“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine Bu hasret bizim.” [2] Alevîlerin hâli, Türkiye’nin la...
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim.”[2]
Alevîlerin
hâli, Türkiye’nin laik olmadığının, ayrımcılık ve baskı gerçeğinin kanıtıyken;
Hasan Ali Kızıltoprak’ın işaret ettiği üzere, “Alevîlik, değerler toplamıdır.”
Evet, “yürü
bre hızır paşa/ senin de çarkın kırılır/ güvendiğin padişahın/ o da bir gün
devrilir” diye haykıran bir değerler toplamıdır Alevîlik…
Hani Hacı
Bektaş-ı Velî’nin, “hararet nardadır, saçda değil/ keramet baştadır, taçda
değil/ her ne arar isen kendinde ara”!
Pir Sultan
Abdal’ın, “her nereye gitsem, yolum dumandır/ bizi böyle kılan, ahd-ü amandır/
zincir boynum sıktı hayli zamandır/ açılın kapılar şaha gideyim”!
Hallac-ı
Mansur’un, “bana bak, onu gör; hep aynı şeyiz!”
Yunus
Emre’nin, “cem’e eğrileri giremez,/ doğru gelenlerindir!
Nesimi’nin,
“ben melanet hırkasını kendim giydim eynime/ ar-u namus şişesini yere çaldım
kime ne,” dizelerinde haykırdığı üzere…
Onlar “kaçıncı
ölmem bu hain/ pir sultan ölür, dirilir” gerçeğiyle özdeşleşmiş Baba İshak’tır,
Balim Sultan’dır, Hallac-ı Mansur’dur, Fuzuli’dir, Yunus Emre’dir,
Karacaoğlan’dır, Ahmet Yesevi’dir, Dadaloğlu’dur, Hacı Bektaş-ı Velî’dir,
Hayyam’dır, Kaygusuz Abdal’dır, Şah Hatayi’dir, Kul Himmet’dir, Virani’dir,
Yemini’dir, Seyyid Nesimi’dir, Veysel Karani’dir, Tapduk Emre’dir, Şeyh
Bedreddin’dir, Börklüce Mustafa’dır, Âşık Veysel’dir, Aşık Mahsuni Şerif’dir ve
daha niceleridir...
Onlar Yavuz
Sultan Selim’lerin kılıcı ve Şeyhülislâm Ebussuud’un fetvalarıyla yok edilme
kastı karşısında, “sayılmayız parmak ile/ tükenmeyiz kırmak ile” diye haykıran
Pir Sultan Abdal’ın nefesini Pınar Aydınlar’ın, Muhlis Akarsu’nun, Güler
Duman’ın, Özlem Özdil’in, Hasret Gültekin’in, Arif Sağ’ın, Musa Eroğlu’nun, Ali
Ekber Çiçek’in, Erdal Erzincan’ın, Sabahat Akkiraz’ın, Neşet Ertaş’ın, Muharrem
Ertaş’ın sazı sözüyle ölümsüzleştirenlerdir…
“Alevîyim,
Alevîsin, Alevî...” dedikleri için Onlar hep ezildiler, vuruldular, hakarete
uğradılar, asimilasyona maruz bırakıldılar…
“Pişirdiği
yenilmez” hakaretlerine maruz bırakıldılar...
Gizlice
toplanmak zorunda bırakıldılar…
Korkutuldular…
Ama Onlar,
“nam-ı hızır paşa, aslı devlettir/ ta ezelden beri özü zulmettir/ yakılan da
asılan da emektir/ alır hızır paşa ahımız bizim,” terennümleriyle her şeye
karşın semaha durmaktan vazgeçmeyen “Işık İnsanları”dır...
Alevîler tüm
evren’in ışıktan yaratıldığını düşünür.
XVI. yüzyılın
sonlarına kadar Osmanlı padişah fermanlarında ve yazışmalarında Alevîler, “Işık
Taifesi” olarak anılmışlardır.
Osmanlı’nın
İkinci Beyazıt döneminde “Işık İnsanları”nı katli yönünde fetva verilmiş ve
ardından da Alevî olarak adlandırılmıştır.
“ALEVİLİK” DEYİNCE
Alevîlik,
baskılar ve zulüm karşısında muhalif bir toplumsal bakış açısıdır.
Hacı Bektaş-ı
Velî’nin “Eline, diline, beline sahip olmak” düsturundan; “Ezelden ebede
bildiğimiz haktır bizim. Haktan nida geldi hakka hak dedik” ve “Benim kâbem
insandır,” deyişine hümanist bir anlayış ve duruştur.
İnsana “Can”
derler; üstün tuttukları tek şey insandır.
Acı çektirilendir;
kıblesi insandır; Egemenlerin başına daim bela olmuş mücadeleci bir
topluluktur; içinde birçok kültürel öğeyi içeren kendine özgü bir kimlik…
Vicdan,
iyilik, hoşgörü, barış, kardeşliktir; derdi, “İnsan-ı kâmil olma”dır.
Şamanistik inançlardan
beslendiği her hâlinden belli olan bir duruştur; felsefi bir görüş ve kültürdür.
Kökenini
pagan, batıni/ ezoterik öğretilerden alan bir yaşam kültürüdür Alevîlik.
Senkretik bir yapısı vardır. Zerdüştlük, Mani dini, Hıristiyanlık, Yahudilik
gibi oldukça geniş bir spektrumdan beslenmiştir.
Yani paganizm,
Şamanizm, Zerdüştlük, Hıristiyanlık, İslâm gibi semavi ve semavi olmayan dinler
ile birçok Anadolu geleneğinden etkilenerek oluşan bir öğretidir.
Bir din veya
mezhep olduğu tartışmalı olsa da, tıpkı Budizm gibi bir yaşam öğretisi,
insanlığın yüzyıllarca biriktirdiği bilgelik pınarı olarak da görülebilir
Alevîlik.
Alevîler ile
Bogomiller arasında önemli bir etkilenme söz konusudur.[3]
Kültürel bir
inançtır; insan odaklıdır; bir yaşam biçimidir. Kimse kimsenin inancını,
ibadetini eleştiremez; “vahdet-i vücud”a inanırlar.
Nihai kertede
“insan-ı kâmil olma” gayesindeki bir yoldur Alevîlik. Onu en iyi anlamanın yolu
aşıkları bilmek, nefeslerini okumaktır. Hatayi, Virani, Kul Himmet, Sıdkı Baba,
Pir Sultan Abdal, Yunus Emre okumadan Alevî bilinemez…
İnsanı insan
olduğu için seven ve insan sevgisine dayalı bir felsefe olarak Alevîlik, kadına
özgürlük tanıyan öğretidir; “Enel hakk” diyendir; isyankâr geleneği
içinde, Gezi/ Haziran ayaklanmasının da aktif destekçisi olmuştur.
Temel
inanç(lar)ı varlıkların birliğidir; yolu bilim, dini sevgidir; kitabı, inancı
insandır; 72 millete bir bakar, kadın erkek ayırmaz; mazlumun yanında olur,
zalime karşı durur; her çiçekten öz alıp, bal yapar; Hz. Ali gibi, “Bin kere
mazlum olsan da, bir kere zalim olma,” der.
Bunlarla
birlikte İhsan Eliaçık, “Sünnîlik iktidar mezhebidir, Alevîlik ise ezilen
Müslüman kitlelerin tepkisini ifade eder,” dese de; İslâm’ın bir mezhebi olarak
gösterilmeye çalışılan Alevîlikte; İslâm’ın etkileri vardır. Ancak Alevîlik
İslâm’la özdeşleştirilemez. O ne İslâm’ın bir mezhebi, ne de pek çok düsturunu
paylaştığı Şiilik’in bir koludur.
Kolay mı?
İslâm’daki “Allah İnancı” yoktur. “Kabesi insan”dır. “Enel-hak” der. İslâm’a
göre bunlar “şirk”tir.
Erdoğan Çınar’ın
‘Alevîliğin Gizli Tarihi’ başlıklı yapıtında “Alevîlik ve İslâm”ın karşılıklı
olarak ele alındığında dinlerin en temel noktaları olan: “- Yaradanın tanımı; -
Ölümden sonrası; - Evrenin yaratılışı; - İnsanın yaratılışı” konularında bu iki
bakış açısının neredeyse birbirine zıt inanışlar içinde” olduğu
gösterilmektedir.
Mesela:
“Yaradanın tanımı: İslâm-yaradan ve yaratılandan bahsederken; Alevîlik’te
yaratılmışların bütünü yaradanın kendisidir.”[4]
Alevîliğin
cenneti ve cehennemi vicdandır ve bunu da Namık Kemal Zeybek gibilerin
anlaması/ anlamlandırması mümkün ve muhtemel değildir![5]
Nihayetinde tüm bu özellikleriyle tarihte,
-K. Marx’ın din için işaret ettiği gibi-, “Izdıraba karşı protesto” aracıdır;
öteki(leştirilenler)dir; muhalif bir kimliktir Alevîlik.
BİRAZ DA -YAVUZ’LU- TARİH
Anadolu’daki
1240’daki Babailer başkaldırısından beri tarihin acil gündem maddesi olan
Alevîleri katleden Sivas, Maraş, Çorum vb pratikler ile Yavuz Sultan Selim’li
tarihi gelenek arasında doğrudan bir ilişki vardır; olmuştur; olacağa da
benzemektedir…
Örneğin
“İçinde şeytan var” diye Anadolu’da sazı yasaklayan Şeyhülislâm Ebusuud’un,
“Alevîlerin canları, malları, namusları size helaldir. Bunların evlenmesinden
doğan çocuklar piçtir. Bunlar, gavurlardan daha kötüdür. Alevîlerle yapılan
savaşta ölen şehittir. Bunların yaşadığı yerleri toptan yok etmek caizdir,”
fetvası düşünüldüğünde İstanbul Boğazı’na yapılan 3. köprüye Yavuz Sultan Selim
isminin verilmesi Alevîler için derin ve acılı bir anlam ile uyarıyı ifade
eder.
Yavuz Sultan
Selim, herkes için uyarıcı bir semboldür.
40 bin
Alevî’yi katleden Yavuz’un ne ölçüde “gaddar” bir yönetici olduğunu, daha
Trabzon Valiliği döneminden biliyoruz. Pontus- Rum İmparatorluğu’nun merkezi
olduğu için, başta Rumlar olmak üzere ağırlıkla Müslüman olmayan halkların
yaşadığı bir bölgenin valiliğini yapan Yavuz, Hıristiyan ahaliyi zorla
Müslümanlaştırma adına şu fetvayı veriyor: “Ya şeref-i İslâm ile müşerref
olalar ya da tümünü siyaset eylerim…”
Görüldüğü gibi
Yavuz, daha Trabzon Valiliği döneminde, tüm yöre Hıristiyanlarını Müslüman
olmaya çağırıyor ve olmadıkları takdirde tümünü “siyaset eyleyeceğini” yani
kılıçtan geçireceğini söylüyor.
Yavuz,
kuvvetli bir görüşe göre Babası II. Bayezid’i zehirleterek yerine geçtiği gibi,
8 yeğeni ile vali olan kardeşleri Korkud’u ve Ahmed’i katlediyor. Yönetici
katliamları bununla da bitmiyor. Veziriazam Koca Mustafa Paşa’yı, Karaman
Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı katlettiği gibi; Hersekzade Ahmed Paşa’nın çadırını
başına yıkıyor ve Dukaginoğlu Ahmed Paşa’yı kendi elleriyle hançerleyerek,
başını kesiyor. 1514 İran seferi sırasında ayaklandıkları gerekçesiyle çok
sayıda yeniçeri ağasını idam ettiği gibi; birlikte savaşa katıldığı ve sözde
çok sevdiği Osmanlı aydınlarından Tacizade Cafer Çelebi’yi de İstanbul’da katlediyor.
İnsan öldürme
konusunda sicili böylesine kirli olan birinin, kendisinin temsil ettiği İslâm
Halifeliği karşısında sürekli dışlanan ve hemen tamamı emekçi tabakalardan
gelen Kızılbaşlar’a[6] iyi gözle bakması
mümkün müdür?.. Tabii ki değil!
XVI. yüzyılın
ilk yarısında henüz tüm resmi kayıtlar düzenli tutulmasa bile; Yavuz’un
Çaldıran seferindeki yol haritası ve sefer günlükleri dahil birçok belge bugün
elimizdedir. Bize, Yavuz Selim portresi olarak sunulan küpeli, on iki dilim
taçlı ve kolyeli portrenin bile Yavuz’a değil; can düşmanı Şah İsmail’e ait
olduğunu bugün biliyoruz. Savaş alanının Van’ın Çaldıran’ı değil, İran’ın
Çalderan’ı olduğunu da. Yavuz’un, iddia edildiği gibi bizzat savaş alanında
değil, kilometrelerce geride bulunduğunu; buna karşılık Şah İsmail’in eşiyle
birlikte doğrudan savaşa katıldıklarını da. Yine Şah İsmail’in karısına ve
tahtına el konulduğunun, tamamen düzmece hikâyeler olduğunu da nicedir
biliyoruz.
Bilinmelidir
ki, 1514 İran Seferi sırasındaki Alevî katliamı, 1511’deki Şah Kulu Baba
hareketinin bir devamı niteliğindedir. Tarihsel bağlamda ilk önemli bilgileri
veren de, o tarihlerde Saray’da bulunan Kürt kökenli yönetici ve tarihçi
İdris-i Bidlisi’dir.
İdris-i
Bidlisi, Yavuz Selim’in hükümdarlık dönemini işlediği Farsça Selimname’sinde;[7] bu aşamada katledilen
Kızılbaşlar’ın sayısının 50 binden fazla olduğunu şu Farsça sözlerle ifade
eder: “Ve ez ibtida huruc-u an Cemaat der Vilayet-i Anatoli ta an ki Ali
Paşa-yı Vezir maktul şüd mütecaviz ez pencah hezar nefs ez tarafeyn der Anatoli
bekatl amed vü çendan hezar hanedar menhub ü esir şüd.”[8]
Görüldüğü
üzere, gelişmelerin doğrudan tanığı olarak İdris-i Bidlisi; Yavuz’un ilk
yıllarındaki katliam bilançosunu böyle veriyor. Bu rakamın 40 veya 50 bin
olması da bir şey değiştirmiyor. Gerçek olan, büyük bir Kızılbaş katliamının
varlığı ve bu ismin kutsanarak, Kızılbaşlar’ın da her gün gelip-geçeceği bir
köprüde yaşatılmaya çalışılmasıdır… Tıpkı, Dersim Katliamcısı Sabiha Gökçen’in
adının, bir büyük havalimanında yaşatılmaya çalışılması gibi…
Osmanlı’da
“hoşgörü”ye dair lafazanlığı bir kenara bırakırsak: II. Bayezit’in yeni
fethettiği Modon, Koron, Navarino, Mora, Draç gibi yörelere, Anadolu’daki
Kızılbaş zümreleri çoluk-çocuk, kadın-erkek yüzleri demirle dağlanarak, zorla
sürülerek iskâna tabi tutulurlar. Aynı tip uygulamalar Fatih döneminde Karaman
ve Konya’da da olmuştur. Rum Mehmet Paşa bölgede zulüm ve katliam yapmıştır.
Fatih ve
Bayezıt döneminde; Akdeniz, Ege ve İç Anadolu Alevîleri, oymaklar ve kafileler
hâlinde Akkoyunlu ülkesine ve bugünkü Kuzey ve Güney Azerbaycan’a göç ederler.
I. Selim’in
(1512-1520) tahta geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları daha da vahim bir
hâl alır. 1514’te Şah İsmail ile Yavuz Selim arasında geçen Çaldıran Savaşı
öncesi ve sonrası Anadolu’da; tarihi kaynaklar 40 bin civarında Alevînin
katledildiğini yazmaktadır.
Kanuni Sultan
Süleyman (1520-1566) döneminde İslâm kabuk içinde ama çeşitli uluslardan oluşan
Osmanlı Devleti tam bir “Roma İmparatorluğu” hâlini alır. Bu dönemde yine
Alevîlere zulüm, şiddet ve katliamlar devam eder.
Şeyhülislâm
Ebussu’ud Efendi’nin (1545-1574) verdiği fetvalarla Alevî katliamı, “İslâm
şeriatı”na göre meşruluk kazanır. Bugün Sünnî ilim adamları tarafından “huşu
ile anılarak evliya mertebesi” ne çıkarılan Ebussu’ud Efendi, bir zalim din
ulemasıdır.
Hırvat kökenli
ve Nakşibendi tarikatından Kuyucu Murat Paşa da; 6 Aralık 1606’da sadrazam
olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Alevî katliamı harekâtı başlatır.
70 bin Alevî diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür.
Bunlarla
birlikte Prof. Selim Deringil, II. Abdülhamit döneminde Anadolu’da genel bir
Müslümanlaştırma siyaseti görüldüğüne dikkat çeker: “Aslında Anadolu’da en
hızlı Müslümanlaşma XIX. ve XX. yüzyılda yaşandı. Abdülhamit döneminde
gerçekleşen 1895-1896 katliamları sırasında bayağı büyük bir Ermeni nüfus zorla
Müslüman yapıldı. (...)
Hanefilik her
zaman Osmanlı’nın resmi mezhebi oldu. Alevîler, Osmanlı’da her zaman azınlıkta
oldular. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Alevîlere ‘içimizdeki öteki’,
‘tehlikeli’, ‘beşinci kol’ gibi tamamen yanlış algılamalarla yaklaşıldı ve
zaman zaman Alevî kırımları yaşandı. (...)
Abdülhamit
döneminde, Müslümanlara Hanefilik dayatıldı. Çünkü Abdülhamit’in başlıca amacı
dışa ve içe karşı sırtını dayayabileceği güvenilir bir Müslüman nüfus
yaratmaktı. Abdülhamit döneminde Hanefi inancını yaymak için seyyar medreseler
kuruldu. Bu medreselerde genç ulema misyoner olarak yetiştirildi ve bunlar
Şiileri Sünnîleştirmek üzere Irak’a, Suriye’ye gönderildi. (...) Şafiler de
Hanefileştirilmeye çalışıldı.”[9]
Özetle ‘Hubyar
Sultan Alevî Kültür Derneği’ Başkanı Ali Kenanoğlu’nun da işaret ettiği gibi,
“Osmanlı’da ümmet olarak yaşayan Alevîler, Müslüman tebaa içerisinde kabul
edilir ancak inançları gereğince de çoğunlukla sapkın inançlı kişiler olarak
görülürdü. Bu sebeple de büyük çoğunlukla baskı ve zulüm altında tutulurlar,
her an başlarına neyin geleceği de belirsizdir. 1800’lü yıllar Alevî-Bektaşi
toplumunun görüp görebileceği tarihin en büyük zulmüyle geçmiştir. II. Mahmut
dönemiyle birlikte hem Alevîler hem de Alevîlik katliama uğramış, tüm
Alevî-Bektaşi dergâhları-tekkeleri Alevîlerin elinden alınmış, kimisi Sünnî
tarikatlara teslim edilirken büyük çoğunluğu da yıkıma uğratılmıştır. Alevî
köylerine ve dergâhlarına cami yapılmış ve Alevî gençleri medreselerde Sünnî
eğitimine tabi tutularak tarihin en planlı ve kapsamlı asimilasyon politikaları
uygulanmıştır. Yine bu dönemde ibadethaneleri elinden alınan Alevî inanç
önderleri katledilmiştir.
Böyle bir
süreci yaşayarak XX. yüzyıla gelen Alevî-Bektaşi toplumu açısından Osmanlı’nın
yıkılışı Pir Sultan Abdal’ın ‘Güvendiğin padişahın, gün gelir onun da çarkı
devrilir’ sözleriyle müjdelenmişti zaten. Alevî-Bektaşi toplumu Pir Sultan’ın
müjdelediği o yıkılışı heyecanla karşılamış, o çarkı deviren Mustafa Kemal’i de
bağrına basmıştır. Çünkü Mustafa Kemal, Pir Sultan Abdal’ın müjdesini yerine
getiren kişidir.
Osmanlı’nın
yıkılışıyla kurulan Cumhuriyetle birlikte Alevîler yurttaş olmuşlar ve bir
nebze olsa da kendilerini öncesine göre daha güvende hissetmeye başlamışlardır…
Osmanlı’dan
günümüze zaten yeraltı faaliyeti sürdüren Alevî-Bektaşi toplumuna Cumhuriyet de
yerin altını layık görmüştür. Alevîler çok geçmeden Cumhuriyet projesinin de
kendileri açısından bir yaşamsal güvence olmadığını anladılar. 1937-38’de Alevî
inancına mensup Dersim halkına yönelik katliam, Cumhuriyet döneminde devlet eliyle
gerçekleştirilen ilk kitlesel katliam olarak yaşandı. Osmanlı’nın zulmünden
kurtulduğuna sevinen Alevîler bu sefer de destekledikleri, gönül verdikleri
Cumhuriyet tarafından yasaklara, yok sayılmalara ve katliama maruz kaldı. Daha
sonraki yıllarda yaşanan Maraş, Çorum, Sivas, Gazi gibi katliamların da
devletin derin yüzünün eseri olduğu bilinmektedir.
Bir taraftan
Alevîliği yasaklayıp bir taraftan da arada bir katliamlara maruz bırakan
sistem, diğer taraftan da şeriat korkusu ile köşeye sıkıştırdığı Alevîleri bu
Cumhuriyete bekçi tayin etmiştir.”[10]
Ve Can Dündar’in ifadesiyle, “Alevîler,
modern, ilerici, hoşgörülü yaklaşımlarıyla Türkiye’de demokrasinin, laikliğin sigortası
olmuşlardır,” olmasına da bu “sigorta” niye Dersim, Sivas, Maraş, Çorum, Gazi
Mahallesi vd’lerindeki gibi biteviye atmıştır?
Bu sorunun yanıtı mutlaka bulunmalıdır!
MUHTELİF SAPTAMALAR
Evet tam da bu nedenle Alevîlere ilişkin,
“Cumhuriyet bekçiliği” saptaması kilit önemdeyken; çözümlenmeye de muhtaçtır.
Markus
Dressler’in Alevîliği inceleyen, ‘Writing Religion/ Dini Yazmak’ diye
çevirebileceğimiz, altbaşlığı ise ‘Türk Alevî İslâmın İnşası/ The Making of
Turkish Alevî İslâm’ olan yapıtında, “Bugünkü Alevîlik kavramının 1910’lardan
1930’lara kadar etkili olan Türk milliyetçiliği tarafından oluşturuldu”ğuna
dikkat çekilmesi müthiş öğretici ve yol açıcıdır.[11]
Sabiha Gökçen Havalimanı isminden de, III.
Köprü’ye verilen Yavuz Sultan Selim isminden de rahatsız olması gereken
Alevîlerin Kemalizm ile ilişkileri, “Stockholm Sendromu”ndan muzdariptir.
Yani kültürel kimliklerini tahrip etmesine
rağmen, Alevîlerin birçoğu bugün koyu Kemalist’tir. Oysa biraz tarih bilen
bilinçli Alevîler Kemalist olamaz. Genelde tarih bilinci olmayan,
gelenekleriyle bağı kopmuş Alevîlerdir Kemalist olanlar.
Mesela İsmail Beşikçi’nin, “Alevîler,
Kerbela’da katledilen 72 kişiyi unutmadılar, ama Dersim’de katledilen 72 bin
kişiyi unutmak üzereler,” dediği tabloda 1938’deki büyük kıyımı bilen Alevî,
Kemalist olamaz.
Osmanlı’dan
T.“C”ye Alevî olarak doğmak hayata 1-0 yenik başlamaktır.
Mesela…
Mülakatlar da elenme nedenidir Alevî olmak.
Tarihte hep
ezilen olmaktır. Öteki olmaktır. Canı yanan ve susan olmaktır.
Örneğin AKP kurucusu,
ilahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal’ın, CNN Türk’teki ‘Tarafsız Bölge’
programında, “Sivas’ta Alevî yurttaşları yakanların da mağdur olduğunu”
söylemesi gibi!
Gerçekten ne
demeleri gerekiyor Alevîlerin? Mesela… “Sivas’ta yakıldığımız için özür
dileriz” mi?
Avrupa Birliği’nin
‘İlerleme Raporları’nda “etnik azınlık” olarak tanımlananlar; aslında hiç de
azınlık değildirler. “Az” görünüyorlarsa, hâlâ kendilerini saklamak zorunda
bırakıldıklarındandır.
Mesela…
Türkiye’deki şehirli Alevîlerin en eskisi, 1950’lere gider. Çünkü
öncesindekiler hep yüksek dağ köylerinde saklanarak yaşamışlardır.
Özetle Türkiye’deki tablo: Bir yanda
“İncitsen bile incitme”, “Eline, beline, diline hâkim ol”; öte yanda “Beş
tanesini gebertince cennete gideceğiz”, “Alevîler’in yemekleri haramdır,”
diyenlerden müteşekkildir!
Çünkü Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın
belirttiği gibi, “İktidar Sünnî hegemonya altında”dır.
Ve iktidar
“Sünnî soslu bir Alevîlik” ya da “Devlet Alevîliği” yaratmanın yoğun
gayretindedir ve bu faaliyetlerini de “Alevîmsilik” diyebileceğimiz (düşkün)
deformasyonla hayata geçirmeye çalışıyor.
Örneğin “CEM
(Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi) Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin
Doğan’ın,[12] ‘İnanç Önderleri
Toplantısı’nda yaptığı konuşma, cami-cemevi projesi AKP-cemaat ve İzzettin
Doğan üçgeninde Alevîliğe dair ne tür toplum mühendisliği çalışmalarının
yapıldığını deşifre eden ve gelecekle ilgili ipuçları veren çok kıymetli
bilgiler içeriyor.
Bir Sünnî
cemaat, Alevîler adına Alevîliğe yapacağı müdahaleler için vakıf kuruyor, cami
ve cemevini aynı avluda buluşturuyor. Murat edilen, Sünnîleri ve devleti mutlu
eden ‘makûl bir Alevîlik’…”[13]
“MAKÛL ALEVİLİK” DEMAGOJİLERİ VE
GERÇEK(LER)
Siz bakmayın düzenin “makûl Alevîlik” arayışlarıyla
betimlenen demogojilere!
Mesela…
Başbakan Erdoğan’ın, muharrem iftarında, yeni bir torun beklediklerini ve
torunun bir adının da Ali olacağını açıklaması gibi… (Hani “şecaat arz ederken…” derler ya! Başbakan “Ali” adını torununa
vermeyi, Alevîlere yönelik bir lütufmuş gii sunarken, isme yönelik Sünnî
fobisini de faş ediyor!)
Ya da Diyanet
İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, evlerine işaret konulan Alevîler
için “Gerekirse o evlerin önünde beklerim” mesajı verip, Malatya’daki olayla
ilgili de “Hiç kimse inancından ötürü şiddete maruz kalmamalıdır.” “Hâlâ bir
Alevî vatandaşımız sırf Alevî olduğu için bir ayrımcılığa tabi tutulursa,
toplumu din konusunda aydınlatmakla görevli olan bir kurumun Başkanı olarak
kusurlarımızın olduğunu kabul ederim,” demesi gibi…
Veya Vahap
Coşkun’un, “Araştırmalar, AKP tabanının Alevîlere ilişkin yenilikçi adımlara
hazır olduğunu gösteriyor. Ne var ki sorunu siyasi değil dini olarak algıladığı
için AKP’nin hâlen eli kolu bağlı,” demesi gibi…
Bunlar kurusıkı
lafazanlıklardır!
Kim biz(ler)e
CNN Türk’teki ‘Tarafsız Bölge’ programında AKP Milletvekili Mehmet Metiner’in,
“Cemevlerini ‘terör yuvası’ olarak” nitelediğini…
Başbakan
Erdoğan’ın demokratikleşme paketinde, Nevşehir Üniversitesi’nin isminin Hacı
Bektaş-ı Velî Üniversitesi şeklinde değiştirilmesinin dışında Alevîlere ve
Alevîlerin eşit yurttaşlık taleplerine yönelik hiçbir madde yer almadığını…
AKP’li MEB
tarafından onaylanmış bir kitapta, “Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek
yakın iken, ferdi izdivaç yokmuş. Sürü hâlinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün
erkekleri, bütün kadınların musavi surette kocası imiş.
Nazan şaştı:
Olur iş değil…
Neye? Basit
bir teşkilâtın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası da kabilenin,
bütün halkı imiş. Bu hâl ayin gibi hâlâ bazı cemaatlerde devam eder. Mesela Kızılbaşlar
gibi… Ne ise…”[14] ibarelerinin hâlâ yer aldığını
unutturabilir?
Sünnî İslâm
tarafından sürekli olarak şiddet ve asimilasyona maruz bırakılan Alevîler,
ayrımcılıktan muzdariptirler…
Hep
aşağılanmış, defalarca katliamlara maruz kalmışlardır. İkinci sınıf muamelesine
maruz bırakılmışlardır.
Örneğin AKP
yanlısı ‘Alevî-Bektaşi Araştırmaları Merkezi’ Direktörü Şenol Kaluç’nun şu
malum ve meş’um satırlarında kayıtlı olduğu üzere:
“Bugün
Cemevlerinde fiilen ikili bir yapı mevcuttur. Bir yanda samimi bir şekilde
inancının gereklerini yerine getirmeye çalışan Alevîler varken -bunlar genel
toplumun yüzde 80’nini oluşturur- diğer tarafta ise militanca bir takım modern
ideolojileri savunan ve Cemevlerini yuvalanma ve örgütlenme merkezi gören,
Alevîliği bir amaç olmaktan çok araç olarak gören bir kitle var. Bu nedenle
Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması konusundaki direniş sadece ve sadece
bu ikinci kesime yarar.”[15]
DEVLET BASKILARI
Devlet, Alevîler ve Alevîlik konusunda
müthiş bir riyakârlıktan malûldür.
Başbakanın, Alevîlere, “Ehlisünnet dışı
sapık bir mezhep” dediği;[16] “Kızılbaşların topluca öldürülmeleri
elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük, en kutsal savaştır. Bu yolda
ölmek de şehitliğin en ulusudur. Alevîlerin namusları malları Müslümanlara
helaldir,” fetvasını veren Ebussuud Efendi’yle “gurur duyduğu”nun açıkladığı
verili tabloda “Alevî Açılımı”nın amacı, olsa olsa, Alevîliği
devletleştirmektir…
Kolay mı?
Sistematik
olarak yok edilme kastına maruz bırakılan Alevîliğin tarihi, yıldırmaların,
asimilasyonun, katliamların tarihi olmuştur. “Günah Keçisi” ilan edilmişlerdir.
Mesela…
Osmanoğlu elinde katledilenler, ki sayısı bilinmeyecek kadar çoktur…
Mesela…
Cumhuriyet boyunca öldürülenler: Dersim’de, Ortaca’da, Elbistan’da,
Kırıkhan’da, Malatya’da, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi Mahallesi’nde yok
edilenler!
Mesela… 2
Temmuz 93’te yakılarak insanlık tarihine nakşedilen o kara leke!
Mesela…
Alevîliğe yönelik bitip tükenmeyen iftiralardan birkaç örnek…[17]
Yıl
1923: (Son baskı 1999): Türk edebiyatının önemli isimlerinden Yakup
Kadri Karaosmanoğlu’nun, ‘Nur Baba’ başlıklı romanındaki bölüm
başlıklarından biri şöyle: ‘Bir Bektaşi Tekkesinde Mumlar Nasıl
Söner’...
|
Yıl
1971: Reşat Nuri Güntekin’in Alevîler’i aşağılayan ‘Balıkesir
Muhasebecisi Tanrı Dağı Ziyafeti’ başlıklı yapıtının 13. sayfasındaki
diyalog şöyledir: “Karı amma vurdu ha. Eh bu da olur... Kızılbaşların mum
söndü gecesi gibi töbe olsun...” Kitap MEB tarafından basılır ve
dağıtılır…
|
Yıl
1973: Hüseyin Rahmi Gürpınar ‘Toraman’ adlı romanında şöyle yazar:
“Tanrım insanı bir kere şaşırtmasın. Herif artık bu hırtlamba karının yüzüne
bakmaktan bıktı. Karşısında dolaşan ay gibi evlatlığı görünce kendini
tutamadı. Mezhebi geniş adam... Kızılbaş mıdır nedir?”…
|
Yıl
1977: Prof. Nebahat Küyel için ‘Felsefeye Başlangıç’ adlı
kitabında Alevîler’e hakaret ettiğinden dolayı dava açıldı…
|
Yıl
1988: ‘Zaman Gazetesi’nin bulmaca köşesinde soruyor; “Ehlisünnet
dışı sapık bir mezhep?” Cevap: Alevîler…
|
Yıl
1989: Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunun 2 Mart 1989 tarih
ve 1420 sayılı yasa ile eğitim ve öğretim açısından uygun bulduğu İngilizce
sözlükte Ensest sözcüğünün Türkçe karşılığı şöyle yazılmış: “Akraba ile zina,
Kızılbaşlık”! Aynı ifade Milli Eğitim Bakanlığı FONO Açık öğretim kurumu
tarafından Aydın Karaahmetoğlu ile Ali Bayram’a hazırlatılan Fransızca-Türkçe
sözlükte değişmeden yer almış: “Akraba ile zina, Kızılbaşlık”…
|
Yıl
1994: Güner Ümit 9 Ocak tarihinde televizyon programında hamile bir
kadın rolündeki arkadaşına sanki çok doğalmış gibi “Sen Kızılbaşlar gibi
babandan mı aldın o çocuğu,” der...
|
Yıl
1997: Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Aydınlık Türkiye İçin Bir
Dakika Karanlık” eylemleri için “Mum söndü oynuyorlar,” dedi…
|
Yıl
2005: Haldun Taner’in Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilk ve
ortaöğretim öğrencilerine önerilen 100 Temel Eser arasında yer alan
‘Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’ başlıklı (yeni baskı) kitabında yer alan iki
cümle ise şöyle: “Bırak alasen müdür bey. Bazen kanıma dokanıyor vallaha. Sen
onun oruçlu olduğuna inanıyor musun? O ne hinoğluhindir o, ne kahpe dinli
Kızılbaştır o! Müslüman olsa acımak bilir.” … “Ve işte o anda, tövbeler
olsun, abla-kardeş, Kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik”…
|
Yıl
2007: Yer Almanya ve ARD televizyonu: Bir dizi filmde bir Türk ailesi Alevî
olarak gösteriliyor ve “mum söndü” çağrışımı işleniyor…
|
Yıl
2007: İnternetten Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne girip “mum söndü” diye
yazdığınızda karşınıza şu cevap çıkıyor: “Cem ayinlerinde, aydınlatmak için
kullanılan mumun tören bitiminde söndürülmesinin yanlış yorumlanmasıyla
ortaya çıkmış bir inanış”…
|
Yıl
2009: Star TV’de bir programda kendisinden küçük bir kadınla
evlendirilmek istenen kişi sunucuya sorar: “Kızım ben Kızılbaş mıyım?”
|
Yıl
2010: Yer yine Star TV, bu kez Mehmet Ali Erbil sorar: “Mum söndü
mü yapıyoruz burada?”
|
Tekrarlamakta yarar var: Evet “Alevî
Açılımı”nın amacı Alevîliği devletleştirmektir…
Örneğin
Hükümet Muharrem ayı dolayısıyla Alevî dedelerini Avrupa’ya gönderdi.
Diyanet’ten Sorumlu Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, 65 Alevî dedesinin
Avrupa’ya gönderilmesi talimatı verdi. Avrupa’ya gönderilecek dedelerin uçak
bileti dahil bütün harcamaları devlet tarafından ödenecekti. Dedeler Almanya
başta olmak üzere Alevî vatandaşların çoğunlukta olduğu Avusturya, Fransa ve
Belçika gibi ülkelere gönderilecekken; ‘Pir Sultan Abdal Derneği’ Başkanı Kemal
Bülbül tarafından, “Bu bir misyonerlik çalışmasıdır… Bu çalışma alanıyla
Türk-İslâmcılığını dünyada yaygınlaştırmak istiyor. Çalışmalarının alt
başlıklarından biri ise Alevîleri Sünnîleştirmek… Bu çerçevede yapılmış bir
çalışmadır,” diye eleştirilmektedir.
Bülbül
haklıdır. Çünkü aynı devlet Alevîlerin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
bütçesinden cemevlerine kaynak ayrılması talebine izin vermedi. Yargı (Ankara
17. İdare Mahkemesi), cemevlerine kaynak ayrılmasının “anayasanın eşitlik
ilkesine” aykırı olduğunu savunarak, “Diyanet’in herhangi bir mezhebe, siyasi
düşünceye, kültür ve inanca göre yeniden yapılandırılması anayasanın 10.
maddesine aykırıdır,” dedi.[18]
Bunun yanında
zorunlu din dersinin, eleştirel düşünceye (hakkına) saldırı özelliği taşıdığı
Türkiye’deki mevcut din eğitimi, öğrencilerin eleştirel düşünme, sorgulama,
tartışma, karar verme haklarının, devletin dinsel kimliğine feda etmelerini
talep ediyor. Gerçek manada laiklik uygulamaları ve zihniyetinden mahrum
bırakılmış ülkemizde, inanç özgürlüğünü sağlamak yerine, inancı kamulaştıran,
dini/inancı ait olduğu vicdana ve ibadet yerine değil, devletin kurumlarına
hapseden bir ucube siyaset ve buna uygun bir din eğitimi kabul edilemez bir
uygulamadır.
Din eğitiminde
zorla dayatılan İslâm’ın Sünnî mezhebinin kurallarıdır. Farklı din ve inançlar
hakkındaki anlatımlar da, Sünnî bakış açısıyla düzenlenmiştir. Mevcut din
eğitiminde Sünnîlik esas alındığından, farklı inanç mensuplarına ve inanmayanlara
bu dersi zorla dayatmak, din, vicdana ve inanç özgürlüğüne aykırıdır.
Tüm bunların
yanında “Kadim bir devlet geleneği olarak fişlemelerin Alevîlerle ilgili
kısmıyla birlikte AKP iktidarları döneminde... ‘Alevîlik’ kategorik olarak
fişlendi,” Kelime Ata’nın da altını çizdiği gibi…
BASKILARA ÖRNEK(LER)
Baskılara üç
eksende örnek(ler) sunacağım; ilki
fişleme, işaretleme, kayıt altına alma…
i) Emniyet,
Gezi eylemlerinde şüpheli olanların yüzde 78’inin Alevî kökenli olduğunu rapora
yazdı. Hukukçular, bu durumu anayasal suç olarak niteledi. Emniyet Genel
Müdürlüğü’nün Gezi eylemlerine ilişkin hazırladığı raporda “şüphelilerin yüzde
78’inin Alevî kökenli” olduğunun belirtilmesi fişleme tartışması yarattı.
Ankara Barosu Başkanı Sema Aksoy, bu süreçte gözaltına alınanlara kişilerin
mezhebiyle ilgili soru sorulmadığına işaret ederek “O zaman bu rakam nasıl
belirlendi? Demek ki özel bir araştırma yapmış. Bu da kişilerin tek tek
fişlendiğini gösteriyor. Bu yasadışı bir uygulamadır ve anayasal suçtur,” dedi…[19]
ii) Yeni
Mahalle 2690 Sokak’ta oturan bazı Alevî vatandaşların evlerinin kapılarına
iddiaya göre 1 Aralık 2013’de gece kimliği belirsiz kişi ya da kişiler
tarafından kalemlerle çarpı işareti konuldu. Adıyaman Merkez Yeni Mahalle’de 1
otomobil ve sokak lambası ile 13 ev ve işyerinin kapısı, kimliği belirsiz kişi
ya da kişiler tarafından işaretlendi. 2012 yılında da benzer bir olayın
yaşanmıştı…[20]
iii) Dönemin
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanlığı
tarafından yürütülen “Kamu Memnuniyet Anketi”nde yurttaşların fişlendiği
iddialarına yanıt verirken; T.C. kimlik numaralarının veri tabanında
tutulmadığını savunup, hemen ardından da, “Bunun yerine, sisteme girilen TC
kimlik numaraları özel olarak şifrelenerek farklı karakterlere dönüştürülerek
veri tabanında tutulmaktadır,” diye ekledi... [21]
İkincisi etnik ayrımcılıktan malûl baskılar…
iv) Çorum’da
13 yaşındaki A.R.Ç., din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinde konuştuğu iddiasıyla
okul müdürü Şeref Bilal tarafından feci şekilde dövüldü. Kulağından kan gelen
A.R.Ç. hastaneye kaldırıldı. Baba Tanju Ç., Cumhuriyet savcılığına suç
duyurusunda bulundu. Baba Tanju Ç., “Biz Alevîyiz. Çocuğum din dersini
dinlemediği için dövüldü. Sorumluların cezalandırılmasını istiyorum,” dedi…[22]
v) Gazi
Üniversitesi Rektörlüğü, kantinleri kapattığını gerekçe göstererek 12 işçinin
işine son verdi. Üniversitenin kantinlerinde 100 çalışan arasından tümü Alevî
olan 12 işçinin işten çıkarılması konusunda bir işçi, “Bizi zaten oradan oraya
sürüyorlardı. İşten çıkartıldığımız konusunda tebligat için rektörlüğe
gittiğimizde de Alevî olduğumuz için işten çıkarıldığımız belirtildi”
ifadelerini kullandı…[23]
vi)
Suriye’deki çatışma nedeniyle Hatay’da yaşanan kaygıların Alevîlik boyutunu
gözler önüne seren Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) raporunda Arap Alevîsi bir
kadın, “Savaş, Alevîleri ve Alevî kültürünü hedef alıyor” derken, bazı Alevî
yurttaşların, “Dinci muhalifleri tehdit olarak görüyoruz. Muhalifler kıymetli,
insanımız değersiz,” diyerek isyan etmesi dikkat çekti. Bir yurttaş ise
“Çarşıya çıktığımız zaman Suriye’de gördüğümüz görüntüler gibi her an karşımıza
bir katil çıkıp, bizi bir kenara çekecek mi, bir organımızı kesecek mi diye
kaygıyla dolaşıyoruz,” diye ekledi... [24]
Nihayet üçüncüsü kendini her yerde
hissettiren Müslüman-Sünnî-Türk-Erkek devlet gerçeğinin marifetleri…
viii)
Tuzluçayır’da inşasına başlanan cami - cemevine karşı çıkan mahalleli anneler,
“Bu inşaatta çocuklarımızın kanı var” diyerek, projeyi protesto etti.
Tuzluçayırlı annelere polis, 1 TOMA ile çok sayıda Akrep aracı ile müdahalede
bulunurken kadınlar yere düştü. Polislerin müdahale ederken “Allah Allah” diye
bağırmaları dikkat çekti…[25]
ix) Kırıkkale
F Tipi Cezaevi’nde Pir Sultan Abdal kartpostalına “terör örgütü simgesi” olduğu
iddiasıyla el konuldu… Ercan Yıldız isimli mahkûm, üzerinde Pir Sultan Abdal’ın
resmi bulunan kartpostalı mektup aracılığıyla göndermek istedi. İdare, önce
mektupta sakıncalı bir durum tespit etmedi. Ancak Cezaevi Disiplin Kurulu
Başkanlığı, Pir Sultan Abdal’ın ünlü bağlamalı figürünü gösteren kartpostala
sakıncalı olduğu gerekçesiyle yasakladı…[26]
x) Öğrencisini
Alevî diye döven öğretmene yedi yıl sonra ceza verildi. Para cezası verildi,
ceza ertelendi. Burak Kul adlı çocuk, yedi yıl önce Esenyurt Ali Kul Çok
Programlı Lisesi’nde okurken, öğretmeni Zeki Yılmaz tarafından “Siz Alevîler
neden oruç tutmuyorsunuz! Benden çekeceğin var” diyerek tehdit edilip
dövülmüştü…[27]
xi) Sivas
Katliamı davasının zamanaşımından düşürülmesine karşı pankart açan öğrencilere
yapılan saldırıya ilişkin iddianame hazırlandı. Ağırlıklı olarak, demir
çubuklarla saldırıya uğrayan öğrencilerin suçlandığı iddianamede “yaktık, yine
yakarız”, “yaşasın şeriat” sözleri suç sayılmadı… Sivas Katliamı davasının
zaman aşımından düşürülmesine karşı 15 Mart 2012’de İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde pankart açan öğrencilere, saldırıya uğramalarının ardından dava
açıldı. Savcı, öğrencilerin “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine silah veya 23.
maddede belirtilen aletlerle katılma”, “yaralama, basit yaralama, kemiklerin
kırılmasına sebebiyet verecek şekilde kasten yaralama” suçlarından ceza
verilmesini talep etti. Müslüman Gençlik grubu, fakülteyi basarak öğrencileri
demir çubuklarla dövmüştü…[28]
“SONUÇ YERİNE”
Alevîlerin,
Alevî olmaktan kaynaklanan kimlik soru(n)larına ilişkin olarak öncelikle,
“AKP’nin “Alevî Açılımı”na ihtiyacımız yok; ilişmesinler yeter...” denmesi
gerekirken; laik, demokratik olmayan T.“C”de, yakındır,
başına gelenlere karşı ezilenlerin başını kaldırması…[29]
Unutulmasın:
Laik bir ülkede anayasal kanunlarla benimsenen bir din olmaz…
Laik bir
ülkede dini bayramlar resmî bayram olarak kabul edilmez…
Laik bir
ülkede inançsal tüm azınlıklar aynı temel haklara sahiptirler…
Laik bir
ülkede ibadethaneleri devlet açmaz, burada görev yapan din görevlilerini memur
olarak atayıp, maaşlarını bizlerden topladığı vergilerle vermez. Laik
toplumlarda ibadethaneler belli başlı insanların bir araya gelip oluşturdukları
fon ile yapılır. Bu topluluk orada görev yapan din görevlisinin maaşını kendileri
verirler, devlet aygıtı bu işe karışmaz…
Laik bir
ülkede devlet dini okullar açıp, burada eğitim veren öğretmenlerin maaşlarını
ödemez, yine ayni şekilde bu işi bir araya gelen topluluklar yapar. Ancak bu
okulun ders müfredatı ilgili bakanlığın kontrolünde yapılır…
Laik bir
ülkede eğitim müfredatında din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi bir zorunluluk
olarak sunulmaz…
Laik bir
ülkede farklı etnik gruplardan alınan vergiler tüm inanç grupları arasında
ihtiyaçları oranında pay edilir…
Tam da bunun
için cemevleri statüye kavuşturulsun…
Zorunlu din
derslerine son verilsin…
Diyanet İşleri
Başkanlığı lağvedilsin…
Alevî
köylerine cami yaptırma politikasından vazgeçilsin…
Madımak müze
olsun…
Başta Hacı
Bektaş dergâhı olmak üzere bu türdeki değerler ve mekânlar Alevî yurttaşların
örgütlerine iade edilsin…
Kamuda çalışan
Alevîlerin kimliklerinin saklanmasına neden olan baskılara hemen son versin…
Bunun için de
“demokrasiyi, eşitliği, kardeşliği” sadece kendileri değil; herkes için istemek
zorunda olan ezilenlerin, yoksulların, işçilerin, köylülerin, inkâr
edilenlerin, hasılı öteki(leştirilen)lerin ve elbette Alevîlerin, “ezilenlerin
tarihsel bloku”nu gerçekleştirebilmek için Spartaküs’lerin, Bedrettin’lerin,
Karmati’lerin, Deniz’lerin, İbo’ların, Mahir’lerin, Mazlum’ların, 15-16
Haziran’ların “Zincirlerimizden başka şey yok” haykırışıyla direnenlerin
yolunda “aşk ve akıl ile ilerlemesi, birleşmesi “olmaz olmaz”dır…
Alevîler de bu
yolun yolcusudur... Sırf bu yüzden asırlarca “sapkın” sayıldılar... Osmanlı’nın
ölüm fetvaları ile yok edildiler... Ovalara yerleşemediler… Dağ diplerinde
gizlendiler... Osmanlıdan sonra “yaşama hakkı” alacaklarına inanıyorlardı…
Ancak “Cumhuriyet” de onlara Koçgiri, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi
katliamlarını reva gördü... CHP başta olmak üzere yıllarca Alevîlikle ilgili
tek bir yasal düzenleme yapılmadı... Alevîler yok sayıldı... Alevîler devlet
kadrolarına alınmadı; “alınan numuneler” de Alevî olduklarını “zinhar” inkâr
etti…
Alevîler
özgürlük sevdası ile “devrimci mücadeleye” evlatlarını verdiler… Zindanlarda,
sürgünlerde, faili meçhullerde bedel ödediler…
İşin garip
tarafı “Hacı Bektaş” senliklerine “devlet adına” ilk kez bir sağcı muhafazakâr
cumhurbaşkanı Süleyman Demirel katıldı...
CHP bir Alevî
(Kürt) katliamı olan “Dersim’e gereken yapılmıştır” diyen Onur Öymen’e sessiz
kalırken; AKP de, “Alevî Çalıştayı”na Maraş Katliamı davasının bir numaralı
sanığı Ökkeş Şendiller’in katılmasına sessiz kaldı...
Alevîleri
bizzat kendi içinden çıkan bazı “ağır ağabeyler”i (örneğin İzzettin Doğan)
ikinci koridordan birinci koridora sokmaya çalıştılar... Suya sabuna
dokunmadan, içinde yasadıkları devletleri, sistemleri, baskıları, sömürüyü
sorgulamadan yaşamaya zorladılar..
İnsanlığın on
binlerce yıllık özgürleşme, güzele ulaşma ve eşit bir dünya sevdasının
çığlığıdır Alevîlik... İşte bu yüzden dünyanın neresinde bir özgürleşme varsa,
mücadele varsa orası Alevîdir…
O, egemenler tarafından bir türlü yola
getirilemez. Çünkü isyankâr değerler toplamı olarak Alevîlik
bir yoldur…
Ve tüm ezilenlere olduğu
gibi, Alevîlere de yeni bir dünya, yeni bir cumhuriyet gerekmektedir…
23 Nisan 2014 13:09:13, Ankara.
N O T L A R
[1] 26
Nisan 2014 tarihinde ‘Belleville Pir sultan Abdal Kültür Merkezi’nin Lyon’da
düzenlediği toplantıda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:156, Haziran 2014…
[2]
Nâzım Hikmet.
[3]
Londra Üniversitesi Warbug Enstitüsü’nden Yuri Stoyanov Doğu Hıristiyan ve
İslâm heterodoks -yani çoğunluğun dinsel inancından gayrı-din ve mezheplerine
ait yaradılış efsanelerini inceleyerek ilginç sonuçlara ulaşmıştır… Stoyanov’a
göre, Bogomillerin İslâm’ı kolay benimsemesinde kendi inanç sistemlerinde
Bulgarların Asya’dan Balkanlara göçleri sırasında taşıdıkları bazı kültür ve
dinsel unsurların, Alevî-Bektaşi inanç sisteminde de yer almasıydı. (Selçuk
Erez, “Alevîler ve Bogomiller”, Cumhuriyet Dergi, No:863, 6 Ekim 2002, s.14.)
[4]
Erdoğan Çınar, Alevîliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yay., 2007.
[5] Bkz:
Namık Kemal Zeybek, “Alevîlik ve İslâm”, Radikal, 10 Temmuz 2010, s.12; Namık
Kemal Zeybek, “Alicilik, Muaviyecilik”, Radikal, 24 Eylül 2008, s.8; Namık
Kemal Zeybek, “Yine Alicilik, Muaviyecilik Üzerine”, Radikal, 27 Eylül 2008,
s.8.
[6] Bkz
Krisztina Kehl-Bodrogi, Kızılbaşlar, Çev: Oktay Değirmenci-Bilge Ege Aybudak
Ayrıntı Yay., 2012.
[7]
Osmanlı literatüründe 25 adet Selimname vardır.
[8] Bkz:
Selimname’den aktarılarak, Prof. Dr. M. C. Şehabeddin Tekinda,: Yeni Kaynak ve
Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, İst. Ed. Fak,
Tarih Dergisi, No:22, Mart 1967.
[9] Oral
Çalışlar, “II. Abdülhamit, Alevîler ve Misyonerler”, Radikal, 8 Ekim 2013,
s.14.
[10] Ali
Kenanoğlu, “Bekçiliğine Terfi Ettiğimiz Cumhuriyet”, Radikal, 29 Ekim 2013,
s.6.
[11]
Markus Dressler, Writing Religion, Oxford University Pres, 2013.
[12]
Oysa bu zat şunları da demişti: “Türkiye laik değil, Sünni bir devlettir. Eğer
Diyanet İsleri Başkanlığı gibi devasa bir kuruluş, temel hak ve özgürlüklerle
ilgili belirlemede ana rolü oynuyorsa, Alevî yurttaşların ibadethanesi olarak
görülen Cemevleri için TBMM kararı için Diyanet’e soruluyorsa ve bu cevap
gerekçe olarak görülüp hükümet bunu reddediyorsa devlet yapısının laik
olduğundan söz edilemez.” (İzzettin Doğan,
http://t24.com.tr/…oktasinin-nedeni-Alevîler/204094)
[13]
Kelime Ata, “Kardeşliğin Değil Alevîliğin İnşası...”, Radikal İki, 29 Eylül
2013, s.6.
[14]
Ömer Seyfettin, Harem, s.29… kaynak: http://Alevi.wordpress.com/
[15]
Şenol Kaluç, “Alevîlik Sorunu Neden Çözülmeli?”, Yeni Şafak, 12 Ekim 2013,
s.18.
[16]
bkz: http://telgrafhane.com/başlıklar/siyeset/4066
[17]
http://odatv.com/…du-hakaretini-yapanlar-0910101200
[18]
Mesut Hasan Benli, “Yargıdan Cemevine Bütçe Çıkmadı”, Radikal, 23 Mayıs 2013,
s.13.
[19]
Alican Uludağ, “Alevîleri Fişlediler”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2013, s.5.
[20]
“Adıyaman’da Alevî Evlerine İşaret”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2013, s.4.
[21]
Mustafa Çakır, “İktidar Konuştukça Batıyor”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2013, s.9.
[22]
Seyfettin Mete, “Alevî Öğrenciye Din Dersi Dayağı!”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2014,
s.9.
[23] “…
‘Gazi’de Alevî İşçi Kıyımı”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2013, s.7.
[24] İklim
Öngel, “Alevîler Tehdit Altında”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2013, s.7.
[25]
“Polis ‘Allah Allah’ Diyerek Saldırdı”, Cumhuriyet, 29 Eylül 2013, s.7.
[26]
Mehmet Menekşe, “Pir Sultan Örgüt Simgesi Sayıldı”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2013,
s.8.
[27]
İsmail Saymaz, “Öğrenciye ‘Alevî’ Dayağı İçin Karar Çıktı”, Radikal, 15 Mart
2014, s.6.
[28]
Elif Örnek, “… ‘Sivas’ta Yaktık, Yine Yakarız’ Suç Değil mi?”, Sol, 14 Aralık
2013, s.5.
[29]
Şöyle bir uyarıyı dillendirir Paulo Freire: “Ezen azınlık bir çoğunluğa boyun
eğdirdiği ve egemen olduğundan, iktidarda kalmak için çoğunluğu bölmek ve
bölünmüş hâlde tutmak zorundadır. Azınlık kendine halkın birliğini hoşgörme
lüksünü tanıyamaz; çünkü bu, hiç kuşku yok ki hegemonyasına ciddi bir tehdit
demek olurdu. Dolayısıyla, ezenler, ezilenlerde biraz olsun birleşme ihtiyacı
uyandırabilecek her tür eylemi tüm araçlarla (şiddet dâhil) önlerler. Birlik,
örgütlenme ve mücadele gibi kavramlar derhâl tehlikeli olarak damgalanır.”
(Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay. 2.
baskı., s.118-119.)
Yorumlar