“Sekülerizmde gizem, maskaralık, rahipler, seremoniler, sahtelik, mucize ve cezalandırma yoktur.” [1] Laikliği yeniden konuşmak zorunday...
“Sekülerizmde gizem, maskaralık,
rahipler, seremoniler, sahtelik,
mucize ve cezalandırma yoktur.”[1]
Laikliği yeniden konuşmak zorundayız. “Olmazsa olmaz” bir kaçınılmazlık olarak acil gündem maddesidir laiklik meselesi…
Kimileri “olmayan” ya da “olduğu kadar”ıyla “Laikliğe ‘El Fatiha’…”[2] derken; “Türkiye laik değil”[3] saptamasına mündemiç realiteyle yüz yüzeyiz…
“Laikliğin gerekliliğinde ve öneminde çoğunluk mutabık, ama laikliğin sınırları nedir, neleri kapsar, neleri dışlar, netlik kazanmalı”[4] ya da “BHH’nin ‘laik ve bilimsel eğitim’ sloganı niçin yanlıştır; karşı devrimcidir ve gericidir?”[5] veya “Dünyayı sadece laiklik ve hümanizm kurtarabilir,”[6] abartıları/eğip bükmeleri ve kestirip atmalarıları bir kenara iterek gerçeklere kafa yormakla mükellefiz!
Kolay mı?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 6. Din Şûrası’ndaki konuşmasında, “İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.”[7] “Din, kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz… İslâm ümmeti zamanla bir araya gelme, ortak iş yapma, sorunlarına müşterek çözüm üretme zeminlerini de kaybetmişlerdir,”[8] dediği...
14 Aralık 2019 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ‘Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından Faizsiz Finans Kuruluşlarının Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar’ın içeriğinde Şer’i hukukun referans alındığı…[9]
Akit TV sunucusu Fatih Dağıstanlı’nın Ayasofya’nın ibadete açılmasının ardından, “Bunun arkasına bir hilafet gelmeli,” diye haykırdığı…[10]
Vb’leriyle, vd’leriyle biçimlenen tabloda, bir kez daha vurgulanmalı: “İslâm dininin hayatın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar yasaklar manzumesi olduğuna” işaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ticaretten beşeri münasebetlere, eğitim öğretimden evliliğe, temizlikten kılık kıyafete, yaşantının her safhasını düzenleyen bir dine inandıklarını” dile getirip, “Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz,”[11] tavrını net biçimde ortaya koyuyor…
Hiç kuşku yok; çok önemli bir eşikteyiz! Belki de bu eşik aşıldı bile…
“Nasıl” mı?
“Baro sistemi değişti. Ayasofya ibadete açılıyor. Sosyal medyanın kapatılması veya yakından denetlenmesi için hazırlıklar başladı. Böylece Türkiye’de, siyasal İslâmın yaklaşık 17 yıldır ilerleyen ‘pasif karşıdevrimle restorasyon’ sürecinde önemli bir eşik daha aşıldı…
Ayasofya’nın ibadete açılmasına ilişkin kararda ve Cumhurbaşkanı’nın tarihsel konuşmasında bugüne kadar görülmemiş bir açıklıkla ortaya konulmuştur.
Cumhurbaşkanı, tarihsel konuşmasında, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren kararı yalnızca ihanet olarak nitelemekle kalmamış, bu kararı alanları, Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesindeki, ‘En büyük haramı işlemiş ve günahı kazanmış olur… Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun… Azapları hafiflemesin, haşr gününde yüzlerine bakılmasın’ ifadelerinden hareketle lanetlemiştir.
Şimdi, bu karardan, konuşmadan sonra ülke yeni bir durumdadır: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir yasası, bir Sultan’ın aldığı bir karar, Cumhuriyetin almış olduğu bir kararı bugün iptal edebiliyorsa, bir başka Sultan’ın, örneğin Halifeliği Osmanlı İmparatorluğu’na getiren Yavuz Sultan Selim’in kararı, yarın halifeliği kaldıran kararın iptal edilmesine neden gerekçe gösterilemesin? Ya da Abdülhamit’in Meclis’i kapatma kararı canlandırılarak mutlak monarşi ilan edilmesin? Tabii ki bunlar bugün siyasal İslâmın fantezileridir. Ama bunların fantezi olması içlerinde gerçeklik payı olmadığı anlamına gelmez.”[12]
Çünkü “Hayrola, laiklik mi dediniz?!”[13] noktanın ötesindeyiz artık ve daha da önemlisi, “Türkiye’de laiklik yoktur demek kolay. Ama bunu söyleyenlerin bu cümlenin (hükmün) sonuçlarını da dikkate alması gerekiyor,”[14] uyarısının muhatabıyız!
Sadece coğrafyamızda değil; yerkürede de böyle bu!
* * * * *
Elinde İncil’iyle kilise önlerinde poz veren Trump’tan, Nicolas Sarkozy’li, Emmanuel Macron’lu Fransa’ya, ya da Almanya’da Angela Merkel’e…
Washington’ın ‘Dini Özgürlük Raporu’nda, laikliği koruyan düzenlemeler topa tutulurken;[15] Almanya Başbakanı Angela Merkel, Papa XVI. Benedict’in ziyareti öncesinde Hıristiyanları laikliğe karşı birleşmeye çağırıp, “Gittikçe artan laiklik karşısında Hıristiyanların birliğini sürekli olarak vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum,” dedi.[16]
Ve “Laikliğin Kalesi” sayılan Fransa’da eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Laikliğin, Fransa’yı Hıristiyan köklerinden ayırmaya gücü yoktur. Bunu yapmaya kalkıştı. Yapmaması gerekirdi. Tarihinin dini, manevi ve ahlâki mirasını görmezden gelen bir milletin kendi kültürüne karşı suç işlediğini düşünüyorum. Kökü çekip atmak, milli kimliğin çimentosunu zayıflatmaktır,”[17] derken; ardılı Emmanuel Macron da, ‘Fransa Piskoposlar Konferansı’ndaki konuşmasında, “Devletle Kilise arasında ilişkilerin tahrip edildiği izlenimi” taşıdığının altını çizip; iki tarafın bu ilişkiyi “tamir etmesi” gerektiğini söyleyip, “Fransa tarihini beslemiş ve ulusumuzu yaşatmaya sürekli katkıda bulunması gereken Katolik özsu”ya vurgu yaparak, “Katoliklikle Fransız ulusu arasındaki yıkılmaz bağları” kutladı![18]
Laiklik ilkesinin Cumhuriyet rejimine, anayasanın temel hedeflerine, insan hakları beyannamesine nüfuz ettiği, 1789 Fransız Devrimi’nde kiliseyle sert mücadelelerin yaşandığı ve 1905 yılında din ve devlet işlerinin kesin olarak ayrıldığı[19] Fransa’da en üst düzey yetkilisinden gelen bu çıkışlar bir sinyaldi…[20]
* * * * *
“Laiklik” deyip geçilemez…
O sadece bir değer sisteminden ibaret değildir. Laiklik, temel bir yapıtaşı, öznel değer yargıları ile hukukun ilkelerini birbirinden ayırmanın yoludur.
Malum olduğu üzere uygarlık tarihi boyunca, egemen sınıflar ile devletleri zaten her zaman laikti. Din ile dünya işlerini hiçbir zaman karıştırmadılar. Yönetici sınıflar için din, dünya işlerinin bir gereğiydi. Ekonomiyi ve devleti yönetmek için dine ve Allah’a gerek yoktu; ama halkı yönetmek için vardı! Din, nasıl Marx’ın deyimiyle “halkın afyonu”ysa, laiklik de halkın uyanışıdır; “dünya işleri”ne “kendisi için” talip olmasıdır. Laikliğin “din ile devlet işlerinin ayrılması” biçimindeki tarifi, aslında dinî değil, laikliği sınırlamak için yapılmıştır. Günümüz koşullarında devleti bile koruduğu şüphelidir![21]
Her ne kadar Erdoğan laikliği her zaman “devletin her dine eşit mesafede olması” olarak tanımlasa da, bir ülkede farklı dinlere (veya mezheplere) eşit mesafede durabilmek hangi koşullarda mümkün olabilir? Laikliği, “devletin her dine eşit mesafede durması”ndan ibaret olarak tanımlamak, bir yanıltma girişiminden başka bir şey değildir. Kaldı ki böyle bir “mesafe”yi ölçecek (nesnel) bir mikyas da yoktur!
Doğru tanımıyla laiklik, dinin siyasetten ayrılması, ayıklanmasıdır. Bu kavramın en kısa tanımı budur. Daha açık olarak ifade edildiğinde, laiklik, dinlerin kamusal ilişkilerde (toplumun ortak yaşamını ilgilendiren ilişkilerde) hiçbir rolünün ve etkisinin olmamasıdır. Bu ilkeye dayanan hukuk, laik yaşam tarzını biçimlendirir.
Öte yandan, kimilerinin (laikliği karikatürize edecek tarzda) “iddia” ettiği gibi “Laikçilik” diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; bir yaşam tarzı sigortasıdır.
Ya da her şeyi özetleyen bir betimlemeyle laiklik “kadın”dır ya da kadın (“la laicità è donna”) demektir.[22]
Evet kadim Yunan’dan mülhem kavramın etimolojisinde de zaten insan vardır: “Laikos = Halk”...
Sözcük kökenindeki “laicos”; bir “devlet aygıtı” ya da “devlet bürokrasisi” anlamına gelmiyor.
“Ayos/agios” olarak ifade edilen “kutsal”dan ayrışan, gereğinde ondan mesafe alan/alabilen... “halka ait olan” anlamını içeriyor. Yani “kutsala ait olmayan”, “insana ait olan” demek oluyor. Özetle “dünyevileşeni”, “dünyevi olanı” ifade ediyor.
Tayyip Erdoğan, “kişiler laik olmaz, laik olan devletlerdir” diye dursun, “Kişi/insan”ı içermeyen bir “dünyevileşme” mümkün olabilir mi?
Laikliğin özünde kısacası -yerleşmiş hiyerarşinin her türlüsünü red eden- “özgür birey” var.
Laiklik, başka deyişle “özgürlüğün” diğer adı oluyor ki, bu da aydınlanma ve ayırtına varmayla ilintilidir.
Kadim Roma’da din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyormuş. Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir.
Aydınlanma, XVII. ve XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan, toplumsal düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktasını ifade eden ve kökleri önceki yüzyıllardaki Rönesans ve reformlara dayanan bir harekettir. Voltaire, d’Alembert, Hume, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve ardılları Saint Simon, Auguste Comte gibi birçok düşünür tarafından toplumsal örgütlenme, eşitlik, özgürlük, rasyonel düşünce (akılcılık), ilerleme, cehaletin yerine bilimsel bilginin yer alması, dünyayı anlama yolu olarak batıl ve doğaüstü inancın reddine dayalı bir düşünce hareketidir.
Immanuel Kant’ın deyimiyle “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.”
“Aydınlanmış düşünceye, laik, ussal ve ilerici bir bireycilik egemen olmaktaydı. Bireyi, zincirlerinden; hâlâ dünyanın dört bir köşesine gölgesi düşen ortaçağın cahil gelenekçiliğinden, (‘doğal’ ve ‘ussal’ dinden ayrı olarak) kilisenin hurafelerinden, insanları doğuma ve ilgili başka ölçütlere göre alt ve üst olarak hiyerarşiye ayıran usdışılıktan kurtarmak, Aydınlanmanın başlıca amacıydı. Özgürlük, eşitlik ve (bunları takiben) bütün insanların kardeşliği, onun sloganlarıydı.”[23]
Aklın özgürleştirilmesi ve eleştirel bir nitelik kazanması olarak tarif edilmesi de mümkün olan laiklik, ne yazıktır ki, bugünlerde birçok tarifi olan içeriği boşaltılmış bir kabuğa dönüşmüş hâldedir.
Bunlardan en kolayı, din-devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır biçiminde yapılan tanımdır. Oysa, laiklik bunların ötesindeki temel üzerinde yükselir.
i) Dinin devlet işlerine, devletin de -genel kamu düzeni dışında- din işlerine karışmaması ve hiçbir yükümlülüğü olmamasıdır.
ii) Dinî kuralların kaynak ve referans olarak, evrensel hukuk kurallarına ikame edilmemesidir.
iii) Kamu alanının, dinin toplumu etkilemesine olanak tanıyan simgelerinden arındırılması, dinin toplumu etkilemesine kesinlikle imkân tanınmamasıdır.
Laiklik, devlet yönetiminde, kanun düzenlemesinde ve kamu hizmetlerinde “dinî bilgi” ve “din bilgini”nin esamisinin okunmaması ve “laik” halkın siyasal-hukuksal düzenlemede belirleyici olması durumudur… Böylece laiklik, kişi katından devlet katına siyasal-hukuksal bir olgudur…
Tekrar pahasına, basitçe ifade edeyim: Laiklik, devlet kurumlarının, hukukun, kamu yönetiminin din kurallarından, dinsel düzenleme ve kurumlardan ayrılmasıdır. İlkenin bir uzantısı gereği, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı, elbette laikliğe aykırıdır.
Söz konusu çerçevede demokrasi, tarihsel olarak sekülerleşmenin çocuğudur. Bu nedenle laiklik olmadan demokrasinin olabileceğini ileri sürmek olguların doğasına aykırıdır…
Kaldı ki laiklik olmadan demokrasiler yaşayamaz. Laiklik, bir eşitlik ve demokrasi sağlayıcısıdır, teminatıdır. Ve de unutulmamadır ki, siyasi demokrasi, düşünsel ve sosyal sekülerleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçeğin ayırdında olmayanlar, laiklik olmadan demokrasinin var olabileceğini sanıyor, “varsayıyor”lar!
İşte bu tabloda laiklik tartışmaları devreye sokuluyor.
Malum moda üzere “liberal solcu”lar dinci kesimi pohpohlayıp, laikliği de gereksiz, hatta zararlı bir gayretkeşlik sayan tavır içindedirler.
Örneğin Hürriyet’te Orhan Pamuk’un bir konuşmasına yer verilmiş: “Laiklerin demokrasiye çok saygıları yok!”[24] (Kim bu laikler, gerçekten laik sıfatına layıklar mı?)
Kaldı ki dincilerin demokrasiye saygısı ne kadar? Orhan Pamuk bundan pek söz etmezken; “kutsal kitaplar”a, “tanrı buyrukları”na dayanan bir “demokrasi”nin mümkün olup olamayacağından söz etmiyor!
Laiklik demokrasi için zorunludur, fakat yeterli değildir. Laikliğin (eskilerin deyişiyle) “mefhumu muhalifinden” hareket edecek olursak akla ilk gelen soru şu olur: “Teokratik bir demokrasi mümkün müdür?”
“Teokrasiyi, din adamlarının, bir ülkeyi dinî kurallara dayanarak yönetmesi” olarak tanımlarsak, teokrasilerin tanımları gereği demokratik olamayacaklarını kabul etmek gerekir.
Din adamlarının dine dayanarak yönettikleri ülkedeki yönetim biçimine “demokrasi” diyemeyiz, çünkü yasalar halkın iradesine ve isteğine göre yapılmamakta, kutsal metinlere ve ilâhi güçlere dayanılarak ülke yönetilmektedir. Teokraside başlıca rolü oynayan din adamları da halk tarafından seçilmemekte, din adamları şuralarınca seçilmektedir.
Laiklik ve demokrasi, birbirlerini dışlayan, yok eden kavramlar değil, aksine birbirlerini bütünleyen kavramlardır; böyle olmalıdır.
* * * * *
İktidarın din referanslı uygulamalara hız verdiği güzergâhta laikliğin -tartışmasız- önemi daha da artarken; dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, “Anayasada müdahaleci laiklik var,”[25] saptaması beterin beterini devreye sokmaktan başka anlam taşımamaktadır.
AKP’li kesitte haklar ve hukukun yerine “tevekkül”ün (Allaha teslim olmak, sığınmak) öne çıkartıldığı; Diyanetin devasa bir iktidar odağına dönüştürüldüğü; eğitim ile toplumsal yaşamın dinî inanç ya da dinî kurallara göre tanzim edilmeye kalkışıldığı tabloda laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak değil, kişisel bir alan olan inanç alanının ve dinsel etkinliklerin, devlet ve ekonomik yaşamdan ayrılması, devlet yönetiminin hiçbir şekilde dinsel esaslara ve güce dayanmaması, devletin bütün inançlar karşısında tarafsızlığı olarak ele alınmalıdır.
Ancak heyhat! Anayasa Mahkemesi’nin, “Katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır,” formülündeki “Laikliğin özgürlüklere kıydırılmasına olanak tanımamak!” kararı (No: 1989/12) ile[26] laiklik (olduğu kadarıyla ya da ne kadar idiyse!) rafa kaldırıldı. Çünkü dikkat edilirse, AYM bu kararıyla dinsel inanç ve pratikleri kamusal alana taşırken, bunlarla kamusal yaşam ve aygıtlar arasındaki sınırları kasten muğlaklaştırmaktadır.
Bu çerçevede bir yaşam tarzı (ve sigortası) olarak laikliğin ısrarla -döne döne- savunulması, demokrasinin temeli olduğunun sıklıkla vurgulanması ivedi olarak gereklidir.
“Çocuklar namaza yetişemiyor cuma resmi tatil olsun”, “Kadın evde otursun, kahkaha atmasın, üç beş çocukla kariyer yapsın,” vb’i çığırtkanlıklarla bir yaşam tarzı olarak laikliğin boşa çıkartılmak istendiği düzlemde, “Laiklik Batılı bir fenomen değil, modernitenin bir koşuludur,”[27] diyen Samir Amin’in uyarısı unutulmamalıdır.
Özetle, laiklik demagojik ve her yöne esnetilebilecek bir tanımla “din ile devletin birbirinden ayrılması” değil üç boyutun iç içe geçtiği bir komplekstir. Bu boyutlar:
i) Kamusal alanın her türlü dinsel düşünce, pratik ve simgeden arındırılması (siyasal boyut),
ii) Bireylerin dinsel tahakküm araçlarından özgürleştirilmesi (hukuksal boyut),
iii) Bunlara bağlı olarak, bireylerin yaşam tarzlarını özgürce seçme olanağına sahip olması (yaşam tarzı boyutu) olarak tanımlanabilir.
* * * * *
Coğrafyamızın laiklik serüvenine gelince…
Öncelikle Fatih Sultan Mehmet’in, Patrikhane ile ilgili “Gennadius İtikatnamesi”nden “laiklik” çıkar(t)maya kalkışan cevvallikleri[28] bir kenara bırakmakta büyük yarar var!
Denilebilir ki 11 Kasım 1606 tarihinde Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Zitvatorok Antlaşması, Osmanlılarda sekülerleşmenin başlangıcıdır. 17 maddelik bu antlaşmanın 2. maddesi gereğince Osmanlı Devleti kuruluşundan beri ilk kez bir Hıristiyan devletini kendisiyle eşdeğer olarak görmeyi resmen kabul ediyordu.
Osmanlı Devleti, kuruluşundan başlayarak askeri fetih politikasını İslâm dinini yayma amacıyla birleştirmişti. Dolayısıyla Hıristiyanlara karşı Osmanlı savaşları, aynı zamanda gazâ (dini savaş) olarak görülüyordu. Osmanlıların özellikle Kanuni döneminin sonlarına kadar toprak bakımından sürekli genişlemesi, İslâm dininin de etki alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Bu genel felsefenin ve fiili durumun sonucu olarak da, Osmanlı yönetimi İslâm dininin dünyaya egemen kılınmasını kutsal bir görevi olarak görüyor ve diğer dinlere mensup toplulukları ve devletleri de doğal olarak küçümsüyordu. Onların yaşadıkları toprakları da geleceğin egemenlik alanları olarak görüyordu…
Yaygın anlayışa göre Osmanlılarda sekülerleşmenin ileri adımı XVIII. yüzyılın başlangıcına, Lale Devri’ne (1718-1730) ait bir gelişme olarak görülmektedir.
III. Ahmet’in saltanat devrinde sadrazam 28 Çelebi Mehmet’in ve oğlu Sait Bey’in Fransa gezisinde gördükleri uygarlık örneklerini bir rapor hâlinde övgüyle padişaha sunmaları ve ardından da orada inceledikleri matbaayı Sait Bey’in resmi girişimleriyle ve Macar asıllı İbrahim Müteferrika’nın yönetiminde kurmaları, sekülerleşme ve modernleşme açısından önemli gelişmelerdir.
XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ise, özellikle deniz ve kara mühendishanelerinin kurulmasıyla başladığını kabul edebileceğimiz modern ve seküler eğitim ile ordu girişimleri, daha sonraki yüzyıldaki gelişmeleri kuvvetle etkileyecek girişimler olmuştur.
Ancak XVIII. ve elbette XIX. ile XX. yüzyıllardaki kadar yoğun olmamakla birlikte, Zitvatorok Antlaşması’yla başlayan sürecin XVII. yüzyıldaki bölümü de gözden kaçırılamayacak ve ihmal edilemeyecek bir önem taşımaktadır. Dış politikada, bilimde ve düşünce dünyasında ve sosyal yaşamda ilk sekülerleşme belirtileri XVII. yüzyılda görüldü. Bu nedenle genellikle Lale Devri’ne atfedilen modernleşme ve sekülerleşme başlangıcını, bir asır daha öncesine çekmemiz gerekiyor.
XVII. yüzyıl bilim ve düşünce dünyasına damgasını vuran Emir Çelebi, Kâtip Çelebi, Şanizade Ataullah Efendi, Ebubekir Efendi ve Hezarfen Hüseyin Efendi, Batı’daki bilimsel gelişmeleri izleyen ve bunları ilk kez Osmanlı dünyasına yansıtan kişiler olmuşlardır. Evliya Çelebi (1611-1692) de ünlü Seyahatname’sinde Orta Avrupa ve Balkanlar’da gözlemlediği uygarlık örneklerinden söz etmiştir.
Bu asrın en önemli tıbbi eserini yazan hekim Emir Çelebi (ö. 1638), ilk kez ölüler üzerinde teşrih (ölünün vücudunun kesilerek incelenmesi) yapılmasını tavsiye etmişti. (Osmanlılarda teşrih yasağı 1841’de kaldırıldı.) Hekim Şirvanlı Şemseddin İtaki (ölümü 1632’den sonra) ise, 1632’de Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk resimli anatomi kitabını yayımlamıştı. Bu kitabın hem içeriğinde, hem de anatomi şemalarında Avrupa tıbbının etkisi görülmektedir. Kâtip Çelebi (1608-1656) de Batılı kaynaklardan yararlanarak Cihannüma adlı bir coğrafya ve kozmoloji kitabı yazdı. Mercator’un Atlasminor’unu da Latinceden Türkçeye çevirdi. Adnan Adıvar, Kâtip Çelebi için “İlk defa olarak Batı ilmiyle sıkı temasa girmeye başlayan ve özellikle o ilmin değerini ve önemini takdir eden ve Batı ilmiyle Doğu ilmi arasındaki seddi yıkmaya çalışan zat olması dolayısıyla, kendisini ‘Türkiye’nin ilim devrimcisi’ diye anmasak bile, Türkiye’de ilim Rönesansı’nın müjdecisi gibi sayabiliriz,” demektedir…
Osmanlılarda sekülerleşme, XVIII. ve elbette XIX. ile XX. yüzyılın başlarında çok çeşitli boyutlarda gelişerek devam etmiştir. XIX. yüzyıl Osmanlı dünyasındaki sekülerleşmenin önemli bir dönüm noktası da, 1839’daki Tanzimat Fermanı’nın ilanıdır.[29]
Söz konusu tabloda III. Selim’in tahta çıktığı 1789’dan cumhuriyetin ilan edildiği 1923’e uzanan doğrusal bir bağlantı, bir süreklilik ilişkisi vardır. Selim 1807’de gerici ulema-yeniçeri ittifakı tarafından tahttan indirildiği için iktidarı uzun ömürlü olmamışsa da, orduyu yenilemek için başlattığı Nizam-ı Cedit süreciyle ilk reformcu/ modernleşmeci padişah olmuştur… Bu doğrultuda Tanzimat Dönemi modernleşme-sekülerleşme-laikleşme sürecinin zirve noktalarından biri olarak görülebilir.[30]
1843’te Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliğini tanıyan yeni bir ceza yasası çıkarılmıştır. 1844’de şeriatın dinden çıkanlara yönelik ölüm cezası uygulamasına son verilmiştir. Kapitalistleşme ve dünya ekonomisiyle entegrasyona paralel olarak 1850’de ticaret yasası, 1863’te deniz ticaret yasası ve 1867’de yabancıların toprak sahibi olmalarına izin veren toprak yasası çıkarılmıştır. 1869’da ise gayrimüslimlerin davasına bakacak laik mahkemeler açılmıştır. Aynı dönem Fransız eğitim sistemi Osmanlı’ya uygulanmaya çalışılmış, rüştiye, idadi ve sultaniler, yani ilk ve orta öğretim kurumları açılmış, Darüşşafaka ve Galatasaray Liseleri ile Mekteb-i Mülkiye kurulmuştur.
1908 devrimi sonrası sekülerleşme/ laikleşme iyiden iyiye ivme kazanmıştır. Örneğin, 1913’te ilköğretim kız çocukları için zorunlu hâle getirilmiş, 1914’ten itibaren Darülfünun’da, yani üniversitede kadın öğrenciler için de dersler açılmaya başlanmıştır. 1917’de çıkarılan aile yasası ile evlenecek kadınlar için yaş sınırı 16 olarak belirlenmiş, evliliklerin ancak hâkim karşısında sonlanabileceği kararlaştırılmıştır. Yine bu dönemde, 1916 yılında şeyhülislâm kabineden çıkarılmış ve sonrasında yetkileri büyük ölçüde kısılmıştır. 1917’de ise şeriye mahkemeleri Adliye Nezareti’ne, medreseler ise müfredatları modernize edilerek Maarif Nezareti’ne bağlanmış, vakıfları yönetmek için ise Evkaf Nezareti kurulmuştur.[31]
Söz konusu tarihsel arka planda laikliğin coğrafyamızda yasal bir statü kazanması hiç de kolay olmadı. Laikliğe ileri adım olarak yasallaşması ancak 1926’da Medeni Kanun ve “devletin dini İslâmdır” ibaresinin 1937’de anayasadan çıkartılması ile gerçekleşecekti.[32]
Ancak şunun da altını çizmeden geçmeyelim: “Hem muhafazakâr kesim hem de Kemalistler, ilke olarak din-devlet ayrılığı tezini hiçbir zaman benimsemedi.”[33]
“Kemalizm’in laikliği kendi seçkinci hassasiyetleri için kullanması ve bu kullanımın demokrasi aleyhine yarattığı kalıcı tahribat”ı[34] “es” geçmeden hatırlatalım:
“Tevhidi tedrisatı, din okullarının ve ibadet yerlerinin devlet kontrolüne alınmasını, din eğitiminin devlet tarafından verilmesini, dini nikâhın kaldırılmasını, hepsini Prusya’da görürsünüz. Bizdeki laiklik, Fransız değil, Prusya laikliğidir. Aynı Prusya laikliği gibi bizdeki laiklik de bürokrat laikliğidir.”[35] Ya da bir başka deyişle, Kemalizm’in “Laiklik” anlayışı, dinin devletin denetimi altına alınmasına dayanır.
* * * * *
Söz konusu seyr-ü sefere ilişkin olarak, “Modern çağda, Müslüman toplumlar hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmadı. Kuruluş ilkelerinden biri laiklik olan Türkiye’de dahi dinî kurumların ‘ehlileştirilmesinin’ ötesine geçilmedi,”[36] saptamasının altını özenle çizerek belirtelim: Devletin bir parçası olarak Diyanet’in olduğu yerde laiklikten söz edilemez.
Dinle devletin iç içe olduğu coğrafyamızda unutulmamalıdır ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ilgili yapılabilecek “ortalama” tarihsel özet şudur: Başlangıçta Cumhuriyet’in bir Diyanet’i vardı. Şimdi Diyanet’in bir Cumhuriyet’i olma noktasındayız! Erdoğan’ın taa 1984’dan demokrasi tramvayından söz edip, 2005’de “Demokrasi benim için amaca giden tramvaydır!”, “Benim referansım İslâmdır!”[37] dediği üzere…
Bir şey daha: Tamam, laiklik demokrasinin olmazsa olmaz tamamlayıcısıdır. Kuşkusuz, ama hangi laiklik? Soruyu tersten soralım. Dinî denetim altında tutmak için veya tam tersine toplum üzerinde bir dinî denetim ve baskı yaratmak için devletin doğrudan din hizmeti vermesi, üstelik bunu çoğunluğun mezhebiyle sınırlı tutması, demokrasiyle bağdaşabilir mi?
* * * * *
“İyi de ne yapmalı” mı?
Öncelikle “İnançta adaletin imkânı, laikliktir”;[38] “Laikliğin… üzerine yüklenen tüm felsefi/sınıfsal anlamlardan arındırılması ve ‘dine karşı tarafsızlık’ şekilde anlaşılması lazım”;[39] “Laikliğin dayatmacı ve çatışmacı olmayan bir modelini geliştirmek şart değil mi?”[40] türünden ucu açık, müphem “tanım(sızlık)lar”dan uzak durmak gerek!
Ayrıca Erdoğan’ın Başbakan döneminde, “Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Kişi laik olmaz, devlet laik olur. Bir Müslüman, laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir,”[41] ifadesindeki “tuzak”ında farkında olmak önemlidir!
Bu tür bir “tuzak”a balıklama atlayan Ahmet Hakan’ın, “Dindarların barıştığı laiklik, ‘ceberut laiklik’ değil, demokratik laikliktir”;[42] Murat Yetkin’in, “İnanması güç; Türkiye’deki laikliğin yeminli karşıtı Erdoğan, kendi laiklik tanımını Arap Baharı’nda estiriyor… Erdoğan’ın getirdiği laiklik tanımı şimdilik sağlıklı ilerleyen bir tartışma başlatmış durumda. Nereye varacağını birlikte göreceğiz,”[43] çığırtkanlıklarının nereye vardığını “birlikte gördük”!
16 Eylül 2011’de Radikal gazetesinin “Türk tipi laiklik”[44] diye paketlediği zırva ile benzerlerine hatırlatılmalı: Laiklik’in sadesi, orta şekerlisi, az şekerlisi, şekerlisi, alaturkası, alafrangası olmaz; laiklik dinden icazet almaz…
Bu noktada “Dinin soldan okunması”[45] türünden “cevvallikler”in bir kenara bırakılıp; Ege Cansen’in “İslâmcılık bir ideoloji, Müslümanlık bir kültürdür,” saptaması hatırlanmalı…
“Gerçek İslâm hangisidir,” tartışmalarıyla yolumuzu açamayız… (Eğer bir ayrımdan söz edilecek ise ideolojik İslâm/ kültürel Müslümanlık terimleri ile tartışmak mümkündür.)
Buradan hareketle “İdeolojik İslâm, siyasî, toplumsal programı olan bir akımdır. Ona tamamen, kısmen katılmak veya eleştirmek, karşı çıkmak mümkündür; hatta normaldir. Müslümanlık ise bir olgu (toplumsal kültürün bir öğesi) olduğuna göre ona taraftar olmak; karşı çıkmak söz konusu değildir. Yeknesak değildir. Toplumun tüm hücrelerini biçimlendiren bir hegemonyası yoktur. Farklı kültürel öğelerle çatışabilir. Bunlar, ‘kültür kavgaları’ sınırları içinde kaldıkça vahim değildir. Bütünüyle bakılırsa, bu tür gerilimler, kültürel Müslümanlığın Türkiye’nin 80 yıllık laiklik uygulamaları ile uyum sağlamasını engellememiştir…
İdeolojik İslâm’ın komuta kademeleri elbette bilmektedir ki, yarım yüzyıllık bir geçmiş içinde Türkiye işçileri, köylüleri Müslüman kimliklerine rağmen, bazen sert sınıf mücadelelerine; zaman zaman da sosyalist, devrimci hareketlere katılmışlardır. İdeolojik İslâm’a değil; sömürü düzenine, kapitalizme karşı mücadele eden hareketlerden söz ediyoruz.
Bu açıdan bakılınca İslâmcılığın sistematik olarak sınıfsal bir işlev üstlendiğini de gözlüyoruz. Soma faciasından sonra işçi ailelerini cemaat, tarikat ehli niçin kuşattı? Din adamları tevekkül telkin ederek isyan, protesto, hak arama eylemlerini niçin frenlemeye çalıştı?
Çok sayıda alan çalışması, patronların, ‘çalışma barışını sağlayan, kalıcı kılan’ bir araç olarak İslâm’ı kullandığını ortaya koyuyor. Konya’nın bütününden, Kayseri’de mobilya fabrikalarından, Tuzla tersaneler bölgesinden örnekleri hatırlıyorum. Hepsinde ideolojik İslâm, işçi sınıfı saflarında eleştirel, isyankâr, dayanışmacı tepkilerin aşınmasına, felce uğramasına katkı yapmaktadır.
Bu olgulara bakarsak ideolojik İslâm, Türkiye emekçilerinin saflarında sınıf bilincinin dumura uğramasına katkı yapan ideolojik, hatta AKP’nin kitle desteğini pekiştiren politik bir rol oynamaktadır. Bu nedenle laikliğin korunması, sosyalist akımlar açısından öncelik taşımalıdır. ‘Beyaz Türklerin hayat tarzlarını savunma refleksi’ olarak küçümsenmemelidir,”[46] diyen Korkut Boratav haklıdır.
Geçerken hatırlatalım: 1844’te Karl Marx, “Dini yapan, oluşturan insandır; din insanı oluşturmaz. İnsan, devletin, toplumun ürünüdür. Bu devlet ve bu toplum dini üretir. Din de dünyanın tersine döndürülmüş bir bilincidir… Din mazlum yaratığın soluğudur; kalpsiz bir dünyanın kalbidir ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın da afyonudur. Halkın sahte saadeti olan dini ilga etmek, halkın gerçek mutluluğunu talep etme anlamı taşır. Kendi durumlarına ilişkin yanılsamalarından kurtulma daveti, aslında, yanılsamalara gerek duyan bir dünyadan kurtulma davetidir,” diyordu.
Bu ifadeler, dinin iki boyutunu da içerir. Halk kültürü olarak din: “Mazlum yaratığın soluğu; kalpsiz bir dünyanın kalbi”… Ve halk sınıflarının sömürü düzenine teslimiyetini sağlayan ideolojik işlevi ile; “halkın da afyonu” olan din…
Karl Marx’ın düşüncesinin üç kaynağına ilişkin V. İ. Lenin, “Alman felsefesi, İngiliz politik iktisadı ve Fransız sosyalizmi,” derken; bunların her üçü de, aydınlanma devriminin türevleridir.
Ve elbette sosyal mücadeleler tarihi içinde sömürülen sınıflar gerçek acılara karşı bir protesto olarak bazen (hatta çağlar boyu din tek ifade biçimi olduğu için çoğunlukla) dine sığındılar; bazen (hatta çoğunlukla) kilisenin, ulemanın ihanetine uğradılar. Ancak, meselemiz “sınıf mücadeleleri içinde din” değilken; Karl Marx düşüncesinin kaynakları ise, aydınlanma devriminden soyutlanmış bir şey olamaz.
Aydınlanma, Orta Çağ dünyasının zihniyetine karşı bir isyandır. Ve bir ideoloji olarak din (Batı’da Katoliklik, bizde İslâm/cılık) o düşüncenin temel öğesidir.
Nihayet Karl Marx’ın din konusundaki görüşleri açıktır: Dinin temelden sorgulanması. Bunun aksi, tarihsel maddeciliğin reddiyesi anlamına gelir.
* * * * *
Özetlersek: Laik devlet, toplu yaşamın bu farklılıklar içinde yaşanabilir olmasını sağlayacak ortak hukuki normlar üretir. Bunu yaparken hiçbir dinin veya felsefi inancın iktidara ve kamu kurumlarına egemen olmamasını sağlamakla mükelleftir.
Bu çerçevede devletin dini olamayacağı gibi, bir din hizmetinin sağlanması ve bu dinin eğitiminin verilmesiyle ilgili işlerin kamu kurumlarının sorumluluğunda olmaması gerekir.
Bağıntılı olarak kamu hizmeti veren tüm kurum ve kişiler ise din simgelerinin dışında kalmalıdır. Ancak kamuda hizmet alan ve kamu hizmeti veren farklıdır. Kamu hizmeti alan, kurumun niteliği gereği gerektirdiği sınırlamalar dışında (örneğin eğitim kurumunda sınava tanınmanızı önleyecek burka ile giremez, hastanede zorunlu durumlarda karşı cinsten sağlık personelinin hizmetini reddedemezsiniz) dilediği dinsel simgeyi taşıyabilir; bu onun inanç özgürlüğüdür. Laik devletin gereği budur.
Bütün dinlere, mezheplere, inançlara veya inançsızlıklara özgürlük tanımanın yolu, kamusal alanda ve görevde inanç ifade etme bakımından nötr olma zorunluluğudur. Çünkü kamusal alan, herkesin eşit derecede ortak olduğu alandır. Bu alanda herhangi bir inanç sembol veya ritüelinin etkileyici ya da başat hâle gelmesi, diğer inanç mensuplarının hem birçok kamusal hizmet alma ve verme imkânlarının, hem de inançlarının gereklerini yerine getirme hak ve özgürlüklerinin sınırlanması anlamına gelir.
“O hâlde” mi?
• Özgürlükçü/ toplumcu laiklik anlayışı çerçevesinde kişisel inanç sorunu olarak din, devlet işlerinden tam ve gerçek anlamda ayrılacaktır.
• Dinin siyasallaşmasının önüne geçilir. İnsanların dinsel inanışları hiçbir resmi belgede yer almaz.
• Herkes inanç özgürlüğüne sahiptir. Hiçbir kurum, insanlar üzerinde manevi baskı kuramaz.
• Hiç kimse farklılığından ötürü ayrıma tabi tutulmamalı ve aşağılayıcı muameleye uğratılmamalıdır.
• Ayrımsız tüm ibadet mekânlarına eşit hukuki güvence sağlanmalıdır. Bir yerin ibadet mekânı olup olmadığı, herhangi bir siyasal veya dinsel makamın değil, o inanç grubu mensuplarının kararıyla belirlenmelidir. Bu kapsamda cem evlerini ibadet yeri olarak gören Alevi toplumunun talepleri karşılanmalıdır.
• Ezidi ve Süryani-Asuri-Nasturi gibi farklı inanç gruplarının kendilerini ifade etmelerinin önündeki engeller de kaldırılacak. Gayrimüslim topluluk ve cemaatlerin örgütlenme ve kendilerini geliştirmeleri konusundaki tüm engeller ortadan kaldırılacaktır.
• Devlet bütün dinler, mezhepler ve inançlardan kendisini ayırmalı ve kamu kaynaklarından özel teşvikte bulunmamalıdır. Devletin dinsel kurumlara ve cemaatlere parasal desteği kaldırılacaktır.
• Tüm okullarda din eğitimi dersleri kaldırılmalıdır. Din, eğitim kurumlarında toplumsal bilimlerin bir araştırma konusu olarak ele alınır.
• Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugünkü yapısı ve işleyişine son verilmeli, kapatılmalıdır. Devletin tüm din ve inançlara eşit mesafede olması ilkesi hayata geçirilmelidir.
• Dinin siyasi amaçlı kullanılmasına son verilmelidir.
• Dinsel ifadeler kadar, din-karşıtı ifadeler de düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında güvence altına alınmalı, devlet reşit-olmayan bireylerin özgür seçim hakkını kullanabilecek yetileri geliştirecek tarzda yetişmesini güvence altına almalıdır.
* * * * *
Özetin özeti: Albert Camus’nün, “Mahşer Günü’nü beklemeyin. Zaten her gün yaşanıyor,” diye betimlediği kapitalist vahşet dünyasında Maximilien Robespierre’in, “Gökyüzünden söz etmeleri, yeryüzünü sömürmek içindir,” tespiti hâlâ geçerliliğini koruyor.
Kolay mı?
İbn-i Sina’nın, “Dünya, aklı olup dini olmayanlarla, dini olup aklı olmayanlar olarak ayrılmıştır”; John Berger’in, “Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı,” notunu düştükleri “Din (Hıristiyanlık), insan erdemlerinin (örneğin, iyiliğin) ve ayıplarının aynı düzleme konulmasına razı gelmez. Ne var ki, ilahiyatçı esinlenişinden ötürü din, -insanın bu iki yanını aynı günahkârlık suçlaması içinde yine de birbirine karıştırır ve- kendi ahlâkının başka yoldan saygınlık tanımak zorunda bulunduğu erdemleri de reddetmiş olur. İlahiyatçıların bir türlü çözüm bulamadığı derin bir çelişkidir bu. İnsani-olan ile insani-olmayan birbirinden ayırt edilmemekte; insani-olan ne varsa tümüyle, temelli bir lekeyle karalanmış olmaktadır.”[47]
O hâlde şimdi bir kez daha “Biz materyalist ve ateistleriz ve gerçeklerle övünürüz,” vurgusuyla Mihail Bakunin’in “Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız” “Bütün dinler zalimdir, hepsi kan üzerine kurulmuştur, çünkü tümünün dayandığı fikir, kurban fikri, kutsalın intikam duygusunu tatmin için insanlığın boğazlanmasıdır.” “Tanrı varsa, insan köledir; insan özgür olabilirse ve olmak zorundaysa, o zaman tanrı yoktur,” saptamalarının altı ısrarla çizilmelidir.
Çünkü Friedrich Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk, hiçlik, öte-dünyacılık gibi istençler nedeniyle tanrı kurgusu oluşturduklarını, ancak bunun özgür bir ruh anlayışına aykırı olduğunu; dinlerin dayattığı ahlâk anlayışının sürü ahlâkı olduğunu; özgür bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini; tektanrıcı dinlerin bir çöküşün, yozlaşmanın ve yaşamı değillemenin göstergesi olduğunu söylerken; Karl Marx da,[48] dinin halkın afyonu olduğunu; dinin bir mutluluk vaadiyle ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali olduğunu; dinin, metafizik yapısı nedeniyle, sömürünün ekonomik temellerini çözümleyemediğini; din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini; kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini; ancak kapitalizm sorununun çözülmesinin öncelikli olduğunu; kapitalizm sorunu çözülünce, din sorununun da çözüleceğini, komünist düzende dine ihtiyaç duyulmayacağını ifade etmekte haklıdırlar.[49]
Karl Marx, “Din insan aklının anlayamadığı olaylarla baş etmedeki zafiyetidir,” derken, Friedrich Engels ile ortak çalışmaları ‘Kutsal Aile’de, toplumsal zihniyeti değiştirmek için mücadele eden ve bu nedenle Hıristiyanlığı hedef tahtasına koyan Bauer kardeşlere karşı, tarihsel/ toplumsal materyalizm örneği sunulur. Buna göre din, ideolojik alanda insanları etkisi altına almasına rağmen, kutsal kitapta ifade edildiği gibi gökyüzünden inmemiş,[50] toplumsal yaşam ve ilişkilerde temellenmiştir. Dini ortadan kaldırmak için onun teorik eleştirisi ve ideolojik planda alt edilmesi yeterli değildir; ancak pratik eleştiri ile, yani onu yaratan ve besleyen-koşullayan maddi ilişkilerin değiştirilmesiyle ortadan kaldırılması gündeme gelebilir. “Genel olarak söylemek gerekirse fikirler, hiçbir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir.”[51]
Tüm bunları bütünleyerek netleştiren ise V. İ. Lenin’in şu satırlarıdır:
“Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı ‘kişisel sorun’ olarak görmez.”[52]
“Dinsel yasalara karşı savaşırken son derece dikkatli ilerlenmelidir; bu savaşımda dinsel duyguları yaralayan kimse, büyük zararlara yol açar. Savaşım propaganda, aydınlatma yoluyla yürütülmelidir. Savaşımı sert yöntemlerle yürütürsek, yığınları kendimize karşı kışkırtabiliriz; böyle bir savaşım yığınların ayrılığını din ilkesine göre derinleştirir, oysa bizim kuvvetimiz birliktedir. Dinsel önyargıların en derin kaynakları yoksulluk ve bilgisizliktir; bu hastalıklarla da savaşmalıyız.”
Vatandaşlar arasında, dinî inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır.”
“İşçiler üzerindeki ekonomik baskı, kaçınılmaz olarak her türden politik baskıya ve toplumsal aşağılamaya, yığınların ruhsal ve ahlâki yaşamının bayağılaşıp kararmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları uğruna savaşmak için daha çok ya da daha az bir politik özgürlük kazanabilirler; ama sermayenin gücü alt edilinceye kadar özgürlüğün hiçbir derecesi onları yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtarmayacaktır. Din, her yerde, başkaları için sürekli çalışmalarıyla, yokluk ve kendi başına bırakılmışlıklarıyla çekilmez bir yük altına sokulmuş halk yığınlarının üzerine amansızca çöken ruhsal baskı araçlarından biridir. Tıpkı yabanıl insanın doğaya karşı savaşımındaki güçsüzlüğünün tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzerlerine inanmaya yol açması gibi sömürülen sınıfların, sömürenlere karşı savaşımlarındaki güçsüzlüğü, kaçınılmaz olarak, ölümden sonra daha iyi bir yaşam inancına yol açar. Ömürleri boyunca didinip yokluk içinde yaşayanlara, dinle, bu dünyada bulundukları sürece itaatkâr olmaları ve tanrısal bir ödül umuduyla avunmaları öğretilir.
Başkalarının emeğiyle yaşayanlara da dinle, bu dünyada bulundukları sürece iyiliksever olmaları öğretilir; böylece onlara, sömürenler olarak bütün varlıklarını haklı çıkarmanın çok ucuz bir yolu sunulur ve cennette mutluluk için uygun bir fiyata biletler satılır. Din, halk için afyondur. Din öyle bir ruhsal içkidir ki sermayenin köleleri onda insanca düşüncelerini, insana az ya da çok yaraşır bir yaşama olan isteklerini boğarlar. Ama köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için savaşıma başlamış bir köle, gerçekte köle olmaktan yarı yarıya kurtulmuştur. Büyük çaplı fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern sınıf-bilinçli işçi, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlara bırakıp kendisi için bu dünyada daha iyi bir yaşam kazanmaya çalışır. Bugünün proletaryası, din sisine karşı savaşımda bilimden destek alan, işçileri yeryüzünde daha iyi bir yaşam için şimdiki savaşımda birbirleriyle kaynaştırarak ölümden sonra yaşam inançlarından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır.”[53]
Mesele tam da budur…
22 Temmuz 2020 13:22:41, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:229, Ağustos 2020…
[1] Robert Ingersoll.
[2] Mehveş Evin, “Laikliğe ‘El Fatiha’…”, Milliyet, 29 Eylül 2014, s.6.
[3] Özgür Mumcu, “Türkiye Laik Değil”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2014, s.3.
[4] İsmail Özcan, “Laikliğin Sınırları Konuşulabilmeli”, Radikal, 16 Mayıs 2007, s.11.
[5] “BHH’nin ‘Laik ve Bilimsel Eğitim’ Sloganı Niçin Yanlıştır; Karşı Devrimcidir ve Gericidir?”, 3 Mayıs 2015… https://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/05/bhhnin-laik-ve-bilimsel-egitim-slogan.html
[6] Melis Alphan, “Dünyayı Sadece Laiklik ve Hümanizm Kurtarabilir”, Hürriyet, 10 Ocak 2015, s.6.
[7] İpek Özbey, “Laiklik İlkesi İhlâl Edildi mi?”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2019, s.9.
[8] Özdemir İnce, “İslâmı Merkeze Almalıyız”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2019, s.3.
[9] “Laiklikten Ödün Vermeyeceğiz”, Birgün, 25 Aralık 2019, s.7.
[10] Sarp Sağkal, “Hilafet Çağrılarını Gündeme Alın”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2020, s.6.
[11] Gani Aşık, “Laik Devlette Şeriat Manifestosu”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2019, s.2.
[12] Ergin Yıldızoğlu, “Önemli Bir Eşik Aşıldı”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2020, s.11.
[13] Tayfun Atay, “Hayrola, Laiklik mi Dediniz?!”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2017, s.3.
[14] Rasim Özdenören, “Türkiye Laik Değilse Sonuçları Nedir?”, Yeni Şafak, 28 Eylül 2014, s.13.
[15] Elçin Poyrazlar, “ABD’den Laiklik Eleştirisi”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2008, s.11.
[16] Osman Çutsay, “Merkel’in Laiklik Korkusu”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2011, s.13.
[17] Ali İhsan Aydın, “Laik Fransa, Sarkozy ile Dini Yeniden ‘Keşfediyor’...”, Zaman, 23 Aralık 2007, s.14.
[18] Ahmet İnsel, “Fransa’da Yeniden Laiklik Tartışması”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2018, s.11.
[19] Süleyman Tosunoğlu, “108 Yıllık Laiklik Vurgusu”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2013, s.12.
[20] “Macron’a ‘Laik’ Öfke”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2018, s.2.
[21] Ender Helvacıoğlu, “Din Kime Lazım, Laiklik Kime?”, Bilim ve Gelecek, No:53, Temmuz 2008, s.4.
[22] Nilgün Cerrahoğlu, “Laiklik Kadın Demektir”, Cumhuriyet, 9 Mart 2013, s.12.
[23] Eric J. Hobsbawm, Devrim Çağı 1789-1848, çev: Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, 2000, s.35.
[24] Türker Alkan, “Laiklik Bir Oyun mudur?”, Radikal, 1 Ocak 2010, s.16.
[25] “Bozdağ: Anayasada Müdahaleci Laiklik Var”, Radikal, 7 Haziran 2012, s.17.
[26] Taha Akyol, “Laiklikte Devrim”, Hürriyet, 19 Nisan 2013, s.22.
[27] Samir Amin, Modernite Demokrasi ve Din, çev: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Yay., 2006.
[28] Zeki Arıkan, “Fatih, Patrikhane ve Gennadius İtikatnamesi”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2009, s.2.
[29] Osman Bahadır, “Osmanlılarda Sekülerleşmenin Başlaması”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2012, s.9.
[30] “Padişaha laikliği benimsemeyi öneren Mustafa Fazıl Paşa, ‘Yeni Osmanlılar’ın öncülerinden, sınır dışı edilen ilk Osmanlı vatandaşı, ilk sivil toplum örgütü Encümen-i Ülfet’in de kurucusuydu…
Laiklik bugünün mevzuu değil. İmparatorluğun yeni rejim tartışmalarıyla XIX. yüzyılında gündemi ateşleyen en hararetli konu. Osmanlı başkentinde laikliği resmi bir teklif olarak gündeme getiren ilk kişi Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa.
Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın ısrarı ile valilik saltanata dönüşmüş, ağzını kapatması için 4.5 milyon İngiliz altını verilen Mustafa Fazıl Paşa da ‘Meclis-Hazain’ başkanlığına getirilmişti. Osmanlı sisteminin tepeden tırnağa ve radikal şekilde değiştirilmesine dair görüşlerini hidivlik hakkını kaybetmenin yarattığı küskünlüğün de etkisiyle seslendirdiği bilinen Fazıl Paşa üç ay sonra sadrazam Fuad Paşa’yla çatıştı ve hudut dışı edildi.
Osmanlı tarihinde hudut dışına çıkarılan ilk kişi olan Fazıl Paşa’nın soluğu Fransa’nın başkenti Paris’te aldığı biliniyor; muhteşem serveti sayesinde Champs-Eylsée’de bir malikâne kiralayan paşanın çevresini kendisinden önce Avrupa’ya kaçmış kimi aydınların aldığı da... Aralarında Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimlerin de bulunduğu kadroya Yeni Osmanlılar tanımı karşılığı olarak ‘Jeune Turc’ ismini veren o. Muhbir, Hürriyet, Ulum, Fecir yayımlanmasına omuz verdiği gazeteler arasındaydı. Ziya Paşa’nın cumhuriyet yanlısı yazıları, Namık Kemal’in meclis idaresi isteğini dile getirdiği makaleleri, Ali Suavi’nin Ulum’da kaleme aldığı, ‘İbadatı, muamelat-ı dünyeviyeden ayırıp dünyaya müteallik başkaca ve müstakilen tedvin etmeli...’ cümlesiyle dile getirdiği laiklik tartışması onun desteğiyle kamuoyuna yansıdı.” (Avni Özgürel, “Laiklik Teklifi ve Sürgün”, Radikal, 25 Mayıs 2003, s.9.)
[31] Fatih Yaşlı, “Osmanlı’da Laiklik Kavgası”, Birgün, 20 Eylül 2017, s.3.
[32] Taner Timur, Siyaset Bilimi, Haz: Gökhan Atılgan-E. Attila Aytekin, Yordam Kitap, 2019
[33] Armağan Öztürk, “Laiklik ve Dindarlık”, Radikal İki, 1 Nisan 2012, s.9.
[34] Armağan Öztürk, “Ulusalcılığın Güçlü ve Zayıf Yanları”, Radikal İki, 11 Ağustos 2013, s.2.
[35] Neşe Düzel, “Osman Can: Bizdeki Laiklik Prusya Laikliği”, Taraf, 19 Ekim 2010, s.16.
[36] Günnur Aksakal, “Laiklik, Siyasal İslâm ve Emperyalizm”, Birgün Kitap, Yıl:13, No:173, 10 Haziran-7 Temmuz 2017, s.22.
[37] Özdemir İnce, “Kan Uyuşmazlığı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2020, s.3.
[38] Tayfun Atay, “Laiklik İnançta Adalet Demektir!”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2017, s.3.
[39] Mustafa Akyol, “Laikliği Asıl ‘Laikçiler’ İhlâl Ediyor”, Radikal, 18 Mayıs 2007, s.11.
[40] Akif Beki, “Atatürk Laikliği-Erdoğan Laikliği”, Radikal, 4 Ekim 2011, s.11.
[41] Selçuk Şenyüz, “Bir Müslüman Laik Ülke Yönetebilir”, Hürriyet, 16 Eylül 2011, s.22.
[42] Yurtsan Atakan, “Layık Olduğumuz Laiklik”, Akşam, 21 Eylül 2011, s.17.
[43] Murat Yetkin, “Neo-Laiklik Tartışması Genişliyor”, Radikal, 20 Eylül 2011, s.12.
[44] Murat Yetkin, “Erdoğan ve Neo-Laiklik”, Radikal, 17 Eylül 2011, s.12.
[45] Aşkın Sedat Özgün, “Dinin Soldan Okunması”, Komün, No:5, Mayıs-Haziran-Temmuz 2020, s.85-98.
[46] Korkut Boratav, “Laiklik Üzerine Bir Konuşma”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:423, 19 Nisan 2015, s.12-13.
[47] Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007.
[48] “Dünyanın karşısına yeni bir ilkeye sahip bir doktriner (kuramcı) olarak çıkmıyoruz ve ona ‘alın size hakikât, karşısında diz çökün’ demiyoruz. Biz dünyevî ilkeleri mevcut dünyaya ait ilkelerden çıkarsıyoruz. Dönüp dünyaya, ‘mücadelelerinize son verin, bunlar aptalca mücadeleler. Biz size mücadelenin doğru şiarını takdim ediyoruz’ demiyoruz. Sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele edildiğini, bilincin dünya bunu istemese de, onun edinilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.
Bilincin maruz kalacağı reform, yalnızca dünyayı kendi bilincinin farkında kılmaktan, onu kendisi ile alâkâlı rüyalardan uyandırmaktan ve kendi eylemlerinin anlamını izah etmekten müteşekkildir. Dolayısıyla eleştirimizin amacı sadece, Feuerbach’ın din eleştirisine dair tespitlerimizde gösterdiğimiz üzere, dinî ve felsefî sorulara, kendisinin bilincinde olan insana denk düşen formu kazandırmaktır.” (Karl Marx, Ruge’ye Mektup, Eylül 1843… Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Mektuplar (1844-1895), çev: Alaatin Bilgi, Evrensel Basım Yay., 1996.)
[49] Alın size bir zırva: Rusya Devlet Başkanı Putin, “Lenin’in Kızıl Meydan’da sergilenmeye devam eden naaşı da Hıristiyanlıktaki azizler gibi” iddiasıyla, “Belki şimdi bazılarının hoşlanmayacağı bir şey söyleyeceğim, ama yine de düşündüğüm şekilde aktaracağım. Öncelikle, inanç her zaman bize eşlik etti, ülkemiz ve halkımızın en zor dönemlerinde inancımız güçlendi. Din adamlarının öldürüldüğü, mabetlerin yıkıldığı, tanrıyla mücadeleyle geçen ağır yıllarımız da oldu. Ama aynı zamanda yeni din oluşturuluyordu… Komünist ideolojisi aslında Hıristiyanlığa çok benzer. Kutsal kitapta olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet kavramları bu ideolojide de var. Komünizmi inşa edenlerin kuralları da bir nevi süblimasyon, İncil’den yapılan alıntı; yeni herhangi bir şey bulunmadı,” (Aleksey Nikolskiy, “Putin: Komünist İdeoloji Hıristiyanlığa Çok Benzer”, 15 Ocak 2018… https://tr.sputniknews.com/rusya/201801151031804430-putin-komunist-ideoloji-Hıristiyanlik) dedi.
[50] Kaldı ki Bauer kardeşler de radikal bir biçimde ateisttirler. Toplumsal sorunların temelini zihniyette, yani dinde aramakta, bu nedenle dine karşı mücadeleyi esas almaktadır.
[51] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003, s.161.
[52] V. İ. Lenin, “Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu”… http://www.turkiyedireniyor.org/v-i-lenin-proletarya-partisinin-din-konusundaki-tutumu/
[53] V. İ. Lenin, V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev: Nihal Şen, Evrensel Basım Yayın, 2013, s.11.
Yorumlar