“Derin ıstıraplar güçlü karakterler doğurur... Karakterlerin heybetine baktığında... baştan aşağı yara izi doludur...” [1] “Türkiye’...
“Derin ıstıraplar güçlü karakterler doğurur...
Karakterlerin heybetine baktığında...
baştan aşağı yara izi doludur...”[1]
“Türkiye’yi büyük bir hapishaneye çevirenlerin herkesi herkese ötekileştirdiği bir ülke ki burası, herkes herkesin üveyi olmuş durumda. Bu göz ardı edemeyeceğimiz büyük bir acı gerçek. Ama bir de şu var. Henüz tam kayıp değil vicdan, merhamet, dayanışma,”[2] biçiminde tanımlanması mümkün olan hâl(imiz)de; “Edebiyat iletişimdir. İletişim ise hakkaniyeti gerektirir. Edebiyat, en nihayetinde kavuşulan çocukluğun ta kendisidir,” saptamasıyla Jorge Luis Borges’e hak vermemek mümkün mü?
Edebiyat (ya da yazın) bir çocukluk saflığından başka ne olabilir ki?
Bu işin elbette bir yanı; diğer(ler)ine gelince; Onat Kutlar’ın, “Gerçeği görür ve söyleriz. Sözün kılıcı kendi boynumuzu kesse de,” diye altını çizdiğidir.
“Sır” falan değil; herkesin malumu: “Bir yazar, bir felsefeci, bir sanatçı, bir bilim insanı niçin vardır? Başka insanların görmediklerini görmek, bilinmeyeni öğretmek ve doğru bildikleri şeyi söylemek için. İnsanların görmediklerini görmek, göstermek, bilinmeyeni öğretmek için gereken şey ‘cesaret’tir elbette; her türlü tehlikeyi göze alma cesareti…”[3]
Evet, hakkını vererek yazmak; göze alabilen bir cürettir
Çünkü “Yazdıklarımız, okuduklarımızla düşündüklerimizin, hissettiklerimizle yaşadıklarımızın/ gözlemlediklerimizin bileşkesi”yken;[4] “Anlatı faniliğin bir manevrasıdır. Bir araçtır, yaşama şeklidir.”[5]
* * * * *
Sorumluluklarının cüretiyle yazmak konusunda bir “reçete” yok.
Ancak -nasıl olursa olsun- yazarken; “Neden bilgi elde etmek istiyoruz?” sorusunu net biçimde yanıtlamak gerek.
Yazmak kuru bir “merak”ın ürünü olmamalıdır. Amacı her daim “hakikâti bulmak”, “sözcüsü olmak” eylemine mündemiç olmakla mükelleftir.
Yazmak, tarafı net olan bir yöntem felsefesi olmalıdır. Yazmak sorunsalına hakikât arayışı penceresinden bakarsak farklılaşma kaçınılmazdır.
Bilgi için akıl, rasyonalizm, deney, sezgi elbette gerekli ama tek başına yetmez. Yöntem olarak tümdengelimden tümevarım ve eleştirel perspektifi gerekli. Bir de “yazmak”ı bir eylem olarak gören duruş.
Bun(lar)a bağlı olarak yazmak eylemi, soru(n) edilen içerikler açısından etkin ve yetkin, derinlikli bir bakışa sahip olmayı gerektirir. Ki bu da hareketi, karşıtların savaşımı olarak açıklayan diyalektik yöntemken; karşıtların birliğinde eskiyle yeniyi, yok olup gidenle gelişeni, değişime direnenle değişimi belirleyeni ayırt etmenin biricik yoludur.[6]
Yazmak bir tarif ve tahlil yöntemidir; onun yenilenme/ ve gelişimindeki sonsuz imkânların da altı çizilmelidir.
Evet, yazmak bilmek, bilincinde olmak ve buna uygun davranmaktır; öğrenerek öğretmektir.
Tam da bunun için yazarak öğrenip/ öğretmenin iki kere düşünmeyi gerektirdiğini unutmadan; Jean Paul Sartre’ın, “Felsefe yapmak, vazgeçmeyi öğrenmektir”; Rene Descartes’ın, “Öğrenmek için ise yararlanabildiğimiz dört nitelik mevcuttur: Zekâ, hayal gücü, duyular ve bellek,” uyarılarının kulak vermek gerek…
Ve bir şey daha: Karl Marx, ‘Basım Özgürlüğü ve Yayım Üzerine Tartışmalar’ (1842) başlıklı yazısında “Yazar, çalışmalarını asla ‘araç’ olarak görmez,” der. Yazınsal çalışmalarda, “öz-amaçtır.” Bir başka deyişle, başlı başına amaçtır. Yazar, “kendi varlığını, yapıtlarının ‘varlığına’ feda eder” …
O hâlde olmayı ve oluşturmayı öğrenip/ öğreten bir yazın, yargılama yeteneğidir. Çünkü nihai kertede “Edebiyat, yaşamı savunma biçimi”dir.[7]
Bin bir çeşidiyle yazmak eyleminin her adımında Charles Baudelaire’in, “Her zaman bir şair olun, düz yazı yazarken bile,” uyarısını kulağına küpe etmek “olmazsa olmaz”ken; bu alanda deneme ile eleştiri, edebiyat dallarından en zor ama en özgür olanıdır.
Yazanı, okuyanı özgürleştirir, düşler kurdurur. Bu nedenle deneme için eleştirinin ikiz kardeşi de denir! Tabii eleştirinin bir üstdil olduğunu unutmadan…
Özetle, edebiyat eleştiriden denemeye ya da tüm farklı disiplinlerine değin, dünyaya bakış açımızı sağlamlaştırırken, yabancılaşmamızı önleyip özgürleştirir.
* * * * *
Bunu yapanlardan birisi, Avrupa’nın önemli kültür ve edebiyat akımlarından Weimar Klasisizminin eserleri üzerinde yükseldiği Johann Wolfgang von Goethe’dir...
“Dehanın ilk ve en büyük şartı gerçeği sevmektir…
“Benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan…
“Merakı olmayan hiçbir şey öğrenemez…
“Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar,” sözleriyle müsemma Onun hakkında, Nicholas Boyle’un, Onu herhangi bir insandan daha fazla tanımaya ihtiyacımız var,” demesi boşa değildir.
Romantizm, Klasisizm ve Aydınlanma Devri’nin düşüncelerini alıp sentezleyen bu akım insanlık kavramını, antik kültür anlayışını, iyiliği, hümanizmi ve etik değerleri ön planına alırken Goethe hem Almanya’da hem de Avrupa’da bu akımın temsilcisi olarak kabul edilmişti.
Ölümünden kısa bir süre önce tamamlayabildiği Faust ise Goethe’nin hayatının ve düşüncelerinin bir özeti niteliğindeydi.[8]
* * * * *
“İnsanın karnını doyurması gerek, bu onun en doğal hakkıdır”...
“Yoksul kişilerin baş düşmanı açlıksa, ikincisi hastalıktır”...
“İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!”
“Mükemmel olmak zorunda değilsiniz, sadece iyi olabilirsiniz”...
“Umut bitmemeli, bu kavga tüm insanlığın, eşit ve özgür yaşayabilmesi için”...
“Kimilerini yenilgi yıkar, kimileriyse zaferle küçülür,” uyarılarıyla ‘Bir Savaş Vardı’ anı kitabının giriş yazısında şöyle derdi John Steinbeck: “Yıllarca korku tarafından sömürüldük biz, sadece ve sadece korku tarafından. Zulüm, yalan, kuşku... Bunlar hep korkunun çocuklarıdır. Havayı nasıl bomba denemeleriyle zehirliyorsak, ruhlarımızı da korkuyla zehirliyoruz.”[9]
Sürü insanlarının bir liderin peşine takılmaktan başka bir şey yapamayan paralı askerler olduğunu ve bu yüzden yapılan muharebeler onların lehine sonuçlansa dahi savaşmaktan vazgeçmeyen özgür insanların asıl kazananlar olduğunu söyleyen[10] John Steinbeck’e göre, insan, paranın ve onun olanaklarının çeşitli isimleri altında ezilmeye mahkûm edilirse zenginlerin yakın zaman içinde gerçekleşecek hiçbir şeye şaşırmamaları gerekir. Onun ifadesiyle, “Korkulacak zaman, insanın bir ülkü uğruna acı çekmeyi ve ölmeyi reddettiği zamandır.”[11]
Özetin özeti: Tomris Uyar’ın tarifiyle, “Steinbeck, iflasların birbirini izlediği, işsizliğin, parasızlığın, açlığın kol gezdiği, insanoğlunun umudunun, var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir. Tozpembe olmayan gerçekçi umudun. Onun güncelliğini yitirmemesinin bir açıklaması da bu olabilir”di.[12]
* * * * *
Büyük dedesi, Osmanlı Padişahı III. Ahmet tarafından 1704 yılında Rus Çarı I. Petro’ya armağan gönderilen Afrikalı esir, zekâsı ve becerisiyle “Büyük Petro’nun zencisi” olarak ünlenen İbrahim Hannibal’di Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in.
İşte bu yüzden, gelmiş geçmiş en büyük Rus ozanı olarak bilinen Puşkin, iri dudaklı, kıvırcık saçlı ve gözleri ateş saçan bir melezdi ve “Yalnız şiir yazarken değil, yaşarken de bir fırtınaydı.”[13]
Ve 1837 Ocak’ında “Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur,” diyen O, düelloda öldüğünde 37 yaşındaydı ve geride “Halkı özgür görebilecek miyim acaba?” sorusu duruyordu hâlâ…
* * * * *
“Zengine verilir, daha çok zenginleşsin diye. Fakirin ise elindeki bile alınır”...
“İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum”...
“Bir fikir, ancak ifade edildiği zaman bir fikirdir”...
“Herkesin bu derece birbirine benzediği bir toplumda, yalnızca anormalliğin bir değeri vardır”...
“Dünyada bir şeyi yarım söylemek ya da yarım bırakmak kadar kötü bir şey yoktur. Her kötülük bu yarım işlerden çıkar,” diye Stefan Zweig, 22 Şubat 1942’de -eşi ile beraber- intihar ettiğinde 61yaşındaydı
İntiharı, Hitler faşizminin Avrupa’yı kaplayıp, Asya’ya, Afrika’ya yayılmaya başlamasıyla ilgiliydi…
Avrupa’da barınamayan Stefan Zweig 1943’te Brezilya’ya göçtü. Petropolis kentinde küçük bir eve yerleşti, öz yaşam öyküsünü gözden geçirmeye başladı. Kısa zamanda Avrupa’dan gelen haberler ümitsizliğini pekiştirdi, “Şimdi elim kolum bağlıyken hiçbir şey yapamadan, insanlığın barbarlığa dönüştüğünü izlemek zorundayım,” diyordu; ardından -Ona asla yakışmayan!- intihar geldi!
* * * * *
Ve 16 Temmuz 1985’de yitirdiğimiz Heinrich Böll…
İlk kısa öyküsü ‘Haberci’, sonra ilk romanı ‘Ademoğlu Neredeydin?’ başlıklı yapıtlarında II. Dünya Savaşı’nı, savaşın yıkıntılarını ve acılarını anlatıp; “Ünlü piyanistlerden Chopin’i ve Schubert’i severim. Mozart’ı ilahi, Beethoven’i muhteşem, Gluck’u emsalsiz ve Bach’ı güçlü kabul eden müzik öğretmenimizi haklı bulurdum,”[14] diye kendini tarif eden Onun; “Bu dünyada şükran borcu ve adalet yok, başka dünyaya da sahip değiliz. Ne yapalım!”[15] “Yaşayanların ölü olduğuna ve ölülerin yaşadığına inanırım,”[16] sözleri belleklerimizdedir hâlâ…
* * * * *
2 Ocak 2017’de kaybettiğimiz John Berger, fazlalıklardan arındırdığı ve eksikliklerini giderdiği cümleler kurardı.[17]
Örneğin “Dünya, ancak onu dönüştürme umudu var olduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hâle gelir”...
“Bu ülkede yoksulluk sorun falan değildir. Hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa yoksul olmanın binlerce yolu vardır”...
“Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı”...
“Önceleri emperyalizm ucuz ham madde, emek sömürüsü ve denetlenebilir bir dünya pazarı istiyordu. Bugünse hiçbir değeri olmayan bir insanlık istiyor,” diyen O; yaşayan, görmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken; şişkin ve kof cümlelere sığınmamasının yanı sıra, derin bir anlatımın ne olduğunu da ortaya koyuyordu.
* * * * *
“Geride bıraktığı onlarca roman, yüzlerce röportaj, insanı evrensel değerlerinden tutan halk hikâyeleri ve örnek kişiliği onu unutulmayacak bir kahraman hâline getirdi,”[18] diye betimlenen O, “Dünyanın en büyük romancılarından biri”ydi; “Çukurova’nın Koca Yaşar’ı”ydı.[19]
“İnsan isterse her sabah gün doğumuyla birlikte yeniden doğabilir, kirlerinden, açılarından, yaralarından arınarak!
“Bir dil bulacağız her şeye varan. Bir şeyleri anlatabilen. Böyle dilsiz, böyle düşmanca, böyle bölük pörçük, dolaşmayacağız bu dünyada”...
“İnsan umutsuzluktan umut yaratandır”…
“Umutsuzluk tutsaklığın gıdasıdır. Umutsuzluk köleliğin anasıdır. Umutsuzluk yüreğin yıkımıdır,” diye haykıran Toroslar’ın İnce Memed’iydi…
* * * * *
Ve “Kürtler, Ermeniler, Rumlar bu ülkedeki tüm halklar özgür olmadıkça, bu ülkeye demokrasi gelemeyecektir,” diyen Abdülkadir Pirhasan ya da sanat dünyasındaki adıyla Vedat Türkali’si veya “Kirli çocuklarınla bekle bizi/ Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi/ Bekle dinamiti tarihin/ Bekle yumruklarımız/ Haramilerin saltanatını yıksın/ Bekle o günler gelsin İstanbul bekle/ Sen bize layıksın” dizeleriyle 29 Ağustos 2016’da 97 yaşındayken aramızdan ayrılandı…
O, 2010’da dönemin Başbakanı Erdoğan’ın yazar ve gazetecilerle hükümetin “demokratik açılım” adını verdiği süreci görüştüğü kahvaltılı toplantısına katılmayı reddedip; cevabi mektubunda kendini şöyle tarif edendi:
“Ben 91 yaşında, Marksist-Leninist bir roman yazarıyım; yılların yazı-sinema emekçisiyim. Türkiye’nin en eski proleter devrimci Partisinin, Türkiye Komünist Partisi’nin bugüne kalan birkaç üyesinden biriyim.”[20]
Şiirleri, senaryoları, oyun yazıları ve romanlarıyla O; Türkiye Komünist Partisi’nin tarihi niteliğindeki, İkinci Dünya Savaşı döneminin siyasal yapısının sergilendiği ‘Güven’ başlıklı iki ciltlik romanı ve ‘Bitti Bitti Bitmedi’ adlı romanıyla Ermeni meselesine eğilen ve “Ben Kürt değilim ama Kürt halkımızın neler çektiğini çok iyi biliyorum,” diyen yazardı; Kürt sorunu ile ilgili yazılarını ise ‘Özgürlük İçin Kürt Yazıları’ başlıklı iki ciltlik kitabında toplamıştı.
Özetle çok önemliydi.
* * * * *
“Düşünceler ki kanatlanmalı... Bugün, sanat yapmaktan çok, sanat üzerine düşünüyoruz”…[21]
“Her gerçek sanat eseri, geleneğe bağlılığı oranında onu yadsıyıcı bir özellik de taşır. Bu nedenledir ki, bir yandan tarihsel bir süreç içinde yer alır, bir yandan da, eşi olmayan, benzersiz, tek bir olgudur,”[22] diyen Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978’de Ankara’da bir suikast ile katledildi.
30 Mart 1979’da Avrupa Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu’nun eski başkanı Lokman Kondakçı, İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e, “Bedrettin Cömert olayında emri, dönemin ÜGD Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun verdiğini, onun üzerinde de Ramiz Ongun’un yer aldığını” söylemişti.
38 yıl süren ömrüne şiir, felsefe, sanat tarihi ve nesnel eleştiri alanında çok değerli görüşler sığdıran Bedrettin Cömert, Roma Üniversitesi Felsefe Enstitüsü’nde ‘Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi’ konulu tezi ile estetik doktoru oldu. Mitoloji, ikonografi, sanat tarihi- tarihçiliği, plastik sanatlar üzerine dersler verdi; Türk ve İtalyan edebiyatı, estetik, eleştiri, dil ve dil bilimi üzerine çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı.
Bedrettin Cömert’e göre “Gerçek toplumcu sanat, insanı, birey-toplum bütünlüğü içinde görüp yansıtabilen sanattır. Toplumculuk bir konu, içerik sorunu değil, yöntem sorunudur, bakış açısıdır, dünya görüşü biçimidir.”
Ona göre sanatla, edebiyatla uğraşan bir devrimci ya da iyi bir eleştirmen sanatın sorunlarına en ince ayrıntısına kadar eğilmeli, sanatsallığı saptanmış yapıtı yaratıldığı çağ ve toplumla ilişkisi içinde ele almalı; iddiasız, alçakgönüllü, sevgi ve coşku dolu bir okur olmasını bilmeliydi.[23]
O, akademik alanda elde ettiği birikimi güncel edebiyata da taşıdı. ‘Forum’, ‘Yansıma’, ‘Gelecek’, ‘Varlık’, ‘Soyut’, ‘Yeni Ufuklar’, ‘Yeni Ortam’ dergilerinde şiirleriyle, yazılarıyla yer aldı. 70’lerden itibaren şiirden uzaklaşarak, tamamen eleştiriye yöneldi. Gözü pek bir eleştiri anlayışını savunuyordu.
“Yarım veya parçacı özgürlük topaldır, kördür; doğru’nun ancak bir yanını gösterir, oranlama olanağını yok eder. Özgürlük tam olmalıdır; her alanda ve herkes için,” diye yazan Bedrettin Cömert için “benim umudumdu” diye yazmıştı Özdemir İnce…[24]
* * * * *
“Eleştiri” deyince; hakkında, “Önce eleştirmendi. Onun eleştirmenliği denemeciliğinden önce gelir. Ama aslında eleştirmenliğiyle denemeciliği iç içedir,”[25] denilen Vedat Günyol unutulabilir mi?
O; Nurullah Ataç, Memet Fuat, Fethi Naci, Asım Bezirci, Füsun Akatlı vd’leriyle Namık Kemal’in ”Barika-ı hakikât müsademe-i efkârdan çıkar!” yani ”Fikirlerin açık ve net çarpışmasından hakikât güneşi doğacaktır,” sözünün takipçilerindendi…
* * * * *
70 yaşında, 11 Ekim 1999’da aramızdan ayrılan O, “Her durum ve adımını attığı her yerde kalemiyle kayıttadır.”[26]
“İnsanlık kalktı mı dünyadan?” sorusu; “Karıncalar birleşirse, filleri yutar,” çözümü ve “İnsanların düşünceleri öldürülemez,” saptamasıyla “Fakir Baykurt bütün sürgünlere, açığa almalara, cezaevlerine tıkmalara karşın çalışkanlığıyla, direnciyle, bilgeliğiyle ‘Fakir Baykurt Destanı’nı yazdı. Bir destandır onun yaşamı kahramanı kendi olan. Bir destan bu; Fakir Baykurt’un çok varsıl bir dil şöleniyle anlattığı çağcıl, ülkemize özgü bir destan...”[27]
* * * * *
Çok şeyi; “Okumuşlar gevşemese, namuslu kalsa ve doğru yolda direnişe devam etse, kurtuluşun çok daha kolay olacağını söylüyor Aysel,”[28] diye anlatan ve 1950’de yirmi yaşında yayınlanan ‘Bizim Köy’üyle maruf Mahmut Makal…
* * * * *
“1890 yılında ada Türk iken Girit’te doğdum. Babam, Türkiye’nin Atina Sefiri oldu. Falerin’de ilk evi babam yaptırdı. Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon’un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı âlemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım,”[29] satırlarıyla kendini anlatan Cevat Şakir veya Halikarnas Balıkçısı için “Ölüm hayata sığıyor ama hayat ölümü aşıyor. Hayat, doğadır.”
1925-1947 Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum yıllarıdır... O yıllar yokluk yoksulluk. Bodrum, yolsuz, ışıksız, el değmemiş, küçücük bir Ege kasabası. Cevat Şakir Kabaağaçlı yazdığı savaş aleyhtarı bir yazı yüzünden Bodrum’a sürgün olarak gönderilir. Toprakla suyun buluşması gibi Bodrum ile bütünleşen Cevat Şakir boyvermiş; yazınsal, düşünsel, yaşamsal bir miras bırakmıştı.
* * * * *
Yaşamını yazarlıkla; denemeye yakın yazılarıyla kazandı Oktay Akbal...
“Önce Ekmekler Bozuldu adını taşıyan ilk kitabımı da 1946 yılında, annemin sattığı Tophane’deki evin parasıyla kendim bastırmıştım. İki yüz liraya, bin beş yüz tane. Her biri altmış kuruş. Kendim dağıtmıştım...” derdi, bu kitaba yazdığı önsözde...
“Çoğu kez bir kitaptır bizi kurtaran. Bir insandır, bir filmdir, bir vapur gezisidir. Çevremizden, boğuculuğu artan havadan, bataklık hâline gelen bir ortamdan”...[30]
“Yaşam dediğim ardı ardına gördüğüm düşlerdi”…[31]
“Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara kavuşacağına inanıyoruz. Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek,”[32] vurgularıyla O; iyimser ve umutlu bir yazardı... İnsan sevgisinin, savaş karşıtı tutumunun simgesi gibiydi…
* * * * *
“Kusura bakmayın sıkıntım var, kendimi yaşamak zorundayım”…
“İnsan nedir biliyor musun? Ağaçları kesip kâğıt yapıp sonra da o kağıda ağaçları koruyun yazandır”...
“Gel seninle bir kez daha ağlayalım. Yaşanmışlara, yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanmayacaklara”…
“Müsaade edin bana hayattan ayrılıyorum, kendi isteğimle ayrılıyorum,” diyen Oğuz Atay, Oktay Akbal’ın aksine karamsarlardandır.
“Tutunamayanlar”ın “Kült”ü Ona dair, “Kült’ün sözlük anlamı ‘tapınma, tapma’. Ben ‘bağnazca ve sorgusuz sualsiz bir bağlılık’ tanımının da uygun olduğunu düşünüyorum. Bir yazar ya da eser ‘kült’ olarak tanımlamaya başlanıldığında o yazar ya da eser hakkında ‘sorgulama, şüphe ve muhalefet istenilmiyor.’ Olduğu gibi kabul edecek, bol bol övecek aleyhte tek bir söz bile etmeyeceksiniz,” vurgusuyla ekler Metin Celal:
“Oğuz Atay hakkında yazılanların çoğunun yakıştırma olduğunu düşünüyorum... Efsaneyi yaratmakta uygun olanlar alınıyor, öne çıkartılıyor, aksine bilgiler ise görülmüyor, bilinmez kılınıyor.”[33]
Ayrıca “Oğuz Atay bir tutunamayan mıydı?” sorusuna gelirsek; arkadaşı Barlas Özarıkça şöyle diyor: “Parayı, iyi yaşamayı, akıllı olmayı severdi, uzun boylu olmaktan memnundu. Oğuz’un döneminde mühendislik, toplumsal hiyerarşide favori meslekti ve tabii ki mühendisliği seçmişti. Yaşarken, kitaplarındaki kişiliklerin aksine, kıyıda köşede sessiz kalmış bir tip değildi, merkezde, görünür yerde olmaktan hoşlanıyordu.”[34]
* * * * *
Tamamlıyorum: Farkındalık sağlayarak unutulanları, anımsanması gerekenleri bize hatırlatır yazmak eylemi; yaşamanın altını çizerek...
İş bu nedenle yaşadıklarımızın, yaşayacaklarımızın insan(lık)a mündemiç estetik hâli; insan(lık)ın tutkusu; sözcüklerle yaşama yeni anlamlar yükleyerek konuşmaktır o.
Yani yaşamı estetize ederek, insan(lık)ı hayata bağlayan yazın, kuşun kanatları gibidir. Bundan ötürü yazmak eylemi bizi yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımızı hediye eder.
Bir yanıyla da hayatın yetmediğinin itirafı olarak yazın; yüzümüzde tutulmuş bir aynayken; insan(lık)ın ortak yaratısıdır.
Hayatı mümkün olduğu kadar, gerçek kılmanın bir adı olarak yazmak eylemi; toplumsal bozulmalara, yabancılaşmalara karşı da savaşımın ileri cephesidir.
Yaşamın sınırlarını zorlayan yazmak eylemi; yeni bir yaşam beklentisi yaratırken; öğretici bir belgedir, eleştiridir; tutkularımızı, hayallerimizi emzirendir; hayatın önünde gidip, onun biçimlendirilme yolunu açandır.
Hayattan, insan(lık)dan söz edip; hayatın, insan(lık)ın “yazgısı”nı değiştiren yazmak eyleminin olduğu yerde umut vardır.
Kolay mı? Hayatı anlamanın bir yolu olarak hakikâtlerin hayalle süslenmesidir.
El özet, yazmak eylemi güzellikleri, çirkinlikleri ortaya çıkartandır; ölümsüzlüğün en eski yoludur.
Özetin özeti: Yanıtı eksik olan sorudur; özgürlüğün ta kendisidir o…
24 Ocak 2020 13:55:26, İstanbul.
N O T L A R
[*] Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, No:93, Temmuz Ağustos Eylül 2020…
[1] Halil Cibran.
[2] Muzaffer Öztürk, “Latife Tekin: Henüz Kayıp Değil Vicdan, Merhamet, Dayanışma”, Evrensel, 12 Kasım 2018, s.13.
[3] Turgay Fişekçi, “Bir Sanatçı Niçin Vardır?”, Cumhuriyet Kitap, No:1560, 9 Ocak 2020, s.8.
[4] Orhun Atmış, “Yiğit Bener: Edebiyat Kalıba Sığmaz”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2018, s.12.
[5] Ursula K. Le Guin, Dünyanın Kıyısında Dans, çev: Seda Ersavcı, İthaki Yay., 2018, s.71.
[6] V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Marx ve Engels’in -metafizik yönteme karşı-diyalektik yöntem adını verdikleri şey, topluma, sürekli bir gelişme durumundaki canlı bir organizma olarak (mekanik bir biçimde birbirine bağlanmış ve dolayısıyla ayrı toplumsal öğelerin her türden rasgele birleşmelerine izin veren bir şey olarak değil) incelenmesi, o toplumsal biçimlenmeyi oluşturan üretim ilişkilerinin nesnel bir tahlilini ve bunların işleyiş ve gelişme yasalarının araştırmasını gerektiren bir organizma olarak bakan toplumbilimdeki bilimsel yöntemden başka bir şey değildir.” (V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Çev: Vahap S. Erdoğdu, Sol Yay., 1995.)
[7] M. Sadık Aslankara, “Edebiyat, Yaşamı Savunma Biçimi…”, Cumhuriyet Kitap, No:1544, 19 Eylül 2019, s.8.
[8] İrem Uzunhasanoğlu, “Işık Daha Çok Işık”, Evrensel, 22 Mart 2018, s.13.
[9] John Steinbeck, Bir Savaş Vardı, çev: Elif Ersavcı, Remzi Kitapevi, 2009.
[10] Duygu Ergün, “Savaşın ve Özgürlüğün Arasında”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:203, 14 Aralık 2018-10 Ocak 2019, s.18.
[11] Onur Aykıl, “John Steinbeck’ten Bir Ders”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:203, 14 Aralık 2018-10 Ocak 2019, s.19.
[12] A. Ömer Türkeş, “Umudun Sesi”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:203, 14 Aralık 2018-10 Ocak 2019, s.16.
[13] Mine G. Kırıkkanat, “Ozanlar Aştan Ölür”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2019, s.12.
[14] Heinrich Böll, Palyaço, çev: Ahmet Arpad, Can Yay., 2013, s.59.
[15] Heinrich Böll, Fotoğrafta Kadın da Vardı, Çev: Sezer Duru, Can Yay., 1998.
[16] Heinrich Böll, Palyaço, çev: Ahmet Arpad, Can Yay., 2013, s.33.
[17] John Berger, Portreler, Yayına Hazırlayan: Tom Overton, Çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2018
[18] Öykü Özfırat, “Yaşar Kemal’siz 4 Yıl”, Birgün, 28 Şubat 2019, s.15.
[19] Hikmet Altınkaynak, “Çukurova’nın Koca Yaşar’ı”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2019, s.13.
[20] Mustafa Kemal Erdemol, “Çok Yaşa Vedat Türkali”, Cumhuriyet Pazar, 19 Mayıs 2019, s.9.
[21] Bedrettin Cömert, Estetik, De Ki Yay., s.59.
[22] Bedrettin Cömert, Mitoloji ve İkonografi, De Ki Yay., 2008, s.7.
[23] Cevat Bayrak, “Nesnel Eleştirimizin Öncüsü: Cömert”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2018, s.12.
[24] Ayşegül Tözeren, “Edebiyatımızın Eleştiri Kalbi: Bedrettin Cömert”, Evrensel, 11 Temmuz 2018, s.12.
[25] Hikmet Altınkaynak, “Vedat Günyol Önce Eleştirmendi”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2020, s.13.
[26] Hatice Eroğlu Akdoğan, “Fakir Baykurt’u 90. Yaşında Anarken”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2019, s.2.
[27] Hidayet Karakuş, “Fakir Baykurt Destanı”, Cumhuriyet Kitap, No:1547, 10 Ekim 2019, s.14.
[28] Mahmut Makal, Hayal ve Gerçek- Yirmi Beş Yıl Sonra Bizim Köy, Literatür Yay., 2008, s.146.
[29] Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı, Mavi Yolculuklar, İş Bankası Kültür Yay., 2018
[30] Oktay Akbal, Geçmişin Kuşları, Çağdaş Yay., 1979.
[31] Oktay Akbal, Tarzan Öldü, Cumhuriyet Yay., 2010.
[32] Oktay Akbal, Önce Ekmekler Bozuldu, Tekin Yay., 1984.
[33] Metin Celal, “Oğuz Atay Bir Tutunamayan mıydı?”, Cumhuriyet Kitap, No:1484, 26 Temmuz 2018, s.8.
[34] Selçuk Orhan, 100 Soruda Oğuz Atay, Karakarga Yay., 2018, s.193.
Yorumlar