I. AYRIM: “ORTADOĞU”: NERESİDİR, NİÇİN? I.1) “BÜSBÜYÜK AMERİKA PROJESİ”: “BOP” II. AYRIM: “BAHAR”DAN “HAZAN”A ...
I. AYRIM: “ORTADOĞU”: NERESİDİR, NİÇİN?
I.1) “BÜSBÜYÜK AMERİKA PROJESİ”: “BOP”
II. AYRIM: “BAHAR”DAN “HAZAN”A
II.1) ABD(‘NİN GÜNCEL) POLİTİKALARI
III. AYRIM: “GÖRÜNEN KÖY”
III.1) “DEMOKRATİKLEŞTİRİLEN”(?) IRAK(!)
III.1.1) PETROL MESELESİ
III.1.2) “KUZEY IRAK” DENİLEN GÜNEY KÜRDİSTAN
III.1.3) SİLAHLANAN IRAK’IN T.“C” İLE SORU(N)LARI
III.2) HEDEFTEKİ İRAN
III.3) ORTADOĞU’DA “KÜRTLERİN YÜZYILI” MI?
III.4) SORU(N)LARIN ODAĞI SURİYE
III.4.1) “TÜRK(İYE) MÜDAHALESİ” VE…
III.4.2) SORU(N)LAR: “KÜRTLER”, DİĞERLERİ
III.4.3) OLANAKLAR, OLASILIKLAR
IV. AYRIM: T.“C”NİN KONUMU/ İŞLEVİ
IV.1) “NEO-OSMANLI”CI ALT EMPERYALİZM
V. AYRIM: “SONUÇ YERİNE”: TUTUM(UMUZ)
ÖTESİ, BERİSİYLE ORTADOĞU[1]
“Hakikât uçurumun dibindedir.”[2]
“Kadim”in de kadimi bir coğrafyadan; coğrafyanın “kader”e dönüştürüldüğü topraklardan; “Beş Deniz Bölgesi”nin ekonomi-politikasından, bugününden söz etmenin ilk zorunluluğu tarihi resmî yalanlardan ayıklamaktır.
Örneğin, “Batı’nın aktif, girişimci, Doğu’nunsa pasif ve durağan olduğu tezi modernitenin, tıpkı Batlamyus’un durağan evren tasarımı gibi, Doğu’yu gerçeğiyle görmenin önüne set çeker. Bu İslâmın kendinden öncesini ‘zail olmuş batıl’ ve cahiliye addetmesine benzer. Yok saymakla kalmaz, onu değersizleştirmek için her türlü haklı çıkma yöntemini uygular. Bağlamını kurgulama, köken ve bellek bulma ihtiyacı, bir başka deyişle kendini temellendirme zorunluluğu için de İon uygarlığının biricik mirasını seçince Doğu’nun aktarıp büyük ölçüde beslendiği Aristo ve Platon’un mirasının dönüştürümüne dayanan birikimi de unutulmaya bırakılır.”[3]
Ortadoğu bir zenginliktir; Sümerlerden antik Mısır’a; Asur ve Babil mirasından V. ila VI. yüzyıllardaki Süryani katkısına; Yahudi, bir başka deyişle İbrahimî bellekten Hıristiyanlık ile İslâm’a veya daha nicelerine…
Tabir-i caiz ise hakikâtin uçurumun dibinde olduğu bir coğrafyadır daima “neresi” olduğunun, “niçin”iyle birlikte yanıtlanması gereken “Ortadoğu”!
I. AYRIM: “ORTADOĞU”: NERESİDİR, NİÇİN?
Gerçekten! “Ortadoğu” neresidir, niçin böyle adlandırılmıştır?
“Neden” Ortadoğu (“eş-şarku’l-evsat”, “le moyen orient”, “middle east”), “Neye göre”? “Neyin ortası”? “Kimin doğusu”? “Madem öyle merkezi nere”?
Bunları yanıtlamak gerek öncelikle…
Londra’dan bakarsanız; “Biz” Ortadoğu’yuz; ancak “Onlar”a göre…
“Onlar” da kim mi? Sömürgeciler, emperyalistler!
“Ortadoğu” nitelemesi batısı olan coğrafik bölgeyi, onun üzerinden tanımlanmayı betimler.
Söz konusu niteleme “Avrupamerkezci”dir.
İngilizler Arap Yarımadası ile çevresini, Ortadoğu olarak adlandırmışlar ve ardın da bu ad yaygın olarak kullanılmıştır.
İlk olarak 1902 yılında rastlanır bu terime. Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, National Review’de yayınlanan ve Basra Körfezi’nin önemini ele aldığı ‘The Persian Gulf and International Relations’ başlıklı yazısında Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır.
Yine XX. yüzyılın başlarında Basra Körfezi’nin stratejik önemi ve bu bölgede Alman İmparatorluğu, İngiltere ve Rusya’nın nüfuz mücadelelerini anlatmaya çalışan A. T. Mahan, jeostratejik bir konsept dahilinde kullandığı “Ortadoğu” kavramı ile, Süveyş’ten Singapur’a kadar uzanan deniz yolunun bir bölümünü koruyan ve kesin şekilde sınırlarını belirtmediği bir bölgeyi anlatmaktaydı.
Mahan’dan sonra ‘The Times’ın dış politika editörü Valentine Chirol, “Tahran Muhabiri” imzasıyla Basra Körfezi’nin stratejik önemini, Almanya’nın inşa etmeye çalıştığı Bağdat Demiryolu’nun Basra’ya kadar uzatılmasının İngiltere’nin bölgede ve Asya’daki çıkarlarına vereceği zararları anlattığı yazılarına “Ortadoğu’nun Problemleri” başlığını koyarak kavramı Basra Körfezi bölgesini anlatmak için kullanıp, benimsenmesine katkıda bulunmuştur.
Mahan ve Chirol’un İngiliz diline kazandırdıkları “Ortadoğu” kavramı asrın başlarında sözlüklere girerken kitap adlarında da görülmeye başlanmıştır. Angus Hamilton 1909 yılında Londra’da yayınladığı ‘Problems of The Middle East’ başlıklı kitabı ile kavramı “bilim dünyası”na taşıyarak Basra Körfezi Bölgesi’nin İngiltere’nin uluslararası menfaatleri ve sömürgeci devletler arasındaki rekabet çerçevesindeki önemini anlatmaktaydı.
Aynı yıllarda Hindistan’da kral naibi olan Lord Curzon, ilk defa 1911’de Hindistan’a yakın yerleri ifade etmek için resmi konuşma ve belgelerde “Ortadoğu” kavramını kullanarak ona yarı resmi bir nitelik kazandırmıştır.
Oysa kadim adı “Beş Deniz Bölgesi”dir bugünlerde “Ortadoğu” diye anılan coğrafyanın…
Ancak, Kuzeyli (Batılı) sömürgeci için yol açıcı bir rol üstlenen “Avrupa Merkezcilik” ile, “Oryantalizm” fetihçi bir keşif kolu olarak “Beş Deniz Bölgesi”ni de “Ortadoğu”laştırıvermiştir.
XVIII. yüzyıla gelindiğinde “Doğubilimi” ya da Batı dillerindeki adıyla “Oryantalizm”, “Şark”ı, ekonomik, siyasal, sosyolojik, kültürel, dinsel ve askeri açıdan alt üst ederek, Batılı egemenlerin sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir imaj yarattı. “Şark”ı düşman olarak gösterip, Doğu uygarlıklarının birikimini yok saydı. Her şeyi “Avrupa Merkezcilik”e endeksledi!
“Nasıl” mı?
1910’da Avam Kamarasında, İngiliz dışişleri bakanı Arthur J. Balfour’un, “Her şeyden önce olgulara bakın. Batılı uluslar, tarihte ortaya çıkar çıkmaz, kendilerine özgü erdemler edinip… kendi kendini yönetme yetilerinin ilk ilkelerini… sergilediler… Genel deyişle ‘Doğu’daki Şarklıların tüm tarihine bir göz atın, kendi kendini yönetmenin izine rastlayamazsınız,”[4] haykırışındaki üzere…
Bunlara hızla birkaç şey daha ekleyelim:
İslâma göre burası, ilk kanın aktığı, Kabil’in Habil’i öldürdüğü yerdir. Bu yüzden de, orada akan kanın durmayacağı, “iddia” edilir!
Yüzyıllardır mütecavizlerin altın yumurtlayan tavuğudur Ortadoğu; kaosun hâkim olduğu bölgedir.
Ağaçlara bakarken ormanın görülmediği bölge olarak da anılması mümkün olan Ortadoğu; kan, zulüm, ölüm ve vahşetin fışkırdığı kadim topraklardır…
Önce İngiltere’nin, sonra da ABD’nin (emperyalist devletlerin) kendi menfaatleri doğrultusunda şekillendirdiği suni coğrafyadaki devletlerin, yönetimlerin çoğu yapaydır.
ABD’nin bunalım pompaladığı, bundan da ziyadesiyle nemalandığı, dünyanın en büyük silah deposudur.
Cemal Süreya’nın olağanüstü şiirindeki, “buradan göz alabildiğine/ tek ve seyrek göreceksin yağmuru/ ama her damla dopdoludur/ ve her damlada/ taşıran - damla onuru vardır/ bunun için kördür şerbet/ bunun için etoburdur petrol/ bunun için öfkelidir özsu,” dizeleriyle betimlenen coğrafyadır.
Ortadoğu, Kuzey (Batı) için petrolüyle değerini koruyan, ancak gelecekte, petrolün yanı sıra, suyunun da değer kazanacağı bölgedir.
Zenginliği, “bahtsızlığı” da olan bölgenin sınırları, yine sömürgeciler tarafından cetvelle çizilmiştir ve acının öz yurdudur; Filistin’le, her yeriyle…
“Dünyanın fokurdayan kazanı” olarak da nitelenen bu coğrafyada bir “Ortadoğu ülkesi olarak ABD”den söz etmek abartı değildir.
Bölgede bir meşruiyet erozyonu söz konusuyken; ayrımcılık, ekonomik dengesizlikler had safhadadır.
Nihayet en nefret edilenin de, en çok işbirliği yapılanın da ABD olduğu bereketli, kanlı topraklardır.
Özetle enerji kaynaklarının kilit önem kazandırdığı ve İngiliz emperyalizminin dünya egemenliği stratejisini çizerken geliştirdiği bir kavram olarak Ortadoğu; Irak, İran, Suriye, Türkiye, İsrail, Filistin, Lübnan, Kuveyt, Ürdün, Katar, Bahreyn, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Yemen, Suudi Arabistan ve Mısır’dan oluşur.
Ortadoğu’nun yüzölçümü 6 milyon 848 bin km2’dir. Nüfusu, dünya nüfusunun 6 milyarı aştığı bu dönemde 300 milyon gibi bir azınlığı oluşturmaktadır. Büyük çoğunluğu Arap’tır. Topraklar çorak, yaşam çoğunlukla bozkır eteklerinde ve vahalarda sürdürülmektedir.
Peki, Osmanlı, İngiliz ve Fransız işgalleri başta gelmek üzere II. Dünya Savaşı’na kadar hep işgal yaşamış ve çoğunluğu ancak savaş sonrasında bağımsızlaşmış Ortadoğu ülkelerini ve bu toprakları emperyalistlerin ilgi merkezi hâline getiren nedir?
Ortadoğu, Batı ile Çin-Japonya’ya uzanan Uzakdoğu arasında köprü durumundadır. Aynı zamanda Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının buluşma noktasıdır. Bir taraftan büyük kara kütleleri, diğer taraftan Akdeniz ve Hint Okyanusları ile çevrilmiştir. Ortadoğu’yu önemli kılan temel faktörlerden biri de birçok noktaya bağlantıyı oluşturan bu coğrafyasıdır.
İkincisi ise sanayileşmenin vazgeçilmez gıdası, enerji kaynağı olan petroldür. Dünyada enerji tüketiminin yarısı petrolden karşılanmaktadır. Ortadoğu dünyada bilinen petrol rezervlerinin yüzde 68’ine sahiptir. Belli başlı ülkeler ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü Körfez’den almaktadır. Yeni petrol alanlarına ulaşamazsa ABD’nin petrol rezervlerinin 10 yılda tükeneceği belirtilmektedir. Çin, Hindistan gibi hızla sanayileşmekte olan ülkelerin petrole ihtiyacı sürekli artmaktadır. Bu iki gerçekten yola çıkarsak petrol ve enerji kaynaklarına hâkimiyet emperyalist sistemin geleceği üzerinde söz sahibi olmak, otorite kurmak demektir. Ayrıca, Kafkasya, Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının sevkiyat güzergâhı olması da bölgenin önemini artıran bir diğer faktör.
Demek ki bugün ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde iki temel hedef gözetilmektedir. Bunlardan biri giderek daha fazla önem kazanan petrolün üretim ve dağılımının denetlenmesi, taşıma yollarının güvenliğinin sağlanmasıdır. Diğeri, Ortadoğu’nun jeostratejik açıdan rakiplerinin önünü kesmede oynayacağı roldür.
Gerçekten de Faik Bulut’un, “Ortadoğu’daki bölgesel krizlerin… enerji politikalarının savaşlarla iç içe geçtiğini, bunun alt yansımalarının her zaman halkların birbiriyle çatıştırılması noktasına dönüştüğünü” ifade ettiği tabloda Ortadoğu geçmişte olduğu gibi bugün de emperyalist güçlerin bölgesel savaşlarını sürdürdükleri arenadır. Uluslararası petrol ve silah tekellerinin cazibe merkezi olmayı sürdüren bölge, uluslararası sermayenin iştahını kabartmasından kaynaklı olarak sürekli bir istikrarsızlık hâli ile karşı karşıyadır.
Söz konusu “istikrarsızlık hâli” için de en çok kullanılan “kültürel, etnik farklılıklar”dır.
Kolay mı? Ortadoğu, millet/ ırk/ dil/ din/ mezhep zenginliği bakımından birçok coğrafyayla, örneğin Avrupa ile yarışabilecek konumdadır.
Üç semavi dinin coğrafyasıdır. Üç dinin mukaddes saydığı Kudüs/ Jerusalem/ Yeruşalom Ortadoğu’nun merkezinden birisidir. Bölgede yaygın bir etnisite zenginliği vardır.
Özellikle İslâmî bölünmelerin had safhada olduğu Ortadoğu’da toplumların yapay, kültürel temellerde bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin farklı medeniyetlerin çatışması biçiminde örtülmesi yöntemi hiç de yeni değildir.
Kapitalizm altında gerçek çelişkilerin toplumun sınıflara bölünmüş olmasından değil de, değişik uygarlıklara bölünmüş olmasından kaynaklandığını iddia ederek, sınıflar mücadelesi unsurunu bertaraf etmeye çalışan sömürgeci/ emperyalist manipülasyonların had safhaya çıktığı Ortadoğu’da; bugünlerde ambalajlanan ılımlı İslâm modeli ile emperyalist saldırganlık doğrudan ilintilidir.
Esasında ılımlı İslâm projesi çalışmaları da ABD emperyalizminin 1990’lardan sonra dünyayı yeniden şekillendirme ve egemenliğini tesis etme planlarının yapıldığı tarihe kadar uzanıyor. SSCB’nin çökertilmesi için ‘Yeşil Kuşak Projesi’ kapsamında radikal İslâmcı hareketleri bizzat silahlandıran ve besleyen ABD, zamanla kendi denetiminden çıkan bu güçlerin, paylaşım alanlarında karşısına bir engel olarak çıkmaması için onlara karşı alternatifler geliştirmeye başladı.
Böylece ılımlı İslâm, medeniyetler çatışması safsatasının da bir parçası olarak “Büyük Ortadoğu Projesi” (“BOP”) kapsamında emperyalist savaş arabasına koşuldu.
I.1) “BÜSBÜYÜK AMERİKA PROJESİ”: “BOP”
“BOP” dedik… Siz bakmayın ‘Vikipedi’nin, onu el âleme, “… ‘Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi/ Greater Middle East Initiative’, ABD’nin 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından ‘Büyük Ortadoğu’ adıyla duyurulan, en batıda Fas’ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından Güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bölgede, Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığı açıklanan politik kuramdır,” diye ambalajlamaya kalkışmasını!
“BOP”, bölgenin emperyalistler tarafından yeniden sömürgeleştirmesi girişimi ile halkların buna karşı direniş ve isyanlarından başka bir şey değildir, olamaz da…
“Büsbüyük Amerika Projesi’nin Ortadoğu ayağı olan “BOP”u, “Büyük Ortadoğu boru hattı” olarak da tanımlayabiliriz.
“Liberalleşme ve ‘globalizmin justification’ (meşrulaştırma) teorisi olan ve temelinde yatan, ‘free market’ (serbest piyasa) + ‘economic modernization’ (ekonomik modernleşme, liberalleşme) = ‘democratisation’ (demokratikleşme) denklemi”yle sunulmaya kalkışılan “BOP”, i) Pentagonizmin işgal planıdır; ii) ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşme projesidir; iii) ABD’nin, Ortadoğu’yu parçalayıp, yöneterek kendine “kul”, “köle”, “robot”, “kukla” kılmak istediği emperyalist müdahaledir; iv) Mazlum Ortadoğu halklarının katli girişimidir.
Toparlayarak açarsak: “BOP” adıyla bilinen emperyalist stratejinin biçimlenmesinde, yakın tarihli iki belge temel dayanak noktalarını oluşturmuştur. İlki, 1998’de Paul Wolfowitz, Richard Perle, Francis Fukuyama gibi isimlerce hazırlanarak ABD yönetimine sunulan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”dir.[5] Bu belge, ABD’nin askeri gücüne ve üstünlüğüne dayanarak dünya sistemine daha etkin müdahale etmesi, ordusunu ve savaş teknolojisini aynı anda birden fazla savaşı kazanmayı olanaklı kılacak şekilde yapılandırması, Ortadoğu topraklarında askeri varlığını genişletip kalıcılaştırması anlayışını ortaya atmaktadır.
İkinci belge ise, 11 Eylül saldırısının ardından hazırlanan ve “uluslararası terör”, “kitle imha silahları tehdidi”, “haydut devletler” gibi kavramları yeniden tanımlayarak “önleyici savaş doktrini”ni geliştiren, 2002 tarihli “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesidir.
“BOP”, Irak’ın işgalinin ardından, 2003’te “Marakeş’ten Bangladeş’e” politik-coğrafik söylemi eşliğinde gündeme getirildi. Ortadoğu’nun odağında durduğu Müslüman ve Arap ağırlıklı bir bölgenin, başta politik rejimler gelmek üzere, toplumsal dokusunun değişikliğe uğratılması öngörülüyordu. Ve ABD’nin emperyalist stratejisinin başlıca yöntemleri önleyici savaş, askeri saldırı ve işgal, miadını doldurmuş olan BM gibi uluslararası kurumların sınırlayıcı normlarının bir yana atılması idi.
2004 Haziran’ında ABD’de düzenlenen G-8 toplantısına sunulan ve “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi” adını taşıyan emperyalist strateji belgesi ise, bazı değişiklikler yaparak BOP’un teorik formülasyonunu ortaya koydu ve onun ikinci aşaması ya da versiyonu oldu. Aynı ayın sonunda İstanbul’da gerçekleştirilen NATO toplantısında, ABD’nin öncelikli gündemi, teorik bir şekil almış olan BOP’un bazı askeri boyutlarının belirginleştirilmesiydi.
“BOP”la amaçlanan; küreselleşme dönemi ve uluslararası tekelci sermayenin dünyanın her yerinde serbestçe hareketi, tüm burjuva devletlerin ve ülke ekonomilerinin emperyalist sistemin değişen koşullarına yeniden entegre edilmesidir.
Söz konusu girişim, eski koşulların ürünü olan bağımlılık ilişkilerinin, siyasal ve ekonomik yapıların “değişikliğe uğratılması”nı devreye sokmaktadır. Bu da, emperyalist mali oligarşinin doğrudan ekonomik ilhak süreci ve bunun için de önünde bulunan her türlü engelin ortadan kaldırmasıdır.
Ortadoğu’daki “Soğuk Savaş” dönemine ait eski uluslararası dizginin, statükonun yerle yeksan edilmesini “olmaz olmaz” kılan bu olgunun ne olduğu tüm olgunluğuyla işgal altındaki Irak’ta somutlanmaktadır. (Örneğin dev Amerikan petrol tekelleri, Irak’ın petrol kaynaklarını ve nakliyatını doğrudan egemenlikleri altına almış durumdadırlar.)
Özetle Zbigniev Brzezinski’nin, “Amerika için ana jeopolitik ödül Avrasya’dır” ve “Şimdi Avrasyalı olmayan bir güç Avrasya’da öncüdür ve Amerika’nın küresel önceliği doğrudan doğruya Avrasya kıtasındaki hâkimiyetini ne kadar süreyle ve nasıl bir etkiyle sürdüreceğine bağlıdır,”[6] sözleriyle betimlenen “BOP”la ABD’nin amaçladığı; Ortadoğu’nun, yani Avrasya’nın yüreğinin yeniden sömürgeleştirilmesidir.
ABD’nin yayılmacı kurgularına bağlı olarak “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” olarak da anılan emperyalist saldırganlık; emperyalist paylaşımın yeni adıdır; “Genişletilmiş Emperyalist Paylaşım”dır.
“Pax-Romana”yı andıran bu çılgınlığa “Pax-Americana” da diyebiliriz…
Evet Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya uzanan sınırları içine alan “BOP” ile ABD emperyalizmi, anılan coğrafyayı çıkarları çerçevesinde yeniden yapılandırıyor. Böylelikle de söz konusu bölgeleri baştan aşağıya siyasal hegemonyasıyla yeniden biçimlendirmeyi deniyor.
ABD emperyalizmi bunu yaparken; Ortadoğu’nun yeniden “demokratikleştirilmesi”, “statükocu düzenlerin yıkılması” ve “özgürlüğün gelmesi” gibi ideolojik söylem ve temaları öne çıkarıyor.
Bu çerçevede “Büyük Ortadoğu Bataklığı” olarak da anılan “BOP”un liberal savunucularının en önemli savı, ABD’nin bölgedeki devletlerin statükocu ve totaliter düzenlerine bir son vererek modernizmi, liberalizmi ve demokrasiyi getireceğidir. Oysa tüm bu argümanlar emperyalistlerin söz konusu coğrafyaları kapitalist ekonomiye entegre etmelerinin, hegemonyalarını pekiştirmelerinin siyasal dayatmasından başka bir şey değildir. Ayrıca modernizmden kastedilen de, bölgenin tam anlamıyla kapitalizme entegre edilmesidir, pazarların tüm potansiyelinin kullanılmasıdır.
Nihayet ABD’nin Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Paul Wolfowitz, Richard Perle ve William Kristol öncülüğünde, 1997’de oluşturduğu ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) bir alt unsuru olan “BOP”; ABD Kongresi’nin 1957’de kabul ettiği “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” başlığını taşıyan ve “Eisenhower Doktrini” olarak anılan karardan da farklı değildir.
Bir kere daha hatırlatalım: “BOP” alanı bir kaos alanıdır; emperyalistler arası ve yerel güçler arası çıkar çelişkilerinin ve çatışma alandır.
ABD emperyalizminin on binlerce askerini geride bırakarak Irak’tan çekilmesi, Irak sorununun sonlandığı anlamına asla gelmez.
Afganistan’dan yine on binlerce askeri geride bırakarak çekilmek -şayet bu mümkün olursa- Afganistan sorununun sonlandığı anlamına gelmez.
Suriye’de olası rejim değişikliği Suriye sorununun çözüldüğü anlamına gelmez.
Kürt ulusunun, ulusal kurtuluşunu elde etmediği bir “barış” sürecine sürüklenmesi bu sorunun sonlandığı anlamına asla gelmez.
Ortadoğu’da rekabet sadece siyasi nedenlerle veya petrol ve doğal gaz üretimiyle sınırlı değildir. Bir de üretilen petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına taşınma sorunu vardır. Bu alanda da emperyalist güçler ve yerli aktörler kendi aralarında kıyasıya rekabet etmekteler.
Nihayet emekli Büyükelçi Murat Bilhan’ın, “ABD’nin kendi çıkarları bakımından Ortadoğu’da kendisine bir alan çizmek istemesidir. Bu önce neo-con’lar tarafından ‘BOP’ olarak başlatıldı. ABD’nin kafasındaki Ortadoğu haritasında ABD güvenliğinin ana unsurlarını görüyoruz. Bunlardan birisi enerji kaynakları ve yollarının Batı için güvenlik altına alınması, ikincisi de İsrail’in güvenliğinin sağlanması…
ABD bunun için taşeron arıyor… ABD’nin şu andaki politikası çok açık: Elini taşın altına koymadan, kendi ordusu ve ekonomisini zora sokmadan bu işin içinden nasıl çıkacağına bakıyor. Kimin taşeron olmaya gönüllü olup olmadığı soruları da ortada,” diye tanımladığı projede Haluk Gerger’in deyişiyle, “Türkiye, ABD’nin başgözdesi olmak istiyor”ken; T.“C” “BOP”da ileri karakol konumuna talip ve taraftır.
Belirtmeden geçmeyelim: ABD emperyalizminin dünya hegemonyası politikasında, Avrasya jeopolitikasında T.“C”, bir “kilit ülke”dir. Bunun tek belirleyici nedeni, ABD emperyalizminin T.“C” ile ilişkilerinin merkezinde jeopolitik çıkarlarının durmasıdır. Bu anlayış değişmediği ve koşullar aynı kaldığı müddetçe ABD- T.“C” ilişkileri de böyle kalacaktır.
Hatırlayın; söz konusu proje için, “BOP’un amacı bellidir. O amaçlar içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir. BOP, barış, huzur, insan hakları, hukukun üstünlüğü, ileri demokrasi ve ekonomik kalkınma, kadın hakları ve eğitim özgürlüğünü daha yukarılara taşımak amacıyla atılmış bir adımdır. Burada Türkiye’ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik,” demişti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan!
Özetle: i) “BOP”, AKP’nin “bir şekilde”, yüzde 50 oy almasının da sebebidir; ii) ABD, “BOP”u yaşama geçirmede son derece kararlı gözükmektedir; iii) T.“C”nin “BOP”daki ileri karakol konumu Suriye, Irak, İran’la ilişkilerini derinden ve sarsıcı biçimde etkileyecektir.
Tıpkı Rick Rozoff’un, “İran, Irak ve Suriye’nin sınır komşusu Türkiye NATO’ya ve NATO üzerinden Pentagon’a bu üç ülkeye doğrudan erişim sağlıyor. Batı’nın Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi’ndeki son aşama şu anda uygulamada. Ve bu da, 1916 tarihli Anglo-Fransız Sykes-Picot Anlaşması’nın ardından bölgenin yeniden paylaşımına dönük bir tasarım,” saptamasında altını çizdiği üzere…
II. AYRIM: “BAHAR”DAN “HAZAN”A
“BOP”un devreye sokulduğu evreyle eşzamanlı olarak “Arap Baharı” da boyverdi.
Büyük Ortadoğu panoramasından farklı olmayan, çelişkilerle, çatışmalarla dolu bir kargaşa, dağılma, isyan güzergâhında boyveren “Arap Baharı”, ayar çekilerek “hazan”a dönüş(türül)meden önce yoksulların, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin intifadası idi.
Bu süreci, evvelinden ahırına Hakan Alp’in, “Ortadoğu coğrafyası, ABD’nin bir zamanlar işbirliği içinde olduğu yönetimleri, suni mevsimsel değişiklikler aracılığı ile tasfiye ettiği, yerlerine getirttiği muhalefetlerin ise sanılanın aksine, kendilerini etnik ve dinsel kimlikler üzerinden tanımlayarak teokrasi rejimini ilan ettikleri, çatışmalı bir tarihi süreç yaşamaktadır. Gün geçtikçe ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan sürecin, halkların özgürlük taleplerinin karşılandığı bir ilerlemeye değil, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme projesine dönüştüğü daha net ortaya çıkmaktadır,” mekanik formülasyonu ile algılamak da, sunmak da mümkün değildir!
Tıpkı Nuray Mert’in, “Devrim parodileri çağı… bir ‘devrim’, ‘isyan’, ‘başkaldırı’ parodisi…” diye betimlediği yaşananlar gibi…
“Arap Baharı”, önemli bir başkaldırı deneyi ve isyan gerçeğidir. Kimsenin bu gerçeği karalamaya hakkı yoktur.
Tunus’tan Yemen’e, Mısır’dan Bahreyn’e, Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada yaşananlar, sorgulanamaz ve hesap sorulamaz otoriter tek parti rejimlerine dayanarak türlü ayrıcalıklarla ve her türlü yolsuzlukla muazzam servetler edinen burjuva egemenlerin ve bu sınıfın bir parçasını oluşturan asker-sivil bürokrasinin vukuatı hemen herkesin malumudur.
Örneğin Kanada’da, Libya, Tunus ve Mısır’ın devrik liderleri ya da yakınlarına ait 4.3 milyar dolar değerinde para ve taşınmaz bulunduğunun açıklandığı bürokratik diktaların yağmasına, yolsuzluğuna karşı “ekmek ve özgürlük” talebiyle sokaklara çıkan başkaldırı hareketi; Vijay Prashad’ın ifadesiyle, “İçinde devrimci eğilimler barındırmasına karşın, Arap Baharı’nın kendisinin devrimci olması gereği yoktu. Bu bir başlangıçtı, uzun erimli bir mücadelenin bir aşamasıydı.”
Arap halklarının diktatörlere ve baskıcı rejimlere karşı başlattığı isyan dalgası; emekçi kitlelerin Tunus’ta tutuşturduğu başkaldırı ateşi, Cezayir’den Mısır’a, Bahreyn’den Yemen’e, Libya’dan Suriye’ye kadar Ortadoğu’nun neredeyse tamamına yayıldı.
Ancak isyan dalgası, bir devrime büyüyemedi, sınırlı reform süreci çerçevesine hapsedildi. Böylelikle de, dönüşüm sürecini başlatan emekçi ve işçi sınıflar giderek daha az belirleyici bir konuma sürüklenerek, inisiyatifi burjuva muhalefet odaklarına kaptırarak, emperyalist ve burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasında öğütüldüler.
Lakin asla unutulmamalıdır ki; “Arap Baharı”, birçok devrimci hareket gibi, halkın rejim değişikliği için sokaklara dökülmesiyle başladı. Diktatörlerin devrilmesi, özgürlük ve adaletin sağlanması için Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gösteriler, “sokakların gücü”nü bir kez daha gözler önüne serdi.
Bu gücün ilk sonucu Tunus’ta görüldü. Sokaklarda gerçekleşen bu başkaldırı, kısa zamanda 23 yıllık Bin Ali diktasını alaşağı etti. Yönetimi devralan geçici Konsey demokrasiye “yumuşak geçiş”i sağlayacak adımları atarken, sokaktakiler evlerine döndü...
Tunus’un hemen ardından Mısır halkı da 40 küsur yıllık Mübarek rejimini devirmek için sokakları -ve sembol hâline gelen Tahrir Meydanı’nı doldururdu. Burada da sokak kısa zamanda galip geldi. Ancak Mısır’da Tunus’tan farklı olarak, “geçiş dönemi” denilen restorasyon yönetimini ordu üstlendi.
Ayrıca Libya’da da Kaddafi aleyhindeki hareket sokaklara taştı. Ancak Libya’daki olay diğerlerinden farklıydı.
2011 Nobel Barış Ödülü sahibi Yemenli gazeteci, aktivist Tevekkül Karman’ın, “Biz henüz devrimi bitirmedik… Diktatörleri göndermek ilk adımdı. Daha sona gelmedik,” saptamasıyla paralel örnekler de gösteriyor ki, sokakların gücü, “değişim ve dönüşüm” bağlamında, belirleyici bir rol oynarken; yarım kalan isyanların devrime dönüşememesi “bahar”ın, “hazan”a tedavül edilmesini de devreye soktu.
Alper Birdal ile Yiğit Günay’ın ifadesiyle, “Arap dünyasındaki kalkışmalar, özellikle Tunus ve Mısır’da halk kitlelerinin meydanları doldurması hepimizi heyecanlandırdı ve yüreklendirdi. Uzun sürmüş diktatörlüklerin sallanması, yerinden oynaması ve yıkılması bir heyecan dalgası uyandırdı. Emekçilerin kendilerini uzun yıllardır cendere altında tutan yönetimlerden ve askeri diktatörlüklerden kurtulmak amacıyla harekete geçmesi, yeni bir devrim dalgasının ortaya çıkması ihtimali, umudu canlandırdı. Ancak bu beklentinin gelişmelerin bütününü doğru değerlendirmenin önüne geçmesine izin vermemek gerekiyor. Umutlarımız Tunus ve Mısır’da askeri yönetimlerin iktidarı devralmış, İslâmcı partilerin süreçten güçlenerek çıkmış olmasını unutturmamalıdır.”[7]
Evet Zeynep Göğüş’ün, “Arap Baharı’nın ciddi bir enerji boyutu var. Petrol, gaz, su... Bunları da katmadan resmin bütünü algılanamaz,” notuna düşmeden edemediği “Arap Baharı”nın ilk fazı, bölge gericiliği ve emperyalistlerin doğrudan müdahalesine maruz kaldı.
Ardından da “ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan devrimci patlamaya karşı ‘orijinal sahte/ kopya demokrasiyi’ kurmak için elini soktu.”[8]
Nihayetinde “Tunus’ta başlayarak Mısır’a, Libya’ya ve Arap dünyasının diğer yerlerine uzanan, her ülkede farklılıklar gösteren ayaklanma zinciri 2012 sonlarına gelindiğinde harekete katılan geniş halk kesimleri ve işçi sınıfı için bir ‘umut kırıklığı’na dönüştü.”[9]
Bu da “Hazan”daki İslâmi etkinin (Müslüman Kardeşler örneğindeki üzere), güçlenmesinde somutlandı. Söz konusu sürecin Batı (özellikle de ABD’li) güç odaklarınca nasıl “okunduğu” konusu ise ihtilaflı.
Murat Yetkin’e, “Arap Baharı’na radikal İslâmcılar mı el koydu?” sorusuna muhatap olan süreç hakkında ABD’deki Rice Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Ussama Makdisi, “Ortadoğu’da muhalefet, İslâmcılara karşı daha iyi organize olmalı”; Yücel Özdemir, “Yeni ‘Yeşil Kuşak’…”; David Ignatius, “Radikallerin iktidarı ele geçirme çabası”;[10] saptamalarının altını çizerken, Patrick Cockburn de dikkat çekiyordu:
“Libya’daki şiddet olayları ve Mısır’daki protestolar, bu devrimlerin Batı ideallerinin onaylanması olduğuna dair tasavvurları artık aklımızdan kovalamalı.”[11] Tıpkı, “Arap Baharı adı verilen Arap halklarının uyanışı ve diktaya karşı mücadelesinin sonuçları, Amerika ve İsrail’i sevindirmek bir yana bu iki ülkeyi bölgede etkisizleştiren veya etkilerini azaltan bir tablo çiziyor,” çiziyor diyen Resul Tosun gibi.
Ayrıca ‘Bild’e demecinde Henry Kissinger’in, Arap Baharı’na baştan beri hep eleştirel baktığı vurgusuyla, “Batı’da bazı çevreler ve medyada yansıtıldığı gibi değil, ben Arap Baharı’na baştan beri hep eleştirel baktım. Mısır’a bakarsak, seçmenlerin yüzde 75’i radikal İslâmcı Müslüman Kardeşler’i seçti. Ama bu Mısır’la iyi ilişkilerde bulunulmayacağı anlamına gelmez. İlişkilerin iyi olması her iki tarafın da çıkarınadır. Ama buna rağmen biz aynı değerler topluluğunda yaşamıyoruz,” dediği tabloyu emekli Büyükelçi Ahmet Banguoğlu de şöyle yorumluyordu:
“Arap Baharı’yla birlikte bölgedeki gelişmelerle uyumlu İslâm isteniyor. Bölge ülkelerinin daha otoriter rejimlere geçmesi olasılığı yüksek… Dine dayalı bir demokrasi kurmak kanımca mümkün değil. Bu ülkelerde iktidarların pekişmesi durumunda daha otoriter rejimlerin geri dönmeleri ve daha dini içerikli olmaları beklenebilir. Uyumlu İslâm belli çıkarlar doğrultusunda bir politika izleyebilmekten geçiyor. Bu sağlandığı sürece o ülkelerin içindeki rejimlerin ılımlı olup olmadığı egemen güçlerin ilgisini çekmiyor.”
Bu saptamalara, ABD’nin rolü bağlamında Robert Fisk’in şu önemli gözlemleri de eklenmeli:
“ABD, Libya lideri Albay Muammer Kaddafi’ye karşı muhalefeti desteklemiş, Suudi Arabistan ile Katar’ın milislere para ve silah akıtmasına yardımcı olmuştu, rüzgâr ektikten sonra şimdi fırtına biçiyordu. Libyalı ‘dostları’, Amerika’ya sırtlarını döndü, ABD Büyükelçisi Stevens ile çalışma arkadaşlarını Bingazi’de öldürdü ve Müslüman âlemini içine çeken Kaide liderliğinde Amerikan karşıtı protesto hareketi başladı.
ABD, Kaide akrebini besledi ve akrep de Amerika’yı soktu. Şimdi ABD, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a karşı muhalefeti destekliyor, Suudi Arabistan ile Katar’ın Selefi-Kaideci demeden milislere para ve silah akıtmasına yardımcı oluyor, demek ki, Esad devrilirse aynı ‘akrep’ tarafından ısırılması kaçınılmaz…
Daha geriye gidelim: 1980’lerde Afganistan’da aşağı yukarı aynısını yaptık. Sovyetlere karşı, teolojilerine bakmaksızın mücahitleri destekledik ve bu adamlara silah aktarmak için Pakistan’ı kullandık. Ama bunların bazısı, Taliban’a dönüşüvererek Usame bin Ladin’i besleyip büyütünce ve 11 Eylül 2001’de akrep ısırınca, ‘terörizm’ diye bağırdık ve Afganların bize niye ‘ihanet ettiğine’ şaştık kaldık. Ve dün, ABD Özel Kuvvetleri’nden dört asker nankör Afgan polis ‘öğrencileri’ tarafından öldürüldüğünde, yine aynı hikâye...
Olayların bu patetik döngüsünün trajik yanı, Esad rejiminin korkunçluğu, gizli polis çetelerinin binlerce masum insanı işkence edip öldürmüş, personelinin savaş suçları işlemiş ve ulus yıkmak yerine kurması gereken bir neslin Suriye iç savaşında tükenmekte olması. Türkiye de Pakistan’ın silah aktarma ve Suriyeli mücahitlerin eğlence ve dinlenme merkezi olma rolünü üstlendi. Türkiye, Ortadoğu’nun Pakistan’ı hâline gelecek mi?”[12]
“Türkiye’nin, Ortadoğu’nun Pakistan’ı hâline gelmesi” ABD’nin umurunda değil. Çünkü ABD’nin ya da Batı’nın “Ilımlı İslâmla dansı”nı, “İslâmın kapitalizmle bütünleşmesi”yle birlikte ele aldığınızda ABD için kimin Pakistan olduğunun hiçbir önemi olmadığını görür, anlarsınız!
“i) ABD ve AB’nin büyükleri İslâmla hep oynamışlardır. Ancak şeyhler, krallar, cemaat önderleri, sivil ve askeri diktatörler ile işbirliği yapmışlardır ve politikalarını onlar üzerinden yürütmüşlerdir.
ii) Yeni küresel düzende 1990’lı yıllardan itibaren durum değişmeye başladı. Şahlar, şeyhler kaybediyorlardı. İçerde halk desteği olmadığı için boşlukta kalıyorlardı.
Yeni küresel düzene uydurulabilmeleri için ‘İslâmi toplumsal düzende işlevsel olarak egemen konumda bulunan İslâmi örgütlerin’ küresel sisteme doğrudan doğruya katılmaları sağlanmalıydı.
iii) İslâmi boyutuyla halk desteği gerekiyordu. İstenen yeni demokrasinin adı buydu.
iv) Ancak bu katılım, ‘kapitalizmin İslâm ülkelerinde tek yanlı kurduğu düzeni bozmamalıydı.’
v) Demokrasi bu konuda çok tehlikeliydi. Kurulu ve kurulmak istenen düzeni tersyüz ederdi...
vi) Bu nedenle ‘demokrasi dışı halk desteği gerekiyordu.’ Bulunan yol da ılımlı İslâmi yapıda, Batı’nın istediği düzene (işbirliğine) açık yönetimler oldu.
vii) 2000’li yıllarda fiilen başlatılan ‘BOP’, İslâmi unsurları (ve mezhepleri) bu coğrafyada keskin bir biçimde öne çıkardı.
Bölgede din ve mezhep ayrımcılığı ‘ırkçı milliyetçilikle desteklenerek’ daha da keskinleştirildi; Sudan ve Irak bölündü, Suriye bölünmenin eşiğine getirildi.
‘Arap Baharı’nda İslâmi öğeleri demokrasinin yerine ikame etmeye çalışan en önemli örgütün Müslüman Kardeşler olduğunu görüyoruz…
Batı İslâm ülkeleri için, ‘Batı demokrasisi yerine İslâmi odaklı yapılanmayı’ tercih etti. İhaleyi şimdilik alan Müslüman Kardeşler örgütüdür.”[13]
Bu, Ortadoğu’daki “Şii-Sünni” bölünmesinin körüklenmesi anlamı taşırken; bölgede mevcut “Şii Hilali”nin ABD için Sünni koçbaşıyla kırılması girişimini devreye sokmaktadır.
Örneğin Suriye rejiminin baş düşmanı, 30 yıldır siyasi yasaklı Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye’de yaşayan lideri Riyad el Şukfa, Esad’ı devirmeye kararlı olduklarını, bölgede oluşan “Şii hilali”nin belini kıracaklarını belirterek, “Hiçbir ülkede görmediğimiz rahatı Türkiye sağladı” deyip, Esad ile iyiyken de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendilerini hep kolladığından söz ediyor.
Evet, “Bahar”, “Hazan”a dön(üştürül)dü…
Bunların böyle olmasında ABD’nin politikalarının rolü belirleyici olmuştur.
II.1) ABD(‘NİN GÜNCEL) POLİTİKALARI
Fikret Başkaya’nın işaret ettiği üzere, “ABD hegemonyasının varlığı, Avrupa’nın 60 yıldır devam eden ABD vasâli statüsünün devamına, Rusya’nın etkisizleştirilmesine, başta Çin olmak üzere yükselen ülkeler denilenlerin engellenmesine bağlıdır.”[14]
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, “Tüm tehlikelere rağmen Arap dünyasının genç demokrasilerine verdiğimiz desteği terk etmeyeceğiz. ABD için, demokratik değişimleri desteklemek stratejik bir gerekliliktir,” dediği düzlemde, ABD’nin “BOP”dan vazgeçtiğini, artık Ortadoğu’ya demokrasi getirme projesinin rafa kaldırıldığını söylüyorlar.
Bu ikiyüzlü bir yalandır. ABD’nin hiçbir zaman Ortadoğu’ya demokrasi getirmek gibi bir niyeti olmadığı gibi, “BOP” da bir demokrasi projesi değildi. Adına ne denirse densin, ABD’nin projelerinin hepsinin temel ekseni, başta Ortadoğu olmak üzere tüm nüfuz alanlarında kendi egemenliğini kurmaktır.
Çünkü ABD emperyalizmi “BOP” kapsamına giren coğrafyanın tamamında, doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine tehdit olarak gördüğü unsurların hepsine karşı ortak bir cephe oluşturmaya ve bu unsurları zayıf düşürerek, bölmeye, parçalamaya, yok etmeye uğraştı ve uğraşıyor.
Bunun için de Ortadoğu kazanı ABD tarafından kaynatılırken; hem Sünni-Şii cepheleşmesinin hem de yeni askeri saldırıların yahut işgallerin zeminini güçlendirilmektedir.
ABD emperyalizminin Şiilere karşı Sünni kartını oynamaya kalkışması, bölgedeki siyasi kutuplaşmanın, güç çatışmalarının ve ekonomik-sosyal çöküşün giderek yayılmasına, derinleşmesine yol açmaktadır.
Bu durum tüm Ortadoğu sathında toplumsal ve siyasal krizleri tetikleyerek yeni alt üst oluşlara kapıyı aralıyor. Parçalanma eğiliminin güçlenmesi -ya da başka bir ifadeyle mevcut eğilimlerin ve gidişatın bölgeyi parçalanmaya götürmesi- son tahlilde Ortadoğu’yu kendi nüfuz alanlarına göre yeniden şekillendirmek isteyen ABD’ye hizmet etse de, radikal İslâmın etkisini önemli ölçüde arttırmaktadır.
Söz konusu paradoksal durumu, “Kapana kısılan İmparatorluğun yeni Ortadoğu’daki ümitsiz rolü” biçiminde özetleyen Ramzy Baroud’un saptamasına ilişkin en iyi örneklerden biri, Suriye’dir.
Şöyle ki…
Öncelikle ABD’nin, Esad rejimine karşı mücadele eden muhaliflere 45 milyon dolarlık yardım vaadinde bulunduğunu; ‘The New York Times’a göre de, Suriye-Ürdün sınırına özel eğitimli 150’den fazla asker gönderdiğini unutmamak gerek.
Ancak, küresel güç mücadelesinin yeni çekişme alanı hâline gelen Suriye’nin, uzun süren bir çatışma sonucu kontrollü bir şekilde kendisini tüketmesi, yaşanır bir ülke olmaktan çıkması ve yavaş yavaş çökmesi hedefleniyor. Yani ABD meşruiyet sorunu yaratmamak için, düşük profilli bir görünüm sergilemeyi tercih etti. Bu strateji çerçevesinde ABD ortalarda görünmezken, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi müttefikler öne çıkıyorlar.
Tabii rezervleriyle… “Nasıl” mı?
‘The Independent’den Patrick Cockburn, Suriye ile ilgili ABD’nin bölgesel barış müzakerelerine arabuluculuk yapmaya hazırlanması gerektiğini savunduğu yazısında Suriye için “tehdit edici” olmaya başlayan Türkiye’nin Amerika’nın itidalinin karşısında “giderek sabırsızlandığı” yorumunu yaptı.
NATO Genel Sekreteri Anders-Fogh Rasmussen, uluslararası toplumun ve bölge ülkelerinin Suriye’ye NATO müdahalesi yönünde bir talebi olmadığını belirterek “Askeri müdahaleye hiç niyetimiz yok. En doğru yol siyasi çözüm olur. O yüzden askeri seçenekleri tartışmıyoruz” dedi.
ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone 14 Ağustos 2012 tarihinde, Suriye konusunda Türkiye ile ABD’nin atacağı adımlar konusunda şunların altını çizdi:
“Uluslararası hukuka uygun davranmak isteriz… Tampon bölge ya da uçuşa yasak bölge gibi konular konuşması kolay, gerçekleştirilmesi ise zor konular. Sadece hukuki değil ciddi pratik engeller var. Bunları konuşuyor olmamız, taahhüt verdiğimiz anlamına gelmiyor. Bu yönde bir karar almadık. Libya’da durum çok farklıydı…
Türk ve Amerikan halkları barışı seven halklar. Askeri çözümlere başvurmak istemiyoruz. Türkler de böyle düşünüyor. Bu, en son çare olmalı...
Suriye’nin geleceğine Suriye halkı karar vermeli. Etnik ve mezhebe göre bölünmüş eski düzen gibi olsun istemiyoruz. Tüm mezheplerin, etnik grupların hakları korunmalı. Irak’ta da Şiiler ve Maliki rejimi mezhep gerilimlerini sömürmemeli. Bu korkunç şeytani bir yolu açar...”
Ayrıca Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, iki ülkenin Suriye krizine yönelik ortak bir operasyonel resim ortaya koymak istediklerini ve eylem planının detaylarına ilişkin çalışma grubu oluşturulacağını duyurdu.
ABD Savunma Bakanı Leon Panetta da, Türkiye ile Suriye gerginliğine değinerek iki ülke arasında karşılıklı ateşin devam etmesinin Suriye ihtilafının tırmanarak komşu ülkelere yayılmasına yol açmasından duyulan kaygıyı dile getirdi.
‘Washington’daki Türk Araştırmalar Programı’ Direktörü ve ‘Washington Uzak Doğu Enstitüsü’ üyesi Soner Çağaptay ise, Erdoğan tarafından ABD ile yürütülen sıkı müttefiklik ilişkisinin Suriye krizi sebebiyle bölünme tehdidiyle karşı karşıya olduğunu açıkladı.
Evet “ABD müdahaleye soğuk” diyen Semih İdiz’in eklediği üzere: “Hem Erdoğan, hem Davutoğlu artık, ister BM çatısı altında olsun, ister bir ‘gönüllü ülkeler koalisyonu’nun başını çekerek olsun, ABD’nin Suriye’ye müdahale etmesini istiyorlar. Ancak bu kez Washington’da bu konuda fazla bir iştahın olmadığı görülüyor.”
“İyi de bunlar neden böyle” mi? Yanıtı şu:
“1-) Esad kısa dönemde Suriye’nin başından gitmez.
2-) Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) içine radikal İslâmi unsurlar sızmıştır, zaten iyi yönetilmiyor, yeni bir ordu kurmak gerek.
3-) Tampon bölge olmaz, koruması zordur.
4-) Kampları iç bölgelere taşımanız daha iyi olur’.
Bunlar Amerika’nın düşünceleri. Ankara aylardır tutturuyor ki, ‘Esad gidici’. Amerika’ya pek öyle gelmiyor. Yeni ordu konusu ise, Amerika için hayati önemde…
Esad’ı devirmek üzerine kurulan ÖSO Amerika’yı rahatsız ediyor.
Washington’a göre, ‘bu ordu içinde El Kaide’ye kadar uzanan radikal İslâmi örgütler var’. Her ne kadar, bu ordunun başındaki Albay bunu reddediyorsa da, Amerika ikna olmuyor. Nasıl olsun ki, Amerikan Basınına bakılırsa, bölgede cirit atan CIA ajanları verdikleri raporlarda ‘radikal İslâmi örgütlerin’ altını kırmızı kalemle çiziyor.
ÖSO yerine şimdi Suriye Ulusal Ordusu adında yeni bir örgüt kuruluyor. Bu ordu daha iyi silahlara kavuşacak, daha iyi eğitilecek, sayısının daha çok artmasına çalışılacak. Amerikan Basını CIA Başkanının Ankara’yı bu yönde ikna ettiğini yazıyor. İş, Türk-Amerikan ortaklığı ile kotarılacak…
Amerika’nın asıl kaygısı, Esad devrilirse, onun yerini alacak olan ÖSO’nun yapısı, radikal İslâm. Amerika dönüp dolaşıp bunu vurguluyor. Şimdi Türkiye ile birlikte bunu temizlemek istiyor.”[15]
“İstiyor” istemesine ama!
ABD’nin Suriye politikasının kademeli olarak NATO ve ABD’nin 1990’lardaki Bosna politikasına benzeyeceği öngörüsünde bulunan ‘Brookings Enstitüsü Dış Politika Araştırmaları’ Direktörü Dr. Michael O’Hanlon’a göre, Washington Esad’ın gitmesini istiyor ancak bunun için çok fazla bir şey yapmak istemiyor.
Ve ‘Orta Doğu Barış Araştırmaları Merkezi’ Başkanı Doç. Dr. Veysel Ayhan da, Arap dünyasındaki gelişmelerin Suriye’yi etkileyebileceği vurgusuyla, “Batı Suriye’de Esad’ı desteklemese de rejimin seküler karakteristiğini korumak isteyebilir. Türkiye önümüzdeki dönemde Suriye meselesinde Batı’yla ters düşebilir,” notunu düşmeden edemiyor…
III. AYRIM: “GÖRÜNEN KÖY”
Petrol denizinin üzerine uzanmış olan “Ortadoğu” giderek ısınmaya, hatta kaynamaya başlayıp; bugün de “kaynayan bir cadı kazanı” konumundadır, yeni bir bölge haritası hazırlığı içinde olduğu görüntüsünü vermektedir; Nicos Konstandaras, bu tablo hakkında ‘Kathimerini’deki yazısında şu notu düşüyor:
“Orta Doğu satranç tahtasında İran bir tarafta, diğer tarafın başında Suudi Arabistan var. Amerika, Rusya ve Çin satranç tahtası etrafında dikkatli bir şekilde manevra yapıyor ve daha fazla müdahale istemiyorlar. Suriye bölgenin geleceğinde asıl savaş alanıdır. Amerika’yı bölgede en fazla rahatsız eden diken nükleer silah yapma kapasitesi elde etmek isteyen İran’dır.”
Yani Suriye, sadece Suriye olmayıp, İran ve ötesindeki Rusya ile Çin’e açılırken; İsrail ve ABD, İran’ın nükleer programını bahane ederek saldırmayı düşünüyor.
İran’ın nükleer programı bahane edilerek yapılacak askeri müdahale gündemdeyken, Suudilerin İsrail’le işbirliği yaptıkları apaçık ortaya çıkıyor.
Washington D.C.’deki risk yönetim grubu ‘Helios Global A.Ş.’de Ortadoğu uzmanı olan Chris Zambelis, makalesinde İran’a karşı İsrail ile Suudi Arabistan ittifakına dikkat çekiyor.
Tam bu kesitte İsrail’de de “Arap Baharı” benzeri tepkiler somutlaşırken; Ramallah’ta hayat pahalılığını protesto eden Filistinlilere müdahale edilmesi üzerine çıkan çatışmalarda çok sayıda işyeri zarar gördü. Batı Şeria’daki Filistinliler bir aydır artan fiyatları protesto ederken istifa baskısıyla karşı karşıya kalan Başbakan Selam Feyyad çareyi üst düzey yetkililerin maaşlarını azaltmakta ve yakıt fiyatlarını indirmekte buldu. Nablus ve El Halil kentlerinde 10 Eylül 2012 günü halk bir kez daha sokaklara dökülürken polisle çatışmalarda 50 kişi yaralandı.
Yani, Ortadoğu dış müdahale ve içeriden taban basıncının çakıştığı bir tarihsel altüstlüğü yaşamaktadır.
III.1) “DEMOKRATİKLEŞTİRİLEN”(?) IRAK(!)
Sözünü ettiğim süreç, Irak’ta yaşanan ABD işgaliyle doğrudan ilintilidir.
“Demokratikleştirilen”(?) Irak(!)’ın yaşadığı trajedi Ortadoğu’da tarihin hızlanmasında önemli bir rol oynamıştır.
Fehim Taştekin’in, “Dünya Ortadoğu’da bütün alıcılarını Suriye’ye çevirince Irak’taki derinleşen siyasi buhran gözden kaçıyor. 2003 sonrası işgal günlerinde birbirine zıt taraflar, Amerikan varlığını ötekine karşı pozisyonunu güçlendirmek için kullanıyordu. 31 Aralık 2011’de ‘işgal bitince’ gölge savaşları yerini açıktan cepheleşmelere bıraktı. Artık gücü yeten yetene... Dili zehirli bir savaş bu; mezhepsel ve etnik fay hatlarını çatırdatan, bölünme senaryosunu daha reel kılan bir süreç,” diye betimlediği tabloda Irak, “Arap Baharı” bağlamında şiddetlenen ve Ortadoğu ülkelerini kendi güçleri, ideolojileri, çıkarları ve ittifakları bağlamında sistemik bir tercih yapmaya zorlayan büyük krizinin doğrudan etkilediği önemli ülkelerden biridir de…
“Irak’ta yaşayan halkların pek de önemsemediği Iraklılık üst kimliğinin, yani ulusal kimliğin yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı etnik/ dinsel-mezhepsel ayrımlara dayalı politika üretim sürecine ve güç mücadelesine aşina olan bir ülkenin, Arap Baharı’yla birlikte gelen siyasi dalgalanmayla bölge tabanlı sistemik mücadeleden etkilenmemesi zaten imkânsızdı. Nitekim gelinen süreçte, Irak’ın Ortadoğu tabanlı sistemik mücadele ekseninde bir cephe ülkesi hâline geldiğini/ getirildiğini görüyoruz.”[17]
David Ignatius’un, “ABD’nin Irak’taki esas hatası Saddam’ı devirmek değil, hükümetin, ordunun, eğitim kurumları ve sosyal kurumların altyapısını dinamitlemesiydi,”[18] tespitiyle betimlediği Irak Ortadoğu’nun cephe ülkelerinden birisidir.
III.1.1) PETROL MESELESİ
Çünkü ABD işgaliyle alt üst edilen ve Tarık Aziz’in, “Ülkemizi pek çok yönden öldürdüler,” diye betimlediği Irak, hâlâ işgal gerçeğinden ari değildir! Tıpkı “Irak ne özgür, ne de bağımsız” vurgusuyla Racih Elhuri’nin, “Obama’nın deyişiyle ‘Amerika’nın Irak’taki savaşçı misyonunun bitmiş olması’ hiç önemli değil. Asıl önemli olan, kanlı ve felaketli savaşın bitmesi. Ve bu savaş bitmediği gibi daha da kötüleşiyor,”[19] saptamasındaki üzere!
Bilmeyen yok: ABD, askerlerini çektim demesine rağmen Irak semalarında insansız hava araçlarını uçuruyorken; ‘The New York Times’a göre, Iraklı üst düzey yöneticiler bu tutumu “Irak’ın egemenliğine saygısızlık” olarak değerlendiriyor.
Ayrıca asker çeken Washington Basra, Erbil, Musul ve Kerkük’te temsilcilik açıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Michael Corbin, “Siz Irak’ı terk ettikten sonra” şeklindeki soruyu da “Öncelikle biz terk etmiyoruz,” yanıtını veriyor.
ABD, Irak’ı terk etmedi; terk etmesi de mümkün değil; çünkü ABD Irak’a enerji koridorlarını, petrol rezervlerin özelleştirmek yani gasp etmek için geldi…
Mesela Irak hükümeti, ülkenin 6 petrol sahasını 35 uluslararası şirkete açtığında yıl 2008’di.
Ayrıca, dört büyükler Kuzey Irak petrolü için sıraya girdi! Genel Energy’nin 2002’de Kuzey Irak’a girmesi, dünya devlerinin gözünü bölgeye çevirdi. Exxon’un 6 arama bölgesi için sözleşme imzalamasının ardından Temmuz 2012’de ABD’nin ikinci büyüğü Chevron sıraya girdi... Sonrasındaki gelişme ise Fransız Total’in büyük bir satın alma gerçekleştirmesi oldu... Bu tabloya göre dünyanın en büyük 10 petrol şirketinden 4’ü Erbil’de...
Paris’teki ‘Uluslararası Enerji Ajansı’nın yayınladığı Irak Enerji Raporu’na göre, Irak şu anda dünyanın en zengin petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip. En önemlisi petrolü en ucuza mal eden ülke... Petrolün varili 110 dolar. Irak varili 1.5 dolara mal ediyor. Dünyada bu kadar kârlı bir iş yok. ABD, Brezilya, Rusya ile karşılaştırıldığında Irak petrolü 30 ila 50 kat daha ucuz. Rezervleri fazla, maliyeti düşük bir coğrafya…
Irak’ın üretimi günde 3 milyon varil. Irak’ın, 2020 yılına gelince günde 6 milyon varil; 2035 yılında ise 8.3 milyon varil üretmesini bekleniyor. Dünyadaki toplam petrol üretim artışının yüzde 45’i Irak’tan sağlanacak. Yani Irak üretimde Suudi Arabistan, Brezilya, İran’ın önüne geçecek.
Ayrıca dünyanın en büyük doğalgaz satıcıları Rusya ve İran’ken; Irak’ta ise (bir hesaba göre) 3 trilyon metreküp doğalgaz var. Ve bu gazın yüzde 70’i yine Kürdistan bölgesinde…
Ancak bu devasa kaynaklar muhataralı bir soru(n) alanına denk düşüyor.
Irak’ta merkezi yönetim ile Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi arasındaki petrol gerilimi tırmanıyor. Irak Başbakanı Maliki, Exxon Mobil ile Kürtler arasındaki petrol anlaşmasının Irak’ın dağılmasına ve savaşlara neden olabileceği uyarısında bulundu.
Bağdat’ın tepkisine rağmen Bölgesel Kürt yönetiminin Petrol Bakanı Aşit Havrami petrol üretimlerini beş katına çıkarmak için büyük petrol şirketleriyle yeni anlaşmalar imzalayacaklarını açıkladı. Havrami, amaçlarının 2019’de günlük 2 milyon varil petrol çıkarmak olduğunu açıkladı.
Petrol kaynaklarının paylaşımı konusunda Federe Kürdistan yönetimiyle anlaşmazlık yaşayan Irak hükümeti, Kürtleri ABD Başkanı Barack Obama’ya şikayet etti. Irak Başbakanı Maliki, Obama’ya bir mektup yazarak Exxon şirketinin Güney Kürdistan’da petrol arama faaliyetlerinin durdurmasını istedi.
Maliki’nin yardımcısı Ali El Musavi, Exxon’un Federe Kürdistan yönetimiyle anlaşmasının sonuçları konusunda uyarılarda bulunup, bölgede Exxon’un da katıldığı şüpheli çalışmalar yürüdüğüne dair bilgiler geldiğini belirtti.
Sadece bu kadar da değil; bir de T.“C” var.
Hatırlanacağı üzere Irak’tan ham petrol alıp petrol ürünü verilmesi uygulamasına Türkiye, 2007 yılında ara verirken; Enerji Bakanı Taner Yıldız, bu ticaretin tankerlerle yeniden başlayacağını belirtip, “Talep Irak’tan geldi,” açıklamasını yapmıştı.
Örneğin T.“C”ile Kuzey Irak enerji sektöründe ortaklığa atılan imza konusunda Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Enerji Bakanı Ashti Hawrami, “Planladığımız petrol ihracatı için Ceyhan’a yeni bir boru hattı kurmamız gerekiyor,” dedi.
Yıllık ticaret hacminin 15 milyar doları aştığı Kuzey Irak’ta binden fazla Türk şirketi faaliyet gösteriyorken; Türkiye’yi ekonomik anlamda dünyaya açılan kapı olarak gören Kuzey Irak’la ticari ve ekonomik ilişkiler her geçen gün artıyor. Enerji konusundaki işbirliği de Kuzey Irak’la ekonomik ilişkilerimizin boyutunu misliyle artıracak türden.
Konuya ilişkin olarak “Bağdat ile anlaşmanın ardından ekimde petrol ihracatının başlamasıyla 2015 hedefi olan günlük 1 milyon varillik ihracat hedefine ulaşacağız” diyen Hawrami ekliyor:
“Kuzey Irak, Türkiye’nin 15 milyar metreküplük gaz ihtiyacını zaman içinde karşılamayı hedefliyor. 2015’e kadar Irak’ın, hem Kuzey Irak hem merkezi yönetimin üretimini Türkiye üzerinden taşıyacak yeni bir petrol boru hattına ihtiyacı var. Türkiye’ye yapılması planlanan doğalgaz ve petrol boru hatlarının 2014’ün ilk yarısında hazır olacağını tahmin ediyorum.”
Söz konusu çerçevede Çukurova’nın patronu Mehmet Emin Karamehmet’in çoğunluğuna sahip olduğu Genel Energy, Miran petrol ve gaz sahasındaki hissesini yüzde 51’e yükseltti. Genel Energy, böylece Irak genelindeki en büyük doğalgaz yataklarından birinin çoğunluk hissesine sahip oldu.
Çukurova Holding’in patronu Mehmet Emin Karamehmet’in çoğunluk hissesine sahip olduğu Genel Energy, Kuzey Irak’taki varlığını güçlendirdi. Şirket, yüzde 25 hissesine sahip olduğu Miran petrol ve gaz sahasının yüzde 26 hissesini daha satın almak için Heritage Oil ile anlaşmaya vardığını, kote olduğu Londra Borsası’na açıkladı. Buna göre, Genel Energy, Heritage Oil’e yüzde 26’lık payı karşılığında 156 milyon dolar ödedi.
III.1.2) “KUZEY IRAK” DENİLEN GÜNEY KÜRDİSTAN
Muhammed Essemak’ın, “Bugün Irak’ın kuzeyi, Kürdistan’ın doğumuna sahne oluyor. Bu doğumun Irak federasyon anayasası gölgesinde gerçekleştiği doğru, ancak Kürtlerin istediği ulusal oluşumun nüvelerini oluşturabilir,”[20] saptamasına paralel olarak görünen şu: T.“C”nin “Kuzey Irak” denilen Güney Kürdistan’daki Barzani iktidarı ile “kırmızı çizgileri”, pembeleşerek geri çekiliyor…
Bölge Irak’tan uzaklaşarak, kendi gerçeğine sarılıyor.
Örneğin Kürt Yönetimi’nin lideri Mesud Barzani ABD’yi, “F-16 uçaklarını Başbakan Maliki’ye vermeyin, Kürtler için büyük tehlike oluşturur,” diye uyarırken; Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi, İsrail’le 20 milyar dolarlık büyük bir silah anlaşması imzaladı.
Kuzey Irak’ı 2012 yılında İsrail’in Asya’daki en büyük müşterisi hâline getiren anlaşma, 12 savaş uçağı, 20 savaş helikopteri, 3 nakliye helikopteri, gelişmiş Abrams tankları, füze savunma sistemi, uçaksavar, top, personel taşıyıcı, askeri botlar ve radar sistemleri satışını kapsıyordu.
Irak’ta merkezi Bağdat hükümeti ile bölgesel Kürt yönetimi arasındaki gerilimler petrol, tartışmalı bölgeler, Peşmerge’nin durumu ve silahlandırılmasıle Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin talimatı ile 2006’dan beri merkezi hükümet ile Kürt yönetimi arasında koordinasyon görevi gören Kürt yönetiminin Bağdat’taki ofisinin resmi belgeleri bulunmadığı gerekçesiyle kapatılması gibi konularda somutlanan sorunlara bir de “mezhep” boyutu ekledi.
İyad Ed Düleymi’nin, “Bu günlerde Irak’ta federasyon rüzgârları esiyor. Selahaddin, Enbar, Musul ve Deyala vilayetlerinin kendilerini federasyon ilan etmesinden sonra Nuri El Maliki hükümetinin zayıflığı dikkat çekiyor. Irak’ta şu günlerde federasyon rüzgârı esiyor. Bu kez rüzgâr, her zamankinin aksine Irak’ın batı ve kuzeybatısında, yani Sünni bölgelerde esiyor. Oysa geçmişte Sünniler, federasyon projesine karşı çıkanlar kategorisinde yer alıyordu. Bu kez rüzgâr Irak’ın batısı ve kuzeybatısında esiyor olsa da sadece bu bölgelerle sınırlı kalmamakta ve etkisi, Irak’ın güneyindeki Basra’ya kadar ulaşmakta,”[21] diye resmettiği tabloya ilişkin olarak Muhammed Harrub da şunları ekliyordu:
“Başbakan Erdoğan’ın Kürt bölgesel yönetimi başkanı Mesud Barzani Ankara’da yanı başındayken Iraklı mevkidaşını ‘Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasında etnik ve mezhebi gerginlikler çıkarmaya’ çalışmakla suçlaması, Ankara ile Bağdat ilişkilerinin kötüleşmeye başladığı anlamına geliyor.”[22]
Herkesin malumu olduğu üzere Irak’ın Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Kürt bölgesinde yargılanmak istediğini açıklamıştı. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani yardımcısı Tarık el Haşimi hakkında 19 Aralık 2011’de verilen tutuklama kararını “şaşırtıcı” olarak değerlendirirken ülkede Şii-Sünni-Kürt cephe arasındaki siyasi tansiyon yükselmişti.
Yüksek Yargı Konseyi’nce hakkında “yetkilileri öldüren vurucu timi yönetmek” suçlamasıyla tutuklama kararı çıkarılan El Haşimi, Bağdat yönetimine karşı Erbil’den Kürt liderlerin desteğini alarak isyan bayrağını çekip, suçlamaları reddederek, “Terör eylemlerine bulaşanlardan bazıları, hükümet ve güvenlik birimlerine bağlı kişiler. WikiLeaks bunları açıkladı” demişti.
Irak’tan ABD askerinin ayrılmasından kısa süre sonra hakkında tutuklama kararı çıkarılan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi, Başbakan Nuri el Maliki’nin ülkeyi yöneten “tek kişi” olmak istediğini ve “sıranın Kürt liderlere de geleceğini” belirtirken; hakkındaki tutuklama kararıyla tırmanan siyası gerilimde Haşimi’den yana tavır alan kuzeydeki Kürt bölgesel yönetiminin başkanı Mesut Barzani, Şii Başbakan Nuri Maliki’ye karşı sesini yükselterek, “Artık yeter. Mevcut durum kabul edilemez. Irak’ın siyasi liderleri acilen çözüm bulmalı. Aksi hâlde kendi halkımıza dönüp halkımızın uygun gördüğü istikamette bir karar alacağız,” demişti.
Ardından da Irak İçişleri Bakanlığı, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ne bir mektup göndererek, bir süre önce hakkında tutuklama kararı çıkartılan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’nin “acilen” teslim edilmesini talep etti. ‘Irakiye TV’nin haberine göre mektupta, “El Haşimi ve beraberindeki 14 kişinin, terörle mücadele konusundaki yasa doğrultusunda resmen ve acilen Irak İçişleri Bakanlığı’na teslim edilmesi” istendi. Ama bir sonuç alınamadı…
Yükselen gerilim(ler)e ilişkin olarak Mesud Barzani’nin yanıtı: “Kürdistan anayasası” için düğmeye basıp, bağımsızlık mesajları vermek biçiminde oldu.
Barzani, Kürdistan Anayasası için hazırlıklara başladığını ve taslakta Erbil’in başkent, Peşmergelerin ise düzenli ordu olarak yer alacağını açıkladı.
Ardından da, Bağdat yönetiminin Kuzey Irak’a asker kaydırma girişimi karşısında, merkezi yönetimle sorunların çözülememesi durumunda “Kürdistan bir çözüme gider, halkın görüşlerini alırız” diyen Barzani, bağımsızlık ilan edilmesi ile ilgili olarak “Muhakkak bir gün bu müjdeyi vereceğiz. Ama o günün doğru bir gün olması gerekiyor,” vurgusunu yaptı.
Yine Barzani, “Kürtlerin de diğer halklar gibi kendi kaderini tayin etme hakkı vardır” dedi.
Bu noktada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’ye “Iraklılık şuuruyla hareket edin” tavsiyesinde bulunup; Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Başbakanı Neçirvan Barzani, Ankara’da terörle mücadelede işbirliğini sürdürecekleri mesajı verse de; Bölgesel Kürt yönetimi, Irak’ın kuzeyindeki PKK’lilere “Irak kimliği” verilmesi için harekete geçti. Kürdistan Bölgesi Parlamentosu İçişleri Komisyonu üyesi Neriman Abdullah, parlamento başkanlığına öneri getirip Bağdat yönetiminden Irak’ın kuzeyindeki kamplarda kalanlara Irak kimliği verilmesini istedi.
Nihayet Barzani, ‘Washington Institute’da Kürt sorunu için barışçıl çözüme destek çıkacağını belirterek, “Kürt sorununa çözüm için PKK ve Türkiye’ye yardım etmeye hazır olduklarını” söyledi.
III.1.3) SİLAHLANAN IRAK’IN T.“C” İLE SORU(N)LARI
Verili tablo Irak’taki merkezi yönetimi baskıcı bir militarizme tahvil ederken Irak Başbakanı Nuri Maliki, Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’le 4.2 milyar dolarlık helikopter ve savunma sistemi satışı konusunda anlaştı.
Maliki’nin Rusya ile yaptığı anlaşma 30 adet Mi-28 helikopteri ve 42 adet Pantsir-S1 hava savunma sistemi satışında ifadesini bulurken; MiG-29 savaş uçaklarıyla ilgili pazarlık da sürüyor. Rusya, Kaddafi’nin düşüşüyle Libya’da kaybettiği 4 milyar dolarlık silah anlaşmasını Irak’la telafi ediyor…
Çünkü Irak merkezi yönetiminin Şii Hilali cephesindeki konumlanışı onu, Suriye meselesinde İran’la yan yana ve T.“C” ile de karşı karşıya getiriyor.
Örneğin ABD yönetimi, İran uçaklarının Irak hava sahası üzerinden Suriye’ye silah taşıdığının anlaşılmasının ardından Bağdat’a ültimatom verip, “İkili oynarsanız maddi yardımı şartlı hâle getiririz,” derken; Irak yönetiminin Suriye’ye akaryakıt gönderdi.
9 Ekim 2012 tarihli ‘The Financial Times’a göre, Nuri el Maliki hükümeti Şam yönetimi ile 2012 Haziran’ında Suriye’ye 720 bin ton akaryakıt gönderilmesi konusunda anlaştı. Şiddetli çatışmaların, uluslararası yaptırımlarla ekonomik darboğazın yaşandığı Suriye’ye yönelik Bağdat’ın adımı Washington’da kaygıya neden oldu.
Belgeler, 2012’nin Haziran ve Temmuz aylarında Irak Petrol Bakanlığı’ndan Suriye’ye elektrik santralları için 14 milyon dolar değerinde akaryakıt gönderildiğini ortaya koyuyordu.
Irak merkezi yönetiminin T.“C” ile binlerce sorunu, Türkiye’ye kaçan ve “AKP ile yakın olduğunu” söyleyen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi vesilesi ile patladı, su yüzüne çıktı!
Fehim Taştekin’in de işaret ettiği gibi, “Haşimi’nin Türk dış politikasının ayağına takılan bir diğer dinamit olacağı başından belliydi. Sünni liderin başfinansörü Suudi Arabistan ve Katar’ın bile ev sahipliği yapmaktan kaçındığı Haşimi nasıl olduysa Türkiye’nin Irak hassasiyetinin alâmet-i farikasına dönüştü. Suçlamaların doğru olabileceğine dair en ufak ihtimale mahâl vermeden Interpol’ün kırmızı bültenine rağmen Ankara tutumunu değiştirmedi. Geçmişte Çeçenlerden Uygurlara birçok siyasi figüre sessiz sedasız sığınma sağlamış Türkiye’nin bu kadar gürültülü patırtılı bir misafiri olmamıştı.”
Bunun yanında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Erbil ziyaretinin ardından programda olmayan bir şekilde Kerkük vilayetine gidip, burada yaptığı açıklamada, Kerkük’ün Irak’ın birliğinin, bütünlüğünün sembolü olduğunu vurgusuyla, “Bu barış şehrinin en önemli unsuru Türkmen unsurudur. Bu unsur da hiçbir zaman yok olmayacak,” demesi bardağı taşıran damla oldu.
Maliki’nin partisinden milletvekili Abdulhadi el Hasan da Kerkük ziyaretinin uluslararası ihlâl olduğunu belirterek, “Davutoğlu izinsiz olarak Kerkük’e geçmiştir. Tutuklama hakkına sahibiz” dedi!
Tüm bunlar da Irak merkezi yönetiminin sert tutumuna vesile olurken; TBMM’nin oyladığı, hükümete sınır ötesi operasyon yapma yetkisi veren tezkereye Irak cephesinden tepki geldi. Bağdat, Kuzey Irak’taki Türk askerlerinin çekilmesini talep etti.
Irak Bakanlar Kurulu’ndan yapılan açıklamada, “Irak’ta herhangi bir yabancı devlete ait askeri kuvvetlerin yer almasını ve bundan sonra da yabancı güçlerin ülkeye girmesini yasaklayan” bir karar alındığı kaydedildi.
Irak Hükümet Sözcüsü Ali Debbağ’ın ismiyle yapılan açıklamada Türkiye Hükümeti’nin Irak’a sınır ötesi asker gönderme konusunda parlamentodan yetki talebinde bulunması kınanırken “Türk Hükümeti’nin bu talebi, komşuluk prensibine ve iki ülke arasındaki iyi ilişkilere aykırıdır. Irak’ın güvenliği ve egemenliğini çiğneme anlamına gelir. Irak Bakanlar Kurulu, Irak’ta herhangi bir askeri üs veya varlığı kabul etmeyecektir. İsyancılara yönelik kovalama adı altında Irak’a asker girmesini reddeder” ifadelerine yer verildi.
Irak’taki Amerikan güçlerinin sorumlusu Tuğgeneral Robert L. Caslen Jr., Türk uçaklarının “Kürt hedeflerini” bombalamak için Irak hava sahasını sık sık ihlâl ettiğini hatırlatarak, Irak hükümetinin bu duruma “içerlediğini”, ‘The New York Times’da yayımlanan ‘Sınır Ötesi Suriye Savaşı Kırılgan Irak’ı Tehdit Ediyor’ başlıklı analizde ifade etti.
Tim Arango’nun kaleme aldığı analizde, Irak Hava Kuvvetleri’nin eski yetkililerinden, Irak parlamentosunun Güvenlik Komitesi Başkan Yardımcısı İskender Vitvit’in de ülkesinin hava sahasını işgal eden Türk uçaklarını kastederek, “Allah’ın izniyle bu uçakları düşüreceğiz,” demesi dikkat çekiciydi.
Öte yandan Irak Bakanlar Kurulu’nun “Irak’ta herhangi bir yabancı devlete ait askeri kuvvetlerin yer almasını ve bundan sonra da yabancı güçlerin ülkeye girmesini yasaklayan” karar alması için parlamentoya öneride bulunması Ankara ile Bağdat arasındaki iplerin daha da gerilmesine neden oldu. Ankara’da Türk askerinin Irak’ın kuzeyinde hâlen bulunduğu bölgelerden çekilmemesi görüşü ağırlık kazandı. Türkiye’nin eski Irak Koordinatörü emekli Büyükelçi Osman Korutürk ise, söz konusu Türk askeri varlığının karşılıklı mutabakatla orada kalabileceğini, Irak’ın bu kararına karşın Türk askerinin orada kalmasının gayri hukuki bir durum olacağını dile getirdi.
Tüm bunlarla AKP’nin Ortadoğu politikaları Suriye’nin ardından Irak’la ticari ilişkileri de vurdu. Hükümetin, hakkında idam kararı verilen Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi’ye destek vermesi bu ülke ile ticari ilişkileri zora soktu. Türkiye Irak Sanayicileri ve İşadamları Derneği Başkanı Nevaf Kılıç, Irak’la ticarette eskiye oranla düşme olduğuna dikkat çekti. Kılıç, Irak’ın Almanya’nın ardından 8.2 milyar dolarla en fazla ihracat yaptığımız ikinci ülke olduğunu vurguladı.
Irak Ticaret Bakanlığı, Türk şirketlerin ruhsatlarını durdurduğunu açıkladı. Irak Ticaret Bakanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, Türk şirketlerinin ruhsatlarının “düzenleme ve denetim yapılması için ikinci bir emre kadar durdurulduğu” belirtildi.
Türk firmaları Irak’ta 12.9 milyarlık iş yapıyorlardı.
III.2) HEDEFTEKİ İRAN
Emperyalistlerin Suriye müdahalesi, İran’a yönelik harekât ile doğrudan ilintiliyken; İran bunun farkındadır.
Örneğin ‘The Daily Telegraph’dan Con Coughlin’e göre, Hamaney, Tahran’da düzenlenen Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Devrim Muhafızları’nın uluslararası operasyonlardan sorumlu Kudüs Gücü’ne harekete geçme emri verdi. Konseye sunulan raporda, ABD, İsrail, İngiltere, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’a “eylemlerinin cezasız kalmayacağı” mesajının verilmesi gerektiği vurgulandı.
Sorunla ilgili olarak ‘Fars’ ajansına konuşan İran Genelkurmay Başkan Yardımcısı Muhammed Hicazi, ulusal çıkarların düşmanların tehdidi altında olduğunu düşünmeleri hâlinde “önleyici saldırı” düzenleyebileceklerini belirterek, “Şu anki stratejimiz düşmanlarımızın ülkemiz çıkarlarını tehdit altına almak istediklerini ve bunu yapmaya karar verdiklerini hissettiğimizde onların eyleme geçmesini beklemeden harekete geçmek olacaktır” dedi.
Gerçekten de İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’ın, ‘The Daily Telegraph’a demecinde, İran’ın nükleer faaliyetlerinin Ortadoğu’yu “yeni bir soğuk savaş”ın içine sürükleyebileceği vurgusuyla, “Bu uluslararası ilişkiler adına bir felaket olur,” dediği nazik “denge(sizlik)”de İran, ABD’ye ait F-22 savaş uçaklarının Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) konuşlandırılmasına tepki gösterdi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest, yabancı güç varlığının bölgede güvenliği zedeleyeceğini söyleyerek bölge ülkelerinden bu güçlerin varlığına zemin hazırlamamasını istedi. Mihmanperest, “Yabancı güçler ve onların teçhizatlarına dayanarak bölgede güvenlik sağlanamaz, tam tersi tehlikeye girer. Bölge ülkeleri de, gerçekten güvenliği düşünüyorlarsa, Siyonist rejime (İsrail) yönelik bir tutum almalarını tavsiye ediyoruz,” dedi.
Konuya bir tepki de İran Savunma Bakanı Ahmed Vahidi’den geldi. İranlı bakan, ABD tarafından yapılan hareketi “bölge güvenliğine vuracak zararlı bir hareket” olarak değerlendirerek, “bölge dışı güçlerin bölgede bulunmasının ortamı karmaşık ve güvensiz yapmaktan başka bir sonucu olmayacağını” savundu. Ordu Hava Savunma Komutanı Tuğgeneral Ferzad İsmaili de tehditlere karşı hazırlıklı olduklarını ifade ederek BAE ve ABD’den “mazlum insanları öldürmek için askeri harcama yapacaklarına kendi ekonomilerine yönelmelerini” istedi.
Söz konusu gerilim binlerce cephede sürerken; İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, “kanserli tümör” olarak nitelendirdiği İsrail’in yakında “bitirileceğini” belirtip, “Yeni bir Ortadoğu mu istiyorsunuz? Biz de. Ama yeni Ortadoğu’da... Amerikan ve Siyonist varlığından iz olmayacak” diye haykırıyor haykırmasına ama… İsrail de boş durmuyor!
ABD’nin İsrail Büyükelçisi Dan Shapiro, diğer girişimlerin İran’ı nükleer silah geliştirmekten alıkoymaması hâlinde, bu ülkeye saldırı planlarının hazır olduğunu söyledi.
İsrail Ordu Radyosu’nun yayımladığı demecinde Shapiro, “Sorunu askeri güç kullanmak yerine diplomatik yollardan ve baskı uygulayarak çözmek tercih edilir. Ancak bu saldırı seçeneğinin masada olmadığı anlamına gelmez. Planlar sadece masada değil, hazır” dedi.
İsrail Başbakan Yardımcısı Silvan Şalom da, İran’ın Pers İmparatorluğu’nu canlandırmak istediğini ileri sürüp, İran’ın niyetleri arasında “Ortadoğu’da rejim değişiklikleri yapmak”, “bölgedeki petrol sahalarının kontrolünü ele geçirmek” ve “nükleer bomba üretmek” bulunduğunu söyledi...
Bu gerilim kaçınılmaz biçimde ABD (dolayısıyla da İsrail!) tarafındaki T.“C”ye de yansıdı.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın, AKP Kongresi’ne gönderme yaparak, “Bazı dostlar savaş istiyor,” dediği tabloda ‘asriran.com’ sitesindeki anketten çıkan rakamlara göre İran halkının Türkiye’yi bir dost ülke olarak görmediği sonucu çıktı. Ankette, katılımcıların yüzde 63’ü Türkiye’yi “rakip” bir ülke olarak görürken, “dost” diyenlerin oranı yüzde 18’de kaldı. Katılımcıların yüzde 19’u Türkiye için “düşman” şıkkını seçti.
‘Sky News’ın, 31 Mart 2012 tarihli “özel haber”inde İran’ın Türkiye’de suikastçılardan oluşan gizli bir şebeke kurduğunun öne sürüldüğü…
İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in yardımcısı ve askeri danışmanı Yahya Rahim Safevi’nin, “Ankara bölgesel güçler tarafından tıpkı bir maşa gibi kullanılıyor,” dediği…
İranlı Ayetullah Mekarim Şirazi’nin, Suriye nedeniyle Türkiye’yi sert dille eleştirirken Türk yetkililerine yönelik “Sizler gaspçı İsrail ile el ele vermişsiniz, masum insanları katletmek için Suriye’ye terörist gönderiyorsunuz ve bu yüzden tarihte rezil rüsva olacaksınız,” diye haykırdığı… güzergâhta T.“C”-İran ilişkileri Kürecik meselesiyle bir kez daha giriftleşmektedir…
Kolay mı?
İran Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Hacizade, Malatya’nın Kürecik beldesinde kurulan NATO füze radar sistemine karşı balistik füze geliştirdiklerini açıklayıp, Malatya’da kurulan ve Basra Körfezi kıyısında da kurulması planlanan füze kalkanlarının İran’ın yeni geliştirdiği füzeye karşı savunmasız olduğunu söyledi.
Yine Hacızade’nin, Malatya’daki füze radar sisteminin İsrail’i “korumak ve desteklemek” için kurulduğunu ve bu konuda ellerinde “kesin kanıtların” olduğunu da belirterek, saldırıya uğramaları hâlinde “ilk önce” Türkiye’deki radar sistemini hedef alacaklarını açıklaması çok önemlidir.
Özellikle işin içine Suriye boyutunun girmesi sorunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Çünkü ‘Fars Haber Ajansı’na göre, İran Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi, Devrim Muhafızlarının Suriye ordusuna danışmanlık ve askeri olmayan yardımlar yaptıklarını açıklayıp, Suriye’nin dışarıdan bir saldırıya uğraması hâlinde savaşa doğrudan müdahil olabileceklerini de kaydettiği; ‘The Daily Telegraph’ın haberine göre, bizzat Ahmedinecad’ın emriyle İran Devrim Muhafızları’nın en seçkin birliği olan Kudüs Tugayları’ndan 150 askerin, orduya yardımcı olmak için Suriye’ye gittiği durumda İran Suriye meselesine (Irak’a olduğu gibi!) dolaysız taraftır!
III.3) ORTADOĞU’DA “KÜRTLERİN YÜZYILI” MI?
Ortadoğu bir fragmantasyon ve polarizasyon sürecinden geçerken, sürecin özellikle Kürtler için devasa imkân ve tehlikeleri de güncelleştirmektedir.
Zindandaki BDP milletvekili Selma Irmak’ın, “XXI. yüzyıl Ortadoğu’da halkların şahsında kapitalist modernitenin çöktüğü, demokratik modernitenin şahlandığı bir yüzyıl olabilir. Ortadoğu’nun makus talihini Kürtler değiştirebilir. Ortadoğu Rönesansı Avrupa tandanslı maddi uygarlık tezine karşı, Ortadoğu antitezinin öne sürüldüğü bir sentez, yani demokratik uygarlık olabilir. Nitekim hazineler kaybedildiği yerde aranır, kaybedildiği yerde bulunur,” diye betimlediği umut ve beklentilerin yükseldiği durumda “Arap Baharı”, “galiba” en çok Kürtlere yaradı. Ortadoğu’da eski rejimler bir bir yıkılırken, yüzyıl önce kurulan statüko da dağılıyor. Bu çözülüşün odağında Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürtler bulunuyor. Bu gelişmelerden etkilenen Kürt hareketinin sözcüleri son zamanlarda yeni bir söylem geliştirdiler, bu yüzyılın Kürtlerin yüzyılı olacağını vurgulamaya başladılar. Tabii sadece Türkiye’deki Kürtler değil; Irak, Suriye ve İran’daki Kürtler de benzer bir heyecanın etkisi altında.
Irak Kürdistanı eski Başbakanı Bahram Salih, İstanbul Forumu toplantısında karşılaştığı Cengiz Çandar’a şu çarpıcı ifadeyi kullanmış: “Kurdish moment has arrived.”
Anlamı şöyle; Kürtlerin harekete geçme ve tarih sahnesine çıkma zamanı geldi...
Fransız Parlamentosu’nun ev sahipliğini yaptığı ve Suriyeli Kürtleri ilgilendiren bir toplantıda Kürt hareketinin önemli isimlerinden Ahmet Türk de şöyle bir konuşma yaptı: “Asla yalnız değilsiniz (Suriye’deki Kürtleri kastederek). Kürtler sorunun kilit aktörleridir. Bu nedenle de kazanmaları çok önemlidir. Bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak.”
Kürt hareketinin sözcülerinden Aysel Tuğluk da Taraf’ta yayımlanan yazısında şu saptamalarda bulundu: “Bölgede yeni bir dünya kuruluyor ve Kürtler bu yeni dünyada mutlaka yerini alacaktır. Türkiye’ye rağmen ve Türkiyesiz! Bunu başaracak güce ve inanca sahibiz. Emin olun ki bu kez başaracağız. Yüz yıldır bu ânı bekliyorduk: Kürtler artık kazanmıştır. (...) XX. yüzyılı Kürtler statüsüz geçirdi. Çok acılar bedeller ödedi XX. yüzyılda. Hakları hukukları tanınmadı ama XXI. yüzyılda hem Rojava’da (Suriye Kürdistan’ı) hem Kuzey Kürdistan’da demokratik haklarını kazanacaklardır. XXI. yüzyıl Kürtlerin yılı olacaktır.”
BDP’nin 14 Ekim 2012 tarihinde gerçekleştirdiği kongrede bu vurgu yine ön plandaydı. Eşbaşkan Selahattin Demirtaş, Kürtlerin XX. yüzyılın mağduru olduğunu, XXI. yüzyılda statü sahibi olacaklarını dile getirirken Gültan Kışanak, XXI. yüzyılın Kürtlerin ulusal birliğinin oluşacağı bir yüzyıl olacağını söyledi.
Söz konusu umutların hepsi, elbette tehlikelere de mündemiçtir.
Özellikle ‘Cumhuriyet’ gazetesinin haberine göre, “Irak’ın ABD işgaliyle dünya kamuoyunun dikkatine sunulan, komşu toprakların da katılarak oluşturulan ‘Kürdistan’ haritası Suriye’deki karışıklıkla birlikte yeniden gündemde.
Esad yönetiminin sınırda kontrolü kaybetmesi, Kürt PYD güçlerinin zafer ilanı, Irak’taki peşmergelerden yükselen destek sesleri arasında ‘The New York Times’ın 27 Eylül 2012’de yayımladığı dünya haritasında Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bağımsız Kürdistan devleti olarak çizilmesinin ardından, 28 Eylül 2012’de ‘Devletsiz Uluslar ve Avrupa Azınlık Halkları’ kuruluşu ‘Eurominority’ ile ‘Paris Kürt Enstitüsü’ yeni bir ‘Kürdistan’ haritası yayımladı.
‘Eurominority, ‘Halkın coğrafyasını tanımak için sık sık oraya gitmekle işe başlamak gerekiyor’ diye belirtirken bu yeni haritanın amacının ‘Ağrı Dağı ulusunun tanıtılması’ olduğunu ifade ediyor.
Haritada ‘tarihi Kürdistan’ın bir ucu Hatay’ı da içine alarak Akdeniz’e kadar inerken diğer ucu Maraş, Elbistan, Koçgiri, Erzincan, Erzurum, Kars, Iğdır ve Ağrı’ya kadar uzanıyor. Irak’taki Musul ve Kerkük de ‘Kürdistan’ toprağı olarak gösterilirken Suriye’de geçen aylarda Kürtlerin kontrolüne geçen Türkiye sınırındaki kentlerin de haritaya dahil edildiği görünüyor”ken; Kürt siyaseti tüm parçalarda öncelikle kendisi olabilmelidir!
Ortadoğu’da Kürtleri de doğrudan ilgilendiren önemli gelişmeler yaşanıyorken; yapay devlet Irak’ın parçalanmasının gittikçe reel hâle gelmesi ve Batı Kürdistan’da siyasi statüyü elde etme yolunda artan olanaklarla Kürtlerin devletleşmesine kapıyı aralayan gelişmeler hız kazanıyor.
Suriye’de siyasal kriz derinleşiyor. Dikta rejimi gitmemekte direnirken, Kürt halkı, halklar değişimde kararlı.
Bölgede savaş riski artıyor. Suriye krizi kendisiyle sınırlı olmayan gelişmeleri tetiklerken, bölgesel-küresel gerilimi de tırmandırıyor. Ortadoğu’nun iki yakası olan Akdeniz ve Basra Körfezi’nde sular tehlikeli biçimde ısınıyor.
Suriye üzerinden yaşanan Şii-Sünni saflaşmasına Kürdistan sorunu eklenince, gerilim bölgesel boyut kazandı.
ABD ve Rusya gibi emperyal güçlerin Suriye meselesinde diplomasi ve savaş gemileriyle aktifleşmesinin küresel ekonomik krizle örtüşmesi, bölgesel hatta küresel boyutta savaş riskini artırıyor.
Batı’nın stratejisi “zulme karşı özgürlük yol haritası” değil, enerji yol haritasıyken; PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, Suriyeli Kürtlere gönderdiği mektuptaki, “Ne Esad’ın ne muhaliflerin yanında durun. Üçüncü güç olun”[23] saptaması kilit önem kazanıyor.
Özellikle Suriye (Batı) Kürdistanı şahsında yaşananlar, “Kuzey Suriye’deki gelişmeler, Kürt sorununu yeni bir boyuta taşıdı.”[24]
‘The Financial Times’, “Suriyeli Kürtler Esad Sonrasına Hazırlanıyor” başlıklı haberinde, ülkede devam eden şiddet olaylarına karışmayan Kürtlerin, kuzeyde yaşadıkları bölgede karakollar, konseyler ve mahkemeler kurduğunu belirtti.
Gazete Suriyeli Kürtlerin bunları özerk bir yönetimin temeli olarak gördüklerini ileri sürdü. Suriye’nin kuzeyinde 1.7 milyon Kürt nüfusun yaşadığı hatırlatılan haberde, Esad rejimine karşı tarihi geçmişi olan organize, tek muhalefet grubunu Kürtlerin oluşturduğunu vurgulandı.
‘The New York Times’ da, Suriye’nin kuzeyinde serbestlik kazanan Kürtlerin Esad iktidarı sonrası savaşa hazırlandığını belirtip, Barzani’nin Suriye Kürtlerinin hamiliğine soyunduğuna da dikkat çekti.
Bu arada Mesut Barzani de, ‘L’Essentiel’e röportajında, denetimleri altındaki bölgede Suriye’den gelen 15 bine yakın, çoğu erkek sığınmacı bulunduğunu söyledi. Barzani, “Bunların bir kesimi silahlı eğitim görüyor,” derken; Suriye’nin kuzeyinde de Irak’taki gibi bir yapılanma olması gerektiğini belirtti.
Konuya ilişkin olarak “Suriyeli Kürtlerin liderinin PYD değil, Barzani olacağını” belirten Henri J. Barkey şöyle diyor:
“Irak’taki Kürt örneğini gördükten sonra Suriye’deki Kürtlerin ‘Biz de bir otonom, federal bölge istiyoruz’ demeleri gayet normal. Yeni bir Kürdistan kuruluyor mevhumu bir yerde doğru. Fakat bunun Türkiye’ye karşı büyük bir tehdit olarak görülmesi için neden yok. Kuzey Irak’taki Kürtlerle nasıl iyi geçiniyorsanız, Suriye’deki Kürtlerle de iyi geçinebilirsiniz.”
Ortadoğu’daki Kürt hareketlenmesi, T.“C”nin kabullenmekte zorlandığı bir realiteyken; “İşler, yıllardır o kadar kötü olmamıştı,” diyen ‘The Financial Times’, ‘Türkiye’nin Kâbusu’ başlıklı başyazısında Türkiye’nin “En derin korkularının” Güneydoğu sınırında gerçekleşmekte olduğunu savunurken “Suriye’deki çatlak, Türkiye’nin toplumundaki fay hatlarını ve bölgedeki nüfuzunun limitlerini gözler önüne seriyor” diyerek ekledi:
“Kürt güçleri Suriye’nin kuzeydoğusundaki kentlerin kontrolünü ele alırken Ankara, yanı başındaki Iraklı Kürdistan ile gevşek bir federasyon içerisinde özerk bir Kürt bölgesinin doğuşu olasılığıyla karşı karşıya. Bu Türk kurumları için varoluşsal bir tehdit. Suriye’deki embriyo hâlinde bir Kürt devletinin Türkiye’nin 13 milyonu aşkın Kürt nüfusunun bölgesel özerklik taleplerini cesaretlendirmesi kaçınılmaz.”
ABD’li diplomatların Leyla Zana ve BDP ile görüşerek, verdikleri iki net mesajın, “Kürt devletini unutun, silah bırakma çağrısı yapın,” olduğu ve Mesut Barzani’nin, TBMM’nin Kürtler için küçümsenemeyecek bir fırsat olduğunu belirttiği düzlemde ‘AFP’ye açıklamalarda bulunan ve sadece rejime değil, PKK’ye karşı da savaşabileceklerini söyleyen Ubed Musa adlı Kürt muhalif, silaha ihtiyaçları olduğunu belirterek “Türkiye’nin silah yardımıyla, Suriye’deki PKK üslerini vurabiliriz. Çünkü biz onların nerede olduğunu ve hangi bölgeleri kontrol ettiğini biliyoruz,” derken;[25] T.“C” kaygan bir zeminde icra-ı sanat eğliyor.
Tıpkı, “Eğer ‘yeni Osmanlıcılık’ Suriye’de rejim değişikliğinde diretecekse, Şam’ın, PKK’yı nasıl para ve lojistiğe gark edeceğini hesaplamaya başlaması iyi olur,”[26] diyen Pepe Escobar’ın işaret ettiği üzere:
“Çılgın Türk Erdoğan’ın güç oyunu çöküyor olabilir… Erdoğan’ın Napolyonvari hayallerinden; cihatçı kaynayan ÖSO’ya ev sahipliği yapmak, Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte Suriye’ye silah kaçırmak, sınıra uçaksavarlar ve füzeler konuşlandırmak, Suriye Kürdistanı’nı işgalle tehdit etmek, eh bu kadarı da fazla.
Ama belki de değil. Ankara’nın yeni Osmanlı hayali, Kuzey Irak ve Kuzeydoğu Suriye’nin bir tür ekonomik ilhakını içerecektir. Tesadüfe bakın ki, iki bölge de enerji zengini ve Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var. Sorun şu ki, ikisinin de sakinleri Kürt.
İranlı Kürtler kıpırdanıyor. 17 milyon Türkiyeli Kürt de harekete geçerse, ne olacak? Erdoğan, Türkiye’nin en büyük karabasanıyla, Büyük Kürdistan’ın doğuşuyla yüzleşebilir.
Türkiye’nin Irak, İran ve Suriye’yle sınırı var. Kürtler tarihi kaymayı hissetmeye başlıyor. Global Research adlı düşünce kuruluşundan Rick Rozoff’un doğru bir savı var: ‘Türkiye, NATO’ya ve NATO aracılığıyla Pentagon’a, bu üç ülkeye doğrudan erişim sağlıyor.’ Ama bu, ‘1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması uyarınca şekillenen Levant’ın yeniden parçalanmasının’ çok ötesine gidebilir. Türkiye, NATO ve Pentagon şimdilik aynı safta olabilir. Ancak Levant’ın Balkanlaşması, önce Büyük Kürdistan’ın ortaya çıkmasına yarar. Bu, ABD’nin işine gelebilir. Erdoğan yeni gerçekliğe uyandığında ise çok geç olabilir.”[27]
III.4) SORU(N)LARIN ODAĞI SURİYE
Ortadoğu’daki soru(n)ların odağına dönüş(türül)en Suriye, Suriye olmaktan çok yeniden paylaşımın kapışma ve “Pax-Americana”nın dayatılma zeminidir.
“Nasıl” mı? Hızla sıralayalım!
i) ‘The Washington Post’, Suriyeli muhaliflerin ABD’nin koordinasyonunda Körfez Arap ülkelerinin sağladığı maddi yardımlarla daha fazla sayıda ve güçlü silahlar edinmeye başladıklarını yazdı…
ii) ‘The Independent’, Türkiye ve Katar’ın Suriyeli muhaliflere ağır silah yardımını durdurduğunu ileri sürdü. Gazeteye göre, Türkiye ve Katar görüş ayrılıklarını giderip saflarını birleştirene kadar muhaliflere uçaksavar ve tanksavar füzeleri gibi ağır silah yardımını bloke etti…
iii) ‘The Times’, Amerikan ve Fransız özel birliklerinin haftalardır İncirlik’te olduğunu yazdı. Adana aynı zamanda Suriyeli muhaliflere silah dağıtımının ana merkezi hâline geldi.
Gazeteye göre ABD, Suriye’deki iç savaşın yayılması ve bölgesel müttefiklerini içine çekmesi tehdidi nedeniyle, Türkiye’nin Suriye sınırına özel güçler konuşlandırdı. İngiltere’nin de ABD gibi Ürdün’e birlik gönderdiği öne sürüldü. Gazetenin güvenlik güçlerine dayandırdığı haberine göre, Amerikan ve Fransız birlikleri haftalardır zaten İncirlik üssüne konuşlanmış durumdaydılar. NATO üssü, yaz başından beri Batılı ülkeler ve bölgesel müttefikler için bir merkez hâline gelmişti. Suudi Arabistan ve Katar ajanları da buradan isyancılara silah ve nakit para aktarımını organize ediyorlar.
‘Le Figaro’ da 11 Ekim 2012’de benzer iddialar ortaya sürdü. Suriyeli muhalifler ile konuşan gazete, isyancılara Suudi Arabistan ve Katar’ın sağladığı paralarla Adana’dan silah dağıtımı yapıldığını yazdı. Gazeteye göre, Suudi Arabistan, Lübnan ve Katar’dan gelen paralarla karaborsadan silah alınıyor, sonra silahların dağıtımı da Türkiye’nin gözetiminde Adana’da gerçekleştiriliyor. Fakat gazeteye konuşan muhalifler; Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan arasındaki çekişmenin Suriye’yi daha da böldüğünü iddia ediyor.
İddialara göre, Katar ve Türkiye, Müslüman Kardeşler’i desteklerken Suudi Arabistan silahların Selefilere dağıtılmasını savunuyor. Katar, verdiği para karşılığında Suriyeli muhaliflerin tek bir çatı altında birleşmesini istiyor.
iv) ‘The Sunday Telegraph’, Şam yönetimine karşı mücadele eden gruplar içinde radikal İslâmcıların artan gücünün laik muhalifler arasında “alarma” yol açtığını yazdı.
“Laik” bir ÖSO savaşçısı, sınırları gözlediklerini ve Türkiye’den Suriye’ye girmeye çalışan 25 yabancı savaşçıyı yakalayarak Türk istihbaratına teslim ettiklerini anlattı. Suriye’nin en güçlü İslâmcı gruplarının, Esad rejimine karşı “cihat” amacıyla yeni bir “kurtuluş cephesinde” bir araya geldiklerini belirten gazete, Katar hükümeti ile Körfez ve Suudi Arabistan’daki zengin işadamları ve dini liderlerce sağlanan para ve silahlardan en çok dindar savaşçıların yararlandığını kaydetti.
Kadri Gürsel’in, “Ankara artık Suriye’ye karşı askeri tırmanma ve gerilim siyasetine geçmiş bulunuyor”; Sami Kohen’in, “Aslında gelinen noktada Ankara Suriye krizinde bir “güç politikası” uygulamaya başladı. Yani artık diplomatik çabalar, kolaylaştırıcı roller vesaire, geride bırakıldı; şimdi Suriye ile silahlı çatışmayı, diğer ülkelerle de siyasi sürtüşmeyi göze alan bir strateji izleniyor,” dedikleri tabloda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu haykırıyor:
“Biz sınırlarımızda her türlü güvenlik tedbirlerini alıyoruz. Tabii Suriye’nin benzer bir ihlâli yapmamasını istiyor ve ümit ediyoruz. Ama yapması hâlinde Türkiye, kendi ulusal güvenliği için her türlü tedbiri alır. Ulusal güvenliğin tehlikeye düştüğünü hissedersek tereddüt etmeden mukabelede bulunuruz”!
Veriler ışığında, Suriye bir emperyalist müdahaleyle karşı karşıyayken; Türkiye’de “Honduras” rolünü üstlenmiştir!
Elbette bunda belirleyici olan ABD’nin “BOP”u ve bununla T.“C”ye ihale ettiği kahyalık/ taşeronluk yanında sermaye gereksinimlerinin dayattığı sınırlandırılmış roldür.
Metin Münir’in, “Suriye, bize, Ortadoğu’da Türkiye’nin gücünün değil güçsüzlüğünün ölçüsünü gösterdi. Orada ‘bizden’ büyük oyuncular var ve petrol ve gaz tükeninceye kadar hep olacak,” satırlarıyla betimlenen“sınırlandırılmışlık” vurgusunun altını özenle çizerek ilerlersek: CIA’in Suriye stratejisini 1980’lerdeki Afganistan iç savaşıyla kıyaslayan ‘The Washington Post’tan David Ignatius’un, Suriye’deki ayaklanmanın Afganistan’daki gibi yıllarca üstünden kalkılamayacak bir kaos ortamı yaratacağının altını çizip, “Obama, Beşşar Esad’ın derhâl gönderilmesi ama bunun Suriye devlet otoritesinin yok edilmeden yapılması gibi bir çifte hedef güdüyor,”[28] diye eklediği tabloda; Türkiye’nin tampon bölge istediğini söyleyen ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, ABD ve NATO’nun bunun üstesinden gelemeyeceğini açıkladı.
Bu elbette T.“C”nin hoşuna gitmezken; ‘The Financial Times da, Türkiye’nin Esat karşıtı kampanyanın öncülüğünü yapmasının ülkeyi arafa bıraktığı vurgusuyla, “üst düzey bir uluslararası bir diplomat”a atfen “Türkler, beklemedikleri bir ihtilafa sürüklendiler. Mültecilere evsahipliğini yaparak inanılmaz bir iş yaptılar, Ancak şimdi karşı karşıya bulundukları şey, adeta bir felaket,” diye yazdı.
Ayrıca T.“C”nin komşularıyla ilişkilerini “toksik” olarak niteleyen gazete, Türkiye’nin başta ABD olmak üzere, Batı’daki müttefikler konusunda “derin bir hayal kırıklığı”nı da yaşadığına dikkat çekerek, Başbakan Erdoğan’ın tampon bölgesi kampanyası ve Ankara’nın isyancı ÖSO’na desteği ile “gereğinden fazla ileri gittiği”ne dikkat çekti.
Tam da burada Ömer Taşpınar’ın, “Türkiye’de AKP’ye muhalif kamuoyunun da bilmesi gereken bir gerçek var: Obama’nın Türkiye’yi savaşa sokmak ve Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak gibi bir politikası yok,” derken; “İki lider (Obama ile rakibi Romney) ve iki partinin (Demokratlar ile Cumhuriyetçiler) ABD’nin seçim sonrası Suriye politikalarına ilişkin bakışlarının özetlenmesinden çıkan sonuç, özetle seçim sonucuna bağlı olarak ABD politikalarının ana eksende değişmeyeceğinin ilanı gibiydi… Taraflar, Esad’ın sonunda iktidardan gitmesi gerektiği ana fikrinde buluşmanın ötesinde, ABD’nin asla bir Irak-Afganistan benzeri işin içinde doğrudan, askeri müdahaleci olmayacağının kararlılığının altını çiziyordu... Doğrudan müdahalede ödenen büyük bedellere karşın yaşananlardan, en önemlisi de Irak ve Afganistan başta ortaya çıkan ABD karşıtlığından çok büyük dersler alındığının işaretlerini veren vurgulamalar ağır basıyordu.
Suriye’nin, Libya’dan çok farklı konumda olduğunun, Ortadoğu dengelerini altüst edecek çatışmalara yol açabilecek kıvılcım çakılması tehdidinin altı çizilirken Esad’ın gitmesinden de daha önemli sorgulamanın yerine nasıl bir iktidarın geleceği üzerinden yapılması gerektiği, El Kaide’nin iktidara gelmesi olasılığı yerine Suriye halkını bütünleştirecek meşru bir hükümet olasılığına kadar beklenilmesine öncelik verilmesi anafikrinde buluşuldu...
Söz konusu bu tablodan Arap baharları sonuçlarından da dersler alınmış olarak, ABD’nin seçimler sonrası iktidarının, kazanana çok da bağlı olmaksızın, Suriye’de aceleci, doğrudan müdahaleci politikalardan uzak duracağı sonucu ortaya çıkıyor ki... Türkiye’nin içinde olduğu çok acil, riskli Suriye politikaları açısından çok düşündürücü…”[29]
III.4.1) “TÜRK(İYE) MÜDAHALESİ” VE…
Başından beri T.“C”nin Suriye’ye müdahaleye teşne olduğunu bilmeyen yok.
T.“C” tam da bunun için Hatay’ı (Antakya’yı) “savaşın üssü” hâline getirip, “silah çarşısı”na dönüştürdü.
Konuyla ilintili olarak Robert Fisk, “Mevcut tabloya daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin sınırdan Suriye topraklarına silah ve savaşçı akıttığı açıkça görülebilir,”[30] derken, kimsenin inkâr edemediği birkaç somut örnek sıralayayım:
i) ‘The Independent’, Suriye’de savaşan Türk, Çeçen, Tacik ve Suudi savaşçılara “Türk Kardeşler” adının takıldığını belirtip, “Aralarında eski bir Türk askeri de var” dedi!
ii) ‘The Times’, Libya’dan Türkiye’ye gelen bir kargo gemisinin Suriyeli mültecilere bugüne kadarki en büyük silah sevkiyatını yaptığını yazdı. İHH, silahları Müslüman Kardeşler’e verdi!
iii) ‘The Times’, Suriye’deki iç savaşta Beşar Esad rejimine karşı savaşan ÖSO’ya verilmek üzere ayaklanmaların başlamasından bu yana gönderilenin en büyük silah sevkıyatını taşıyan bir geminin Türkiye’nin İskenderun limanına demir attığını yazdı. Silahların yüzde 80’inin Suriye’ye ulaştırıldığı ileri sürüldü!
iv) Robert Fisk’e göre, Türkiye Suriyeli mücahitler için “silah aktarma ve eğlence ile dinlenme merkezi olma” rolünü üstlenmiş durumda![31]
v) Muhaliflerle görüşen Michael Weis, ‘The Daily Telegraph’taki makalesinde Ankara’nın bazı taburlara hafif silah temin ettiğini açıkladı!
vi) “Afganistanlı, Pakistanlı, Libyalı, Çeçen, Katarlı, El Kaideci ne ararsanız Hatay’a aktı. Sanayi sitesinde herkesin gözü önünde bomba yapımı için çok sayıda boru kesiliyor”!
vii) “Suriyeli muhalifler kentte ‘silah göstererek’ dolaşıyor, lokantalara para ödemiyorlar, Hataylılar endişe içinde”!
viii) Suriye’den kaçan mültecilerin çoğu kurulan kamplarda kalıyor. Ancak binlercesi ise Hatay, Antakya ve Kilis’te kiraladıkları evlerde yaşıyorlar. Özellikle Hatay sokaklarında tedirginlik hâkim. Hataylılar, gelenlerin olay çıkardığını, lokantalarda hesap ödemediğini iddia ediyor. Hatta tiplerinden ve kaba hareketlerinden dolayı onların El Kaide militanı bile olduğunu söyleyen var”!
ix) “Yabancılar ambulansla Türkiye’den Suriye’ye silah taşıyor”![32]
x) ‘The Guardian’da “Suriye iç savaşı: Harcayabileceğimiz tek şeyi, adamları harcıyoruz. Adamlar ölüyor” başlığıyla yer alan bir haberde, İstanbul’daki Lübnanlı bir iş adamının aracılığı ve Türk istihbaratının iş birliğiyle Türkiye’den Halep’teki Suriyeli muhaliflere mühimmat ulaştırıldığı belirtildi!
xi) Suriye’de öldürülen Türk avukat Osman Karahan’ın El Kaide’nin avukatı olduğunu söyleyen Enformasyon Bakanı Ümran ez Zabi, bu kişilerin 2003’te İstanbul’daki terör saldırılarına karıştıklarını, Türkiye’de ömür boyu hapis cezasına mahkûm edildiklerini kaydetti. Bu kişilerin nasıl ve kim tarafından serbest bırakıldıkları, Halep’e nasıl geçirildikleri sorularına dikkat çekti!
xii) ÖSO komutanlarından Ebu Halil, ‘The New York Times’a demecinde, Halep kentindeki savaşçıların Türkiye’den emir aldıklarını söyledi![33]
Bu tabloda Muhammed Nureddin’in, “ÖSO merkezini Türkiye’den Suriye’ye taşıdığını açıklaması, ÖSO yönetiminin, Türk topraklarında olduğunu teyit etti. Bu daha önce resmen ilan edilmemişti. Hatta bu açıklama, ordudan ayrılan askerlerin Türkiye’de olduğunu da ifade etti… Türkiye, ÖSO’nun dayanak noktası. Açıklama, Ankara’nın silahlı muhalifleri desteklemekteki rolü kanalıyla, Suriye’deki silahlı mücadeleye doğrudan katıldığı gerçeğini değiştirmez,”[34] derken; ‘The Independent’ın haberine göre: “Yüksek düzeyli görüşmelerde” Katar ve Türkiyeli yetkililer, Suriyeli muhaliflerin temsilcilerine “muhalifler aralarında anlaşma sağlayıncaya ve bir komuta merkezi oluşturuluncaya kadar” Suriye’deki muhaliflerin kullanımı için aralarında tanksavar ve uçaksavarların da bulunduğu ağır silahlar Türkiye’de stoklanacak…
Evet, bunlar böyle ve hatta daha da fazlasıyken; ‘El Ahram El Arabi’ye konuşan Esad, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’yi Suriyeli isyancıları silahlandırmakla suçlayıp, “Paralarının coğrafya, tarih ve bölgesel rol satın alabileceğine inanıyorlar” diyerek, Ankara’nın “halkını düşünmediğini yalnızca ‘yeni Osmanlı İmparatorluğu’nu da’ içeren hırslarına yoğunlaştığı”na dikkat çekiyor.
Söz konusu vurgu; Vijay Prashad’ın, “Türkiye ile Suriye sınırında ortaya çıkan gerilim, Türkiye’nin sorunlarının Suriye girdabında boğulacağı korkularını arttırıyor,”[35] dediği ufukta hiçte haksız değil.
Çünkü AKP medyasında kalem oynatan Hasan Celal Güzel’in, “Türkiye, özellikle jet olayından sonra, daha fazla vakit geçirmeden katliamcı Esad güçlerini tesirsiz hâle getirmeli ve BAAS diktasının devrilmesini gerçekleştirmelidir. Bunun için topyekûn savaşa da lüzum yoktur; misilleme meseleyi hâlle yeterlidir. Önemli olan Esad sonrasını tanzim edebilmektir. Türkiye, eğer gerçekten ‘küresel güç’ olmak, özellikle İslâm ve Türk dünyası ile Orta Doğu ve Afrika’nın indinde itibarını devam ettirmek istiyorsa, bu yazdıklarıma kulak verilmelidir,” satırlarında gazetecikle savaş çığırtkanlığını karıştırdığı puslu bir güzergâhtayız.
AKP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’ın, “Esad siyaseten yok hükmündedir,” derken; Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da, Suriye’de sivilleri korumak amacıyla tampon bölge oluşturulması için savaş riskinin göze alınabileceğini haykırdığı güzergâhın yöneldiği istikamet binlerce iç ve dış soru(n)la malûldür…
“İç soru(n)” dedik; mesela!
“Anayasanın 92. maddesi gereğince bir yabancı silahlı kuvvetin Türkiye’de bulunmasına izin vermek TBMM’nin yetkisindedir…
Peki şimdi, Suriyelilerin Hatay’da üs edinmesi iznini AKP iktidarı kimden aldı?” diye soruyor Ali Sirmen “Apaydın Üssü” konusunda!
Ayrıca ‘The New York Times’ın, 60 bin kayıt dışı Suriyeli bulunduğunu yazdığı sınır boyunda, Hatay’da jandarmanın Alevi köylerinde yaşayan vatandaşların ruhsatlı silahlarını topladığı iddia edildi. İddia sahipleri, bunda, kentte uzun zamandan beri “Esad’ın Hatay’da silahlı adamları var” söylentisinin etkisinin olabileceğini belirttiler. Hatay’ın Kuştepe, Marşuklu ve Karaçay beldelerine bağlı köy evlerinde arama yapan jandarmanın, ruhsatlı da olsa silahlarını teslim etmeleri için köy sakinlerine çağrıda bulunduğu bildirildi…
“Dış/bölgesel soru(n)” dedik; mesela!
E. Fuat Keyman’ın, “Türkiye’nin içinde demokrasiden uzaklaşması, dış politikada da yüzünü tümüyle Batı dışı dünyaya dönmesi” olarak tanımladığı duruma ilişkin olarak Melih Aşık’ın tespiti de şöyle:
“Türkiye şimdi tek boyutlu yeni bir yola girdi. Bu kaderi değiştiremezsek bundan böyle Ortadoğu’nun kısır sorunları içinde debelenip duracağız demektir... Bu debeleniş bize ne kültürel, ne sosyal ne de ekonomik yönden bir zenginlik kazandırmayacak sürekli fakirlik ve bela üretecektir...
Ortadoğu’da ABD çıkarlarıyla Türkiye çıkarları örtüşmez. O yüzden bir anda Rusya, İran, Irak ve Suriye ile düşman oluverdik. Bu düşmanlık askeri harcamaları arttırmamızı gerektireceği gibi dış ticaret ve turizmi de şimdiden etkiliyor... Dahası... Bugün Suriye ile bir savaşa gireceğimiz kesin değilse de kendimizi yarın bir İran-İsrail savaşının içinde bulacağımız kesindir.”
Seyfettin Gürsel’in, “Türkiye, Suriye ile savaşa girer mi kestirmek zor ama kriz sürdükçe ihracatımızın olumsuz etkilenme ihtimali de artıyor,” dediği koordinatlarda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Suriye’nin Türkiye’den elektrik alımını kendi isteğiyle durdurduğunu açıklayıp ekledi: “Suriye tükettiği elektriğin yüzde 18-20’sini Türkiye’den alıyordu.”
Bunun hemen ardından da ‘Tehran Times’, Suriye elektrik şirketinin Türkiye, Mısır ve Ürdün ile elektrik iletim hatlarını keserek bu ülkelerin yerine “bölgesel müttefiki” İran’dan elektrik alacağını yazdı.
Ve tüm bunlar da borsalara yansıdı Mehveş Evin’in ifadesindeki üzere:
“Haftalardır Suriye ile savaş ihtimalini konuşuyoruz... İlginçtir, savaşın ne olduğundan ziyade ekonomik boyutuna ağırlık veriliyor.
‘Savaş ekonomisi’nin bazı sanayi dalları ve kişilerin gücüne güç kattığı da bir gerçek. En başta savunma sanayine... Aselsan’ın yılbaşından bu yana hisselerinin yüzde 85.22 değer kazanması herhâlde tesadüf değil.
Borsa da savaş ihtimaliyle coşmuş! ‘Akşam’ gazetesinde Esin Gedik imzalı manşet, ‘Suriye borsayı uçurdu’ diyor. Habere göre Türk jetinin düşürüldüğü 22 Haziran 2012’den bu yana İstanbul borsasındaki yükseliş yüzde 15.14’ü buldu.
Gedik’in haberi düşündürücü, çünkü her siyasi gerginlik ve çatışma ortamı, İMKB’ye yükseliş olarak yansıyor. Mesela ABD’nin Irak işgali dönemindeki bir yıllık yükseliş yüzde 109…”
Bu tabloda Sedat Ergin, Suriye konusunda “Ankara’nın vites düşürmesi”nden söz etse de; “İslâm İşbirliği Teşkilâtı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’na göre, Suriye’de yaşananların mezhep çatışmasıyla âlâkası yok, ayaklanmalar halkın ‘30 sene 40 sene bir hanedan despotizmine son vermek’ maksadıyla başlattığı bir mücadele”yken; AKP ısrarından kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.
“Tayyip Erdoğan hükümeti, aslında istemese de izlemeyi mecbur saydığı ‘güç politikası’yla istemeye istemeye Suriye ile savaşa sürüklenmez mi?
Ya da Sykes-Picot’nun bir anlamda geri sardırılması olan Arap Uyanışı’nın Suriye’de aldığı şekil, tarihi dinamikler açısından bakıldığında bir Türkiye-Suriye Savaşı’nı kaçınılmaz kılmaz mı?”[36] sorularında altı çizildiği üzere…
III.4.2) SORU(N)LAR: “KÜRTLER”, DİĞERLERİ
Soruların ilki AKP’nin (ve dahi sermayenin) emperyal emelleriyle ilgiliyken; ikincisi de “misak-ı milli”nin aslî hassasiyeti Kürt sorunu ile ilintilidir.
Örneğin ‘The Economist’de yayınlanan ‘Türkiye, Suriye ve Kürtler’ başlıklı makalede, “Türkiye’nin Suriye konusunda takındığı şiddetli Esad karşıtı tutumu, kendi 14 milyonluk Kürt nüfusuyla uzun zamandır yaşadığı sorunlarını derinleştiriyor…
Kürtler, Türkiye meclisinin, orduyu yurt dışındaki müdahaleler için yetkilendirdiği tezkerenin kendilerini hedef aldığını düşünüyorlar. Bu aşırı heyecanlı bir düşünce... Ancak Türkiye’nin kuzey Irak’taki Iraklı Kürt devletçiğinin dibinde ortaya çıkan güya bağımsız Suriyeli Kürt varlığı fikriyle şaşkın olduğu da açık…
Giderek daha da savaş yanlısı olan Erdoğan gözünde PYD, PKK demek ve onun da esas düşmanı Türkiye,” denirken; Suriye’de Esad güçleri ile Özgür Suriye Ordusu arasında savaş Türkiye sınırında yoğunlaşıyor. Bu esnada çatışmalara katılmayan Kürtler bölgede hızla silahlanıyor. Yüksek Kürt Konseyi içinde yer alan PYD’nin denetiminde bölgede üçüncü Kürt Tugayı kuruluyor. Afrin ve Kamışlı’dan sonra Kobani’de kurulan ve kısa adı YPG olan, “Halk Savunma Birlikleri”nin Baas rejimi tehlikesine karşı oluşturulduğu belirtiliyor.
Büyük bölümü Türkiye sınırında bulunan Kürt yerleşim birimlerinde silahlanma çabası hız kazandı. PYD’nin girişimi ile geçtiğimiz yıl kurulan ve adını YPG olarak duyuran silahlı grup, düzenli ordu biçiminde örgütleniyor. 14 Eylül 2012’de Afrin’de kurulan ilk tugayı 4 Ekim 2012’de Mardin sınırında bulunan Kamışlı’daki ikinci tugay izledi. 12 Ekim 2012’de de Kobani’de, “Şehid Sadık Kobani Tugayı” adı altında üçüncü tugay, kuruluşunu ilan etti. Yaşları 17 ile 35 arasında değişen Kürt, Arap, Ermeni ve bölgede yaşayan diğer azınlık mensuplarından oluşan kadın ve erkeklerden kurulu tugayların sayısının önümüzdeki günlerde Kürt bölgesinin tümünü kapsayacağı açıklandı.
Milis düzeyinden ordu düzenine geçiş yapmaya çalışan YPG güçlerinin kuruluşu bir bildiri ile açıklandı. Bildiride, ülkedeki Baas rejimi ve uzantılarının Kürt halkına karşı tehdit oluşturduğu, Kürt ordusunun tehdide karşı kurulduğu belirtildi.
Bildiride, “Rejime karşı Efrin, Kobani ve Kamışlı’da mücadele verdik. Suriye’deki gelişmelerle birlikte askeri birlik ihtiyacı daha da öne çıktı. Baş gösteren iç ve dış sorunlara karşı halkın savunma gücü ihtiyacı daha da büyüdü.
Bu kaos aralığında halkı savunmak için bizler Kobane’de değerlerimizi savunmaya başladık. Biz, YPG Genel Karargâhı olarak Kobane halkı ile tüm Batı Kürdistan halkına Şehid Sadık Kobane Tugayı’nın kuruluşunu ilan ediyoruz. Bu tugay, Baas rejiminden ilk özgür kılınan kent olan Kobane’yi savunacaktır” denildi.
Bu da T.“C”nin, Suriye ile meselesine Batı Kürtleri boyutunu da ekliyor…
III.4.3) OLANAKLAR, OLASILIKLAR
Suriye konusundaki olanaklar/ olasılıklar meselesine dünyada, bölgede ve Suriye’de farklı pencerelerden bakılıyor. Çıkar çatışmalarında bu farkları doğal karşılamak gerekiyor, her “uluslararası meselede” olduğu gibi…
Küresel güçler nasıl bakıyor?:
i) ABD ve AB, Ortadoğu’yu “kendi denetimleri altında tutma” amacına yönelik olarak bakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail için Suriye’de “Batı ile işbirliği içinde” bir yönetim isteniyor. Müslüman Kardeşler, en büyük aday.
Esad rejimi İran’a, Rusya’ya ve Çin’e yakın. Ayrıca Suriye’nin bir parçasının Batı denetimindeki Kürdistan’a dahil edilmesi özellikle önem taşıyor. Bu sayede bölgenin denetimi kolaylaşacak.
ii) Rusya’nın Suriye’de askeri üssü var, Esad yönetimi ile iyi ilişkiler içinde. Bu sayede bölgedeki etkisini sürdürebiliyor. Ayrıca İran’ın bölgede etkili olması Rusya’nın işine geliyor. Bu etki için Esad rejiminin devamı önemli.
iii) Çin, Ortadoğu petrol ve doğalgaz bölgesinin ABD ve AB’nin tekeline girmesini istemiyor. Daha uzun yıllar, bu bölgenin petrol ve doğalgazına gereksinimi var.
Suriye (İran dolayısıyla da) kilit ülke konumuna geldiği için bölünmesine ve Batı’nın denetimine geçmesine karşı çıkıyor.
Rusya, Çin, İran koalisyonunun (ya da Asya grubunun) Esad’ın ve rejiminin arkasında durduğunu görüyoruz.
Suriye penceresinden durum:
Esad rejimi, Asya ile ABD-AB grubu arasında bir denge politikasını başarıyla yürütüyordu. Özellikle de AKP’nin iktidara gelmesinden sonra Türkiye ve Suriye arasında kurulmaya başlanan olağanüstü yakın iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkiler, Suriye’nin denge politikasını güçlendirmeye başlamıştı.
iv) Ayrıca Ankara’nın Tahran ile de yakın iktisadi, kültürel ve siyasi ilişkilere destek vermesi Suriye-Türkiye-İran hattının bölgedeki etkinliğini artırdı.
Hatırlayalım; Ankara hükümeti Esad ve rejimiyle iç içe, yakın ilişkiler kurmaya başlayınca Başbakan Erdoğan’ın Ortadoğu’daki itibarı hızla yükseldi.
Ancak Ankara-Şam ilişkilerinin bu denli gelişmesi ve Ankara’nın bir anlamda “örtülü denge politikasını fiilen yürütmeye başlaması” ABD ve AB’nin yeni Ortadoğu politikasıyla örtüşmüyordu.
Batı’nın İran konusundaki tereddütleri ve ambargoları da Suriye’yi etkilemeye başladı. Esad’ın Ankara ile iyi ilişkiler içine girmesi bütün hesapları bozuyordu.
Üstelik gelmekte olan “Arap Baharı” ile elde edilecek sonuçlara ters düşecekti. Sünni temele dayalı Müslüman Kardeşler modelinin Suriye’ye sokulabilmesi için Esad ve rejiminin devrilmesi zorunlu hâle gelmişti. Esad yönetimi bugün Rusya, Çin ve İran’ı arkasına alarak ayakta durmaya çalışmakta.
Ankara’dan bakınca:
“Arap Baharı”nda Ankara hükümeti aktif bir politika içine girince Suriye politikasını da değiştirmek zorunda kaldı. Eski Esad, Esed oldu.
Ankara ile Şam arasında artık iyileşme politikası değil “kötüleşme politikası” öne çıkıyordu.
v) Irak’taki mezhep çatışmasına benzer bir ortam Suriye’de de hızla gelişmeye başladı.
vi) “Arap Baharı” gelişmeleri doğrultusunda da Ankara, “Müslüman Kardeşler’e yakın” ve onların iktidarına destek veren bir politika yürütmeye başladı.
vii) Ankara’nın bu çizgiye girmesi Bağdat yönetimiyle de arasını açtı. Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da taraf tutuldu. Maliki’ye karşı Haşimi desteklendi.
viii) Suriye’de Esad karşıtlarının Ankara tarafından fiilen desteklenmeye başlaması ve bu muhalif grupların özellikle Türkiye-Suriye gümrük kapıları çevrelerinde eylemde bulunmaları, Ankara ile Şam’ı fiilen karşı karşıya getirdi. Suriye’deki iç çatışmalar Türkiye’deki sınır köylerini vurmaya başladı.
4 Ekim 2012’de çıkan tezkere duruma yeni bir boyut getirdi. Mısır ve Libya örneklerinde olduğu gibi Türkiye, “askeri ilişkiler dışında iktisadi ve siyasi olarak bu ülkelerden soyutlandı”.
Ankara-Şam ilişkileri iyi ve normal giderken iktisadi olarak Türkiye büyük gelir elde ediyordu. Bugün büyük iktisadi kayıplar söz konusudur. Suriye’den Libya’ya kadar geniş bir hatta yayılmıştır. Benzer durum Irak’la ilişkilerde ortaya çıkıyor. Tek istisnayı Kuzey Irak Kürdistanı oluşturuyor.
Bu arada Suudi Arabistan ve Katar’ın Ankara’ya yaptıkları mali katkıları da göz önüne almalıyız.
Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi Türkiye’de büyük çoğunluk tarafından karşı çıkılan bir durumdur. Ancak Ankara’nın her zaman, “beklenmedik sürprizlerle karşı karşıya bırakılabileceği olasılığını” göz ardı etmemek gerekir.
Türkiye Suriye’ye girerse (sokulursa) büyük bir bataklığın içine saplanmış olur.[37]
“Esad, filmi, 14 Mart 2011’e geri saramaz. Günleri sayılı. Geleceği yok,” diye haykıran liberal Cengiz Çandar’ın, “Başşar, yüksek ateş gücü ve Sünnileri hedef alan katliamlarla Türkiye-Suriye sınırının dibine kadar harekete geçerse Türkiye ne yapacak?” sorusu ile savaşa davetiye çıkarırken; Pepe Escobar’ın, “Suriye Balkanlaşmaz. Türkiye’nin istilasına uğramaz,”[38] saptaması hafife alınmamalıdır.
Çünkü “Suriye, Libya ya da Mısır’la karşılaştırılamayacak bir çetin cevizdir. Başta ABD ve müttefikleri bu nedenle Suriye’den uzak durmaktadırlar. ABD’de 6 Kasım 2012 günü yapılacak başkanlık seçimi sonuçları da bu ülkelerin Suriye’ye bakışlarında radikal bir değişikliğe yol açmayacaktır. ABD, Irak’ta da Afganistan’da da ağzının payını almıştır.
Türkiye, Sünni-Hanefi inanç adına bir çılgınlık yapabilir mi? Bu soruya ‘hayır’ yanıtı vermek kolay değildir. Bölgede lider ülke, ‘büyük reis’ olma ihtirası hükümetin gözünü karartabilir. AKP’nin 4. olağan büyük kongresinde görüldüğü gibi Mısır Devlet Başkanı Muhammed Mursi ya da Hamas lideri Halid Meşal gibi bölge politikacıları Recep Tayyip Erdoğan’a ve Ahmet Davutoğlu’na övgüler düzmektedir.
Türkiye, ABD’ye rağmen Suriye’ye saldırmaya kalkarsa ne olur? ABD ve müttefikleri derhâl ‘barış güvercini’ kisvesine bürünürler ve gelişmeleri beklerler. Bu arada Türkiye’yi destekler birkaç çift söz söylemeyi de ihmal etmezler. Devreye Rusya ve İran girer, konu BM’ye devredilir. Suriye’de bir barış gücü konuşlandırılır. Türk Silahlı Kuvvetleri geri çekilir. Türkiye açısından herhangi bir kazanım söz konusu olmaz, çünkü Ortadoğu’da çıkan her savaşın galibi son çözümlemede daima ABD’nin başını çektiği emperyalizm olmuştur. Bu kez de böyle olmaması için ortada bir neden yoktur.”[39]
IV. AYRIM: T.“C”NİN KONUMU/ İŞLEVİ
Buraya kadar ifadeye gayret ettiklerimizi T.“C”nin konumu/ işlevi meselesiyle ilişkilendirerek toparlarsak; Avrupa ile Asya arasında bir köprü olduğu için önemli bir jeostratejik konuma sahip olduğu söylenen T.“C”, aslında ABD, AB ve yükselen yeni emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin gibi güç odakları arasındaki çıkar çatışmaları alanının ortasında yer almaktadır.
Emperyalist güç odakları arasındaki çekişmelerin derinleştiği bir dönemde, Türkiye hegemonya savaşlarının tam orta yerindeki bir cenk alanına dönüşmüş durumdadır.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik saldırı planları çerçevesinde T.“C” daha nice pazarlıkların konusu ve tarafı olacaktır.
Özetle, bölgede tırmandırılacak hangi sorun olursa olsun, bugün emperyalist güçler arasındaki hesaplaşmalar tüm sıcaklığıyla T.“C”‘nin gündemindedir. Oyun henüz bitmemiştir; sürmektedir; daha da süreceğe benzemektedir…
Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmayı amaçlayan T.“C”, Filistin’in hamisi rolünü oynayıp, “One minute show”uyla zevahiri kurtarmaya gayreti; aslında alt-emperyalist strateji ve taktiklerinin tezahürüdür.
T.“C” burjuvazisi emperyalistler karşısında ekonomik ve askeri açıdan güçsüzdür. İşte bu güçsüzlüğünü, Müslüman kimliğini ve bölgedeki halklarla tarihsel bağlarını daha fazla öne çıkartarak ve başta Filistin halkı olmak üzere yoksul ve mazlum halkların hamisi rolüne soyunarak aşmaya çalışıyor.
AKP gibi İslâmcı gelenekten gelen bir partinin iktidarda olması, T.“C”nin Ortadoğu’da rol kapmasında bir imkân ve faktördür.
“Arap Baharı”yla birlikte Mısır, Tunus ve Libya’da iktidar adayı hâline gelen İslâmcı partilerin AKP’yi örnek aldıklarını söylemeleri anlamlıdır. Sonuçta unutmayalım ki, Müslüman Kardeşler dâhil bu İslâmi hareketlerin tepesi çoktandır kapitalistleşmiş durumdadır. Bu kesimler, kapitalistleşme dinamiğinin dönüştürücü etkisi altında kalarak etraflarına baktıklarında, kendilerine Batı’dan ziyade Türkiye’yi daha yakın buluyorlar.
Kapitalist-emperyalist sisteme derinden entegre olmuş ve kapitalist piyasa ekonomisini içselleştirmiş Müslüman Türkiye’nin model ülke olarak ortaya çıkması, zeminsiz bir böbürlenmeden ziyade nesnel bir gerçekliği ifade etmektedir. Batı’da kök bulmasına karşın kapitalizm evrensel bir sistemdir: Tüm eski ilişkileri kendi potasında eritir ve doğasına uygun yeni ilişkiler yaratır.
Kapitalist sistemin dışında olmayan ve derinden entegrasyon yoluna giren Ortadoğu coğrafyasındaki ilişkiler de kapitalizmin evrensel ilişkiler potasında daha fazla eriyecektir. Dolayısıyla Ortadoğu’nun dönüştürülmesinde ABD’nin “model ortaklık” kavramlaştırması üzerinden Türkiye’ye rol biçmesi, Türkiye’nin “uşak” ve “taşeron” olması kadar, ekonomik ve askeri açıdan önemli bir düzeye ulaşmış olmasından, bölgede etkili olabilmesinden ileri gelmektedir.
Bu nedenle eski ABD Başkanı George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Stephen Hadley, Suriye konusunda Türkiye’nin yardımının ABD için elzem olduğunu söylüyor.
‘The Independent’, Washington yönetiminin Türkiye’yi Ortadoğu’da kullandığını yazıp, AKP’nin, ABD’nin Suriye politikasının “başlıca aracı” hâline geldiğine dikkat çekiyor.
Patrick Cockburn’un makalesinde, “Mısır ve Türkiye’deki İslâmi ama demokratik ve kapitalizm yanlısı partilerle ittifak, açıkça ABD ve Atlantik güçlerin çıkarına. Ancak Kuzey Afrika ve Batı Asya’daki demokratik değişime verdikleri desteği kendi çıkarları belirliyor. Bu, örneğin, Sünni El Halifa krallığının, Şii muhalifleri hapse göndermekle meşgul olduğu ve anlamlı reform vaatlerinden geri adım attığı Bahreyn’i kapsamıyor,” saptamasının altı çiziliyor.
Şükran Soner’in, “AB’ye üyelik ülküsünden Ortadoğululuk ülküsüne yönelen AKP” dikkat çektiği güzergâhta, yeri geldiğinde Rusya’ya da göz kırpan T.“C”nin neo-Osmanlı alt emperyalist eğilimi öne çık(artıl)ıyor.
IV.1) “NEO-OSMANLI”CI ALT EMPERYALİZM
AKP MKYK Üyesi Prof. Dr. Edibe Sözen, Dünya’da paradigmanın değiştiğini, bu değişimde Türkiye’nin aktif rol aldığı vurgusuyla, “Türkiye kurulmuş düzenlerle ittifak etmek yerine düzen kurucu ülke olmaktadır,”[40]derken; Türkiye ‘milli askeri stratejik konsepti’ni yeniledi, ‘savaş konsepti’ni değiştirdi.
Konsept değişikliğinin ilk sinyalini, gerilimin sıcak bir çatışmaya dönüşme ihtimali bulunduğunu belirterek “Stratejilerimiz bakımından yeni yansımaları olması kaçınılmazdır” diyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vermişti.
Komşularıyla “sıfır sorun” politikası öncesinde yalnızca bölge ülkelerinden Yunanistan’ı “dış tehdit” olarak kabul eden ve PKK ile mücadele eden TSK, bu kapsamda uyguladığı “1.5 savaş konsepti”ni değiştirmek zorunda kaldı.
Suriye sınırında “savaş durumu”na geçen Türk Silahlı Kuvvetleri, “İki buçuk savaş konseptine” döndü. Bu konsept, terörle mücadelenin yanı sıra aynı anda Suriye ve Yunanistan olmak üzere iki cephede savaşı öngörüyor.[41]
Tam da bunun için “Ortadoğu’daki değişimi biz yöneteceğiz” diyordu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu.
Evet “One minute” çıkışı, Erdoğan’ın emperyalist piramidin tepesinde oturanlara “beni hesaba katın” mesajıyken; alt-emperyalistleşen Türkiye’de kapitalizm emperyalist güçlere bağımlı da olsa önemli gelişme ve sıçramalar kaydetmiştir.
Türkiye artık alt-emperyalist bir ülkedir. Bu değişim sürecinin bir ürünü olarak, Türkiye’de burjuvazi de hanidir bir kabuk değiştirme sürecinin sancılarını yaşıyor. Nitekim burjuva iktidar bloku içinde uzun süredir devam eden iç çatışmalar bu durumun bir yansımasıdır. Bugün Türkiye’de burjuvazi, ülke ve dünya siyasetinde öne çıkan sorunların algılanması ve karşılığında siyasal tutumlar geliştirilmesi bakımından temelde, “laikler”, “İslâmcılar” olarak kabaca ikiye bölünmüş durumdadır.
“İyi de alt-emperyalizm ne anlama geliyor” mu?
Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. İşte orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler basamağı kapsamında yukarılara tırmanarak bu düzeye ulaşan ülkeler, bu gibi nedenlerle alt-emperyalist diye nitelenirler.
Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar.
Henüz küresel ölçekte söz geçirecek kadar güçlü olmayan alt-emperyalist ülkeler gerçekten de kendi bölgelerinde bir güç odağı oluşturabilirler. Kuşkusuz bu durum, aynı bölgede benzer konumda olan ülkeler arasındaki rekabetin de nesnel zeminini döşemektedir. Örneğin Latin Amerika’da Arjantin ve Brezilya ya da Ortadoğu’da Türkiye ve İran arasında böyle bir rekabetin nesnel zemini mevcuttur. Bu tür bölgeler her zaman için, söz konusu ülkelerin her birinin daha fazla yayılma tutkusundan kaynaklı sürtüşme potansiyelini içerir. Nitekim tarihteki Osmanlı ve Pers imparatorluklarının çekişmesini hatırlatır biçimde, her iki imparatorluğun artıklarının, Türkiye ve İran’ın günümüzde bölgesel düzeyde yayılmacı iddiaları eksik değildir.
Bu özellikleriyle de T.“C” bölgede emperyalizmin Truva Atı’dır.
Elbette bu yönelişle T.“C” reorganize edilirken; militarist baskı/ savaş aygıtı güçlendiriliyor.
Mesela Türkiye ile Suriye arasında gerginlik artınca devletin örtülü ödenek ve askeri harcamaları katlandı. Bütçeden sadece 2012’nin Eylül ayında güvenlik ve savunma için 1.3 milyar lira harcandı. 9 aylık dönemine göre yüzde 64 arttı. Bu kalemin içinde Başbakan’ın talimatı ile harcama yapılabilen örtülü ödenek ile diğer kurumların yaptığı ‘gizli’ harcamalar yer alıyor.
Bütçe rakamları içinde gizli hizmet giderleri adı altında gösterilen bir kalem bulunuyor. Bunun içinde ‘gizli hizmet gideri’ ile ‘barışı destekleme ve koruma harekâtı’ olarak iki kalem yer alıyor. Örtülü ödenek harcamalarının da yer aldığı ‘Gizli hizmet giderleri’nde 2011 yılına göre önemli bir artış var. 2011’in Eylül ayında bu kalemden 7.8 milyon liralık harcama yapıldı. 9 aylık harcama ise 428 milyon liraydı. 2012’nin Eylül ayında ise gizli hizmet gideri adı altında 113.3 milyon liralık harcama gerçekleştirildi. 9 ayda ise bu yıl 701 milyon liralık harcama yapıldı. 9 aylık bazda artış yüzde 64’ü buldu.
Milli Savunma Bakanlığı’nın harcaması 2011 yılının Eylül ayına göre iki katlık bir artış gösterdi. Savunma ve güvenlik için yapılan mal ve hizmet alımları 2012’nin Eylül ayında 966 milyon lira oldu. Bu harcamanın 746 milyon lirasını Milli Savunma Bakanlığı gerçekleştirildi. 2011’in Eylül ayında savunma ve güvenlik için yapılan harcama 527 milyon liraydı, bunun da 372 milyon lirasını Milli Savunma Bakanlığı yapmıştı. Yani Milli Savunma Bakanlığı’nın yaptığı harcama iki katına çıktı. 9 aylık verilere bakıldığında ise savunma ve güvenlik harcamaları 6.7 milyar lira oldu.
IV. AYRIM: “SONUÇ YERİNE”: TUTUM(UMUZ)
F. Nietzsche’nin ‘Deccal’de, “Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana yüreklilik. Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan,”[42] diye formüle ettiği etkinlikle buraya kadar izaha ettiğimiz tabloda, “olması gereken” tutum(umuz)u; “Emperyalist müdahale ile savaşa ve emperyalizmin kuklalarına da, BAAS rejimine hayır!” biçiminde özetleyebiliriz.
Savaşın her şeyi, elbette barbarcadır...
Erasmus’un, ‘Deliliğe Övgü’sünde işaret ettiği gibi, “(O papalar) şunu da bilirler: savaş o kadar hunharca bir şeydir ki, insanlardan ziyade yırtıcı hayvanlara yakışır, o kadar çılgınca bir şeydir ki, şairlere göre Furia’ların (yeraltında yaşayan kötü cinlerin) kendileri bile onu dünya yüzüne kusmuşlardır. O kadar uğursuzdur ki, en korkunç kargaşaları peşinden sürükler, o kadar zalimdir ki, genellikle en alçak suçlular tarafından kışkırtılır.”[43]
Bu nitelikleriyle savaş, ancak, ezilenlerin özgürlüğü için gerekli olduğu zaman ve oranda haklıdır.
Hayır, ezilenler eşitlik ve adalet için elzem ve kaçınılmaz olan savaşlardan geri duramazlar; durmayacaklardır da…
Sınıflar var olduğu sürece savaşların da var olacağını “es” geçmeden; ezenlerin savaş tehditleri karşısında ödün verenlerin, sonunda onu yok edecek canavarı besleyenlerden farksız olduğunu kaydedelim.
Çünkü egemenlerin sömürü sistemi durmadan savaşın nesnel zeminin hazırlarken; “nedenselliği” ortadan kaldırmadan savaş önlemez ve en önemlisi böylesine bir savaşın olmadığı yerde barış başlayabilir.
İşte bunun içindir ki Vegetius’un, “Barış isteyen, savaşa hazırlansın”; George Orwell’in, “Belki şaşırtıcı ama, parlak zırhlara bürünen savaş ağalarının, savaşın erdemlerini savunanların vakit eriştiğinde savaşarak öldükleri pek görülmemiştir. Tarih anlı sanlı kişilerin alçakça firarlarıyla doludur,” uyarısını asla unutmamalı, unutturmamalıyız…
Bu çerçevede T.“C”, birden fazla nedenden dolayı, BAAS rejiminin gidişini hızlandıracak her bahane ya da fırsatı kullanma peşindeyken; “Savaşa Hayır!” diyoruz…
Suriye Ordusu’nun fiilen Kürdistan bölgesini boşaltmasıyla Kürt ulusal demokratik güçlerinin kent yönetimlerini ele geçirerek ulusal iktidar yönünde adımlar atmaları T.“C”nin uykularını kaçırırken; elbette gerici savaşa, dışarıdan askeri müdahaleye “Hayır” diyoruz.
Çünkü savaş Lübnan’dan İran’a kadar genişleyebilir. Sonrasını tasavvur etmek bile istemiyoruz!
İşte bunun için de Hermann Hesse’nin, ‘Savaş ve Barış Üstüne Notlar’ındaki, “Savaş isteyenler, hazırlayanlar ve bizi, gelecekteki bir barışa ilişkin bulanık vaatlerle oyalayarak ya da dıştan gelecek saldırılarla korkutarak tasarılarına ortak etmeye çalışanlar, dünyamızın ve her türlü barışın baş belasıdırlar. Savaş dünyayı ileri götürmez, bir şeyleri erteler,” satırlarının ve Bertolt Brecht’in, “Savaşı lanetlemeyen tüm yönetimleri lanetleyelim,” saptamasının ile “Bu gelen savaş ilk değil./ Çok savaş oldu bundan önce./ Bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ Yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ Yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu,” dizelerinin altını defalarca çiziyoruz…
Gerici savaşı durdurmanın, haklı savaş(ımız)ı güçlendireceğini; gerici savaşın esas cereyan edeceği coğrafya Ortadoğu (ağırlıkla olarak da Kürdistan) olacak ve bundan da en büyük zararı kardeş halklar göreceğini; ve Theodor Adorno’nun, ‘Ateş Hattından Uzakta’ başlıklı denemesinde, “Yaşamı yeniden üretmenin, ona tahakküm etmenin ve onu yok etmenin mekanizmaları birdir ve bu yüzden sanayi, devlet ve reklamcılık (medya) iç içe geçmiştir. O zaman abartma sayılmıştı ama ‘Savaş ticarettir’ diyen Liberallerin haklı çıktığı görülüyor bugün...” [44] saptamasının bilincinde hep beraber şu uyarıların gereğini yerine getirelim.
“Gerçek, gecikmeyi sevmez,” der Seneca…
“Yazıklar olsun kurtarıcı bekleyenlere!,” der Bertolt Brecht…
“Dünyaya uyanık gözle bakan kişi, yaşamın çürüyüp giden bir tohum olduğunu, gözler kuşkusuz,” der Amin Maalouf…
“Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir,” der Noam Chomsky…
“Aklın üç belirtisi vardır. İyi düşünmek iyi söylemek iyi yapmak,” der Demokritos…
“İş isteyin, iş vermezlerse ekmek isteyin. Ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın,” der Emma Goldman…
“Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini lûgatınızdan çıkarın,” der Malcolm X…
“Güneş, her gün yenidir,” der Herakleitos…
“Batan gün, her sabah yeniden doğar,” der Catullus…
“Balık tutmakla, salak gibi kıyıda durmak arasında ince bir çizgi vardır,” der Steven Wright…
“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil,” der Samuel Beckett…
21 Ekim 2012 15:34:54, Ankara.
N O T L A R
[1] 22 Ekim 2012 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’deki derste sunulan metin… Kaldıraç, No:137, Kasım 2012…
[2] Demokritos.
[3] Hayri K. Yetik, “Gündemimiz Ortadoğu’nun Söylemi”, Cumhuriyet Kitap, No:1181, 4 Ekim 2012, s.6.
[4] Arthur J. Balfour, aktaran: Edward Said, Şarkiyatçılık, çev: Berna Ünler, Metis Yay., 6. Baskı, 2012, s.42-43.
[5] Haluk Gerger, Kan Tadı, Ceylan Yay., 5. baskı, 2006, s.467-468.
[6] Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, çev: Yelda Türedi, İnkilap Yay., 2010, s.31.
[7] Alper Birdal-Yiğit Günay, Arap Baharı Aldatmacası, Yazılama Yay., 2012.
[8] Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu’da ‘Prag Mezarlığı’…”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2012, s.10.
[9] E. Zeynep Güler, “… ‘Bahar’ Bitti!”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:601, 21 Eylül 2012, s.10.
[10] David Ignatius, “Radikallerin İktidarı Ele Geçirme Çabası”, The Washington Post, 12 Eylül 2012.
[11] Patrick Cockburn, “Meğer Arap Baharı Hiç de Göründüğü Gibi Değilmiş”, The Independent, 12 Eylül 2012.
[12] Robert Fisk, “Türkiye Yeni Pakistan mı Olacak?”, The Independent, 17 Eylül 2012.
[13] Erol Manisalı, “İslâm Dünyasının Kapitalizmle Bütünleşmesi”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2012, s.9.
[14] Fikret Başkaya, “… ‘İlan Edilmemiş Savaş’, Gizli Oturum, Örtülü Ödenek”, Kaldıraç, No:136, Ekim 2012, s.58-60.
[15] Yalçın Doğan, “… ‘Radikal İslâm’ Kaygısıyla Yeni Ordu”, Hürriyet, 13 Eylül 2012, s.22.
[16] Yılmaz Sipal, “… ‘Yakın Tarihin Tanığı’ ve Kaynayan Ortadoğu”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2012, s.13.
[17] Göktürk Tüysüzoğlu, “Ortadoğu’da Sistemsel Bir Cephe Unsuru: Irak”, Radikal, 12 Eylül 2012, s.16.
[18] David Ignatius, “Maliki’nin Karanlık Çehresi”, The Washington Post, 15 Aralık 2011.
[19] Racih Elhuri, “Irak Hâlâ Kan Ağlıyor”, Nehar, 3 Eylül 2010.
[20] Muhammed Essemak, “Kürtler ve Tuareglerin Benzer Kaderi”, İttihad, 11 Mayıs 2012.
[21] İyad Ed Düleymi, “Irak’ta Federasyon Çözüm mü?”, Al Arap, 5 Kasım 2011.
[22] Muhammed Harrub, “Maliki ile Erdoğan Arasındaki Tartışma”, El Rey, 23 Nisan 2012.
[23] “Yol Haritası PKK Liderinden”, Radikal, 4 Ekim 2012, s.28-29.
[24] Erdal Sağlam, “Ekonomik Çıkarlar Açısından Kürt Sorunu”, Hürriyet, 31 Temmuz 2012, s.10.
[25] “Türkiye Silah Versin PKK’yi Vuralım”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2012, s.6.
[26] Pepe Escobar, “Suriye ile Türkiye Arasında Hayalet Savaşı Sürüyor”, Asia Times, 26 Haziran 2012.
[27] Pepe Escobar, “Öldürücü Bibi ile Çılgın Türk”, Asia Times, 14 Ağustos 2012.
[28] David Ignatius, “Suriye’de Son Arayış”, The Washington Post, 18 Temmuz 2012.
[29] Şükran Soner, “ABD Penceresinden Suriye’ye Son Bakış”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2012, s.13.
[30] Robert Fisk, “Cesur Küçük Türkiye Suriye’deki Şerre Karşı”, The Independent, 8 Ekim 2012.
[31] Robert Fisk, The Independent, 17 Eylül 2012.
[32] Mehmet Ali Solak, “Yabancılar Ambulansla Suriye’ye Silah Taşıyor”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2012, s.5.
[33] “Halep’tekiler Emri Türkiye’den Alıyor”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2012, s.11.
[34] Muhammed Nureddin, “ÖSO Merkezi Neden Taşındı?”, Sefir, 26 Eylül 2012.
[35] Vijay Prashad, “Ankara Ne Yapacak?”, Asia Times, 5 Ekim 2012.
[36] Cengiz Çandar, “Sykes-Picot’yu Tersine Çevirmek, Savaşı Kaçınılmaz Kılar mı?”, Radikal, 14 Ekim 2012, s.12.
[37] Erol Manisalı, “Üç Pencereden Suriye Sorunu”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2012, s.9.
[38] Pepe Escobar, “Romney Titanic Gibi Batıyor”, Asia Times, 20 Eylül 2012.
[39] Deniz Kavukcuoglu, “Suriye ile Savaş Olabilir mi?”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2012, s.13.
[40] “İşte Değişen Dünya’nın Kodları”, Kanal 5 Haber, 21 Ekim 2012… http://www.kanal5.com.tr/iste-degisen-dunyanin-kodlari.html
[41] Barkın Şık, “İki Buçuk Savaş!”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2012, s.8.
[42] Friedrich Nietzsche, Deccal, çev. Oruç Aruoba, Hil Yay., 1985, s.5.
[43] Erasmus, Deliliğe Övgü, çev: Hasan İlhan, Alter Yay., 2. baskı, 2010.
[44] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, Metis Yay., 7. baskı, 2012.
Yorumlar