“Bağlamı olmayan gerçeklik yoktur.” [2] TDK’nın, “Atalar, dedeler, cedler,” diye tanımladığı “Ecdat” meselesi -daha önce de değindiğim g...
“Bağlamı olmayan gerçeklik yoktur.”[2]
TDK’nın, “Atalar, dedeler, cedler,” diye tanımladığı “Ecdat” meselesi -daha önce de değindiğim gibi[3]- çetrefilli bir konudur!
Charles Baudelaire’in, “Cinayet üzerine çok görkemli imparatorluklar, yalan dolan üzerine çok soylu dinler kurulabilir,” saptamasına önem atfeden; Prof. Halil İnalcık’ın, “Türklerin övünülecek bir tarihleri var. Tarih bilirseniz, ancak o zaman ‘Ne mutlu Türk’üm’ sözünün bir mânâsı olur,” ifadesini abartılı bulanlardanım.
Çünkü: “Kabul edelim ki biz Türkler pek bir şey ‘icat’ edemeyiz ama iyi uydururuz.
En iyi uydurduğumuz şeylerin arasında herhâlde ‘tarih’ güzide bir yer tutar.
‘Ecdadımız’ palavraları kabul edeyim ki ben en çok sevdiklerim arasındadır.
Bizim ‘ecdadımız’ dediğimiz halifelerimiz efendilerimizin, o ‘attan inmeyen’ padişahlarımızın hemen hemen hepsinin dedesinin Hıristiyan olduğunu hatta bir kısmının da papaz olduğunu biliyorsunuz değil mi?
Aranızdan bir kişinin, Kanunî’nin dedesinin adını bilmediğine eminim.
II. Bayezid diye öyle öyle bilgiç bilgiç gülümsemeyin, o babasının babası, annesinin babası kimdi?
Peki, halife efendilerimizin sarayı Topkapı’nın bahçesinde neden bir kilise var?
Peki, bizim ecdadımız dediğimiz Osmanlı’dan önceki atalarımız kimler?
Osmanlı kim peki?
Osmanlı’nın Kayı Aşireti’nden çıktığını biliyorsunuz diyelim, Kayı Aşireti hakkında ne biliyorsunuz?
Çok fazla bir bilginiz olamaz çünkü tarihte de çok fazla bir bilgi yok, Kayı Aşireti’nin varlığı bile kuşkulu.
Biraz daha geriye gidelim.
Osmanlı 1299’da kuruldu, Türkler Anadolu’ya 1071’de geldi.
Alparslan’la birlikte Anadolu’ya kaç Türk geldi?
‘Türkler kim’ sorusunu atlayıp başka soruya geçelim.
Bugün ‘Türk’ olduğunu söylediğimiz 70 milyon insan Alparslan’la birlikte gelen ‘Türklerin’ özbeöz çocukları mı?
Yoksa biz o gelen Türklerle Anadolu’da o zamanlarda yaşayan Bizanslıların, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin ortak çocukları mıyız?
Nasıl oluyor da ‘ecdadımız’ sadece Türkler ve Müslümanlar oluyor o zaman?
Ecdadımız arasında Bizanslılar yok mu?
‘Kahpe Bizans’ demek neden ecdadımıza hakaret sayılmıyor?
Çünkü tarihi uyduruyoruz.
Kendimize Türk ve Müslüman bir tarih yazıyoruz.
Anadolu’nun bütün halklarını, koskoca Bizans’ı yok sayıyoruz.
Sanırsın ki hayat Anadolu’da Alparslan’ın ordusuyla başladı.
Tabii tarihi böyle uydurmaya başlayınca her şeyi uyduruyoruz.
Osmanlı padişahları da başka bir uydurmanın konusu oluyor.
Bugüne kadar Kemalistler bir tarih uyduruyordu, şimdi sıra muhafazakârların tarih uydurmasına geldi.
Onlara göre Osmanlı padişahları attan inmeyen, öpüşmeyen, sevişmeyen, başını duadan kaldırmayan pirifâniler.
Halife II. Selim’in lakabı ‘sarhoş Selim’, IV. Murat içkiden öldü.
Siz halifelerin payitahtı İstanbul’a gelen içki miktarını hiç merak ettiniz mi?
O zamanlar yapılan ‘ithalatın’ kayıtları var, merak ediyorsanız bir bakarsanız.
Halifelerin haremleri kadınlarla doluydu.
O haremdeki kadınlardan sadece biriyle mi beraber oldu padişahlar?
Havuz âlemleri yapmadılar mı?
Sarayda kadınlar entrikalara karışmadılar mı?
Hadi sizin güzel hatırınıza ‘içoğlanlar’ meselesine hiç girmeyeyim…
Her devletin ‘resmî tarihi’ vardır, her toplumun tarihi utançlarla dolu olduğu için onların bir kısmını ‘değiştirir’ resmî tarih.
Ama insanoğlunun ‘cahil’ kalmasını sanatçılar, bağımsız tarihçiler önler, onlar gerçekleri anlatır.
Bir toplum da resmî tarihin yalanlarından arındıkça gelişir ya da geliştikçe yalanlardan kurtulur.
Tarihi bir ‘fetiş’ hâline getirmek, ‘putunu kendi yapar, kendi tapar’ usulü bir tarih uydurup o tarihe tapınmak, geri kalmışlığın en belirgin özelliklerindendir.”[4]
Yeri geldi hatırlatayım: John Locke’un, “Bir şeyi öğrendiğiniz zaman ona inanmaya ihtiyacınız kalmaz, çünkü artık biliyorsunuzdur. Bilmediğiniz bir şeye ise asla inanmayın çünkü inandığınız zaman asla öğrenemezsiniz. Ve bir şeyi bildikten sonra ona inanmak saçma gelecektir. Zaten bilince inanmanın ne anlamı kalır ki?”[5] vurgusu eşliğinde Umberto Eco, “Tarihsel anlatılar, kazananlar tarafından yazıldığından, gerçeği saptırma eğilimindedir, böylece kendi anlatılarına uydururlar,”[6] derken ekler Lev Nikolayeviç Tolstoy: “İnsanların çoğu onu yapıyor diye, yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.”
Evet, karşı tarihin resmiye başkaldırı zamanıdır; “Artık bizim ortalığa çıkmamızın zamanı gelmişti. Her şeye değen bir deli olmadan işler bir yere varmaz,” ifadesindeki üzere Julio Cortazar’ın!
OSMANLI VUKUAT(LAR)I
“Ben Osmanlı torunuyum,” teranelerinin daha yüksek sesleler ile telaffuz edildiği günümüzde; bunun bir yerde “Katil torunuyum,” ya da “Deli İbrahim’in, Deli Mustafa ve Deli 5. Murat’ın da torunuyum” demekle özdeş olduğu “es” geçiliyor.
Hatırlatarak ilerleyelim: III. Murat 1595’de öldü. Ayasofya Camii avlusundaki türbede 54 kişi yatmaktadır. Bunlardan 20’si oğlu, 23’ü kızıdır. Türbede yatan oğulların yaşı küçüktür, hatta altı aylık olanları bile vardır, ama hepsinin ölüm tarihi 1595’tir.
“Peki 1595’de ne mi oldu?
III. Murat öldükten sonra oğlu III. Mehmet tahta çıktı. İlk işi kardeşlerinin hepsini boğdurmak oldu. Bununla da yetinmedi, babasının gebe eşlerini öldürttü. Ergenlik çağındaki iki kardeşinden gebe kalmış yedi cariyeyi denize attırdı.
Katliam esnasında çocuk şehzadelerden birisi, “Beni kestanelerimi yedikten sonra boğun” diye yalvarıyordu!
Evliya Çelebi de, “Bir şehzadenin daha emzirilirken annesinin kucağından sökülüp alındığını boğulduğunda emdiği sütün burnundan geldiğini” yazıyordu.
Saraydan tabutlar çıktığında Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre “İstanbul halkının feryatlarını gökteki melekler duymuştu”.
III. Mehmet sadece bununla yetinmemiş 16 yaşındaki oğlunu da öldürtmüştü!
Tarih bilmeyen “Osmanlı torunuyuz” diyenlerin dikkatine: Osmanlı’nın taht kavgalarının, kardeş katlinin, beşikteki bebeklerden, hamile kadınlara kadar insanların nasıl acımasızca katlettiklerinin farkında mısınız?
Osman Bey, amcası Dündar beyi kendi elleriyle boğdu.
Murat öz oğlu Savcı beyi katletti.
Yıldırım Beyazıt on kardeşini birden taht için öldürttü.
Fatih, kundaktaki kardeşi Ahmet’i saltanatının selameti adına boğdurttu.
Hamamda kadınlarla âlem yaparken ölen II. Selim’in badası Kanuni, öz oğlu Mustafa’yı da katlettirdi.
Aslı sorulursa taht kavga (ve katliam)ları ile müsemma Osmanlılar’da Fatih Sultan Mehmet, “Teşkilât Kanûn-nâmesi” ile kardeş katlinin önünü açtı.
Ancak Osmanlı’da kardeş katli Fatih ile başlamış değildir; Fatih sadece bunu meşrulaştıran ve “hikmet-i hükümet hâline getiren yasayı çıkardı. Fatih’ten çok önce, 1360’da Bursa’da Osmanlı tahtına oturan Sultan Murad’ın Halil Bey ve İbrahim Bey adında iki küçük kardeşi vardı. Sultan Murad, kendisine karşı taht mücadelesinde oldukları gerekçesi ile iki kardeşini öldürtmüştü. Osmanlı Hanedanı içinde kardeşlerini öldürten ilk hükümdar ise Sultan I. Murad’dır.
Fatih’ten önce, I. Murad, Yıldırım Bayezid, I. Mehmed ve II. Murad taht uğruna kardeşlerini katlettiler. Fatih’in öldürdüğü kardeşi Ahmet küçük bir çocuktu. III. Murad 5, III. Mehmed ise tam 19 kardeşini öldürttü.
Yıldırım Bayezid 1402 Ankara savaşında Timur’a yenilince Fetret Devri adıyla bilinen kargaşa dönemi başlar. Bayezid’in oğulları Mehmed, İsa, Musa, Süleyman ve Mustafa Çelebiler arasında 11 yıl süren taht kavgaları yaşanır. Bu taht kavgalarını Mehmed Çelebi kazanır.
36 Osmanlı padişahından 12’si darbe ile tahttan indirildi. Tahttan darbe ile indirilen padişahların isim listesi şöyledir: II. Beyazıt 30 yıl 11 ay, II. Osman 4 yıl 3 ay, I. Mustfa 1 yıl 7 ay, Sultan İbrahim, 8,5 yıl, IV. Mehmed 39 yıl 3 ay, II. Mustafa 8 yıl 6,5 ay, III, Ahmed 27 yıl 1 ay, III, Selim 18 yıl 2 ay, IV, Mustafa 1 yıl 2 ay, Sultan Abdüllaziz 14 yıl 11 ay, V. Murad 3 ay, II. Abdülhamid 32 yıl 8 ay süren saltanatlardan sonra devrilip öldürüldüler.
II. Bayezid, oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından zehirlenerek öldürüldü.
Osmanlı tarihinde tek ‘Deli’ padişahı olan Sultan Mustafa, 20 Ocak 1639’da sara nöbeti esnasında öldü.
II. Osman ya da Genç Osman, Sadrazam Davud Paşa ve yanındakiler tarafından tecavüz edilip, kementle boğularak öldürüldü.
Sultan İbrahim’i yeniden tahta çıkarmak isteyenlerin sayısı artınca, Kösem Sultan ve devlet ileri gelenleri, 18 Ağustos 1648’te Sultan İbrahim’i boğdurttu.
II. Mustafa, 1703’te bir isyan sonucu tahttan indirildi ve 29 Aralık 1703’te öldürüldü.
III. Selim, IV. Mustafa yanlılarınca sarayda bir odaya kapattılar, birkaç ay sonra yine darbe olunca perde ipi ile boğarak 8 Temmuz 1808’de öldürüldü.
IV. Mustafa bazı kimselerin II. Mahmud’u indirip, IV. Mustafa’yı tahta çıkarmayı tasarlamaları üzerine, ulemadan fetva alınarak öldürüldü.
Abdülaziz tahttan indirildikten bir hafta sonra hücresinde bilekleri kesilmiş olarak bulundu, faili meçhul kaldı.
V. Murat Çırağan sarayına kapatıldı, otuz yıl sonra naaşı çıktı.
II. Abdülhamit önce Selanik’e sonra Beylerbeyi sarayına hapsedildi, 9 yıl mahpus kalıp öldü.
Vahidettin askeri bir ayaklanma sonucu Ankara’da kurulan rejim tarafından tahttan indirildi, yurt dışına kaçtı.
Son padişah memleketten çıkınca hacca gitti, bir ihtimal Peygamberin yaşadığı topraklara yerleşmeyi tasarladı. Oraların yaşanılmaz yerler olduğunu görünce İtalya’ya geçti; sosyetik sahil kasabalarından San Remo’ya yerleşti.
Son halife Abdülmecid Efendi Paris’i tercih etti. 20 yıl orada resim yaparak ve ara sıra Fransız Riviera’sındaki torunlarını ziyaret ederek vakit geçirdi.
Taht sırasında bir sonra gelen şehzade Selim Efendi Şam’a yerleşti. Belki siyasi opsiyonları açısından İslâm diyarında bir yerde yaşamanın daha faydalı olacağına hükmetmişti…
Yani Osmanlı’nın son 120 yılında 9 padişah hüküm sürdü, altısı askeri veya sivil darbeyle devrildi.[7]
Özetle Osmanlı da 1389’da başlayan kardeş katliamı 1603’e kadar 214 yıl devam etti.
Evet, Osmanlı tarihi taht kavgaları tarihiyken; Osmanlı’daki kardeş katlini Osmanlı öncesine, ta Mete Han’a kadar uzatabiliriz!
Ya Osmanlı sarayını kadınları? Bu alanda ‘Padişahların Kadınları ve Kızları’[8] başlıklı yapıt Osmanlı’nın röntgenidir.
Fatma Sultan: Sultan İbrahim’in kızıdır. 1642 (1052) yılında doğdu. Üç yaşında iken Derya Kaptanı Musahip Yusuf Paşa’ya verildi. Çok muhteşem törenlerle Fatma Sultan Topkapı Sarayı’ndan Yusuf Paşa’ya tahsis edilen saraya götürüldü (1645). Fakat Hanya Fatihi Yusuf Paşa, bir sene sonra Sultan İbrahim tarafından öldürüldüğünden 4 yaşındaki Fatma Sultan dul kaldı (1646). Aynı sene, musahip daha sonra kapudan-ı derya olan Fazlı (Fazlullah) Paşa’ya nikâh edildi. Gelin alayı çok mutantan (görkemli) oldu. Fatma Sultan Topkapı Sarayı’ndan Fazlı Paşa’nın Binbirdirek’teki sarayına götürüldü Fazlı Paşa bir sene sonra derya kaptanı oldu fakat aynı sene azledildi, dış vazifelere tayin edildi. Fazlı Paşa, Fatma Sultan’ın buluğ çağına girmesini bekledi. Visaline (Sevdiğine kavuşma, vuslat) ulaşamadan 1657’de öldü. 15 yaşında dul kalan Fatma Sultan’ın sonrasında evlenip evlenmediğini bilmiyoruz. Eşinin ölümünden sonra yaşadığı belli ise de hangi tarihte öldüğü ve nereye gömüldüğü bilinmemektedir.
Gevher (Gevherhan) Sultan: Sultan İbrahim’in 1642’de (1052) doğan kızıdır. Dört yaşında iken 23 Kasım 1646 (1056) tarihinde Sultan İbrahim’in musahiplerinden Cafer Paşa ile nikâhları oldu. Kendilerine Hoca Paşa’daki ölü Halil Paşa Sarayı tahsis edildi. Çeyizi, padişahın emriyle hazineden yaptırıldı.
Beyhan Sultan: Sultan İbrahim’in 1645 (1055) yılında doğan kızıdır. Sultan İbrahim, Beyhan Sultan’ı iki yaşına gelince veziriâzam Hazerpare Ahmet Paşa ile evlendirdi. Evlenmeden önce Ahmet Paşa’ya eşini boşattı (1647). Bir sene sonra Ahmet Paşa’nın öldürülmesi üzerine 3 yaşında dul kaldı. Bundan sonra Uzun İbrahim Paşa, onun 1683 yılında ölmesi üzerine 1689 yılında Bıyıklı Mustafa Paşa ile evlendi.
Padişah babaları tarafından “çocuk gelin” yapılan sultanlardan üç örnek yeter.
Bir de Dr. Binnur Çelebi’nin yazısından bir alıntı aktaralım:
“Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren ilk iki yüz yıllık sürecinde yerli ve yabancı hanedanlar ile evlilikler yapılmıştı. Osmanlı padişahları Müslüman ve Hıristiyan hanedanlardan kendilerine nikâhlı eş almışlardı. 15. yüzyıl sonuna kadar Osmanlı padişahları çokeşli evlilik yapsalar da komşu hükümdarların kızları tercih edilirdi. Politik amaçlı olan bu evliliklere verebileceğimiz ilk örnek Orhan Gazi’dir. Orhan Gazi, bu evliliği Yarhisar Tekfuru Kantakuzinos’un kızı Prenses Holofera, diğer adıyla Nilüfer (Rumca Luludia, çiçek) ile yapmıştır. I. Murat ve Süleyman Paşa bu kadından doğmuştur. Böylece Osmanlı hanedanının kök anası İslâm’a girmiş bir Rum hatunudur.”[9]
Ayrıca “I. Murat, İmparator II. Manuil’in kızı ile evlendi. Yıldırım Bayezit Han ise Kütahya Germiyan hükümdarı Süleyman Şah’ın kızı, sonra bir Bizans prensesi, daha sonra Sırp despotunun kızlarından biri ve nihayetinde Aydınoğlu İsa Bey’in kızı Hafsa Hatun ile evlendi. II. Bayezit Han’ın annesi ise Dulkadiroğlu hanedanından Sitti Hatun’dur. Son yıllarda şeceresi tartışılmakla birlikte, hanedandaki son “mavi kanlı” prenses, Yavuz Sultan Selim Han’ın eşi Kırım Hanı Mengli Giray Han’ın kızı Hafsa Hatun’dur. Fakat II. Bayezit’ten sonra, siyasi ve hukuki sonuçları nedeniyle Müslüman kadınlarla evlenmekten vazgeçilmişti. Bunlar tek istisna, Şeyhülislâm Esat Efendi’nin kızıyla evlenen II. Osman’dır. II. Bayezit (saltanatı 1485-1512) zamanında başlayan bu uygulama, I. Selim döneminde (1512-1520) gelenek hâlini aldı, XV. yüzyılın sonundan itibaren ise sultan kızları sadece devşirme devlet adamlarının oğullarıyla ya da arada sırada kuzenleriyle evlendirilmeye başlandı.[10]
İlaveten Osmanlı’da “Etrak-ı biidrak” diye anılan Türkler de, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Yaban’ romanındaki gibi, “Türk msün kardeşim?” sorusuna, “Haşa efendim ne Türkü, Müslümanım,” demişlerdir…
Ve bir şey daha: Osmanlı da uygulanan işkence yöntemlerinden bazıları: i) Padişah önünde öldürme; ii) Padişaha kelle gönderme; iii) Fetvalarla insan öldürme; iv) Kol ve ayakları kırarak öldürme; v) Ata bağlayıp parçalayarak öldürme; vi) Vücudu parçalara ayırarak öldürme; vii) Ağza kurşun akıtarak öldürme vd’leriydi![11]
OSMANLI GERÇEĞİ
Osmanlı baskı, zorbalık, terör, sansürken; Fatih Sultan Mehmet, Çandarlı Kara Halil Paşa’yı idam ettirince Çandarlı’nın yakınları matem elbisesi giymişlerdi. Fatih matem elbiselerini çıkarmaları, çıkarmayanların ise ertesi gün huzuruna gelmeleri için emir gönderdi. Böylece Çandarlı’nın yakınları korktular, matem tutamadılar.
Ayrıca Fatih’in huzurunda ilmi görüşlerinde ısrarcı olan bir düşünürün deli olduğuna karar vermiş, tedavisi için de hekimbaşının her gün üzerine su döküp sopayla vurmasını istemişti.
Kanuni döneminde ise sansür iki durumda ortaya çıktı: İlki Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’yı suçlayıp öldürtmesi üzerine asker ve halk çok büyük tepki gösterdi. Ancak bu tepki bastırıldı. Haberin duyulması üzerine inşaatı devam eden Süleymaniye Camii’nin işçileri bir gün iş bıraktılar sonra ikna edildiler, ikinci gün devam ettiler. (Bu Osmanlı tarihindeki ilk grevdir.) Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi üzerine Şair Taşlıcalı Yahya Bey bir mersiye, yani ağıt yazdı. Bu ağıttan rahatsız olan Kanuni vezirinden şairle görüşmesini, ağzından onu suçlayabilecek bir laf almasını istedi. Yahya Bey akıllı bir manevrayla vezire koz vermedi. Bu bir şaire uygulanan sansürdü. Yahya Bey şehzadeyle ilgili ikinci bir şiir yazamadı.
Kanuni dönemindeki ikinci sansür şöyleydi: Padişahın da göz yummasıyla Rüstem Paşa halktan çok miktarda usulsüz vergi topladı. Halk sesini duyuramadı. Sadece Fuzuli usulsüzlüğe, yolsuzluğa karşı sesini yükseltti. Onun “Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar” sözü hâlâ zihinlerdedir.
IV. Murat tütün ve içki yasağı getirmişti. Padişahın Şair Nef’iye getirdiği yasak hâlâ unutulmamıştır.
Nef’i her yeni sadrazama, “İşte memleketi düzeltecek büyük adam” diye methiyeler düzermiş, bu sadrazam da selefleri gibi adaletsizler, yolsuzluklar yapmaya başladığında hicveder, yerin dibine batırırmış. Bir gün Siyam-ı Kaza adlı bir hiciv mecmuası çıkarmış, IV. Murat bu mecmuayı pencere önünde okurken sarayın bahçesindeki ağaca yıldırım düşmüş. Padişah da korkup bu duruma Siyam-ı Kaza’nın sebep olduğunu zannetmiş. (Aslında bugün bu tür tepkileri klasik şartlama yoluyla açıklıyoruz.) Nef’iyi huzuruna çağırıp bir daha hiciv yazmayacağı konusunda yemin ettirmiş. Ancak Nef’i yeminini uzun süre tutamamış, Bayram Paşa’yı hicveden bir şiir yazmış. Sonuçta Bayram Paşa tarafından padişahın da rızasıyla idam ettirilmiştir. Nef’i sansüre başkaldıran bir şair olarak cesaretini hayatıyla ödemiştir.
Sultan Abdülhamit dönemi jurnalciliğin ve sansürün Osmanlı’daki doruk noktasıdır. Sultanın kaygılarını betimlemek için “vehm-i hümayun” kavramı ortaya atılmıştır.
Bu dönemde basında o güne kadar görülmemiş bir sansür uygulaması başlamıştı. Sansürcüler rutubetten nem kapmamın somut örneklerini sergilerlermiş. Rivayete göre bir yazıdaki yağmur yağdı ifadesi bile sansüre uğrarmış. Güya Sultan Hamit’in burnu ördek gagasına benziyormuş (aslında böyle bir görüntü yoktu) yağmur yağınca su birikirmiş, bu suda ördekler yüzermiş. Ördekler de sultanı hatırlattığı için yağmur yağdı cümlesini gören sansürcü hemen bu cümlenin üzerini çizermiş. Abartılı gibi gözükse de Sultan Abdülhamit döneminde bu türden kaygılı sansürcü tavırlarına rastlamak mümkünmüş.
Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şairler bu sultan döneminde baskı görmüşler, uzun süre rutubetli zindanlarda kalan Namık Kemal ise hayatını kaybetmiştir. Namık Kemal padişahlığa karşı değildi. İslâmcıydı, Osmanlı’ya da karşı değildi, tek suçu istibdadı eleştirmekti. Tek adam onu affetmedi.[12]
Pir Sultan Abdal benzeri Alevî-Bektaşi Türkmen âşıklar da baskı görmüştü.
Osmanlı baskıları bazen sansür bazen de hayatına kastetmek şeklinde olmuştu.[13]
Ve Osmanlı’da (içki) vergileri…
Osmanlı hukukunda hem üzüm şırası hem de şarap ayrıca vergilendirildi. Üretiminden perakende tüketimine kadar pek çok aşamada ayrıca vergilendirme söz konusuydu. Şaraptan ‘resm-i hamr’ adıyla vergi alınmasının esası Hanefi hukukçularının içtihatlarına dayanıyordu. Böylece müskirâttan bazen şire resmi ya da hamr resmi adıyla vergiler toplanmıştı.
İçki Osmanlı için hayatiydi ve müskiratla ilgili vergiler buna katkı sağlayan bir kalemdi. Nitekim devlet gelirlerini arttırmak isteyen III. Murad (1574-1595) döneminde içkiye vergi konmuştu.
Çünkü içki yasakları aynı zamanda devletin gelir kaybı anlamına geliyordu. Yer yer yasaklanan şarap, “malî darlıklar dolayısıyla resm-i hamr mukataası hâsılı için serbest bırakılıyordu”. 1688 yılında resm-i hamr mukataası yeniden emanete verildi ve duhan (tütün) emanetiyle İstanbul gümrüğüne bağlandı
Şarap resminden Osmanlı’da yetiştirilen bağlar da payına düşeni aldı. Bu yüzden Rumeli’deki zimmîler ayaklandı. II. Süleyman’ın (1687-1691) cülûsunun ardından sadarete gelen Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa, malî tedbirler kapsamında, 1689 yılında şarap ve üzüm vergisini kaldırdı.
Ahmed Câvid Bey’in Hadika-ı Vekayi’sinde de oluşturulmuş olan hamr vergisinin tekrar “def” edildiği, kötülük kaynağı olarak görülen şarabın ilim ehlince içilmesi ve taşınması caiz bulunmadığından yasaklandığı bilgisi yer alıyordu.
“ZEVK-Ü SEFA” FASLI
Ve Osmanlı’nın “zevk-ü sefa” faslına gelince…
Osmanlı padişahları, saray şairleri, Osmanlı âlimleri, devletin üst düzey yöneticileri, öyle bir zenginlik içine dalmışlar ki sonunda farklı cinsel zevkler aramışlar ve oğlanlara yönelmişler. Böylece saraylarda iç oğlanları ile başlayan gulamparalık (oğlancılık) şehirlerin sokaklarına inmiş ve yayılmış.
Rıza Zelyut, bunun Türk ve İslâm ahlâkına aykırı olduğunu, lakin egemen kesimlerin eskiden beri tercih ettikleri bir sapma olduğunu gösteriyor. Lutilik olarak Kur’an’da lanetlenen oğlancılığın Osmanlı saraylardan zengin konaklarına, oralardan sokaklara taşmasının belgelerini ortaya koyuyor.
Öyle ki okullarımızda Divan Edebiyatı adı altında okutulan şiirlerde bile oğlancılığın anlatımını buluyor, delilleriyle gösteriyor. Şiirlerde “nev-civan” diye övülen güzellerin oğlan olduğunu öğreniyoruz![14]
“İstanbul’un en namlı köçekleri de meyhanelerde oynatılırdı; hemen her meyhanenin de namlı bir köçek oğlanı bulunurdu. Meyhane köçekleri için rint şairlerin kaleminden çıkmış çok güzel manzumeler ve destanlar vardır.
Bunların içinde İsmail ve “Benli” lakabıyla meşhur Dimetokalı Ali adında iki Roman genci, İstanbul’un en büyük şöhretleri olmuşlardı.
Şair Enderunlu Fazıl da XIX. asırdaki meyhane köçekleri için Çenginame adında manzum bir risale kaleme almıştır. Şairin rindane bir üslupla methettiği meyhane köçekleri Büyük Afet, Küçük Afet, Pandeli, Andon, Panayot, Yasemin, Mısırlı Güzeli, Latif, Hilalkaş, Mehtab, Altıntop, Taze Fidan, Zernişan, Ziba, Yıldız, Kanarya, Kız Mehmed, Kıvırcık, Fıstık, Elmaspare, Ceylan, Afitab, Gazab, Velvele, Tilki ve İlah isminde bir kısım adalı, bilhassa Sakız Adalı Rum gençleri, bir kısmı Ayvansaray’ın loncasından yetişmiş Roman şehbazlarıdır.
Çoğunun da asıl isimleri unutulmuş, lakaplarıyla anılmışlardır. Büyük gedikli meyhanelerde raks eden bu köçekler oyuna gayet süslü ve şehvetengiz kıyafetlerle çıkarlardı. Adalı Rum köçeklere de ayrıca “tavşan” tabir edilirdi. Ki tavşanların da kendilerine mahsus harikulade cazip bir kıyafetleri vardı. Ayaklarına, aşık kemiklerine kadar düşen mavi veya kırmızı şalvar giyerler, şalvarlarının ağı da yerde sürünür, bellerine al kuşak sararlar, gövde çıplak, çıplak gövdenin üzerine kolsuz, meme altlarına kadar ancak inen kısa ve altın sırma işlemeli bir yelek giyerlerdi... Başlarında mavi püsküllü al fes olur, omuzlarına kadar dökülen saçlarına gümüş ve altın pullar, rengârenk boncuklar, hurda inciler dizerlerdi. Raksa yalınayak çıkarlardı. Tavşanların olsun, alelumum köçeklerin olsun oyunları, zamanımızın ritmik dansları gibi, harikulade feerik bir şeydi...”[15]
“İç oğlanlarına g.tlek denilen” Osmanlı’dan kısa kısa bilgiler verip, bunun altını dolduralım:
i) İçoğlanı: Padişahların ve saray erkânın cinsel ilişki için kullandıkları sakalı henüz çıkmamış genç çocuklar.
ii) Hiz Oğlanı: Seks işçisidir. Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde bahseder. Subaşı bunları deftere kaydeder. Bu deftere defter-i hizan denir. Osmanlı’da pezevenkler ve deyyuslar esnaftan sayılır, Padişahların resmi geçitlerinde yer alırlar.
iii) Şamar Oğlanı: Şehzadelerin hocaları olan Lala’lar, derste hata yapan Şehzade’yi dövmek yerine, gariban bir çocuğu tokatlarlardı. Bu çocuklara şamar oğlanı denirdi.
iv) Oğlan Çekme: Medrese öğrencileri, Evliya Çelebi’nin de Seyahatname’sinde bahsettiği gibi ev, köy basıp çocukları dağa, medreselere, önceden hazırladıkları yerlere kaçırıp tecavüz ederlerdi. Buna oğlan çekme deniyor.
v) Baltayı taşa vurmak-Balta Vermek: Osmanlı’da Yeniçeriler hoşlandıkları kadın ve oğlanlara kabul ederlerse veya zorla balta verirlerdi. Bu balta yakalarına görünecek şekilde işlenirdi. Balta verilen oğlan veya kadın Yeniçerinin malıdır ve ilişen olursa baltayı taşa vurmuştur.
vi) Hamama Giren Terler: Osmanlı İstanbul’undaki bazı semtlerdeki hamamlara sağlam girip, sağlam çıkmak zordur. Tellakların sözüymüş bu...
vii) Külhanbeyi: Hamamların sıcak olan külhanlarında yatan oğlanlara denir.
viii) Civelekler: Yeniçerilere hizmet eden sakalı çıkmamış, parlak oğlanlar. Reşad Ekrem Koçu’nun bir kitabında bir civelek oğlan için Yeniçerilerin birbirleriyle barikatlar kurarak günlerce savaştıklarını yazar.
ix) Muhallebi Çocuğu: Padişahla sevişmeden önceki 3 gün boyunca, muhallebi yiyerek bağırsakları temizletilen çocuklara denirmiş.
x) Kulağı Kesik: Kalender dervişleri kulaklarına küpe takar, başlarını kazıtır, bazıları da penislerine halka takarlardı. Bunlar kadınlarla ilişkiyi yasaklar ve birbirleriyle ilişkiye girerlerdi. Kadınlarla ilişkiye giren derviş yakalanırsa kulağındaki demir küpe sökülür ve kulağı kesik kalırdı. “Kulağı kesiklerden” deyimi buradan gelir.
xi) Civan: Taze Oğlan, delikanlı.
xii) Mahbubperest: Erkek düşkünü, oğlancı.
xiii) Zıbıkçı: Günümüz seks shop dükkânı. Osmanlı’da deri malzemeden penis yapılır, değişik boy ve ebatlarla satılırdı. Hazır ürünler olduğu gibi, sipariş usulü ile de ölçüler hazırlanırdı.
xiv) Götlekler-Götlekgiller: Padişahla birlikte olan oğlanlar sakalı çıkınca da odasından çıkarılırdı. Bunlardan yetenekli ve zeki olanlar devlet kademelerinde görev alırdı. Anadolu Türkleri, bunlara “Götlek” derdi. Bu tür oğlan soyundan gelenlere de “Götlekgiller” denirdi. Bunlara kız alıp verilmezdi. Türkler ile Saray’ın arası hep bozuktu. Saray erkânı Türklere “aptal Türk” “eşek Türk” derken, Türkler de bunlara “g.t-lek”, “i? (ne)”, “pu -şt” derdi...[16]
HAMASET VE HAKİKÂT
Osmanlı hamasetinin, bugünlerdeki Türk-İslâm sentezinin, hakikâtle ilgisi yok gibidir.
Mevlana Celalettin Rum-i mesela… Rum diyarının Mevlanası’dır…
Ya da Erzurum mesela… Erzen-i Rum (Rum merkezi) demektir…
Veya bundan 954 yıl önce yaşandığı iddia edilen -ki kaynaklarda kesin bir tarih- yok…Çağdaş yazar Carole Hillenbrand Turkish Myth and Muslim Symbol kitabında “Malazgirt’in tarihi konusunda hâlâ şüpheler vardır. Savaşın tarihine ilişkin kesin tarih veren İslâm kaynaklarının ittifak ettikleri şey savaşın Cuma günü olduğudur,” der![17]
Oysa birçok şey egemen yalanın sunduğundan çok farklıdır. Çünkü egemen sınıflar kendini tehdit eden isyanları tarihe “gerici” olarak yansıtır. Günümüz tarih kitaplarının çoğunda Patrona Halil konusunda anlatıldığı üzere! Oysa yoksulların başkaldırısıdır söz konusu olan…
49 gün boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nu korkudan titretir Arnavut kökenli Patrona Halil.
Toplumda gelir uçurumun derinleştiği koşullarda nüfusun çoğunluğu zenginlerin sırtlarına yükledikleri vergiler altında inleyip; ödeyemedikleri borçlar yüzünden zindanlara düşüyorken; Patrona Halil ve yoldaşları (Muslu Beşe, Turşucu İsmail, Kürt Çelo, Karagöz İbrahim, Oduncu Ahmet, Cambaz Mustafa) bir süpürge sapına çekilmiş çuldan isyan bayrağını çekerler.
İsyanın kıvılcımı bir anda yangına dönüşür. Her akşam zengin sahiplerinin eğlenceleri için köle gibi çalışan bahçıvanlar, yamaklar, uşaklar, tezgâhtarlar isyan bayrağının arkasında saf bağlarlar.
İlerleyen günlerde padişah, Patrona Halil’e altın ve büyük unvanlar teklif eder, ama O kabul etmez hiçbirini. Patrona Halil üç şey ister saraydan: i) Konakların yıkılmasını; ii) vezirlerin kellelerini; iii) ağır vergilerin kaldırılmasını… Üçü de gerçekleşir.
49 gün boyunca “baldırı çıplaklar” divan toplantılarına komuta ederler.
Sonra bir Divan toplantısında Patrona Halil’i katlederler.
Öldürülmesi halk arasında büyük nefret doğurur. Yıllarca sürecek isyanlar çıkar.
“İsyanlar” deyince…
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı XVI. yüzyılda başlayıp, XVII. yüzyıla sarkan, yani 150 yıl boyunca süren ayaklanmalara Celâlî İsyanları denir. “Celallenmek” deyimi de, Celâlî isyanlarının günümüze bıraktığı tanımlardandır.
Adını 1519’deki isyan liderlerinden Bozoklu Celâl Baba’dan alan Celâlî İsyanları Anadolu Alevîleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun i) Üretim biçimi, ii) Toprak ağalığı ve ayanlık, iii) Farklı katmanlı toplumsal yapının eşitsizliği, iv) Bozuk vergi düzeni, v) Kıtlık, açlık, yoksulluk, vi) Yöneticilerin mal varlığı, rüşvet ve yönetimde bozulmalar biçiminde sayabileceğimiz soru(n)lar yumağını çözmek için oluşmuş karşı koymalarıdır.
Prof. Dr. Mustafa Akdağ da, isyanın nedenini, toprak düzeninin bozulmasına, sonradan türeme köy zenginleri (kadı, müderris, yeniçeri, sipahi, zaim, çavuş, tımar erbabı) yüzünden köylünün topraksız kalmasına bağlıyorken;[18] bunun sonucu olarak Çiftbozan Reaya ve Levendat’ın[19] artması ile ilk isyan hareketleri başlar. Daha sonra 1558-1559 kesitinde suhte (medrese öğrencisi) hareketi, Çiftbozan hareketine katılır. Bu isyan koalisyonuna da Celâlî İsyanları denir.[20]
Söz konusu başkaldırı Sivas-Tokat-Amasya-Yozgat-Antalya-Maraş-Adana-İçel-Tarsus bölgelerinde meydana gelir. Bu isyanlar; 1512 yılında Tokat ve çevresinde Nur Ali Halife, 1517 yılında Yozgat-Tokat bölgesinde Bozoklu Celal, 1519 yılında Tokat-Zile’de Şah Veli, 1525 yılında Süklün Koca ve Baba Zünnun, 1526 yılında Yozgat’ da Atmaca Ayaklanması, 1527 yılında Tokat ve yöresinde Zünnünoğlu Halil ve Hubyar Baba ayaklanması, 1526 yılında Kırşehir-Ankara yöresinde Kalender Çelebi, XVI. yüzyıl ortalarında Sivas’ta Pir Sultan Abdal ayaklanmalarıyla başlar, 1658 yıllarına kadar çeşitli bölgelerde sürer.
Celâlî İsyanlarından Zünnunoğlu Halil Ayaklanması ve Hubyar Baba isyanı, Hubyar Sultan’ın yaşadığı dönem (1500 -1583) Anadolu coğrafyasının Osmanlı’ya karşı topyekûn savaş hâlinde olduğu kesittir.[21]
Özetle: Anadolu’da ilk büyük Celâlî hareketleri, medrese öğrencilerinin (suhte ya da softa) hareketi olarak ortaya çıktı. Bu ayaklanmalar tarihe suhte ayaklanmaları olarak geçti. Daha sonra, Osmanlı askeri sınıfından levent ve sekbanlar da ayaklandılar. Bu arada Osmanlı Devleti’nin yerel yöneticileri, güç kullanarak halktan vergi toplamaya başladılar. Yerel yöneticilerin zulmü merkezi hükümet tarafından önü alınamaz duruma gelince, III. Murat (1574-1595), III. Mehmet (1595-1603) ve I. Ahmet (1603-1617) soygunlara, yöneticilere ve memurlara karşı köylülerin silahla mücadele etmesini isteyen fermanlar çıkardılar.”[22]
Bu meyanda, Anadolu’nun aykırı heterodoks tarikatı Kalenderîler’i, Şeyh Bedreddin Simâvî ve Torlak Kemal isyanlarını anılmadan geçilmemeli… En azından 200 yıl süren, 11 padişahlık dönemini kapsayan bir isyan, bir iç savaştır sözü edilen!
O hâlde Osmanlı’ya karşı Baba İshak’tan Şeyh Bedrettin’e, İnce Memed, Yörük Ali Efe, Çakırcalı Mehmet Efe’ye dek isyancıdan/ “eşkıya”dan, haksızlıklara/zulme karşı başkaldıranlar anımsanmalı/ anımsatılmalıdır “ecdat hamaseti”ne sarılanlara; “üç nokta koyup/ yeniden başlamalıyız/ bu yozluk bir gün yıkılacak/ bir başka gülecek bu sokaklar,” dizeleri eşliğinde Hasan Hüseyin’in…
18 Haziran 2025 15:41:09, İstanbul.
N O T L A R
[1] Kaldıraç Dergisi, No:288, Temmuz 2025…
[2] Michel Foucault.
[3] Bkz: i) Temel Demirer, “… ‘Ecdat’ Hikâyeleri”, Kaldıraç Dergisi, No:265, Ağustos 2023… ii) Temel Demirer, “Ecdat(ınız)ın Vukuat(lar)ı”, İnsancıl, Yıl:24, No: 281, Aralık 2013… iii) Temel Demirer, “Direniş ve İsyan(lar)ın Anadolu’cası…”, Kaldıraç, No:167, Mayıs 2015… iv) Temel Demirer, “… ‘Öteki Tarih’e Kenar Notları”, Newroz, Ağustos 2023… https://temeldemirer.blogspot.com/2023/09/oteki-tarihe-kenar-notlari.html ; v) Temel Demirer, “II. Abdülhamid Mevzuu”, Görüş, Ağustos 2023… https://temeldemirer.blogspot.com/2023/09/ii-abdulhamid-mevzuu.html
[4] Ahmet Altan, “Ecdat”, Taraf, 28 Kasım 2012… https://sendika.org/2012/11/ecdat-ahmet-altan-taraf-75134
[5] John Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, çev: Melih Yürüşken, Liberte Yay., 1998.
[6] Umberto Eco, Gülün Adı, çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 1987.
[7] Sevan Nişanyan, “Ecdat Hikâyeleri”, 27 Şubat 2017… http://nisanyan1.blogspot.com/2017/02/ecdat-hikâyeleri.html
[8] M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Türk Tarih Kurumu Yay., 1980.
[9] Bilim ve Ütopya, No:285, Mart 2018, s.14-15.
[10] Özdemir İnce, “Padişahların Çocuk Gelin Kızları 2”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2023, s.3… Özdemir İnce, “Padişahların Çocuk Gelin Kızları 1”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2023, s.3.
[11] İsmail Metin, Osmanlı’nın Kanlı Tarihi, Sarmal Kitabevi, 2022.
[12] Halil İnalcık, ‘Devlet-i Aliye IV’te, “Abdülhamit bir Tanzimatçının fikrini geliştirdiği idadileri 1880’lerde hayata geçirdi. Rumları, Yahudileri, Ermenileri ve Müslümanları aynı okullarda birleştirdi. Böylece aslında Batıcı eğitim sistemi yerleşmiş oldu. Abdülhamit fikir ve felsefe bakımından da Batı’yı benimseyen bir nesli ortaya çıkarmıştır,” derken; II. Abdülhamit’ın saltanat döneminde Ermeni gailesi, Yunanistan’ın Girit’e el koyması ve adaya özerklik verilmesi, Yemen isyanları, Makedonya’ya, Bulgaristan ve Bosna-Hersek’e özerklik verilmesi, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlık kazanması, 93 Harbi (1877 Osmanlı-Rus Savaşı), Balkanlar’ın ve Doğu Anadolu’nun Rus işgaline uğraması, 13 Aralık 1877 günü Meclis-i Mebusan’ın süresiz tatili, Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsız devlet olmaları, Bulgaristan Prensliği’nin ortaya çıkması, 1878 Ermeni meselesinin ortaya çıkması, İngiltere’nin Kıbrıs’ı ele geçirmesi, Bosna -Hersek’in Avusturya Macaristan tarafından işgal edilmesi, Mısır’ın İngilizler tarafından işgali, Düyûnu Umumiye İdaresi’nin kurulması, Tunus’un Fransızlar tarafından işgali, Muharrem Kararnamesi’nin yayımlanması, Doğu Rumeli’nin Bulgaristan tarafından ilhakı, Girit Rumlarının adayı Yunanistan’a bağladıklarını ilan etmesi, 31 Mart İsyanı ve hükümet darbesi girişimi yaşandı... (Özdemir İnce, “Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Diye Biri”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2023, s.3.)
[13] Üstün Dökmen, “Osmanlı’da Sansür”, Cumhuriyet Pazar, 5 Kasım 2023, s.3.
[14] Rıza Zelyut, Osmanlı’da Oğlancılık, Kaynak Yay., 2016.
[15] Reşat Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, “İstanbul Hikâyeleri” içinde, Doğan Kitap, 2022.
[16] David Güneş, “Osmanlı’da İç Oğlanlarına G.Tlek Denirdi”, 11 Ocak 2024… https://www.facebook.com/photo/?fbid=360408499942418&set=a.178014798181790
[17] Ayşe Hür, “Türk Tarih Tezi’ne göre 1071 Malazgirt Savaşı”, 26 Ağustos 2023… https://www.avrupademokrat3.com/turk-tarih-tezine-gore-1071-malazgirt-savasi-ayse-hur/
[18] Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâlî İsyanları”, Yapı Kredi Yay., 2. baskı, 2013, s.59-71.
[19] Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâlî İsyanları”, Yapı Kredi Yay., 2. baskı, 2013, s.109.
[20] Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâlî İsyanları”, Yapı Kredi Yay., 2. baskı, 2013, s.154-269.
[21] Ali Kenanoğlu, “Celalî İsyan Liderlerinden Hubyar Sultan”, 25 Ekim 2016 … http://alikenanoglu.net/Celalî-isyan-liderlerinden-hubyar-sultan/1308
[22] Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâlî İsyanları”, Yapı Kredi Yay., 2. baskı, 2013.
Yorumlar