15 yaşındayken Abidin Dino, Nuri İyem,
Selim Turan, Avni Arbaş, Haşmet Atay, Turgut Atalay gibi benden 10-15 yaş büyük
olgun ressamlardan hocam, arkadaşım dostlarım, 17 yaşında ise genç ihtiyar
yoldaşlarım vardı.”
“İstanbul’daki
önemli sergilerin açılış törenini bir gelenek olarak önemli kişiler açar. Vali,
belediye başkanı, büyük yazarlar gibi. Biz ise ilk kez geleneği bozmuş,
balıkçılar birliğinden basit bir balıkçı çağırmıştık. İş elbisesi, çizmeleri ve
muşambasıyla geldi ve kurdelayı kesti. Bu sergi İstanbul’un gerek sanat
hayatına gerek politik hayatına unutulmamak üzere giren bir olay oldu. O kadar
büyük rağbet gördü ki gerek sergiye katılan ressamların çoğunun solculuğu,
gerek sergideki resimlerin konularının iktidarın hoşuna gitmemesi yüzünden üç
dört gün sonra sergi polisçe kapatıldı. 1944 komünist tevkifatında ‘Liman’
sergisi ve sergiye katılanların adı çok geçmiştir...”
Unutulmasın
diye tekrarlıyorum: Jak İhmalyan bir TKP’liydi…
EZİLENLERİ SESİ, SOLUĞU: EDEBİYAT
İlhan Berk’in,
“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz”; Gustave Flaubert’in, “Yazmak
yaşamanın bir biçimidir”; Mehmet Ercan’ın, “yaşamak için yazmak, yazmak için
yaşamak gerek,”[16] diye betimlediği
eylemin edebiyat boyutu için “Resim için ışık neyse, edebiyat için de
düşünceler odur,” der Paul Bourget…
Devrimci edebiyat deyince akla hemen Maksim
Gorki, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mehmet Uzun, Musa Anter
ile diğerleri gelir…
‘Ana’sı ve
‘Benim Üniversitelerim’ ile hepimizin belleğinde ölümsüz bir yer edinen Maksim Gorki’nin yapıtlarındaki parlak betimlemeler
her zaman başköşededir:
“Hep ileriye
giden insan ölüme giden insandır. Zaman zaman arkana dönüp bakmazsan
yaşayamazsın…”
“Felsefesiz yapamayız, çünkü her şeyin
bilmemiz gereken gizli bir anlamı vardır…”
“Mutluluk, elindeyken her zaman küçük
görünür; ama elinden gitmeye görsün, o saat anlarsın ne kadar büyük ve değerli
olduğunu…”
“Kader, fakirlerin isteklerini bastırmaktan,
iradelerini yok etmekten başka bir işe yaramaz…” gibi!
Türkiye
edebiyatında iki usta isim Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali: Onlar ‘Fedailer
Mangası’nın iki üyesiydi.
Tahir
Şilkan’ın ifadesiyle, “Sabahattin Ali, edebiyatımızın büyük ustası, öyküleri,
bugün bile en çok okunanlar romanlar arasında yer alan ‘Kuyucaklı Yusuf’ ve
‘Kürk Mantolu Madonna’sı neredeyse tümü şarkı sözü olmuş şiirleri ve yazdığı
direngen, eleştiren, yol gösteren, mücadeleye çağıran yazılarıyla unutulmayan,
tek parti iktidarlarının hedef tahtasına koyduğu, zulmettiği ve katlettiği
aydındır.”
Ki tam da
bundan ötürü Sabahattin Ali, Türkiye’de “faili meçhul” cinayetler denince ilk
akla gelen isimlerden. Kısa yaşamına epey ürün sığdıran, fikirleri ve yaşamıyla
hep ilgi çeken bir yazın ve düşün emekçisiydi.
Hatırlayın:
Sinop cezaeviydi ve kaleme aldığı ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’la, “Sinop
kalesinden uçtum denize/ Tam üç gün üç gece göründü Rize/ Karşıki dağlardan gel
oldu bize/ Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz...”
‘Geçmiyor
Günler, Geçmiyor’unda, “Burda çiçekler açmıyor/ Kuşlar süzülüp uçmuyor/
Yıldızlar ışık saçmıyor/ Geçmiyor günler geçmiyor
Avluda volta
vururum/ Kah düşünüp otururum/ Türlü hayaller görürüm/Geçmiyor günler
geçmiyor...”
‘Aldırma Gönül’ün
de, “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül, aldırma/ Ağladığın duyulmasın,/
Aldırma gönül, aldırma...”
Nihayet henüz
24 yaşında yazdığı ‘Dağlar’ında, “Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza
alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır...” diye
haykırıyordu.
Nâzım
Hikmet’in, “Türk edebiyatının ilk devrimci-gerçekçi hikâyecisi ve romancısı”
olarak selamladığı Sabahattin Ali’nin, “Edebiyata nasıl başladınız?” sorusuna
yanıtı kısa olmuştu: “Kitap okuyarak.”
O bıkıp
usanmadan okudu, yazdı, düşündü. Toplumsal çelişkilere tepkisini sanat yoluyla
gösteren yetkin bir yazar oldu. Öyküden romana şiirden oyuna kadar çeşitli
edebi türlerde yapıtlar verdi. Yapıtlarında insanın trajedisine, toplumsal
yaşamdaki çelişkilere, yaşamın acı gerçeklerine emekçi insanların sorunlarına
ışık tuttu. Öykü ve romanlarının arka planında dönemin siyasal, sosyal ve
ekonomik yapısındaki çarpıklıklar, yozlaşan değerler yer alıyordu.
Çünkü Ona
göre, “... Sanatın biricik amacı, insanları daha iyiye, daha doğruya, daha
güzele yükseltmektir”, “Sanat, insana insanı, hayatı ve bunların anlamını
öğretmekle görevlidir. Sanatçı kitle ile birlikte ıstırap çekecek, halk ile
birlikte gülecek, onunla birlikte isyana kalkacaktır. Sanatçı geniş kitlelerce
anlaşılmak istiyorsa, süslü ve oyunlu, karışık bir anlatım yerine yalın bir
anlatımı seçmelidir. Ve sanatı, bilimi, kültür varlıklarını yalnızca belli
sınıfların hizmetinden kurtarıp bütün milletin malı hâline getirmek gerekir...”
Yine O,
“Sanatın bu görevi yerine getirebilmesinin koşullarından birisi, ‘gerçekçi’
olmasıdır. Ama bu, tümüyle romantizme sırt çeviren ve natüralizme yüz veren
kuru, aldatıcı ve edilgen bir gerçekçilik değildir. Etkin, ‘namuslu ve samimi’
bir gerçekçiliktir. Gerçekçiliğin bir başka bir özelliği de ‘inandırıcı’ olmaktır...”
demektedir.
Nihayet
Sabahattin Ali, ‘Ali Baba’ dergisinin 25 Kasım 1947 tarihli nüshasında yer alan
‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısında (devrimci sanatçının ne ve nasıl olması
gerektiğini anlatırcasına) diyordu ki:
“Namuslu olmak
ne zor şeymiş meğer! Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar
altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese
doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han,
apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak
emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik.
Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca
insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.
Bu ne
affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan
bağıracaklar: ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve
ahengimizi bozuyor…’
Çalmadan,
çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan
yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi
olmalı idi? Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!”
Sabahattin Ali
gibi, devletle cebelleşerek yazan Orhan Kemal de yaşam koşullarının çetinliğine
karşın yazmak tutkusunu, inadını hiç elden bırakmayan bir yazın insanımızdı.
Şiirle başladığı yazı serüvenini, emek insanlarının yaşantılarını konu aldığı
hikâye ve romanları ile sürdürdü. İşçilerin, yoksulların yanında yer alışı
yüzünden dönemin siyasi polisini yanı başında duyumsadı hep. Her taşın altında
solcu arayan devletin soluğunu da… Kimi zaman komünistlik suçlamaları ile
karakollarda buldu kendini. Kimi zaman cezaevinde… Yılmadı. Hikâye ve romanları
ile ezilenlerin, işçilerin, ırgatların, yoksulların yanında oldu. Orhan Kemal’i
tanımlarken “...O, her zaman ekmeğin ve işin, insanın ve umudun da yazarıdır”
derdi Tarık Dursun K.
Orhan Kemal de
tıpkı Gorki gibi çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Tıpkı Gorki gibi
insanlığın ortak sorunlarına, sıkıntılarına, umutsuzluklarına değindi, o yüzden
hem kendileri hem kahramanları birbirine benzeşti…
Orhan Kemal,
gerçekçi biçemden uzaklaşmadan yaşamın gerçeklerini yazmış, bize insana
inanmayı salık verebilmiştir. Baba Evinde dediği gibi:
“Ey açlık!
Seni midemde, iliklerimde, kanımın küreyvelerinde duydum. Ve sen, benim iyi,
benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!”
O bizdi. Hep
bizleri yazdı. İşçi, kâtip, memur, emekli, üçkâğıtçı, hamal, amele, yosma,
çamaşırcı, bulaşıkçı, çapacı, ağa, bey, işsiz güçsüz, kadın, kız, gelin, Tatar
ağa, Kabak Hafız…
Kalemini bir
spot gibi kullandı. Işığı onlara tuttu ve bize gösterdi. Bizi bize anlatan
kalemlerimizdendi.
Gösterişsiz,
yalın edebiyatın doruklarında dolaşmıştır Orhan Kemal. Anlatacağını “oyun”lara,
“numara”lara sığınmadan dosdoğru anlatmıştır. Gücünü, sıcaklığını “insan”dan
almıştır. Edebiyat aracılığıyla insana ulaşmamış, insan aracılığıyla kendi
edebiyatını yaratmıştır.
Orhan Kemal
Çukurova’dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, acıyı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı.
Kitaplarda okumamıştı bunları. Toplumsal gerçekçilik denen şeyden haberi bile
yoktu belki. Yazarlık içgüdüsü gözlemciliğiyle birleşip yeteneğiyle de
beslenince, kendini Gorki’lerin, Steinbeck’lerin çizgisinde buldu. Öykünmeyle
değil, kendiliğinden oluveren bir şeydi bu.
Gerçekten de
“Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı adamı için çok
gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak... Hatta
değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek,” diyen Orhan Kemal, emekçi
sınıfın yazarıdır. Hayatı ve insanları tanıdığı, sınıf bilinci kazandığı ilk
günden itibaren, kaderini bağladığı insanların, emekçilerin gerçeğini
anlatmıştır.
Orhan Kemal,
gerçek bir yaratıcı yazar olarak, yazdığı öykü, oyun ve romanlarında; tanıdığı,
sevinç ve korkularını, özlemlerini, beklentilerini, kaygılarını çok iyi bildiği
insanları anlatmıştır. Anlatmak için çok iyi gözlemlemek, bilmek, tanımak
önemli ve gereklidir ancak yalnızca bunların yetmeyeceği de açıktır.
Çok iyi
tanınan fabrika işçileri, çırçır, patoz, tarım işçileri, ırgatlar, sokak
satıcıları, küçük esnaf ve zanaatkârlar, onların çalışma koşulları, yaşadıkları
çevre, gittikleri kahve, kebapçı, genelev, şu bu... Yazmak için bunları
görmenin dışında yazar tarafından bunların anlamlandırılması gerekir. Bunun
için bilgi, içselleştirilmiş bilginin, bilincin bulunması zorunludur.
Orhan Kemal
hayatı yaşayarak öğrenenlerdendir. 1950’den sonra birbiri ardına yazdığı öykü
ve romanlarında, iyi bildiği insanların hayatını çok etkileyici, yaşayan roman
kahramanları yaratarak anlatmıştır. Onun öykü ve roman kahramanları canlı
gibidir. Okuduğunuzda hikâyeleri anlatılan kişileri çok iyi tanıdığınızı,
bildiğinizi duyumsarsınız. Edebiyatımızın en iyi anlatılmış roman kahramanları
arasında Orhan Kemal’in anlattıkları ilk sıralarda yer alır.
Onun öykü ve
romanlarında; geçimlerini sağlamak için en güç, en ağır çalışma koşullarında
çalışmak zorunda kalan çocuk, genç, yaşlı, kadın erkek emekçiler vardır. Sınıf
değiştirmek isteyen, yükselmek daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak isteyen genç
kızlar, köyden kente ekmeğini kazanmak ve üretilen değerden payını almak için
gelmiş, mücadele eden, çoğu zaman örgütsüz, örgütlenmek istediğinde başına
patronun ve patronun destekçisi devletin sopasını yiyen insanlarımız vardır.
Yalın ve kısa
cümlelerle yazmıştır. Açık seçik, anlaşılır, dolaysız metinlerdir yazdıkları...
Girift, karmaşık anlatımlar yoktur. Edebiyatta özün biçimden daha önemli
olduğuna inandığını ifade eden Orhan Kemal, “Biçim ve deyiş oyunlarıyla okuyucuyu
aldatmayı sevmem. Sanatı ya bir akrobat gibi ya da insan olma haysiyeti ile bir
ödev gibi kabul etme var. Ben ikinciye inanıyorum.”
Öncelikle
bilinçli bir okuyucudur Orhan Kemal. Dünya ve ülke edebiyatından haberlidir.
Çünkü Orhan Kemal’e göre, “... İyi bir hikâyeci, romancı, çok iyi bir sanatçı
olmak bir yana, çağının ileri kültürünü edinmiş olmalıdır.” Orhan Kemal,
geçtiği yolları, sokaktaki, kahvedeki, parktaki insanı gözlemleyen, dinleyen,
anlamaya çalışandır. İnsancıl bir yazardır Orhan Kemal. Bunu, bütün
yazdıklarında ortaya koymuştur, söylemiştir de: “... 72. Koğuş’un Ahmet
Kaptanı’nı sevdiğim kadar, Berbat Tevfik’i de severim. Vukuat Var’ın, Elçi
Çemşir, Hamza ve Berber Reşit’ini de severim. Çünkü, en fena insanlar bile,
ellerinde olmayan sebeplerle kötü olmuşlardır. Sevilmeye, savunulmaya
muhtaçtır...”
Bu
nitelikleriyle “Orhan Kemal milyonlarca sessizin sesidir”, diyen yazarın oğlu
Işık Öğütçü ekler:
“O toplumsal
hafızada canlanıyor. Milyonlarca sessizin sesi var bu ülkede. Orhan Kemal de
onların sesi. Çünkü söylenemeyenleri ilk kez o yazmış.”
“Her türlü
insanı, sosyal sınıfı yazmıştır. Daha çok da iyi bildiği tanıdığı kesimleri ele
almıştır. Tüm fakir fukara, dar gelirliler, küçük insanlar onun kahramanı,
çevreleri kitaplarının mekânı olmuştur. Köydeki köylüyü yazmamıştır. Ama köyden
kente göç eden büyük işgücünü gözlemlemiş, onların sorunlarını, sıkıntılarını,
sömürülmelerini irdelemiş, bunları yazarak insanlığın daha iyi bir dünyaya,
düzenli topluma kavuşmaları için kalemiyle mücadeleye katılmıştır. Kaleme
alırken eserlerinin estetik yapısına dikkat etmiş, süslemelerden, uzun
tiratlardan, akıl vermelerden kaçınmış, sorunun temeline sabırla, anlaşılır
cümlelerle inmiştir. Toplumcu bir yazardır. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da
mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanır. Bundan
dolayı pek çok kitabında okuyucu problemin çözümünü de bulmaktadır.”
Özetle Orhan
Kemal, sınıfsal ayrılıkların serbest piyasa ekonomisinin liberal atmosferinde
yeniden tanımlandığı günümüzde, uluslararası literatürde geliştirilen modern
yaklaşımlara dayanarak çalışan fakirlerin yazarı olarak nitelendirilebilecek
bir yazardır.
Orhan Kemal’in
yapıtlarının kurgusunun temelinde, iş dünyasının acımasız şartlarında sınırlı
sosyal güvenceyle ayakta kalmaya çalışan düşük gelirli insanlar yatar:
Memurlar, tarım ve fabrika işçileri, büyük şehirlere göç edenler, seks işçisi
olarak ayakta kalmaya çalışanlar ve sokağın amansız koşullarına hapsolmuş
çocuklar. Mağdur edilmiş kesimin hayatlarıyla özdeşleşerek Türkiye’de gelişen
kapitalizmin canlı bir portresini çizen Kemal’in kısa öykülerinin çoğu
zenginliğin eşitsiz dağılımının ve büyük şehirlere yapılan göçün sonuçlarını
ortaya koyardı.
Bir başka
Kemal’e gelince; Muzaffer Oruçoğlu’nun, “Yaşar Kemal, savaşın amansız
düşmanıdır. Savaşın, baskının yarattığı korkuyu, yani insanın ve ayrıntının
gizini anlatırken anlıyoruz onun halis bir barış havarisi olduğunu,” notunu
düştüğü “Yaşar Kemal’in destanında iyiliğin gücü yenik düşmez… “Yaşar Kemal
dilin ve düşüncenin tüm olanaklarını zorlayan ve yenilik getiren bir yazardır.
Hiç kimse Anadolu’nun doğasını ve insanını onun gibi anlatamaz. Onun gibi
hissettiremez.”[17]
Tüm bu
konularda O der ki…
“Evrende iki
sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını
yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir. Doğa da
insan da yok olacaklardır. Biz, sosyalistler olarak insanları yitirmiş
oldukları yaratıcılıklarına kavuşturmak amacındayız. Yeryüzünde en büyük
çabamız budur. Çünkü sömürgenlerin ilk ve başlıca işleri insanları
kişiliklerinden sıyırmak olmuştur…”[18]
“Doğanın en
küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Yıllarca ben Savrun Çayı
kıyılarında dağlara yürürken doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında
yıllarca su kontrolörlüğü yaptım da... İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki
bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir köredeki
hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslar’dan ovaya inen Savrun Çayı gibi birçok
çayın hiçbirinin biribirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de
Savrun Çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim...”[19]
Doğayı,
insandan, insanı da umut ve isyandan asla ayrı düşünmeyen, ayırmayan Yaşar
Kemal ‘Bu Bir Çağrıdır’ başlıklı yapıtının önsözünü şu sözlerle noktalar: “Çok
hatalar yaptık ama umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok. Bir ülke insanları
insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliği seçecekse, bu, evrensel insan
haklarından, düşünce özgürlüğünden geçer. Dilini ve onurunu istemek en temel ve
doğal haktır…
Bugün bir
umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların
sağılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini
kurtarmak elimizde… Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için
aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir!”
“Benim taraf
tutmam kadar doğal ne var ki... Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarının
yanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle,
sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”[20]
“Gerçek bir
demokrasiye ulaşmak kolay olmuyormuş. O da, kan ve gözyaşı istiyormuş. O da,
akıl ve düşünce çabaları istiyormuş. Gerçek bir demokrasiye ulaşmak bir
topluluğun, birkaç topluluğun iyi niyetli çabasıyla gerçekleştirilemiyor.
Dışarıdan demokrasi de bir süs olaraktan, bir yalan olarak kalıyor. Demokrasiyi
bilinçlenmiş halklar yaratır. Çünkü demokrasiyle yönetilmek en çok onun
çıkarınadır.”
“Ben hep
korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku
istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik
yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın
üzerilerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle
bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi
bu korkuyu yazmak istedim.”
Yazmak ve
yazarlık babında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki onursal doktora
töreninde yaptığı konuşmasında şunları da der Yaşar Kemal:
“Bana onursal
doktora verilmesinden dolayı çok mutluyum. Bugün bu ödül beni 20’li yaşlarıma
götürüyor. Geçmişte öyle bir dünya, öyle bir devlet kuruldu ki şimdikinden daha
kötüydü. Bir günde 150 yazarı aç bırakmışlardı. Bunlardan biri de bendim.
Bizler sanatın ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatın
dünyamızı zenginleştireceğini biliyorduk. Biz edebiyat aracılığıyla inatla
yaşama sarıldık. Bu topraklarda yaşanan acıların, duyguların, özlemlerin sesi
olmaya çalıştık. İnatla kendimize dönüp kendimizi gerçekleştirmeye çalıştık, çoğumuz
bedel ödedik.”
Nihayet “Tek
düşüm daha güzel yazmak” vurgusuyla ekler Yaşar Kemal:
“Ben edebiyata
çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok âşıklar, destancılar gelirdi.
Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım,
sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ
üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları
bile olsa hâlâ yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla
karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam tesadüftür - bir destancı olurdum. 16 ya da 17
yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar,
masallar derledim. (...)
Benim
ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol,
Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri,
hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? Bana hep
sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir
tek şey biliyorsam o da yaşamım boyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra
biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. (...)
Çağımızda
dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler altüst olmuş. İnsanı insan yapan
birçok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek
veririm. Çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir,
yürek paralar. Yılan kabuğunu değiştirirken yerine başka bir kabuk gelir,
eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerin yerine ise o çapta bir
değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Bugünkü
dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş
gidiyor. Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe
yaklaşıyor korkarım. (...)
Bir yazarın
sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden
farklı sorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi
bilmelidir. Ancak insanların macerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir
yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir. Yazar böyle bitirmek
istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.”
Ve “Ben de
kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti,
düşü getirdiğimdendir,”[21]
der O; bir Kürt, bir komünist olarak…
Sonra bir başka
Kürt Mehmed Uzun… “İsmim yasak olduğu için” der ve eklerdi:
Onun kendi
gerçeğini anlattığı şu satırlar bir halkın ortak trajedisini de anlatır
niteliktedir; “İsmim Mehmed. Soyadım Uzun. Doğum tarihim 01.01.1953. Herkes
beni böyle biliyor... Ama bunların hiçbiri gerçek değil. İsmim Mehmed değil,
soyadım Uzun değil, doğum tarihim bu rakamlar değil.
Mehmed Uzun ne
yazık ki, dünya edebiyatında sıkça görülen, özellikle totaliter rejimlerin
baskı, yasak ve sansürlerinden kendilerini korumak için yazar ve aydınların
ister istemez başvurdukları türden bir müstear isim de değil. Bu tür müstear
isimlere öteden beri alışkınım, doğduğum ve büyüdüğüm yörelerde herkesin birden
fazla hayatı vardı ve bu hayatların birçoğu gizliydi. Gizli hayatların da
kendine özgü kodları, isimleri vardı; neredeyse tüm Kürt yazarların ismi
takmaydı ama Mehmed Uzun, böyle bir isim değil. Mehmed Uzun, aynı zamanda benim
de, ancak ben’i esir almış bir ben.
Esas ismim
yasak olduğu için Mehmed oldum. Esas soyadım yasak olduğu için Uzun oldum. Bir
insan olarak hiçbir değerim olmadığı, sadece ehlileştirilmesi gereken bir
sürünün mensubu olarak görüldüğüm için de, en rahat şekliyle, künyeme
01.01.1953 yazıldı. Önadım Mehmed, dedemin ismi Hemê’den geliyor. Hemê, Meme,
doğduğum yörelerde gündelik yaşamda en çok kullanılan isimlerden. Ama bu isim
resmi hayatta yasak; bu ismi alamazsınız, bu isimle nüfus kaydı
yaptıramazsınız, bu isimle hiçbir resmi kuruma başvuramazsınız.
Soyadım Uzun’a
gelince, bu da yine dedemden geliyor. Biro dedemin dedesinin ismi. Direj de
onun lakabı, yani uzun. Biroyê direj, yani uzun biro. Ama yine isimlere ilişkin
yasalara göre hem biro ‘Türk örf ve adetlerine’ uygun değil hem de direj Kürtçe
olduğu için yasak. Bu nedenle resmi kurumlar tarafından Biro tamamıyla atılıyor,
Direj de Türkçe’siyle ‘Uzun’ hâline getiriliyor. Bir hafızanın yok oluşu dikkat
çekmeyen küçük değişikliklerle gerçekleşiyor işte...”
Evet O, ömrü
boyunca, yasaklı olan Kürt halkının dili, kültürü ve kimliğine; direnerek
eserleriyle hayat vermeye çalıştı. Bu çalışmalarıyla ölümsüzleşen Uzun’un en
önemli özelliklerinden biri de edebiyatta işlenmemiş bir dili yazdıklarıyla
evrensele taşıyabilme çabası oldu.
Uzun Kürtçe’ye
hayat vermeye çalıştı…
“Ölümsüz birey
yoktur ama bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin
tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır,” diyen Onu 2007 sonbaharında yitirdik.
Evet...
Kürtçeye
romanlarıyla hayat veren O bir kültürün militanıydı…
Hapisler ve
sürgünler yaşadı. Yaşadığı sıkıntılar bir halkın, bir kültür ve kimliğin
sıkıntılarıydı. Sürgün edilmiş dünyasında bile memleket kadar sıcak bir
yürekti.
Sürgünde
köklerine tutunan Mehmed Uzun çalışkan ve üretken bir yazar profili çizdi
hep...
Sonra da Musa
Anter…
“Türkiye’nin
55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız
şahidi mi? Değil! Sanığıyım, mahkûmuyum ve davacısıyım,” diye haykıran Musa
Anter’in, faili belli bir cinayete kurban gitmesinin şokunu söyle ifade etmişti
dostu Yaşar Kemal:
“Benimki belki
tuhaf bir inanç. Ben hiçbir insanın, gözlerini kan bürümüş de olsa, yüzlerce
insanın katili de olsa Musa Anter gibilerine kıyabileceğine inanmazdım.”
Gazeteci
arkadaşı Ragıp Duran ise ,“Musa Anter denilince aklıma üç önemli niteliği
gelmektedir. Bu niteliklerden en önemlisi, Türk-Kürt kardeşliği militanlığıdır.
Bu tavrı duygusallıktan öteye akla dayalı olmasıdır. İkinci özelliği,
mizahçılık yanıdır. Bu da hayat felsefesiyle ilgili olup adeta kendiliğinden
gelişmiştir. Bu gelişmeye yardım eden etkenlerin başında ise, kendisini iyi
yetiştirmiş olması, bilgi hazinesinin dolu olması ve çevresini çok iyi tanıması
ve özgüveni gelmektedir. Son özelliği, gazeteciliğidir. Kısa fıkra dalının
erişilmez ustası ve hepimize örnek bir insan oluşudur,” demişti.
Apê Musa 1918
yılında Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Ziwinge köyünde dünyaya geldi.
Ziwinge’nin adı daha sonra Eski Mağara olarak değiştirildi.
Doğum tarihi
kesin olarak belli değil ama büyüklerinin dediğine göre “Berfa Sor” veya
“Ermeni katliamı” zamanında Ziwingê’de dünyaya gelmiş. Bu da tarih olarak 1915
ile 1917 seneleri arasındadır. Ailenin ilk erkek çocuğu. Annesi erkek çocuk
doğurmak isteyince Sultan Şeyhmuz’a gidip dilekte bulunuyorlar. Onun için
nüfustaki adı Şeyhmus olarak geçer. Soyadı kanunu dolayısıyla da soyadı
Elmas’tır. Zamanla adını ve soyadını değiştirir ve Musa Anter yapar. Aile
olarak soy ağacını kendisi şöyle ifade eder: “Botan aşiretinin, Temikan
kolunun, Mihoteze dalının Anter ailesindeniz.”
Apê Musa
‘Hatıralarım’ başlıklı yapıtının önsözünde doğumuyla ilgili şöyle der:
“Kürdistan, Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri
ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertli ilçesi; Stilîlê (Akarsu), Nusaybin’in en
fakir nahiyesi; Zivingê, Stilîlê’nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu
köyün, nüfus kütüğüne göre, iki numaralı mağarasında doğmuşum.”
Değişik
dönemlerde toplam 11.5 yıl hapis yattı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, TİP,
Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün
kurucularındandı.
20 Eylül
1992’de Diyarbakır’ın Seyrantepe Mahallesi’nde devlet içindeki “derin güçler”
tarafından katledildi!
Orhan Miroğlu,
‘Kuşatmadan İnfaza’[22] başlıklı yapıtında
Musa Anter cinayetine giden sürecinde yaşananları, “Önce kuşatıldı,
itibarsızlaştırıldı ve sonra da infaz edildi… Musa Anter’in JİTEM tarafından
öldürüldüğüne artık hiç kuşku yok.” “Bizi Vuran Hamit Yıldırım’dır,” diye
anlatmıştı…
Ve Asım
Bezirci… O eleştirmendi. Yapıtları titizlikle inceleyen gerçek bir
edebiyatçıydı. Eleştiri ile yetinmemişti...
Asım
Bezirci’nin şiirleri de vardı. Şiirle karşılaşmamış kişi güzellikleri anlamaz…
Ama yayımlamadı onları. Çekindi, istemedi.
“Yok sığınacak
anılarımız/ Bütün gemileri kaçırmışız/ Yolcular gitmiş rıhtımda kalmışız/
Bilinmez nedendir Bir pembe bulut hâlâ gülümser/ Üstünde ıslak mendillerimizin/
Yeter beklediğimiz gelecekler/ Yeşersin tohumu artık Gecemizin/ Zambaklar gibi
uçsun sevgimiz/ İnce iyi uzun Buluşunca yoksul ellerimiz/ Ürkekliğinde
sevincimizin,” bunlardan birisiydi…
Bezirci bu
şiiri hapiste mi yazdı? Çünkü, o da üç kere tutuklanmış, 9 kez soruşturma
geçirmişti.
Bezirci,
Sivas’taki korkunç canavarlığın kurbanı olarak uçup gitti, ardında yazılar,
şiirler bırakıp…
EGEMENLERİN BAŞ EDEMEDİĞİ ŞEY: MİZAH
John
Lennon’ın, “Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler
ve mizahtır,” dediği itiraza gelince, O:
T.S. Eliot’un,
“Mizah, ciddi bir şey söylemenin de yollarından biridir”; Mark Twain’ın,
“İnsanlığın tek bir etkili silahı vardır: Kahkaha”. “Mizah müthiş bir şeydir,
kurtarıcıdır. Ortaya çıktığı anda ne üzüntü kalır, ne öfke; gönlümüzde güneş
açar”. “Mizahın gizli kaynağı sevinç değil, hüzündür”; Moliere’in, “Mirov, bi
qasî kenînê xwe mirov e/ İnsan, güldüğü
kadar insandır”; Victor Borge’nin, “Gülmek iki insan arasındaki en yakın
mesafedir”; Bob Murphy’nin, “Dünyaya gülümseyen gözlerle bakmak gerekir,” diye
tanımladığı güçtür.
Bu gücü en iyi
kullananlardan birisi de, “İnsanın kulağı yalnız alabileceği sesleri alıyor.
Yüz çeşit ses çıkıyor, bizim kulağımız bunların içinden üç tonu seçip alıyorsa,
öbürlerine sağır kalıyoruz…”
“Halkımı
sevmediğimden bu halkın değişmesini istiyorum. Halkımı sevsem ne diye halkımın
değişmesini isteyeyim…”
“Beni herkes,
doğru bildiğini açıkça ve çekinmeden söyleyen bir insan sanıyor. Ya söyleyip
yazamadıklarım? Bu yüzden içimde gerçeklerin dinamitlerini taşıyorum da sanki
patlayacak gibiyim. Dahası inandığım gerçeklerin hepsini açıklayamadığım için
kendimden utanıyorum,”[23]
diyen Aziz Nesin’dir.
Egemenler karşısındaki dik duruşu ve diklenişiyle
Aziz Nesin, 1995’teki ölümüne dek türlü özellikleriyle efsane bir kişilik
olarak yaşamını sürdürdükten sonra, verimli bir ömrün ürünü olan yüz kadar
yapıt bırakarak aramızdan ayrıldı.
Ancak mizah yazarlarının yazgısı mıdır bilinmez, Aziz
Nesin’in hayatı boyunca edebiyatçı sayılıp sayılmama gibi bir sorunu oldu.
Aslında bugün de bu sorunun sürdüğü söylenebilir.
Çağdaş edebiyat üstüne yapılmış inceleme ve
araştırmalarda, derlemelerde, seçkilerde Aziz Nesin’den örneklere pek
rastlanmaz…
Aslında temel sorun belki de Aziz Nesin’in bütün
kişiliğiyle edebiyatın sınırlarını aşıp, çağdaş bir aydın kimliğine bürünmüş
olması. Toplumumuz onu kendi adıyla deyimleşmiş, “Aziz Nesin’lik” olaylarla
anmıyor yalnızca; 1940’lardan ölümüne dek bütün iktidarlara karşı muhalif aydın
tutumuyla tanıyor…
Aziz Nesin’in bir hayata sığdırdıkları kolayca
kavranamayacak genişlikte bir yüzeye yayılıyor. Edebiyat içi ve dışında
öylesine çok alanda türlü eylemlerle sürdürülmüş bir hayat, ki ucu bucağı
belirsiz…
Aziz Nesin’den bizlere kalan temel sorulardan biri
de, “Edebiyatçılar, sanatçılar, aydın sorumluluklarını, topluma karşı
yükümlülüklerini nasıl yerine getirecekler?”[24]
sorusudur…
AŞKIN, HAYATIN, DEVRİMİN ÇIĞLIĞI ŞİİR
Şiiri nihai
kertede aşkın, hayatın, devrimin çığlığıdır benim için… Böyle algılarım…
Şiir bir
ustalıktır; alıp götüren ve ulaştıran bir ustalık.
Tıpkı Şükrü
Erbaş’ın, “Susan bir türküyüm nicedir/ Evler çarşılar içinde/ Duruşum gurbet
yürüyüşüm el/ Gülüşüm hayat kırgını, kapalı, yarım/ Kederim uzak insanlara.../
Yaşamak bu iğdiş göklerde buruşuk/ Yağmuru alınmış bir güz bulutu/ Al,
rüzgârının mavi kanatlarına/ Beni ülkene götür çocuğum,” diyen ‘Aykırı Yaşamak’
dizelerinde…
Veya “Güneş
tanrım,/ Yağmur annem./ Toprak ömrüm./ Bir su damlasından sonsuzluk veren
hayat…/ bir su damlasına kur mezarımı,”[25]
haykırışındaki gibi…
Ustalıktan söz
edince, “Lenin-/ yaşadı,/ Lenin-/ yaşıyor,/ Lenin-/ hep yaşayacak,” diyen
Vladimir Mayakovski; Onun ‘Lenin Destanı’ndan şu dizeleri nasıl unutulur?
“Dünya artık/
dar geliyor/ SERMAYE’nin hırsına,/ patlayıncaya/ kadar/ kazanma hayalleriyle/
milyar/ dolarlık/ yüzükleri/ geçirmiş parmağına,/ koca göbeği/ ve kirli
elleriyle/ uzanıyor,/ hakların/ gırtlağına.
Çıkıp geliyor
işte!/ Yağma/ susuzluğuyla/ çapışıyor demirler./ ‘Vuuuur’/ Dünyayı
paylaşamıyor/ iki para babası.
Her köyde/ bir
mezarlık,/ yatıyor şehir erler./ Her kentte,/ kuruluyor/ bir kol-bacak
fabrikası.
Savaş bitti,
kuruldu/ masalar,/ zafer pastasını/ sofrada bölüşüp/ paylaştılar…”
“Elbet ya,/
‘kapitalizm’de/ incelik/ letafet ne arar?/ ‘Bülbül’ lafı/ kulağı/ çok daha
güzel okşar.
Yok canım!/
Ben yine/ bildiğimi okuyacağım./ Mısralardan/ savaşçı/ sloganlar yapacağım.
Konu
sıkıntısı/ çekmem/ bilirsiniz./ Bilirsiniz de…/ Ne muhabbet/ zamanıdır/
yaşadığımız zaman,/ ne de/ bir işe yarar/ boş lafın/boş kılıfı.
Ben şair
olarak/ her şeyimi,/ tüm gücümü,/ sana/ ve haklı davana/ adıyorum, işçi
sınıfı!”
Her şeyini
işçi sınıfına adamış bir şairdi Vladimir Mayakovski, tıpkı “öğrencisi” Nâzım
Hikmet Ran usta gibi…
“Ben,/ bir
insan,/ ben,/ Türk şairi/ komünist/ Nâzım Hikmet/ ben,/ tepeden tırnağa iman,/
tepeden tırnağa kavga,/ hasret ve ümitten ibaret ben.”
“Komünistim
çok şükür./ İşin bir tarafı böyle, Kerim,/ her komünist gibi de su katılmamış
vatanperverim/ hem de bir tarih/ bütün bir devir/ bir insanlık merhalesi
boyunca daha gerçek/ daha ileri...
Başkasının
sırtından geçinenlerin değil,/ çalışan insanların vatanperverliği bu,/ bu senin
vatanperverliğin,/ ondört yaşındaki işçi Kerim./
Ne kendi
milletimden aşağı/ ne de üstün görürüm başka milletleri./ Kozmopolit değilim./
Her komünist gibi haykırırım fakat,/ Bütün ülkelerin proleterleri birleşin,”
diyen bir komünistti O…
“Dünyayı
verelim çocuklara/ hiç değilse bir günlüğüne/ allı pullu bir balon gibi verelim
oynasınlar/ oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
Dünyayı
çocuklara verelim/ kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi/
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar/ bir günlük de olsa öğrensin dünya
arkadaşlığı/ çocuklar dünyayı alacak elimizden/ ölümsüz ağaçlar dikecekler,”
diyen bir sevdanın insanıydı O…
“Kalbimin
yarısı burada ise doktor/ Diğer yarısı da Çin’dedir./ Ordular sarı ırmağa
iniyor/ Ve sonra bütün sabahlar doktor/ Her sabahlar şafakda/ Kalbim
vurulmuştur/ Yunanistan’da/ /Çok uzakta bir yıldızla kalbim atıyor,” diyen
enternasyonalist bir kavganın militanıydı O…
Nâzım Hikmet
Ran’dı…
AKP Manisa
Milletvekili Selçuk Özdağ’ın, ‘Vakitsiz Yazılar’ başlıklı kitabında “vatanın ve
dinin düşmanı”, “ahlâki yapısı tartışmalı” ve “komünistliğin sergerdesi
(olumsuz işlerde elebaşı)” olarak nitelendirip, “Nâzım Hikmet neyin kahramanıdır?
Nâzım Hikmet dilimizin, vatanımızın ve değerlerimizin düşmanıdır,” diye öfke
kustuğu bir devrimci sanatçıydı…
Yevtuşenko,
unutulmaz şiiri ‘Nâzım’ın Kalbi’nde, “Bazıları için şiir/ bir roldür,/ bir
dükkâncıktır bazıları için/ kârdır./ Onun gibileri içinse/ ağrıdır şiir/ rol
değil” diye yazmıştı Onun için.
Ancak Nâzım
Hikmet sadece bir şair değil; yüreği işçi sınıfı için atan bir komünist, bir
devrimciydi. Dizelerinde sevdalandığı kadınlara olan aşkını, özlemini de
anlattı; gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir
dünya özlemini ve mücadelesini de. Onun dünya çapında ünlü bir şair olmasını
sağlayan şey, Avrupa’dan Amerika’ya, Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya kadar tüm ezilen
ve sömürülenlere karşı duyduğu sevgi, tüm ezenlere, sömürücülere ve zorbalara
karşı duyduğu öfkeydi. Nitekim hayatının ne yönde, nasıl akacağını belirleyen
de işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele oldu. Bunun için sevdiklerini
arkasında bırakmayı göze alabilen bir devrimciydi Nâzım Hikmet:
“Düşmesin
bizimle yola:/ evinde ağlayanların/ gözyaşlarını/ boynunda ağır bir/ zincir/
gibi taşıyanlar./ Bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
Özetle Gonca
Özmen’in, “Türk şiirine bir büyük rüzgârı üfleyerek, onu kanatlandırmış bir
şair Nâzım Hikmet. O zamana kadar söylenmemiş şeyleri söylemeyi ve o öze uygun
yeni biçimler bulmayı amaçlamış bir büyük inat...”
Yücel
Kayıran’ın, “Nâzım Hikmet’in birçok dizesine, yüzyılın dizesi, diyebiliriz.
‘Anlamak gideni ve gelmekte olanı’ da onlardan biri. Sanki yüzyılda bir tekrar
etmekte olanı dile getirmektedir bu dize. Gitmekte olanın gitmesini istediği
için ve gelmekte olanın gelmesini istediği için, bu dize, yüzyılın başında, bir
coşkunun özgür tin hâline gelmesinin ifadesiydi…”
Cenk
Gündoğdu’nun, “Nâzım, yerliliktir, Anadolu’dur, hasrettir, Hiroşima’da ölen bir
çocuktur, güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir büyük sestir ve o sesle
yürür. Nâzım; dünyayı emeğe/ alınterine çağıran, inandığı davadan vazgeçmeyen
ve politik mücadelesi uğruna şiirini de yenilemeyi başarmış cesur bir büyük
hayat demek,” diye tanımladığı Nâzım Hikmet bize dünyadan ve insandan umut
kesmemeyi söyler. Nedensiz yere hapislere konup, bırakın yazdığı şiirleri,
adının anılması bile yasaklanmışken dört duvar arasında, oradaki insanlarla,
mektup arkadaşlarıyla, yaşayan bir dünyanın nasıl kurulabileceğini gösterir.
Öyle bir
dünyadır ki bu, sanki bir cezaevi hücresi değil, bütün dünyaya açık bir özgün
üniversite kampusudur. Bir köşesinde Balaban resim yapmayı öğrenir, bir
köşesinde Orhan Kemal Fransızca çalışır, bir köşesinde ortak ihtiyaçlar için
iplikler bulunup kumaşlar dokunur, bir köşesinde çağın en büyük yapıtlarından
“Memleketimden İnsan Manzaraları” yazılır, bir köşesinde mektuplarla
çocukluktan gençliğe geçmekte olan Memet Fuat yetiştirilir, bir köşesinde
yeryüzünde bulunabilecek en vefalı sevgili Piraye’ye benzersiz lirik şiirler
yazılır, bir köşesinde duvara asılı bir harita üzerinden İkinci Dünya
Savaşı’nın gelişimi izlenir, Fransa’da kurşuna dizilen Gabriel Peri için
üzülünür, Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur”u okunur, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı
Türkçeye çevrilir, oyunlar, senaryolar yazılır.
“Dünyadan
memleketinden insandan/ umudun kesik değil diye/ atılırsan içeriye/ yatarsan on
yıl on beş yıl/ daha da yatacağından başka” orayı kendine benzetebilirsin.
Çünkü bir devrimcinin olduğu her yerde devrim süreci ilerlemektedir.
Nâzım Hikmet
bize, içinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun, her durumda yalnızca
gerçeği söylememiz gerektiğini hatırlatır. Yalansız bir dünyayı ancak
dürüstlükle kurabileceğimizi gösterir.
Komünizmin
yasalarla yasaklandığı bir ülkede, düşüncelerini açıkça savunabilmesi,
yargıçların karşısında “Ben komünistim” diyerek kendini yüreklice ortaya
koyması bu dürüst tutumun bir göstergesidir.[26]
Hepimize yol gösterir.
Hızla devam edersek,
karşımıza “beni yiğitler götürür/ katlarına/ sevda ile varılan/yiğitler ki,/
dillerini tükürmüş/ yiğitler ki,/ hâyaları burulan,” diye haykıran TKP’li Kürt
Ahmed Arif dikilir.
Hani
“Hasretinden prangalar eskittim” diyen; kalbi dinamit kuyusu olan. Kendi
deyişiyle ‘Halkının mazlum ve gariban şairi’ Ahmed Arif…,
Haziran
1991’de kaybettik Onu. Ama O’nun şiiri zulasında sevdasıyla volta atmaktadır hâlâ
namus bildiği yolda...
Türkiye şiir
geleneğinde hapishanede şiir yazma ve edebiyat yapma çok eskilere dayansa da bu
izleği görünür hâle getiren Nâzım Hikmet’tir. Bu süreç bir süre sonraki 40
kuşağı şairleriyle doruğa çıkmış bir duyarlıktır. Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat
Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Arif Damar gibi isimler bu
duyarlığı işleyen şairlerin başında gelir. Ama denilebilir ki hiçbir şair,
Ahmed Arif ve şiiri kadar mahpushaneye ilişkin değildir. İster hapishane desin,
ister mahpushane, zindan, içeri ya da dört duvar...
Mahpushane
onun için ‘Makamı Yusuf’tur... Bu makam tıpkı Hz.Yusuf’ta olduğu gibi bir
medrese, bir okul gibidir... Nefsin terbiye edildiği bir mekândır. Kendini
imaja aldığı; kendini sınadığı, tarttığı, yüzleştiği ve hesaplaştığı yerdir. Bu
yüzden aşkındır ve yattığı ranza, Muhammed ve İsa derecesinde kutsaldır.
Ahmed Arif’te
mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hâllerini kapsayan bir imgedir. Ondaki ‘ben’,
yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir
tikelliktir. Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir
zenginliktedir. Bir karanfil naifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara
dumanındadır. Reel olduğu kadar düşseldir de... Mahpusluk dört duvarla sınırlı
bir hâl değildir. Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir. Şair uzun
yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir. Bazen Altındağ’da, bazen
Diyarbekir’dedir. Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır. Dört yön, on altı rüzgâr,
yedi iklim, beş kıtadır: “Şafakları ben balığa çıkarım/ Akan akmayan sularda/
Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden/ Bir bahar akşamı dünyada/ Ben dört
duvar arasında değilim/ Pirinçte, pamukta ve tütündeyim/ Karacadağ, Çukurova ve
Cibali’de...” Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar bu düşselliğe vız
gelir... Lirizmin doruğundadır, tek bir dize bile kekelemeden, anlatım
sıkıntısı çekmeden.
Beyin ve yürek
bir olmuştur. En acılı, en hüzünlü ama en umutludur. Her zaman ‘umut ile sevda
ile düş ile’dir. ‘Onur’ bu duyarlığın nirengisidir. Onu mahpushane karanlığında
aydınlatan bir çift göz vardır. Zaman zaman yangın mavisine çalsa da asıl rengi
yeşildir. Çünkü yeşil güzel bir dünyaya duyulan özlem ve sevgilinin gözlerine
bir göndermedir.
Ahmed Arif
şiirindeki özne, bildik anlamda savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne
değil, daha çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve özgürlükleri
kısıtlanmış bir mazlumdur. Ama bu özne teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan
ve direnen bir kişiliktir. Cemal Süreya’nın deyişiyle Ahmed Arif’in şiiri
‘Yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç
katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir... İçerisi ve dışarısı, düş ve
gerçek, kavga ve sevda iç içe girmiştir... Her şey ‘Umut ile sevda ile düş
ile’dir.
Tarih, bir
bakıma insanlığın hafızasını elinde tutar. Günlük hayatın içinde yaşanan
acıları unuturuz, zaman içinde üstü küllenir. Neyse ki tarih var, hafıza var.
Bütün bir ömrün tüm rüzgârları ve sabıka kayıtları var orada... Tarihin
hafızasında kayda geçen sayısız olaylardan biri de tıpkı Roboskî gibi ama
yıllar önce - 30 Temmuz 1943’te - böyle bir yaz sıcağında yaşanan “33 kurşun
olayı”... 33 köylünün yargısız infazı daha çok Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’
şiiriyle kamuoyunun ve birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir.[27]
Unutulmamıştır,
unutulmayacaktır ve hâlâ yaşamaktadır Ahmed Arif; tıpkı Enver Gökçe gibi…
O da, edebiyatımızda
“acılı kuşak” olarak bilinen 1940 kuşağındandır. Bu kuşağın “acılı” olarak
anılmasının nedeni, her birinin başlarına gelmedik belanın kalmamış
olmasındandır.
Bu dönemde
Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Niyazi Berkes gibi üniversite hocaları işlerinden
kovulmuş, yurdu terk edip başka ülkelerde yaşamak zorunda kalmışlardır.
Rıfat
Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in başlarına gelenler anlatmakla bitmez. Bu baskıların
doruk noktası da tarihe “1951 Tevkifatı” olarak geçen yaygın tutuklama, işkence
ve yargılama sürecidir.
Bu korkunç
baskı günlerini Enver Gökçe, “Biz mapusta gürül gürül yatardık/ Yılan, çıyan
içinde” dediği, İstanbul Emniyeti’nin “tabutluk” adı verilen 60x40x180 cm.
ölçülerindeki tabut-odalarından birinde iki yıl inanılmaz fiziksel işkence altında
geçirmiştir.
Sonrası?
Sonrası yedi yıl mahkûmiyet, ardından iki buçuk yıl sürgün.
Sonrası? Hep
işsizlik, yoksulluk, yalnızlık, hastalık...
Tıpkı benzer
baskılara uğramış kuşakdaşı Ahmed Arif gibi, Enver Gökçe’nin şiirlerinin de
basılıp gün yüzüne çıkması yıllar sonra olmuştur. 70’li yıllarda ancak şiirleri
basılabilir. Önce “Dost Dost İlle Kavga”, sonra “Panzerler Üstümüze Kalkar”
kitapları. Cezaevinde yazılıp dışarıya gönderilmiş, “Yusuf ile Balaban” destanı
ise kaybolup gitmiş. Kendi gitmiş adı kalmış yadigâr. 1951 Tevkifatı, o denli
silinmez izler bırakmıştır ki şair üzerinde, 1977’de kendisiyle yapılan bir
konuşmada da, “Ömrüm vefa ederse, bundan sonra 951 Tevkifatı’nın destanını
yazacağım” demiştir.
Gördüğü
işkenceler sonucu Enver Gökçe’nin bedeni erken yaşta pes etti. Erzincan’ın Çit
köyünde başlayan yaşamı Ankara’da bir huzurevinde sona erdi.
Güray Öz,
“halk denilen ağır mağmanın” bir sözcüsü olarak görüyor Onu, “taşıdığı ateşi
dönüp dönüp hatırlatan…”
Ya A. Kadir? O
da komünistti…
A. Kadir, Kuleli
Askeri Lisesi ve Ankara Harp Okulu’nda okurken, Orhan Seyfi Orhon 1935-1936
yıllarında ‘Aydabir’ adında bir dergi çıkarmaktadır. Dergide Sabahattin Ali’nin
hikâyeleri ile Nâzım Hikmet’in şiirleri yayınlandığı için A. Kadir de, öteki
arkadaşlarıyla ‘Aydabir’i okumaktadır.
Bir süre sonra
A. Kadir’in başından “38 Harp Okulu” olayı geçecek ve Nâzım Hikmet ile
yargılanacaktır. Sonrası hapis ve sürgünlerdir.
Orhan
Seyfi’nin A.Kadir’in şiiri üzerine yazdıkları şöyledir:
“Anlaşılıyor ki, bu şiir, kapitalist rejimde
askere alındığı için dövüşmeyen ve bu yolda canını veren menfi bir kahraman
yoldaşın destanıdır. Şairi A.Kadir’i tebrik ederiz, doğrusu Türk gençlerine
güzel dersler veriyorsunuz. Bizimkiler de böyle yapsınlar öyle mi?”
Gerçekten de
şiiri bir “namus” şiiriydi, hayatı da...
12 Eylül
karanlığında, evinden alınıp yaşlı yaşında gözaltına alınırken de o “namus”
işçiliğinden zerre ödün vermemişti.
Dünyaya “mutlu
olma”nın penceresinden bakan, ekmeğin ve aşkın ve özgürlüğün şairiydi... [28]
Sonra “herşey
bitti onlar için/ değil mi ki kırdılar bu fidanları/ değil mi ki ağlattılar bu
anaları/ onlar için bitti her şey/ ne bir tutunacak dal/ ne bir dayanacak
duvar/ bir kara haberin ölü yankısıdır onlar gözlerimizde/ demirparmaklıklar
arkasından bakar gibi bakan gözlerimizde,” diye haykıran TİP’li Hasan Hüseyin
Korkmazgil…
Kavel’i
yazandı O… 26 Şubat1984’de ayrıldı aramızdan…
“çalışmışım onbeş saat/ tükenmişim onbeş saat/
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım/ anama sövmüş patron/ ter döktüğüm gazetede/
sıkmışım dişlerimi/ ıslıkla söylemişim umutlarımı/ susarak söylemişim/ sıcak
bir ev özlemişim/ sıcak bir yemek/ ve sıcacık bir yatakta/ unutturan öpücükler/
çıkmışım bir kavgadan/ vurmuşum sokaklara,” diye haykırdı...
“dostum dostum
güzel dostum/ bu ne beter çizgidir bu/ bu ne çıldırtan denge/ yaprak döker bir
yanımız/ bir yanımız bahar bahçe,” derdi…
Sennur
Sezer’e, “Ağıt yakmak yakışmaz. Sen ağız dolusu kahkahaları yutkunarak
konuşurdun sanki. Acıyı bal, ekmeği bol eyleyip dayananlardandın…
Sen yalnız
emeğin değil sevdanın da şairiydin. (Malum sevda emek ister) “Sen aşk şiiri
yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk şiirden önce gelir sende/ Oysa şiir önünde
gitmelidir her şeyin// Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk/ Kavganın
içindedir/ Çünkü sen /İçindesin kavganın” desen de kavga şiirleri gibi öfkeli
aşk şiirleri yazdın ve aşk şiirleri gibi ateşli kavga şiirleri. Sevmek sıradan
bir fiil değildir. Durmadan tüketilen bir kavramdır. İçi boşaltılan bir kavram.
Bu yüzden gerçek anlamıyla sevmeyi anan olursa dayanamayanlar vardır hep: “ne
zaman sevmek desem bir tedirgin bulvar iti gecede”. Sevilen de dayanamaz kimi
zaman böylesine sevilmeye. Alır başını gider:”o elmanın tadı orda, o kuş çoktan
öttü, bitti,” dedirtendi…
Bu listeye Can
(Yücel) Baba’yı eklenmezsek olmaz.
O
haksızlıklara karşı he öfkeyle doluydu…
“Bir Numaralı
Halk Düşmanı” şiiri şu dizelerle sona eriyordu: “Biliyorum suçluyum razıyım
cezama/ Çalmadım öldürmedim ama daha kötüsünü yaptım/ Na’aptım biliyor musunuz
Reis Bey/ Tuttum insanları sevdim.”
Devrimci ve
özgürlüklere tutkun bir şairdi Can Yücel; hem şiirlerinden hem yaşam
karşısındaki duruşundan. Ne var ki bedeli hapisti, zindandı, işkenceydi
devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olmanın. Can Yücel’e de ödetildi bu
bedel. ‘Bir Sen Eksiktin Ayışığı’ başlıklı şiiri yaşadıklarının yakın
tanığıydı. “Bileklerimizi morartmış yeni/ Alman kelepçeleri,/ Otobüsün
kaloriferleri bozuldu/ Kaman’dan sonra/ Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay
bile içemedik,/ Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden/ Adana
Cezaevi’ne gidiyoruz…/ Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için
manzaraya!” Yalnız değildi tutsaklıkta ve bunu da yazdı şair. Sardunyaya Ağıt
şiirinde, cezaevlerindeki çiçek yasağını dile getirirken “yeşil ölümle dalaşta”
dizesiyle genç ölümlere olan tepkisini de ortaya koymuştur. Şiir şu dizelerle
sonlanır: “Canların gözü yaşta,/ Aklı idamlık yoldaşta/ Yeşil ölümle dalaşta/
ikindiyin saat beşte.”
Farklı
dönemlerde farklı partilerde yer alan şair, işçi sınıfının örgütlü
mücadelesiyle hayatı değiştirebileceği inancını hep korudu; tıpkı ‘İşçi Marşı’
başlıklı şiirinde haykırdığı gibi: “Hava döndü, işçiden işçiden esiyor yel/
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı/ Bahar yakın demek ki mevsim böyle
kışladı/ Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel/ Hava döndü işçiden, işçiden
esiyor yel.”
Can Yücel,
yaşama, mücadeleye olduğu kadar sevdaya da tutkuluydu. Yaşamını paylaştığı
Güler Yücel için yazdığı pek çok sevgi dizesinin yanı sıra ‘Kadınım Akdeniz
Yaraşıyor Sana’ başlıklı şiirindeki dizeler de sevdayı bütünsel olarak
algıladığını ortaya koymaktadır:
“Senle
yaşadığım günler gümüş bir çevre oldu ömrüm değince güneşine.”[29]
Kolay mı?
“Dolu dolu yaşayacağız ve öleceğiz/ Metin gibi bir boşluğu doldurmak için”
demişti, 20 Ocak 1996 tarihli Evrensel’deki köşesinde yer alan ‘Boşluk Yoktur’
şiirinde O…
1999
Ağustos’unda da Can Yücel’i kaybetmiştik; bu dünyada tanık olduklarının dışında
‘Başka Türlü Bir Şey’ isteyen bir şairdi O.
Çünkü
özümsemiş ve içselleştirmiş ‘Başka bir dünya mümkün... Onun da raconu bu;
haksızlığa ve sömürüye karşı düzenden öç alırcasına öfkeli bir direniş sanki...
Her dem sisteme karşı Can’siparane...
O parlak zekâ
ve entelektüel birikim sokak ağzıyla yoğrulunca söylem ve biçim zorluğu da
çekilmiyor demek ki... Cin de şiir de çıkıveriyor şişeden...
İçemediği
zamanlar serap yerine şarap gören bir akşamcı... O’na göre komünizmin yok
edemeyeceği tek sınıf akşamcı sınıfıydı.
Kartviziti
olmadı hiç. Resmiyeti de resmi ideolojiyi de hiç sevmedi. Musa Anter
katledildiğinde O’na yazdığı ‘Musa Beğ’ adlı şiirde O’nun filozofisinde yer
alan ve argümanından hiç eksik etmediği kardeşlikten söz ediyordu:
“Musa
Peygamber Kızıldeniz’in dalgaları arasından/ nasıl ulaştıysa o da kardaşlıkla/
dünya kardaşlığıyla ulaştı karşı kıyıya”
Can Yücel’de
yüreğin bir dili vardır; imgesi, duygusu, heyecanı, düşüncesi, mizahı, alayı ve
itirazı vardır. Başkaldırısı, eleştirisi, özlemi ve öznesi vardır. Tatlı sert
şarap gibi yoğundu O’nun yüreğinin aroması…
Emekten,
dostluktan, mücadeleden, dayanışmadan, hasılı halktan yanaydı O; “Dandini
dandini dastana/ Mandalar girmiş vatana/ Kov bostancı camızı/ Yemesin aşımızı/
Elele tutuşa/ Dayana dayanışa,” dizelerinde altını çizdiği gibi…
Nihayet
Cigerxwîn…
1903’te,
Mardin Gercüş’ün bir köyünde dünyaya gelen büyük Kürt şairi Cigerxwîn, “Kürt
Dilinin Nâzım”ıydı…
Yüzlerce
şiirden oluşan on divanı, birçok öyküsü, Kürt kültürü ve tarihi üzerine
araştırmaları, sözlük çalışmaları var. Cigerxwîn için Kürt ulusal şairi sıfatı
yakıştırılabilir.
Lorca’yla,
Neruda’yla, Brecht’le ve Nâzım Hikmet’le aynı kulvardadır. Yoksulluk içinde
büyüdü. Önce işçi olarak demir yollarında çalıştı.
Dini eğitimini
tamamlamak için Diyarbakır’a gitti. Daha sonra Kürtlerin yaşadığı bütün
bölgeleri gezdi, insanların acılarını, yoksulluklarını gördü. Ve bunları şiir
estetiği içinde, müthiş bir lirizmle işledi. 27 yaşında imamlığı bıraktı.
Suriye’ye geçti.
Orada Kürt
Gençlik Derneği’ni kurdu. 1946’da komünizmle tanıştı. Tutuklandı, işkence
gördü. Arkadaşlarıyla birlikte Azadî örgütünü kurdu. Kısa süre sonra Irak’ta,
Bağdat Üniversitesi’nde Kürtçe dersler verdi.
Irak hükümeti
ve Kürtler arasında anlaşmazlık çıkınca Irak’tan sınır dışı edildi. Suriye’ye
geçti. Ancak Suriye hükümetinin baskıları sonucu İsveç’e gitmek zorunda kaldı.
1984’te vefat
edene kadar orada yaşadı ve son anına kadar şiirlerini yazdı. Cigerxwîn geniş
bir yelpazede şiirler yazdı. Şiirlerinde sınıf çatışmasından Kürt
ulusalcılığına, oradan barış ve kardeşliğe ve aşka, bir insanın
ilgilenebileceği her konuyu işledi.
Tıpkı Onun
yoldaşı bir diğer Kürt ozanı A. Hicri İzgören gibi…
Evet, evet
(Şerko Bêkês ile) bir A. Hicri İzgören vardır; “Bozdurup bozdurup harcadım
ömrü/Yanlış adresler çıkmaz sokaklar/Bütün replikler şiirler ve şarkılar/ Bir
ezginin bütün hatıraları,” diyen…
Ahmed Arif’in
soyundan, ekolünden, yolundan ve “Arsız bir dizenin kütüğüne kaydedin/
Kimvurduya sayın beni/ Ve şimdi söz savunmanın/ Hayat işgal altında,” diye
haykıran Siverek’li Kürt şair…
Sennur
Sezer’e, “Coğrafyanın yaşadığı ne kadar acı varsa ağırlığını duyuyor gibisin:
Yezidiler, Çingeneler, Ermeniler, Süryaniler ve onlarla ilgili onca öykü bir
ilmik boğazında. Yaşadıklarının izlerini ne kadar yıkasan silemezsin
gözlerinden,” dedirten…
Sonra 1946’da
Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde doğan… Hasanoğlan ve Pazarören öğretmen okullarında
eğitim gören… Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha
sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmesinin ardından çeşitli il ve ilçelerde
Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yapan… 1981’de sıkıyönetimce tutuklanarak görevine
son verilip, aynı yıl, TCK’nın 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılanan… Cigerxwîn’un
şiirleri üstüne yazdığı bir yazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm
giyen Ahmet Telli…
‘Kalbim Unut
Bu Şiiri’nde, “Anlamını yitiren bir şeyler mi var şimdilerde/ Yazdığım şiirlere
yabancıyım, sokaklara yabancıyım/ Taşı delemiyor bir çığlık ve apansız bir/ Su
oluyorum ipince, kendime sızıyorum/ Dünya yetmiyor bazen, bırakıp gidebilir
miyim,” diye haykıran Onu, “Aşk’ı ve Devrim’i yaşatmıştır. Neden mi Aşk ve
Devrim diyorum; Ahmet Telli’yi anlatırken iki kelime geçiyor aklımdan, Aşk ve
Devrim... İşte Telli’yi bu şekilde tanımlayabiliriz,” diye betimler Elif Gamze
Bozo; haksız da değildir…
Dediklerimi,
Jack Kerouac’ın “Çünkü benim insan dediklerim sadece çılgınlardır, yaşama çılgınları,
konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen
tipler, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki
mavi ışığı görenlere ‘vay canına!’ dedirten o muhteşem sarı maytaplara
benzettiğim kişiler,” sözünü anımsatan sanatın
devrimcileri, devrimin sanatçılarının önünde bir kez daha saygı ve minnetle
eğilerek tamamlayayım…
21 Eylül 2013
11:37:32, Ankara.
N O T L A R
[1] 29
Eylül 2013 tarihinde ‘Demokrat Sanatçılar Birliği’nin Paris’te düzenlediği
“Devrimci Sanatçıları Anıyoruz” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:157,
Temmuz 2014…
[2] Rosa
Luxemburg.
[3]
Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Yayıma Hazırlayan : Müge
Gürsoy Sökmen, Yurdanur
Salman, Metis Yay., 3. baskı, 2008.
[4] György Lukacs,
Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan, Payel
Yay., 1979.
[5]
Dücane Cündioğlu, Sanat ve Felsefe, Kapı Yay., 2. baskı, 2013.
[6]
Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev: Cevdet Çapan, De Yay., 1968.
[7]
İlhan Mimaroğlu, Ertesi Günce, Pan Yay., 1994.
[8]
Tavır, No:124, Ekim-Kasım 2012, s.54.
[9]
Şilan Bulut, “Diana, Whitney ve Şivan”, Taraf, 18 Temmuz 2012, s.17.
[10]
Abdullah İncekan, Şivan Perwer - Efsaneya Zindi/Yaşayan Efsane, Nûbihar Yay.,
2012.
[11]
Ayşe Emel Mesci, “Bilmezdim Yalnızlığı...”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2013, s.14.
[12]
Zahit Atam, “Eleştiri”, Birgün, 10 Mart 2013, s.9.
[13]
Turgay Fişekçi, “Brecht’in Renkli Dünyasında”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2012, s.14.
[14]
Gerry Souter, Kahlo, çev: Şeyda Öztürk, YKY, 2013.
[15]
Mayda Saris’in, Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam, Birzamanlar Yay., 2013.
[16]
Mehmet Ercan, Aforizmalar III, http://www.insanokur.org/?p=39016
[17]
Asuman Kafaoğlu-Büke, “Yaralar Kapanır Ama Ya İzler”, Radikal Kitap, Yıl:11,
No:603, 5 Ekim 2012, s.22-23.
[18]
Yaşar Kemal’in 1971’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajdan.
[19]
Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından.
[20]
Yaşar Kemal, Türkiye’nin Üstündeki Kara Gökyüzü, 1995.
[21]
Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından.
[22]
Orhan Miroğlu, Kuşatmadan İnfaza, Everest Yay., 2012.
[23]
Aziz Nesin, Sanat Yazıları, Nesin Yayınevi, 2011, s.148.
[24]
Turgay Fişekçi, “Edebiyatçı Aziz Nesin”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2011, s.14.
[25]
Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 3, Kırmızı Kedi Yay., 2013.
[26]
Turgay Fişekçi, “110 Yaşındaki Nâzım Hikmet Bize Ne Söyler?”, Cumhuriyet, 18
Ocak 2012, s.14.
[27] A.
Hicri İzgören, “Bir Şair Bir Mekân Bir Katliam”, Gündem, 5 Haziran 2013, s.15.
[28]
Refik Durbaş, “Şiirimizin Kadir Abisi”, Birgün, 1 Mart 2012, s.2.
[29]
Gülsüm Cengiz, “Bendeki Can Yücel Resimleri”, Evrensel, 17 Ağustos 2013, s.2.
Yorumlar