“Dans eden yıldız doğurmak için içinizde kaos taşımalısınız.” [2] Andrey Tarkovski, ‘Solaris’ adlı filminde, “Dünyayı kurtaracak ...
“Dans eden yıldız doğurmak için
içinizde kaos taşımalısınız.”[2]
Andrey Tarkovski, ‘Solaris’ adlı filminde, “Dünyayı kurtaracak şey utançtır,” der.
Etkileyici bir saptama olsa da, “Utanmak” dünyayı kurtarmaz.
Dünyayı kurtarmak; bu denli ahlâki bir edilgenlikle mümkün değildir; hele hele, kapitalist ahlâk(sızlık)lar dünyasında…
Dünyayı kurtaracak olan, Spartaküs’ten bugüne başkaldırı ahlâkını temize çeken Ernestro Che Guevara’nın devrimci praksisidir…
Onun devrimci praksisi; “Başkaları küçük hayatlar yaşayabilir, ama sen öyle yapmamalısın. Başkaları küçük şeyleri tartışabilir, ama sen öyle yapmamalısın. Başkaları küçük acılar için ağlayabilir, ama sen öyle yapmamalısın. Başkaları kaderlerini başka birinin ellerine bırakabilir, ama sen öyle yapmamalısın,” diyen Roald Dahl’ın sözlerinde somutlanırken; sadece kendi selametini düşünmenin, -gayrı insanî- bencillik olduğunu öğretir.
Hayır Che, birey olmaya değil; bencilliğe itirazdır. Epictetos’un, “İnsanların ruhlarından söküp atacakları yalnız iki şey vardır: Bencillik ve imkânsızlık”; Turgenyev’in, “Bencil insan, tek başına kalmış, meyvesiz bir ağaç gibi kurur gider”; George Sand’ın, “Bencil her yerde yalnızdır”; Gandhi’nin, “Bencilliğin gözü perdelidir,” saptamalarındaki üzere…
CHE’NİN -YAŞAYARAK- ÖĞRETTİĞİ
Aydın bir babanın ve entelektüel bir annenin çocuğu olarak 12 Haziran 1928 tarihinde dünyaya gelen Ernesto’nun; Binbaşı Commandete Che Guevara’ya, Küba Merkez Bankası Başkanlığı ve Sanayi Bakanlığına, oradan Kongo’ya, Bolivya’ya uzanan mücadele çizgisinde ortaya çıkan; devrime ve yoksul halkların kurtuluşuna duyduğu yüksek bağlılık müthiş bir insan olma örneğidir…
‘CNN TÜRK’te yayınlanan ‘Dört Bir Taraf’ programında Nagehan Alçı’nın, “Bu adam bir barbardır, bir yamyamdır,” dediği O; zavallı anti-komünist liberallerin bu öfkesine layık olacak kadar insandır…
Paco Ignacio Taibo II’nin, “Che bile bazen Che gibi olamaz” ironisiyle betimlediği Onu en iyi tanımlayan; K. Liebknecht’in, “Mümkünün son sınırına imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur. Öyleyse nesnel olarak imkânsızı istemek budala bir hayalcilik ya da kendini aldatmak anlamına gelmiyor,” sözleridir…
Büyük bir gezgindi; ama asla bir turist değil... Onu Sierra Maestra dağlarına, Kongo’ya ve son olarak Bolivya’ya götüren savaşçılığının altında da turistik olmayan o sınırsız gezi tutkusunun yattığı söylenebilir.
İlk gezisini 21 yaşında Buenos Aires’te Tıp öğrencisiyken Arjantin’in kuzeyine yapmıştı. Bisikletine monte ettiği küçük bir motorla Arjantin’in kuzeyine üç aylık bir geziydi bu. Daha sonra motorun çok iyi randıman verdiğini yazdığı mektupla beraber bir fotoğrafı dönemin gazetelerinde uzun dönem reklam olarak yayınlandı.
İkinci büyük gezisi 1952 yılında Latin Amerika’nın içlerine oldu. Arkadaşı Alberto Granado’yla kıtanın içlerine (Şili-Peru-Kolombiya-Venezüella ve hatta birkaç gün Miami) yaptığı bu yolculuk sekiz ay sürdü. Ernesto Guevara And Dağları’nı, Machu Picchu’yu, Titiaca Gölü’nü ve Latin Amerika’nın pek çok doğal güzelliğini gördü ama yerlilerin, işçilerin, madencilerin sefil yaşamlarına da tanık oldu.
O sekiz aylık gezi günlüğünün son sayfalarında şu satırlar okunur: “Bu satırların yazarı Arjantin topraklarına yeniden ayak basarken artık ölmüştür... Büyük Amerikamızı gezip dolaşmak beni düşündüğümden de çok değiştirdi.”
Son gezisi “kaderi” oldu. Temmuz 1953’te Venezüella’ya arkadaşı Alberto Granado’nun yanına diye çıktığı yolculuk altı yıl sürdü. Önce Bolivya, ardından Guatemala, Meksika ve sonra Küba’ya uzanan yol, oradaki iki yıllık mücadelenin ardından 1 Ocak 1959’da Havana’da sona erer. Bolivya’da sefaleti, Guatemala’da Latin Amerika’nın son demokrat hükümeti olan Arbenz yönetiminin CIA destekli saldırılarla yıkılışına tanık olan Che Guevara, tam bir şeyler yapmak gerektiğini düşünürken Meksika’da Fidel Castro’yla tanışır.
Temmuz 1955’te ilk tanıştıkları gecenin sabahında, Che Guevara artık gerilla birliğinin sıhhiyecisiydi. 26 Kasım 1956’da Meksika’da hazırlanan 82 kişilik çekirdek kadro Granma adlı yatla yedi gün süren zorlu bir yolculuğun ardından Küba’ya çıkar.
Bu ilk gerilla birliği karaya çıkar çıkmaz büyük bir saldırıya uğrar, gafil avlanır. O dağınıklıkta Che Guevara hayatının en belirleyici anlarından birini yaşar. Seçimini yapar: “Önümde ilaç dolu bir çanta ve bir mühimmat sandığı vardı, ikisi birlikte taşımak için çok ağırdı, beni sazlıklardan ayıran düzlüğü geçmek için yola çıkarken ilaç çantasını bırakıp mühimmat sandığını aldım.” Granma’yla Küba’ya çıkan 82 kişilik gerilla birliğinden yalnızca 12 kişi kalmıştı. “Ne kadar tüfek var?” diye sorar Fidel Castro kardeşi Raúl’a. “Beş” der Raúl. “Bende de iki tane var, hepsi yedi eder. Artık bu savaşı kazanabiliriz.”
“İyimserliği bulaşıcıydı”, diyor Fidel Castro için diyalogu aktaran yazar Paco Ignacio Taibo II. Ve gerçekten de o bulaşıcı iyimserlikleri, cesaretleri ve inançlarıyla giderek büyürler. Halk ‘barbudos’lar (sakallılar) olarak adlandırdığı gerillalara büyük destek verir.
Çıkarmadan 25 ay sonra 1 Ocak 1959’da devrimi zafere ulaştırırlar...
26 Kasım 1959’da Küba vatandaşlığı verilen Che Guevara, aynı gün Küba Merkez Bankası başkanlığına da getirildi.
Küba banknotlarını Kübalılara bir jest olarak ya da bürokrasiyle alay olsun diye ‘Che’ ismiyle imzaladı.
Río de la Plata’lılara özgü ‘Hey’ ‘Ahbap’ ‘Birader’ anlamına gelir ‘Che’ ünlemi…
Tek başına Arjantinli ya da Kübalı olmak onu çok az ilgilendiriyordu. Pek çok kere gazetecilerin “vatanınızdan uzakta” ya da “anavatanınızdan” diye başlayan sorularına “Ahbap, benim sizin tahayyül edebileceğinizden çok daha büyük bir vatanım var: Bütün Latin Amerika.” diye cevap vermişti. Ama “bütün dünya” deseydi de yanlış olmazdı.
Ataları İspanya’nın Bask bölgesinden ve İrlanda’dan geliyordu. 1964 yılında kendisinden atalarıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi isteyen İspanyol bir hayranına şöyle yazmıştı: “Akraba olduğumuzu sanmıyorum ama dünyadaki herhangi bir haksızlık karşısında siz de öfkeden titriyorsanız, o zaman yoldaşız ve bu, akrabalıktan çok daha önemlidir.”
Devrimin zaferiyle Che, önce Merkez Bankası Başkanı, daha sonra Sanayi Bakanı olur. Ama devrimde bürokrat değil, başka devrimci savaşlarda gerilla olmakta ısrarlıydı…
O dönemki çalışma arkadaşlarından José Manuel Manresa, bir yıl sonra 1961’de Che’nin odasındaki dolaba yaslanıp kendisine “Burada beş yıl daha kalırız ve sonra çekip gideriz. Beş yıl sonra da gerilla savaşı yapabiliriz,” dediğini aktarır.
Beş yıl bekleyemedi. Dört yıl sonra, Nisan 1965’te üç arkadaşıyla birlikte gizlice Kongo’ya gitti. Kasım 1965’te Kongo’yu terk ettiler.
Sonrası büyük bir gizlilik içinde uzun bir yolculuk yaptı. Üç ay kadar Tanzanya’da Darüs-Selam’da kaldı.
Daha sonra Afrika’dan Avrupa’ya geçti. 1966 yılında Mart’tan Temmuz’a kadar Prag’da kaldı. Temmuz 1966’da Uruguay pasaportu ve Ramón Benítez adıyla önce Viyana’ya, oradan Cenevre, ardından Zürih, Zürih’ten Moskova’ya ve oradan uçakla Havana’ya uçtu. Üç ay Küba’da kaldı, bu üç ayı Küba’nın neresinde geçirdiği hiçbir zaman tam olarak açıklanmadı. Yalnızca rivayetler var.
23 Ekim 1966’da Che Uruguaylı tarımsal araştırmalar uzmanı Ramón Benítez olarak Küba’dan ayrıldı. 3 Kasım 1966’da, 13 yıl sonra yeniden Bolivya’daydı.
Bolivya’daki yaklaşık 11 aylık gerilla savaşının ardından 9 Ekim 1967’de, saat 16’da Bolivya’nın güneyindeki La Higuera kasabasından havalanan helikopterin iniş takımlarında Ernesto ‘Che’ Guevara’nın cansız bedeni sallanıyordu.
Teni hâlâ sıcaktı. Yakınlarda Yuro Koyağı’nda yaralı olarak ele geçirilen Che, kasabanın okul binasında infaz edilmişti. Bolivya diktatörü Barrientos infazı gizlemek ve Che’nin çatışmada öldüğünü iddia edebilmek için, ölüm tarihin 8 Ekim olarak açıkladıysa da, gerçekte 9 Ekim’de canice katledilmişti.
“Söylemenin en iyi yolu yapmaktır.” der Küba Devrimi’nden yaklaşık yüz yıl önce yaşayan Kübalı devrimci ozan José Martí. Che Guevara’nın büyüsü de buradan geliyor gibi görünüyor. O hep yaparak söyledi.[3]
Che, her şeyden önce bir eylem adamıydı. Ondan da öte; örnek bir insandı.
Che, komünizmin kurulması mücadelesini, sadece tüm ihtiyaçlar temelinde tüketim kalıplarının planlanarak üretilmesi, üretilen tüm zenginliklerin adaletli bir şekilde dağıtılması vb olarak anlamıyordu. Bütün bunların yapılmasının zorunluluğunun ötesinde, tüm bunları gerçekleştirecek yüksek düzeyde eğitim ve bilinç sorununun en başta çözülmesinin yaşamsal öneme sahip olduğuna parmak basıyordu. “Komünizmi, belli bir toplumda, tüketim maddelerinin mekanik toplamı olarak düşünemeyiz. Komünizm, eğitimin çok önemli rol oynadığı bilinçli bir eylemin sonucu ve son analizde, tam anlamıyla maddi gelişme içindeki toplum çerçevesinde, bireylerin bilinci üzerinde yapılan çalışmanın ürünüdür,”[4] derken de, devrimi komünizme taşıyacak olan yegâne gücün, o güne kadar dillendirilmemiş olan, ya da ikinci plana itilen, “yeni sosyalist insan”ı işaret ederek şunların altını çiziyordu:
“Samimiyetle söylemeliyim ki, insanın kendisini bütünüyle verdiği, hiç bir maddi karşılık beklemediği gerçek bir devrimde öncü devrimcinin görevi hem görkemli ve hem de acı vericidir. Gülünç olma riskini göze alarak gerçek devrime güçlü aşk duygularının yol gösterdiğini belirteceğim. Gerçek bir devrimciyi bu nitelik olmaksızın düşünmek imkânsızdır. Bu bir devrimcinin belki de en büyük dramlarından biridir; o, coşku dolu bir ruhu soğukkanlı bir mantıkla birleştirmeli ve kılını kıpırdatmadan acı verici kararlar almalıdır. Öncü devrimcilerimiz en kutsal davalar için halk sevgisini idealleştirmeli, onu tek ve bölünmez hâle getirmelidirler. Onlar, sıradan insanların kendi aşklarını hayata aktardıkları yerlere, küçük günlük duygularla gelemezler.”[5]
Bu özellikleriyle O; hep savaşan devrimcilerin, savaşçıların rehberi olmuştur.
Che’ye göre, şiddeti dayatan burjuvazidir. Devrimci şiddet ise, işçi sınıfı ve yoksul halkın öncüsünün, sınıfların ve uzlaşmaz çelişkilerinin koşullarında ortaya çıkan devletin uyguladığı sistemli zorun, bazı tarihsel varyantlarda ucunu sivrilterek zulme dönüşmesine verdiği yanıttır. O, burjuvazi tarafından dayatılan şiddetin bir imtiyaz olamayacağı noktasında itirazını haykırır ve gerici şiddetin karşısına devrimci şiddeti koyar. José Martí’den pek sevdiği şu cümle onun konuya bakışının özetler: “Suçlu olan, bir ülkede kaçınılabilir bir savaşı hazırlayandır ve kaçınılmaz bir savaşı ihmal edendir.”
Onun ülküleri Sierra-Maestra’dan And Dağlarına uzanan coğrafyada takip edilmiştir…
İş bu nedenle de sadece, tarihin geçmişinde kalan büyük bir isyancı değil; günümüz çorak toplumunun, her anlamda kuşatılmış insan(lık)ın yolunu aydınlatan başkaldırının; haklı ve cüretkâr; katışıksız, sınırsız bir cesaret örneğidir O…
Katilleri, 9 Ekim 1967 de, La Higuera’da, bir okul odasında, yaralı olduğu hâlde, Che’nin; “Ateş edin korkaklar, siz sadece bir insan öldürüyorsunuz!” haykırışları arasında silahlarını üzerine boşaltırken; ölüme meydan okuduğu o meşhur söyleminin kof bir ajitasyon olmadığını zaman kanıtladı…
Yedi iklim, dört cihanda Che’nin ahlâkı her yerde başkaldıranlarla oldu.
Baba Guevara; “yeterli derecede sağlıklı olabilseydim oğlumun silahını alarak dağa çıkardım,” derken; Cochabamba köylüleri de, “Che’nin naçizane ruhu, benim ineğimin yine iyi olmasını sağlayacak mucizeye izin ver. Che’nin naçiz ruhu, dileğimi kabul et,” türünden duayı geliştirdiler.
YAŞAMSAL ÖNEMİ
Sunay Akın’ın, “Dünya böylesine güzel/ olur muydu yine/ diplomasını çerçeveleyip/ para kazanma derdine/ düşseydi Dr.Che/ yüreğini dağlara asmak yerine,” dizelerinde anlattığıyla da tarif edilmesi mümkün olan Onun önemi; bir döneğe, Ertuğrul Özkök dahi hâlâ, “Ben hâlâ Che Guevara tişörtü giyiyorum,” dedirtebilmektedir!
Onu bu denli önemli kılan; Konfüçyüs’ün, “Elde edilecek bir çıkarı olduğu hâlde adaleti düşünen, tehlike karşısında hayatını hiçe sayan, verdiği sözü unutmayan, tam insandır,” tarifindeki üzere gerçek ve sahici olmasıydı…
Çünkü “Devrimciyi yöneten aşk duygularıdır, devrime olan aşkının duyguları,” diyen O; devrimci romantik bir komünistti…
Komünistler, aynı zamanda -ve zorunlu olarak!- devrimci romantik olmalıdır. Bağrında romantizm barındırmayan devrimcilik olmaz; olsa da bir şeye yaramaz!
Devrimci romantizm, aklımıza ve bilincimize duygu, coşku ve düş gücü katma yetisidir; devrimci cüret için de “olmazsa olmaz”dır.
J. J. Rousseau’nun, “Köleler, zincir altında, zincirlerinden kurtulma isteklerine varıncaya değin her şeylerini yitirirler... İlk köleler zorla köle oldular; köle olarak kalmalarına ise yüreksizlikleri neden oldu,”[6]saptamasındaki insan(lık), “modern zamanın modern köleleri”[7] kılınmışken; Che’nin düş gücü, cüreti ve ütopyalarına yeniden ve bir kez daha muhtacız.
“Ütopya” deyip geçmeyin!
“Geçmişin küllerinden doğan gelecek tasarımıyla doğrudan ilintili olarak, geleceği geçmişle ya da yaşanan anla ilişkilendirmelerinden daha doğal ne olabilir? Ütopyanın kökleri muhayyel gelecekte, ‘sonra’da, ‘ileri’de olduğu kadar geçmiştedir. Ütopyanın gelecek kadar geçmişe ait oluşunu ütopya adaları da kanıtlar. Atlantis ‘batık’tır, üzerindeki benzersiz uygarlıkla birlikte yok olmuştur. Belki var olan bir adaydı Atlantis, bir depremle sulara gömülmüş olması da mümkündür, ancak üzerindeki uygarlığa dair söylenenler, tevatürün ötesinde buram buram ütopya kokar. Nitekim Bacon ‘Yeni Atlantis’i bir ütopya adası olarak yeniden kuracaktır. Thomas More’un zaten olguya adını vermiş adası ‘Utopia’ ise bütünüyle ‘gelecek’e aittir, varlığıyla da düşseldir. Oysa ‘İdeal’ çerçevesinde ütopya ile ortak paydada buluşan kimi hâller, eylemli olarak da hayata geçirilebilen bir ‘etik’ten ibarettir…
‘İdeal olan’ın, geçmiş öncesinde, tarih dışında arandığı da olmuştur. Platon’un ‘idea’sı geçmişin, yaşanan anın ve geleceğin dışında bir yerdedir; her nesnenin ‘ideal’i, gündelik hayatta yaklaşılabilir ama erişilemez bir mükemmellik ve benzersizlik içinde orada kayıtlı durmaktadır. Platon, elbette çağının ve döneminin bilgisinden hareket etmektedir...
‘Ütopik sosyalizm’in düşsel cennetleri ise o tarz ‘ilk’lerden, ‘ideal’lerden fışkırmaz ama ‘yaşantı’nın sunduğu çözümsüzlüklere bir tepki olarak düşte kurulur. Ütopya, namı diğer ‘ideal toplum’, namı diğer ‘yeryüzü cenneti’ salt nesneler dünyasından oluşmamakta, dahası salt güdülerin özgürce doyurulabildiği bir ülke olmaktan ötede, belli bir ‘etik’i de içermektedir ama ‘idea’ dünyası gibi kesin biçimde ‘orada’da değildir. Ortak paydaları ‘havsala’ olsa da, birindeki sınırlar ötekinde yoktur. Başka deyişle sonraki ütopyalar ‘açık uçlu’dur.”[8]
NİHAYET
‘Savaş ve Barış Üstüne Notlar’ın da Hermann Hesse’nin, “Hastalıklardan hasta düşmüş bir dünyada yaşıyoruz”; Aldous Huxley’in, “Cehennem boş, çünkü tüm şeytanlar burada,” diye betimledikleri sürdürülemez kapitalist vahşetin ortasında - Nicanor Para’nın ifadesiyle “Düşünce ağızda ölür”ken;- Che hepimize, başka bir dünyanın, yaşamın, ahlâkın başkaldırıyla mümkün olduğunu öğretir…
Hem de; “Odun ateşi gibi için için yanarak iktidarın kalıplarına kendimizi uydurmamızı istiyor bizden, oysa yıldız gibi yanarak, bağlantılar kurarak kudretimizin gittiği yere kadar örgütleyebiliriz kendi yaşam alanlarımızı,”[9] saptamasının altını çizerek…
Nâzım Hikmet’in, “Sen yanmasan/ Biz yanmasak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…”
“Yaşamak şakaya gelmez,/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ bir sincap gibi meselâ,/ yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/ /insanlar için ölebileceksin,/ hem de yüzünü görmediğin insanlar için,/ hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,/ hem de en güzel, en gerçek şeyin/ yaşamak olduğunu bildiğin hâlde,” dizelerini anımsayıp
Kazım Koyuncu şarkısını Lazca terennüm ederek:
“Komişkun,/ Muruntskhi çima vikaçare/ Leta sordasen/ Ti goyomaktasen/ Kapula kale si bzirare/ ‘Hayde’ mitsvare/ Ernesto steri/ Vidat Muruntskhepeşi opşa na on a/ ntsa tudeşa”
Türkçesi de şöyle Kazım haykırdığı türkünün:
“Biliyorum/ Bir yıldız yağmuruna tutulacağım/ Toprak çökecek/ Başım dönecek/ Arkamda seni bulacağım/ Bana ‘haydi’ diyeceksin/ Ernesto gibi/ Gidelim yıldızların bol olduğu bir/ gökyüzünün altına…”
Kolay mı?
Roald Dahl’ın, “Ardında bıraktığın, taş anıtlara kazınmış olanlar değildir, başkalarının yaşamlarına işlenmiş olanlardır,” sözüne layık olan Che, “Bizi yaşatacak olan, ölüm mü olacaktır?” sorusuna; “Ölmek, var oluşun koşulunun ta kendisidir,” yanıtını verenlerdendi;[10] her yerde; bizimle olanlar gibi…
1 Ekim 2012 18:59:29, Ankara.
N O T L A R
[1] 13 Ekim 2012 tarihinde Ankara’da ‘Özgür Lise’lilerin düzenlediği “Che Anması”nda yapılan konuşma… Newroz, Yıl:6, No:224, 17 Kasım 2012...
[2] F. Nietzsche.
[3] Bülent Kale, “Cinayetin 44. Yıldönümünde: Che Guevara”, Kaypakkaya-Partizan Haber Sitesi, 11 Ekim 2011.
[4] Che Guevara, Ekonomik Yazılar, çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 1991, s.177
[5] J. L. Anderson, Che Guevara-Devrimci Bir Hayat, çev: Yavuz Alogan, İthaki Yay., 2005, s.624.
[6] J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, Adam Yay., 1994, s.38.
[7] Erkan Aydoğanoğlu, “Modern Zamanın Modern Köleleri”, Evrensel Kültür, No:248, Ağustos 2012, s.56-57.
[8] Tahir Abacı, “Gelecek Düşü, Ütopya ve Edebiyat”, Varlık, No:2011/11-1250, Kasım 2011, s.4-5.
[1] Rahmi Öğnül, “Yanmalı Ama Nasıl?”, Birgün, 20 Eylül 2012, s.13.
[10] Ömer Erdem, “Keskin Sorular”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:596, 17 Ağustos 2012, s.7..
Yorumlar