“Gençlik, sahip olunmaya değer tek şeydir.” [2] Hepimiz Hacettepe-Beytepe kampüsündeki bir amfinin isminin ‘Ali İsmail Kor...
“Gençlik, sahip olunmaya
değer tek şeydir.”[2]
Hepimiz
Hacettepe-Beytepe kampüsündeki bir amfinin isminin ‘Ali İsmail Korkmaz Amfisi’
olarak değiştirmek için Ali İsmail’(ler)in, Ethem’(ler)in, Mehmet’(ler)in,
Abdullah’(lar)ın, Medeni’(ler)nin, Ahmet’(ler)in, Ferit’(ler)in yani Gezi/
Haziran isyanının ölümsüzlerin yoldaşları olarak buradayız…
Erdoğan’ın,
“Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz”; Bilal’in, “Qualis pater, talis
filius/ Öyle babaya, böyle oğul”;
nihayet sürdürülemez kapitalist vahşetin E. A. Rauter’in, “Zengin önce kendi
varlığıyla hırsızı yaratır, sonra da hırsızlara karşı yasalar yapar,”
uyarılarını anımsattığı Şair Eşref’in, “Ademin payesi arttıkça, hicabı azalır,”
diye tarif ettiği bugünde Tevfik Fikret’in ‘Han-ı Yağma’ yani ‘Yağma
Sofrası’ndaki dizeleri yüksek sesle haykırmak gerek![3]
Çünkü
kapitalizm gençlere ölüm ve geleceksizlik dışında hiçbir şey vaat etmiyor!
Örneğin 2014’ün
ilk aylarında gençlerdeki işsizlik oranının yüzde 20’lere dayandığıcoğrafyamızda
800 bine yakın öğrenci, öğrenim kredisini geri ödeyemiyor…
Kredi Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü’nün
verilerine göre, 2013 yılı sonu itibarıyla öğrenim kredisi alıp kredi
taksitlerini ödemeye başlayan toplam 288 bin 306 öğrenci bulunduğu, bunların
toplam borç miktarının da 1 milyar 579 milyon 621 bin TL olduğu belirtildi…
Genç nüfustaki
işsizlik oranının yüzde 19.3’lerde... Eğitim durumu
kolay iş bulma şansı veremiyor. Genel işsizlik oranı yüzde 9.9 iken, yüksek
öğretim görenlerin işsizlik oranı yüzde 10.5, mesleki teknik eğitim görenlerin
yüzde 10.7, lise mezunlarının yüzde 12.4 oranında. Okur yazar olmayanlarda ise
işsizlik oranı yüzde 4.8 oranında. Görülüyor ki çalışma hayatı iyi eğitim
görenleri istihdam edecek yapıya ulaşmamış durumda…
TÜİK
tarafından açıklanan son hane halkı işgücü anketi sonuçlarına göre, Ekim 2013
itibariyle üniversite mezunu 637 bin işsizimiz var. Bununla birlikte, OECD
verilerine göre Türkiye’de her 10 çalışandan 4’ü yapmakta olduğu işe göre daha
yüksek eğitim düzeyine sahip. Bu kişilerin, aslında daha zorlu ve daha iyi
işler yapabilecek niteliksel donanımları var. Dolayısıyla daha fazla kazanç
elde edebilirler ancak ne yazık ki eğitimlerine uygun bir iş bulamamış
durumdalar…
Tablo tam da
Orhan Veli’nin, “Bedava yaşıyoruz, bedava;/ Hava bedava, bulut bedava;/ Dere
tepe bedava;/ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı,/
Camekanlar bedava;/ Peynir ekmek değil ama/ Acı su bedava;/ Kelle fiyatına
hürriyet,/ Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava,” diye betimlediği ya da
Emma Goldman’ın, “Kapitalist düzen, hiç durmadan çalışanların asla hiçbir şeye
sahip olmadığı, buna karşılık hiç çalışmayanların her şeyin keyfini çıkardığı bir
düzendir,” saptamasındaki üzeredir!
Tekrarlıyorum,
sınıflı-sömürücü vahşet gençler (ve tüm emekçiler) için geleceksizlik ve
ölümdür…
Ancak “ölüm”,
yaşam(ımız)a kattığımız anlam bağlamında bazen Ali İsmail Korkmaz örneğindeki
üzere bir “son” değil, yeni bir mücadelenin başlangıcıdır…
İşte tam da
bunun için Ali İsmail(’ler), Ethem(’ler), Mehmet(’ler), Abdullah(’lar),
Medeni(’ler), Ahmet(’ler), Ferit(’ler) yani Gezi/ Haziran isyanının ölümsüzleri
için Martin Luther King ile birlikte haykıralım: “Yaşamın uzunluğu değil, nasıl
yaşanıldığı önemlidir”…
İskoç atasözünün,
“İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, oysa yaşamadıkça yaşlanırlar”…
Bask atasözünün,
“Jakiteko hartzen, ikas ezazu ematen/
Almak için vermeyi bilmek gerekir”…
Z. N.
Hurston’un, “Karamsar olmak zor değil, zor olan çılgın bir fırtınadan
sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir”…
Paulo
Coelho’nun, “İçinde bir tutam delilik olmayan hayat eksik bir hayattır”…
Rus atasözünün,
“Bilge düşünedursun deli işi bitirir”…
Rosa
Luxemburg’un, “İnsan iki ucundan yanan bir mum gibi olmalı”…
Malcolm X’in,
“En iyi öğüt, iyi örnek olmaktır”…
Alexis de
Tocqueville’in, “Tarih orijinallerinin az, kopyaların çok olduğu bir resim
galerisidir”…
Oscar
Wilde’ın, “Hayalci, ay ışığında yolunu bulan insandır. Cezası da, şafağı başka
herkesten önce görmesidir”…
Lucius Annaeus
Seneca’nın, “Ey yaşam, senin bunca değerli oluşun ölüm sayesindedir”…
Ché
Guevara’nın, “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak için nabzına değil
onuruna bakın; duruyorsa yaşıyordur”...
Bertolt Brecht’in,
“İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür”… sözlerini
hatırlayın/ hatırlatın…
Çünkü, ne
yaparlarsa yapsınlar, hangi zulümle üzerimize gelirlerse gelsinler tıpkı Ataol
Behramoğlu’nun dizelerindeki üzeredir her şey:
“Yıllanmış bir
ağaç gibi köklü, gür/ Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür/ Hükmü verilmiştir
oysa:/ Yıkılacak, çürümüştür”…
Bunun en büyük
kanıtlarından birisi de Gezi/ Haziran isyanıdır…
GEZİ/ HAZİRAN İSYANI NEDİR?
Baştan
hemencecik belirteyim: “Gezi, ikinci kurtuluş savaşıdır,” diyen Tuncay Özkan’a
kesinlikle katılmıyorum…
Hepimize,
herkese Napoléon Bonaparte’ın, “İmkânsızlık yalnız sersemlerin sözlüğünde
bulunan bir kelimedir”; Ralph Waldo Emerson’un, “Yapılırken heyecan duyulmayan
işler başarılamaz,” uyarılarını anımsatan Gezi/ Haziran, neo-liberalizme karşı
özgürlükçü bir isyanıdır. Burjuva düzenle ve “ulusalcılık”la
ilintilendirilebilecek hiçbir temel özelliğe sahip değildir.
‘Sapanlı
Teyze’ olarak tanınan Gezi olaylarının simge isimlerinden işçi emeklisi Emine
Cansever’in ifadesiyle, “Gezi sadece ağaçların kesilmesi olayı değildi. Orada
haksızlığa ve yoksulluğa karşı mücadele ettik…”
“Yeni Türkiye
hareketi” olarak betimlediği Gezi/ Haziran isyanı hakkında Alain Badiou’nun,
“Bugün Türkiye’de kapitalizmim kendisiyle ve benim ‘tuhaf, canavar, yaratık’
olarak nitelendirebileceğim İslâmi kapitalizmle karşı karşıyayız. Gezi Direnişi
ile birlikte siz hem kapitalizmin kendisine hem de İslâmi hükümetin sizi
ezmesine karşı çıktınız”; Slavoj Zizek’in de, “Siz Gezi ile beraber
küreselleşmede sorun olduğunu ortaya koydunuz. Size oluşturulan ‘cennette
sorunlar ve sıkıntılar var’ dediniz. Dünyada aslında ters giden bir şeylerin
olduğunu siz Türkiye’den gösterdiniz… Gezi benzeri isyanların hepsinin özünde
küresel kapitalizme verilen tepki vardır,” derlerken; başkaldırı “Ordu millet
el ele” diye haykırılan 27 Mayıs öncesinin yarı resmi nümayişlerine
benzemiyordu…
“Başımızda eşi
türbanlı cumhurbaşkanı istemiyoruz” denilen ve dindarların hayat tarzına zerre
kadar saygı duyulmayan anlayışsızlık abidesi mitinglere benzemiyordu…
“Ordu göreve”
pankartlarının açıldığı, darbe çığırtkanlığının alıp başını gittiği zalim
gösterilere benzemiyordu…
Askere sırtını
dayayarak iktidardakini mazlum konumuna düşüren acımasız eylemlere
benzemiyordu…
İmtiyazlarımız
kaybolmasın diyen bir avuç kaymak tabakanın çıkardığı sevimsiz gürültülere
benzemiyordu…
Başka türlü
bir şeydi bu... Bambaşka türlü bir şey...
“İdeolojik
işler”, “derin güçler”, “provokatörler”, “illegal örgütler”, “marjinal
yapılanmalar”, “CHP” falan denilerek izah edilebilecek bir olay değildi bu...
New York’daki
The New School Üniversitesi’ndeki konferansında konuşmasında
BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ifadesiyle, “Gezi Parkı,
Türkiye’de halkların kardeşliği anlamında, barışın esas olarak halklar
üzerinden sağlanabilmesi anlamında çok önemli bir pratik oluşturdu. Bu, ülke
açısından ya da yönetenler açısından, en korktukları şeydi. En tedirgin
oldukları şey buydu… Orada ilk defa dünya halklarına da umut verecek bir
ütopya gerçekleştirildi.”
“Gezi’yi
gezenler gördü: Orada, hepimizin yaşamak istediği Türkiye kuruldu. Özgür,
barışçıl, hoşgörülü, umutvar bir ülke modeli...”[4]
Bu bir isyandı
ve Yasin Aktay’ın deyişiyle, “Anlaşılmayı bekleyen yeni bir sosyal fenomen”
falan değil…
Bu; çeşitlilik
içinde birliğin, halk güçlerinin bir politik özgürlük hareketiydi…
Hayır, hayır bu
isyanı “Artık tarih belki yıllar sonra yeni bir ‘özne’nin tarih sahnesine bu
olaylarla iyice çıktığını yazacak. Çokluk siyasetini arıyor,” diyen Murat Aksoy
gibi de ele alamayız!
‘Yeni Şafak’
yazarlarının Yasin Aktay’dan Murat Aksoy’a ayaklanma konusunda serd ettikleri
fikirlere prim vermemiz, elbette mümkün değildir…
Tekrarlıyorum
bu, yalan imparatorluğunun korku zorbalığına karşı bir isyandır:
Demokrasi ve
korku yan yana yaşayacak iki kavram değildir. Bu anlamda yaşanan sürecin en
önemli sonucu, “korku eşiği”nin aşılmış olmasıdır.
İnsanlar,
neo-liberal zorbalığa karşı itirazlarını yüksek bir sesle haykırıp, sokağa
çıktılar. İktidarın zorbalığına, polisin barbarlığına meydan okudular. O
noktada korku artık hükümsüzdü…
Tüm
coğrafyamızı kucaklayan bu duygunun merkez noktasında polisin sıktığı tazyikli
su karşısında yıkılmayıp kollarını açan, “Sıkmaya devam et, senden korkmuyorum”
mesajını veren siyah elbiseli cesur kadının duruşuydu.
Gezi/ Haziran
eylemlerine asıl ruhu veren meydanlarda, sokaklarda, parklarda hareketin
çoğunluğunu oluşturan kadınlardı.
Evet Gülseren
Onanç’ın da işaret ettiği gibi, “Gezi eylemleri tek ses dayatmasına karşı
çıkıştır.”
Gezi/ Haziran
isyanı yeşildir, doğadır, çevredir... Neo-liberal iktidar ise beton, AVM, yağma
ve rant!
Gezi/ Haziran
isyanı özgürlüktür... Neo-liberal iktidar ise baskı ve korku!
Gezi/ Haziran
isyanı halk demokrasidir... Neo-liberal iktidar ise otoriter bir kibir!
Gezi/ Haziran
isyanı çoğulcudur... Neo-liberal iktidar ise tek tipçi!
Gezi/ Haziran
isyanı dayanışmadır... Neo-liberal iktidar ise bencil bir tekel!
Gezi/ Haziran
isyanı eşitliktir... Neo-liberal iktidar ise hiyerarşik bir buyurganlık!
Gezi/ Haziran
isyanı bütünleşmedir... Neo-liberal iktidar ise ayrışma ve bölünme!
Gezi/ Haziran
isyanı gençliktir... Neo-liberal iktidar ise geçen yüzyılda kalmış, örümcekli
bir yapı!
Ve nihayet
Gezi/ Haziran isyanı gelecektir... Neo-liberal iktidar ise küflü ve paslı
raflarda kalmış bir sürdürülemez bir geçmiş!
Bu nedenle
egemen(lik)lerin Gezi/ Haziran nefreti anlaşılabilir bir şeydir…
Örneğin ‘Yeni
Şafak’ yazarı ve AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in, 5 Aralık 2013
tarihli köşe yazısında “Kürt halkıyla Gezi ruhunun yakınlaşmasından” duyduğu
endişeyi kelimelere döküp, “eski Türkiye”nin temsilcisi olarak göstermeye
çalışması; Gezi/ Haziran’dan “zehirli sarmaşık” olarak bahsetmesi neyin ne
olduğunu net biçimde ortaya koymaktadır!
Evet, evet
egemen(lik)lerin Gezi/ Haziran’daki ezilenlerin tarihsel bloğundan yani
çeşitliliğin zenginliğini kucaklayan halk hareketinden korkmaları boşuna
değildi…
Meltem
Yılmaz’ın, “Farklı yaş gruplarındaki direnişçilerden kiminle konuşsam hayatında
buna benzer bir direniş görmediğini söylüyor. Bunu da direnişin
partilerüstülüğüne, çok farklı görüşlerdeki insanların siyasi iktidarın
‘baskısı’na karşı ortak mücadelesine bağlıyor…
Kemalistler,
sosyalistler, anarşistler, İslâmcılar, feministler, çeşitli sendikalar,
eşcinsel örgütleri ve daha birçok yapının dayanışması herkese ‘umut’ veriyor,
‘gelecek’ vaat ediyor. Farklı görüşlerdeki insanlar biraya gelip saatlerce
sohbet ediyorlar, belki de ilk defa birbirlerini bu kadar çok anlamaya
çalışıyorlar. Biraya gelmelerinin zaferin göstergesi olduğunu söylüyorlar,”
biçiminde tarif ettiği kendiliğindenlik gençliğin saflarında büyük bir değişim
ve dönüşümü de devreye sokuyordu…
İşte, “Önce
şiddet gördük, kızdık, korktuk; haklı olduğunu savunduğumuz şeyler için sokağa
döküldük, sesimizi duyurduğumuz için rahatladık; çoğaldık umutlandık;
paylaştık, dayanıştık, ‘aynı’ olmasak da yan yana durdukça birbirimize daha çok
güvendik; hükümetin tavrını gördükçe şaşırdık; polisin vahşetine öfkelendik;
‘hiç’ olmadığımızı görüp sağaldık; geleceğimize sahip çıktıkça umutlandık...”[5] diye haykıran birkaç çarpıcı örnek:
Nazlı
Bulum’un, “Ailemle, arkadaşlarımla olan gündelik sohbet değişti. Toplumsal
konularla ilgili daha çok konuşuyoruz, tartışıyoruz. Sokakta da daha güvende ve
cesaretli hissediyorum. Yaşayacağım herhangi bir sorunda birilerinin bana
yardım edeceğini, yanımda olacağını biliyorum”…
Fehime
Seven’in, “Daha fazla haber okuyorum artık, olan biten her şeyi öğrenmeye ve
yorumlamaya çalışıyorum”…
Ayris
Alptekin’in, “Umut etmenin insanı ne kadar güçlendiren bir şey olduğunu
hatırladım. Başka bir hayat gerçekten mümkün olabilir. Oh be diyordum sürekli,
yapılabilecek başka şeyler de varmış”…
Sefa
Tokgöz’ün, “Derslerden, televizyonlardan, solculardan duyduğum ve hiçbir zaman
Türkiye’de şahit olmadığım ortamı orada (Gezi’de) gördüm”…
Albina
Özden’in, “Eskiden konuşmaktan çok korkuyorduk ama artık tepki vermeyi
biliyoruz. Hiç tanımadığın birinin acısına ortak olmaktır insanlık”…[6]
Konuya ilişkin
olarak Müge İplikçi yirmi gençle konuşmuş.[7]
Çoğu örgütsüz “birey” olma hasleti aranıyorsa bu kuşakta en hası var. Lakin bu
hasletin yanlış değerlendirildiğinin de canlı örneğiler; çünkü yeri geldiğinde,
istediklerinde örgütlü, birlikte, dayanışmayla hareket edebildiklerini
gösterdiler. Gezi direnişi süresince “kim bu gençler, nereden çıktılar”
sorularıyla anlı şanlı fikir insanları, “kanaat önderleri” ve iktidarın bizzat
kendisi şaşkınlıkla anlamaya çalıştı yaşananları. Oysa onlar Emek Sineması,
İnternetime Dokunma, hayvan hakları için “Katil Yasa İstemiyoruz” eylemlerinde
de oradaydılar ya da bu eylemlere tanık oluyor ve sorular soruyorlardı. Taksim
Meydanı 1 Mayıs’a kapatıldığında da oradaydılar. Hrant için yürüyen anne
babalarının ellerini tutuyorlardı belki… Onur yürüyüşlerine de katılmışlardı.
HES’ler vadileri kuruturken canları acımıştı; nükleer istemiyoruz diye
bağırmışlardı… Bedenime dokunma diyebilen bir nesildi… Ayak sesleri öteden beri
duyuluyordu…
Ve hatta Gezi
Parkı’na doğru yürürken birçoğunun hemen yanı başında bu mücadeleyi yıllardır
veren anne - babası vardı; dönüp onlara “tamam sıra bizde, gözünüz arkada
kalmasın,” dediler.
Böylelikle de
Gezi/ Haziran “olayı”, düzenin bekçileri üzerinde içerde olduğu kadar dışarıda
da şok etkisi yaparken; müthiş bir esin kaynağı da oldu…
Evet, evet
dünyayı gezen bir “heyula” misali Gezi/ Haziran farklı coğrafyalardaki
aktivistlere ve direnişlere de esin kaynağı oldu.
Kanadalı
siyaset bilimi profesörü ve aktivist David McNally de Gezi/ Haziran’dan ilham
alanlar arasında. Bunu ‘Başka Bir Dünya Mümkün’[8]
başlıklı yapıtının önsözde “Taksim Gezi Parkı protestocuları, bu yazar da
aralarında olmak üzere, dünyada milyonlarca insana esin kaynağı oldu”
sözleriyle belirtiyor.
McNally
önsözde aynı zamanda Gezi Parkı Protestolarını eylemlerin genel özelliği,
eylemci tipolojisi ve eylemlerin kökeni olmak üzere üç başlıkta kısaca analiz
ediyor. McNally’e göre Gezi direnişi mekânsal bir etkileşime açık. Eylemlerin
“kent ve kasabalara yayılışından” bahsediyor ve protesto gösterilerine katılan
“yüz binlerce kişinin özgürlüğün, eşitliğin ve insanlar arasındaki işbirliğinin
hüküm süreceği yeni türde bir toplumu kurabilmeye” muktedir enerji birikimini
ortaya çıkardığını vurguluyor. Polisin ilk protestoculara uyguladığı şiddet,
söz konusu enerjinin ve eylemlerin dozajının artmasına yol açıyor.
Diğer bir başlıkta
McNally eylemci tiplerine değinirken protestoların öznesi olarak
protestocuların tek bir kategoriye sığmadığının altını çiziyor. Yaşam
alanlarını ilgilendiren sorunların çokluğu eylemcilerin de kozmopolitleşmesine
ve farklılaşmasına yol açıyor. McNally bu durumu “gençlerin, feministlerin,
işçilerin, cinsel hak savunucularının, çevrecilerin, öğrencilerin ve
diğerlerinin esin verici kolektif eylemleri” ifadesiyle belirtiyor; Gezi Parkı
eylemcilerinin kendi mücadelelerinin küresel antikapitalist hareketin bir
parçası olduğunu söylüyor.
Bir diğer
başlık ise eylemlerin kökenine dair: McNally Gezi direnişi üzerine düşünürken
liberallerin çok sevdiği türden ekonomiden ve ideolojiden yalıtılmış afakî
“ceberut iktidar” analizleriyle kendisini sınırlandırmıyor. Sorunların ve
protestoların kaynağında küresel finansal krizin etkilerini ve AKP’nin
“kapitalist kalkınma” hamlelerini, neo-liberalizmin yıkıcı etkisini görüyor.
Türkiye’nin istikrar söylemine koşut uluslararası mali piyasalarda “başarı”
yakalarken, “yüz binlerce Türkiyeli işçinin sendikasızlaştırılmasına” ve
“taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılmasıyla istikrarsız ve riskli işlerde bir
patlamaya yol açmasına”, “parıldayan konut kuleleri ve alışverişmerkezleri inşa
edilirken” “Türkiyeli işçiler ve gençlerin dışarıda iki yakalarını bir araya
getirememesine”, “kentsel mekânlar ticarileştirilirken” “çalışan sınıfları
yerlerinden edilmesine” dikkat çeken McNally direnişlerin filizlenişine ilişkin
ekonomi-politik bir bütünlük koymaya çalışıyor.
Buna göre
neo-liberalizmin türdeş olmayan alanlarda yol açtığı tahribat, doğrudan,
toplumun değerler ve ilkeler dengesini sarsıyor ve bozuyor. McNally’in
belirttiği “Türkiye’de de, bürokratların, bankaların ve şirketlerin
egemenliğinden bağımsızlaşmış yeni yaşam biçimlerine yönelik özlem” Gezi/
Haziran eylemlerindeki dinamizmin başlıca faktörlerinden birisi hâline geliyor.
AKP (VE ERDOĞAN)’IN GEZİ/ HAZİRAN
PARANOYALARI
José Saramago’nun, “Unutmayın, örgütlü bir halk hiçbir
zaman yenilmez. (...) Her zaman söylenegeldiği gibi küçük şeyler büyük
etkiler yaratır,”[9] deyişini anımsatan Gezi/ Haziran, AKP (ve başçalan
Erdoğan) için bir kâbustur, paranoyadır…
Bir anlığına
hatırlayın!
Gezi/ Haziran
eylemlerinin ve Türkiye’nin her yerinden ona destek veren gençlerin amacı
Erdoğan hükümetine komplo... imiş...
Gezi/ Haziran
eylemleri “darbe” girişimi… imiş...
Tam 11 yıldır
iktidarda olan; “Vur deyince vuran, dur deyince duran” bir polisi olan; askeri
kışla’daki; “Sokağa çık” emri ile sokaklara dökülen palalı paramiliterleriyle
AKP bunları diyordu!
Hani
telefonlar dinleyen; twitter’ı, facebook’u kontrol eden; MOBESE’lerin emrine
amade olduğu; MİT’li, Terörle Mücadele’li, Emniyet’li, Jandarma İstihbaratı’lı
muhbirli bir iktidar paranoyak yalanlara, mamipülasyonlara sarılıyordu…
Yani AKP
(Erdoğan) paranoyaları, kendinden yana olmayan herkesi düşman, “terörist” ilan
etti…
Mehmet Y.
Yılmaz’ın ironik betimlemesiyle, “Artık ortaya çıktı ki dünya yüzünde en çok
terörist yetiştirilen ülke cennet vatanımızdır…
Sadece
cezaevlerimizde 10 binin üzerinde terör suçlumuz var, Başbakan meydana gelen
her olay nedeniyle teröristleri suçladığına göre dışarıda serbest gezen
terörist sayısı bunun çok çok üzerinde olmalı.
Üstelik bizim
teröristlerimiz Süpermen gibiler: Bir yandan Suriye ile işbirliği yaparken,
diğer taraftan İsrail ajanlığı yapabiliyorlar. Faiz lobisini desteklerken
işçileri ayaklandırabiliyorlar.
İsmi Egemen
Bağış olan bir bakan açıkladı ki Gezi Parkı gösterilerinde tam 11 terörist
örgüt tespit edilmiş!”
Gezi/ Haziran
eylemleri Erdoğan’ın şahsen ve AKP’nin siyasal hareket olarak uluslararası
planda eşi az görülür hızda itibar kaybına yol açıp; herkesten çok AKP
yönetiminde ve AKP iktidarı çevresine konumlananlarda gözle görülür bir şok
etkisi yarattı.
“İktidarın
özgüven patlamasının zirve yaptığı bir dönemde, Tayyip Erdoğan’ın ABD’de üst
düzey bir lider olarak karşılanmasından birkaç hafta sonra o zirveden paldır
küldür aşağıya yuvarlanmanın şokuydu bu.”[10]
Söz konusu
şok, ‘Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Doç. Dr. Erkan Saka’nın ifadesiyle,
“AKP kontrol edemediği her şeye öfke duyuyor,” diye formüle ettiği
saldırganlığı da devreye soktu.
Erdoğan,
Ankara’nın ardından 16 Haziran 2013’de İstanbul Kazlıçeşme’deki AKP mitinginde,
lise müdürlerinden sanatçılara baskı yapanlara kadar geniş bir kesimi anarak,
olayların hesabının sorulacağını açıklarken; yandaşı Ali Bayramoğlu’na bile,
AKP’nin ataerkil dili ve uygulamalarının ulaştığı keskinlik, bizzat onun, yani
AKP’nin döneminde şekillenen demokratik ve açık toplum tarafından taşınamaz hâle
gelmiştir. Dili değiştirmek gerekir artık…” dedirten abartılardan malûldü…
Bu kadar
değil! AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Gezi/ Haziran eylemlerine
müebbet hapis öngören TCK 312. maddesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği
vurgusuyla, “Eylemcilerin hükümeti devirmeyi amaçladıklarını düşünüyorum,”
deyiveriyordu…
Kolay mı?
Erdoğan’ın, Gezi Parkı’nın basıldığı 30 Mayıs 2013’deki de dahil, “Polise
talimatı ben verdim” dediğini anımsayarak başlayıp 2 Haziran 2013’deki ‘Teke
Tek’e gidersek: “Bir anne-baba, kızının, affedersin, birinin kucağına
oturmasını ister mi?”
“Birisiyle bir
bankta oturursun sohbet edersin, Tayyip Erdoğan olarak ben bunu saygıyla
karşılamam.”
“Kadıköy
vapurundan inen kadınların giyim kuşamına karışmıyorum,” sözlerini anımsayın!
Ayrıca, “Yüzde
50’yi evinde zor tutuyorum” diyen; ölen vatandaşlarını mezhebine göre
tanımlayan; “Canım canım seramikler kırıldı,” derken öldürülen gençleri
anmayan; “İçerideki hainler” sözünü hem de gösterileri bastıran çevik kuvvetin
önünde, “Ülkeyi işgal edecek düşmanı, çiçeklerle karşılayacak, bağrına
basacaklar var,” noktasına çeken çığırtkanlığını[11]
unutmayın!
“Ey Geziciler.
10 tane ağaçla başladınız değil mi, acaba hayatta bir yere bir tane ağaç
diktiniz mi? Buyurun her tarafta biz ağaçlar dikiyoruz, yeşille ülkemizi ve
insanımızı buluşturuyoruz. Acaba ey ana muhalefetin temsilcileri siz nerede
neyi dikiyorsunuz? Dedikodudan başka, iftiradan başka bu güzel insanlarımızın
arasına nifak tohumu dikmekten başka ne yapıyorsunuz?” türünden dezenformasyonlara
başvuran Erdoğan ile AKP açık açık karşı devrimci terörü savundu; hayata
geçirdi!
Gezi/ Haziran
eylemlerine ilişkin sarıldığı dezenformasyonlarla Erdoğan’ı kimi zaman ABD,
kimi zaman şehit polisin yakınları, kimi zaman da cami imamı yalanladı.
Başbakan Gezi
Parkı’yla başlayan ve tüm ülkeye yayılan eylemlerde halka meydan okuyan tavrını
sürdürürken tabanını ateşlemek ve eylemleri itibarsızlaştırmak için sık sık
yanlış bilgiler veriyor. Erdoğan’ın, Wall Street eylemlerinde 17 kişinin öldüğü
yönündeki açıklamaları ABD tarafından anında yalanlanırken eylemcilerin
İstanbul’da bir camide içki içtikleri iddiası caminin müezzini tarafından
yalanlandı. TRT’, ne zaman kim tarafından çekildiği belli olmayan, Türk bayrağı
yakma görüntülerini kullanırken Adana’da köprüden düşen polise ilişkin “Bir
polisimizi şehit ettiler” sözünün gerçeği yansıtmadığını da polisin kuzeni
açıklayacaktı. Kabataş’ta “Saldırıya uğrayan bebeğiyle birlikte darp edilen
başörtülü hanım kızımız”dan ise hiç söz etmiyorum!
Yeri gelmişken
anımsatmadan geçmeyeyim: ‘Zaman’ gazetesi İstihbarat Şefi İbrahim Doğan,
Twitter üzerinden yaptığı açıklamada Gezi eylemleri sırasında Dolmabahçe’deki
Bezmi Alem Valide Sultan Camii’nde bulunan bira kutularının sonradan konulduğunu
açıkladı!
TERÖRİST DEVLET(İN) GEZİ/ HAZİRAN
KORKUSUNUN DÖKÜMÜ
Finlandiya
Dışişleri Bakanı Erkki Tuomija’ya bile, “Orantısız güç kullanımı sorgulanmalı,”
dedirten terörist devlet(in) Gezi/ Haziran korkusunun kaba dökümünün somutu
şöyleydi:
i) Gezi/
Haziran protestolarında Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert,
Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik polis
tarafından katledildi… Yüzbinlerin katıldığı eylemler sırasında İçişleri
Bakanlığı’nın verilerine göre 4 bin 900 kişi gözaltına alındı. Sadece
eylemlerin gerçekleştiği ilk hafta içerisinde 120’yi aşkın kişi tutuklandı.
Eylemlerin ilk 15 gününde polisler tarafından 150 bin adet gaz bombası
kullanılırken, 8 bini aşkın kişi yaralandı 100’ü aşkın kişi gözünü kaybetti.
ii) Dönemin
İçişleri Bakanı Muammer Güler, valilik, YÖK, üniversitelere ve Yurtkur genel
müdürlüklerine gönderilen genelgeye ilişkin bir soru üzerine, Gezi benzeri
eylemlerin yapılmaması için her türlü önlemi alacaklarını vurgusuyla, “27
Ağustos tarihinde 81 il valiliğine, Yüksek Öğretim Kurumu’na, Kredi ve Yurtlar
Kurumu Genel Müdürlüğü’ne ve ilgili güvenlik birimlerine bilgi olarak
gönderdiğimiz bir genelgemiz var. Burada ifade etmek istediğimiz konu, eğitim
öğretim döneminin başlaması ile yasal olmayan eylem ve etkinliklere izin
verilmemesi. Olaylara karışanların tespit edilmesi, haklarında gerekli yasal ve
gerekli disiplin işlemlerin yapılabilmesi. Öğretim ortamının bozulmasına
yönelik faaliyetlere müsaade edilmemesi. Gezi eylemleri benzeri birçok şiddet
eylemlerinin yeniden gündeme getirilmesi arayışları var. Biz güvenlik birimleri
olarak her türlü tedbirleri alacağız,” dedi…[12]
iii) Gezi/
Haziran protestolarının üniversiteler açılınca yeniden canlanacağına ilişkin
istihbarat sonrası beklenen oldu ve İçişleri Bakanlığı harekete geçti.
Bakanlık, YÖK’e, üniversitelere ve öğrenci yurtlarına gönderilmek üzere genelge
hazırladı ve olası eylemler için “sıkıyönetim” ilan etti. Genelgeye göre,
meydana gelebilecek olaylara süratle müdahale edebilmek için üniversite
yerleşkesinde tüm öğretim yılı boyunca sivil polis görevlendirilebilecek.
Siviller olaylara, rektörlüklerce çağrılacak çevik kuvvetten önce müdahale
edebilecekti…[13]
iv) Dönemin
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı İsmail Baş, Gezi olaylarına ilişkin bilgi edinme
başvurusuna verdiği yanıtta 80 ilde toplam 5 bin 532 eylemin gerçekleştiğini
bildirdi. Baş, eylemler sırasında kullanılan gaz ve su miktarına ilişkin
soruya, “yeteri kadar gaz” ve “yeteri kadar su” vurgusuyla ekledi:
“28 Mayıs-6
Eylül 2013 arasında; 80 ilimizde gerçekleşen 5 bin 532 eylem/etkinlikte
olayları provoke eden, güvenlik güçlerine saldıran, çevreye ve insanlara zarar
veren şahıslara ilişkin ilgili Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatları
doğrultusunda adli işlemler yapılmıştır. Emniyet teşkilâtı tarafından sadece OC
ve CS içerikli göz yaşartıcı gazlar kullanılmakta olup, söz konusu gazlar
müdahaleler sırasında kalabalığı dağıtacak veya etkisiz hâle getirecek
miktarda, yetkili amirin emriyle, bu konuda eğitim almış personelimiz
tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü’nce hazırlanmış, ‘Göz Yaşartıcı Gaz
Silahları ve Mühimmatları Genelgesi’ ekinde yer alan talimatlar doğrultusunda
yeteri kadar kullanılmaktadır. Ayrıca TOMA’larda yeteri kadar şebeke suyu
kullanılmaktadır”![14] (Yalan söylüyorlardı
yine! Çünkü…)
v) İçişleri
Bakanlığı görevinden 26 Aralık 2013’de ederek ayrılan Muammer Güler, bir soru
önergesine verdiği yanıtta, müdahalelerde kullanılan TOMA’ların suyuna biber
gazı konulduğunu açıklayıp, “Toplumsal olaylara müdahale araçlarında kullanılan
su, şebeke suyu olup belediye ve itfaiye hidratı bulunan vanalardan temin
edilmektedir. Bununla birlikte ihtiyaç duyulması hâlinde OC (Oleoresin of
Capsicum) gaz solüsyonu, sentetik yangın söndürme köpüğü ve gıda boyası
kullanılmaktadır,” dedi.
Güler’in soru
önergesi cevabında bahsettiği Oloresin of Capsicum biber gazının bilimsel adı.
Gözlerde kontrolsüz gözyaşı akmasına, geçici körlüğe neden oluyorken; olaylar
sırasında TOMA’larda kullanılan suya katkı maddesi koyulduğu iddiaları üzerine
İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu da açıklama yaparak, “Su ilaçlı ama içinde
kimyasal yok,” demişti…[15]
vi) Polisin
attığı gaz kapsülüyle başından yaralanan ve komaya giren Berkin Elvan
soruşturmasında skandal. Emniyet, savcıya farklı polislerin isimi verdi…[16]
vii) Mersin’de
20 Haziran 2013’deki Gezi eylemi sırasında yüzüne biber gazı sıkılan 36
yaşındaki Mehmet İstif, ağzında oluşan yaralar ilerleyince dil kökü kanseri
oldu…[17]
viii) Gezi
Direnişi sırasında fenalaşıp ölen temizlik işçisi İrfan Tuna’nın midesinde
biber gazı etken maddesi, ciğerindeyse ödem tespit edildi ancak Adli Tıp
raporunda ‘ölüm sebebi kalp damar sorunları’ denince soruşturmaya bakan savcı
takipsizlik kararı verdi…[18]
Ve nihayet
Gezi’de başlayan ilk protesto eylemlerinin üzerinden altı ay geçtikten sonra; güvenlik
birimleri, 28 Mayıs’tan Eylül 2013’ün ilk haftasına kadar olan sürede gerçekleştirilen
eylemlerini değerlendirmesini şöyle ortaya koydu.
112 günlük
sürede 80 kentte (Bayburt hariç) Gezi olayları çerçevesinde
5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirildi…
Eylemlere
yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katılırken, 5 bin 513 kişi güvenlik
kuvvetlerince gözaltına alınarak soruşturma kapsamına alındı…
Olaylarla
ilgili adli soruşturmalarda 189 kişi tutuklandı, 4 bin 329 kişi yaralandı, 5
kişi öldürüldü…
697 polis
yaralandı…
Güvenlik
birimlerinin, gözaltına alınan 5 binden fazla şüpheliden oluşan bir “örneklem”
grubu üzerinde yaptığı “demografik analiz” ise Gezi olaylarıyla ilgili farklı
bir bakış açısına kaynaklık ediyordu…
Haklarında
adli soruşturma başlatılan Gezi şüphelilerinin yüzde 50’si kadındı…
Şüphelilerin
yüzde 15’i ilkokul/ortaokul mezunu, yüzde 24’ü lise mezunu, yüzde 36’sı
üniversite öğrencisi ve yüzde 25’i üniversite mezunuydu…
Devletin resmi
kayıtlarına göre, şüphelilerin yüzde 56’sı 18-25 yaş, yüzde 26’sı 26-30 yaş,
yüzde 17’si 31-40 yaş, yüzde 1’i 40 ve üzeri yaş grubundandı…
Ayrıca
şüphelilerin ekonomik göstergeleri ise şöyle: Yüzde 39’u 0- 499 TL, yüzde 15’i
500-999 TL, yüzde 31’i 1000-1999 TL ve yüzde 20’si 2000 TL üzerinde gelire
sahipti…
Yine
şüphelilerin yüzde 78’si Alevî kökenli olup bazı sendikalar/ sivil toplum
örgütleri, taraftar grupları içinde yer alanlar, ulusalcı, laik kesimler öne çıkıyordu.
Yüzde 12’si siyasi partilerle ilişkili, yüzde 6’sı “marjinal sol oluşum”lar
içinde, yüzde 4’ü ise “terör örgütleri” ve yasal uzantıları içinde yer almaktaydı…
Yapılan
ayrıntılı araştırmalara göre, Gezi eylemlerinin yarattığı tahribatın değeri yaklaşık
139 milyon liraydı…
Bunun yarısını
(74 milyon lira) işyeri zararları oluşturuyordu… İkinci sırayı 15.5 milyon
lirayla polis araçlarındaki hasarlar, üçüncü sırayı ise 10’ar milyon lirayla
belediye araçlarının hasarı ve kaldırım tadilatları alıyor. Kamu binaları ve
AKP binalarına verilen zarar yaklaşık 2 milyon lirayken, özel araçlarda 6
milyon lira, otobüs durağı zararlarında 4.3 milyon lira, reklam panoları ve
trafik levhalarında 4.1 milyon lira, ambulanslarda 2.8 milyon liralık maddi
hasarlar oluştu…[19]
Belirtmeye
gerek var mı, güvenlik birimlerinin “bilanço”sunda polis müdahalesi sonucu
öldürülenlerden, yaralananlardan, gözü çıkarılanlardan, sokaklara boşaltılan
gaz miktarından söz etmiyorlardı…
“ORTA SINIF” MI? DEDİNİZ!
Gelelim Gezi/
Haziran’ın “orta sınıf” hareketi olduğunu “iddiaları”na!
Bize; A.
Borges’in, “Herkes nasıl davranılması gerektiğini bilir ama davranmaz, çünkü
içinde sürekli kendine öğüten bir değirmeni vardır”; Andre Tardieu’nun, “Herkes
dünyanın düzene girmesini ister. Fakat çabayı komşusundan bekler,” sözlerini anımsatann
ve tarihi sadece öznel edilgenliklerinin “fantastik yorumları” olarak gören neo-Marksist
literatüre baktığımızda, yeni “orta sınıf” kavramının hizmet sektörü içindeki
nitelikli ve yüksek nitelikli tabakalar için kullanıldığını görürüz. Yani
hekimler, avukatlar, mühendisler, sanatçılar, öğretmenler, vb için. Belki biraz
daha genişleterek hemşireler gibi hizmet sektörünün orta tabakalarını da buraya
dahil edebiliriz.
Buradan
hareketle Haziran Ayaklanmasının sınıfsal öznesini yeni orta sınıf olarak
belirleyen görüşlerle ilgili olarak şunları söylemek olanaklı görünüyor:
Birincisi,
özellikle üç büyük kentin değişik semtlerinde, bölgelerinde ayaklanmaya
katılanların sosyal, sınıfsal kimliklerinin bu kavrama sığmadığı çok açık.
Yukarıda söz edilen mesleki grupların ayaklanmanın içinde yer aldıklarına
itiraz edilemez. Ancak üç büyük kentin gecekondularına, varoşlarına doğru
gidildikçe işçi-emekçi sınıfların alt tabakalarının ve işsizlerin kalabalıklara
rengini çaldığını görürüz. Ayaklananlar işçiler-emekçiler, işsizlerdi. Hatta bu
ayaklanma, nitelikli ve yüksek niteliklilerin kendi sınıfsal kimlikleri ve
mesleki konumlarındaki erozyonun farkına vardıklarına ilişkin bir gösterge
olarak bile okunabilir.
İkincisi,
Haziran Ayaklanması için “yeni orta sınıf” kimliği saptaması yapanların esas
derdi, bu ayaklanmanın küçümsenmesi ya da kendi kafalarındaki ideolojik
referanslara uydurulmasıdır. Yani ya böyle boyutlu bir ayaklanmanın içinde bile
işçi sınıfının yer almadığını söylemek ve böylece işçi sınıfının öldüğü
yönündeki post-kapitalist tezleri bir kez daha gündeme taşımak istiyorlar; ya
da artık klasik ekonomik-sınıfsal taleplerle yol almanın olanaklı olmadığını.
Bu yolla, toplumsal hareketlere sınıfsal içeriği bulunmayan, “kentli orta
sınıf” siyasal kültürünün yön verdiğini belirterek, yeni toplumsal hareketler
denilen görüşe kapı aralıyorlar. İkincilere göre Haziran Ayaklanması bir sınıf
hareketi değil, içinde işçi ve emekçileri de barındıran bir yeni toplumsal
harekettir.
Her ikisinin
de gerçekçi olmadığı kanısındayım. Haziran Ayaklanması içinde işçi/ emekçi
sınıfların çok değişik katmanları birlikte yer aldılar. Bu geniş sınıfsal
yapının talepleri tamamen sınıfsaldı: Laiklik, özgürlük; yaşam tarzına dinin
müdahalesine, yağma ekonomisine, savaşa, başka ülkelerin iç işlerine
karışılmasına, diktatörlüğe karşı sert tepki. Bu tepki tek bir öznede
Erdoğan’da somutlaştı. Halk sınıflarının memnun olmadığı ne varsa hepsi
Erdoğan’ın kimliği olarak algılandı ve tepki o kimliğe yöneldi. Bu müthiş bir
soyutlama yeteneğiydi.
Bir harekete
sınıf hareketi demek için onun mutlaka ekonomik taleplere bağlanmış olması
gerekmez. Yalnızca ekonomik talepler sınıfı ifade etmez ve sınıf kendisini
yalnızca ekonomik taleplerle ifade etmez. Esas sınıfsal tepki ekonomik
sıkıntıları aşan bir bütünlük içine yerleşebilecek tepkidir. Bu sınıfın siyasi
olgunlaşmasına da işaret eder. Tepki ne derecede siyasallaşmışsa o derece
devrimcidir. Haziran Ayaklanmasının siyasal içeriği ön plandaydı.[20]
Tekrarlamak
pahasına “son” bir şey daha: Güvenlik birimlerinin Gezi eylemlerinin
değerlendirmesine göre, Gezi olayları şüphelilerin yüzde 15’i ilkokul/ortaokul
mezunu, yüzde 24’ü lise mezunu, yüzde 36’sı üniversite öğrencisi ve yüzde 25’i
üniversite mezunuydu…
Ayrıca
şüphelilerin ekonomik göstergeleri ise şöyle: Yüzde 39’u 0- 499 TL, yüzde 15’i
500-999 TL, yüzde 31’i 1000-1999 TL ve yüzde 20’si 2000 TL üzerinde gelire
sahipti…
İyi de bunun
neresi, nasıl “orta sınıf” oluyor?!
GENÇLİK FASLI
“Orta sınıf”
palavralarının bir diğer versiyonu da “Direnişin Öznesi” ilan edilen “Y Kuşağı”
gençliğidir!
AKP’nin sesi
Engin Ardıç’ın, “Basın zıpırının ‘Y kuşağı’ adını taktığı yeni kuşak bu...
Kabaca, gençlik kitlesi... Ama köylü gençler değil, okuyamadığı için çalışmak
ve ekmeğini taştan çıkarmak zorunda kalan emekçi gençler de değil, boş gezenin
boş kalfası lumpen gençler de değil, o çirkin deyimle ‘beyaz gençler’... Yani
cici çocuklar”; AKP İstanbul Milletvekili Nimet Baş’ın, Gezi’deki gençler
şiddete hiç taraftar olmayan bir kitle. Artı, bu çocuklar AKP iktidarı
döneminde yetişmiş çocuklardır. Kendilerini demokratik olarak ifade etme
tarafları çok daha yüksek bir nesil bize göre… Gezi’nin ilk başlarında talep
ettikleri konuyu doğru bir şekilde ifade ederek yola çıkan gençler oradaki değişimi
ve dönüşümü gördükten sonra zaten çekildiler. Gezi üzerinden başka dizayn
hesapları olan provokatif kitlelerle ilişkileri ya da akrabalıkları yok bu
grubun. Bu gençler onların arkasına takılıp gitmedi. Bizim zamanımızdaki
gençler olsaydı giderdi. İşte o da bir kazanım. Biz yetiştirdik onları, bizim
çocuklarımız,” diye kavillerince “yorumladıkları”(!?) gençlik konusunda
müzisyen Doğan Duru da, “Gençler kendilerini, ifade edebileceklerini,
dayatılanlardan sıkıldıklarını gösterdiler ve sadece iktidara değil tüm baskıcı
ve modası geçmiş ideolojilere… bizim hayatımızı şekillendiremezsin mesajını
verdi,” diyor…
Bu tür
yorumlar TOMA’ların karşısındaki kızıl bayraklı gençleri görmediler mi ne? Ya da
onlar “genç” değil de, ne bileyim “faiz lobisi”nin, “darbeciler”in, “beyaz
Türkler”in “paralı askerleri” miydi?
Örneğin 31
Mayıs 2013 günü Murat Soyaktaş (28), direnişin ilk günü Taksim Gezi Parkı’nda
eline gelen ses bombası sonucu yaralandı; sağ elindeki 3 parmağı parçalandı.
Başparmağını tam olarak kullanamayan Soyaktaş, hastaneden çıkar çıkmaz Gezi
direnişlerine gitmeye devam etti.
Dersim
Dernekleri Federasyonu üyesi de olan Soyaktaş, Gezi eylemlerini, “Yalnızca ağaç
meselesi değildi. Kadının kaç çocuk doğuracağından alkol yasağına, 3. köprüye
Yavuz Sultan Selim isminin verilmesinden toplumun kutuplaştırılmasına dek son
dönemde AKP hükümetinin ‘her şeyi ben bilirim, benim dediğim olur’
söylemlerine, politikalarına karşı bir başkaldırıydı, halkın uyanışıydı. Halkın
Erdoğan’a tepkisiydi,” diye yorumluyordu.[21]
Bulutsuzluk
Özlemi’nden Nejat Yavaşoğulları’nın, “Bazı şeyleri yapabilmek için belli
birikimlerin oluşması gerekiyor bu da sık rastlanabilecek bir olay değil. İki
defa kilometrelerce yürünerek Boğaz Köprüsü geçildi. ‘Gezi Direnişi’ devrimler
tarihine geçmesi gereken ve geçmiş bulunan bir olay. Birikip birikip umulmadık
bir nedenle ortaya çıktı, Dünya tarihinde de örneklerde görüldüğü gibi. Önemli
bir özellik de asıl kitlenin gençlerden oluşmasıydı ve ben buna ilk gün ‘büyük
gençlik devrimi’ yakıştırmasını yapmıştım”…
Müzisyen Ayşe
Saran’ın, “Hepimiz vatandaşlık hakkımızı aramanın bir suç teşkil etmediğini
biliyorduk ama bir yandan da korkunç bir korku ve panik hâli hâkimdi. O korku
ve panik hâli yerini ‘özgürlük ve barış adına ne pahasına olursa olsun’a
bıraktı. Apolitik bir genç jenerasyon varken, şimdi belki istemeden de olsa
ciddi anlamda politize olmuş bir nesil var”…
‘Senaryo
Yazarları Derneği’ Başkanı İlker Barış’ın, “Gezi Parkı’yla başlayan sürece
‘direniş’, ‘eylem’ yerine ‘uyanış’ demeyi tercih ediyorum. Bu uyanışı
gerçekleştirenler de yeni nesil. Uyanan yeni nesil değil, öncekiler; uyandıran
yeni nesil”...
Prof. Dr.
Çelik Kurdoğlu’nun, “Genç kuşak özel yaşamına devlet otoritesinin karışmasını
istemiyor. Kindar, dindar gençlik söylemine, ne yiyip ne içtiğine
karışılmasına, kendilerine çapulcu denilmesine karşı… Basınç çok yükselmişti.
Yani patlaması kaçınılmazdı”…
ODTÜ Sosyoloji
Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Saktanber’in, “Gezi eylemleri hükümetin
seyredilecek diziden sürülecek ruja, kaç çocuk yapılacağından ne içip
yenileceğine ilişkin dayatmalarına karşı gençlerin yaşam tarzı ve şehir hakkına
sahip çıkma hareketiydi. Gezi Parkı’nın bir eşik ve bardağı taşıran son
damlaydı. Gençlerin hükümete ‘Beni aşağılayarak, azarlayarak, iteleyerek kendi
değerlerini empoze edemezsin’ mesajını vermesiydi”…
İstanbul
Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Doç. Dr. Sibel Çakır’ın, “Gezi direnişiyle
çocukken odalarına, betonlara, ekranlara hapsolmuş gençliğin yeşille, doğayla,
doğallıkla, köyüyle, komünitesiyle tanışması yaşandı”… türündeki içinde yer yer
abartılar barındıran doğruları içeren tespitleri ışığında “Gezi olayının dünyada
yarattığı etki ve sempatiye bakılırsa ‘Haziran Devrimi’ diye adlandırmayı hak
ediyor. Ancak ‘devrim’i devrimciler yapar. Oysa bunlar apolitikler. ‘Apolitik’
dedikleri gençlerin eylemi tek kelime ile herkesi şaşkına çevirip”;[22] Malcolm X’in, “Birini ayıplamakta
acele etme. Senin geçtiğin yoldan geçmemiş, senin kadar hızlı düşünemiyor
olabilir. Unutma ki bir zamanlar sen de şu anda bildiklerinden bihaberdin”;
Albert Camus’nün, “Her özgürlüğün ucunda bir yargı vardır; işte özgürlüğün son
derece ağır bir yük olması bundandır,”[23]
saptamalarını doğruladılar…
Ve “yorumcular”ın
akıl düzenleri içerisinde her biri ayrı bir “raf”ta duran, “otoriterliğe karşı
isyan”, “ranta karşıtlık”, “betonlaşmaya başkaldırı”, “taşeronlama/
güvencesizleşmeye tepki”, “dinsel buyurganlığa itiraz”, “cinsel/ etnik
ayrımcılığa karşıtlık” gibi siyasal duruşları harmanlayıp bir isyana
dönüştürdüler.
“YENİ” Mİ?
DEDİNİZ!
Gerçeği “Orta
Sınıf”, “Y Kuşağı” palavralarıyla gölgelenmek istenen Gezi/ Haziran’a dair elle
tutulur siyasi tespit yapmak şu an hayati bir gereklilik hâlini almış durumda
ve bu gereklilik hâlinden kaçmak hiçbir şartta mümkün gözükmüyor. Direniş mi,
isyan mı, ayaklanma mı, hareketlenme mi?
“Gezi’yi bir
“festival kataloğuna” dönüştürmek yerine bir isyan deneyimi olarak ele
almak”tan söz eden Sarphan Uzunoğlu, gerçekten de çok haklı…
Mesela… “Gezi
sürecini ne tek başına devrimci direniş ne de tek başına bir sivil direniş[24] olarak değerlendirmeye izin
veriyor. Gezi deneyimi olsa olsa sivil direniş ve devrimci direniş arasında
gidip-gelen bir salınımdır,” diyen Önder Kulak, Taksim’deki bir duvar yazısının
söylediği “Bu bir halk direnişidir!” gerçeğini gölgeliyor…
Onur Kartal
ise, “Bu yazı rahatlıkla ‘Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi
Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor’[25] cümlesiyle başlayabilir, bir
kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan kapatmayı tercih edebilirdi.
Gezi’de olayın hakikâtinin peşine düşenler, çokluğun canlı etinin izini
sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip kışlıklarıyla mevsim geçişini
kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel kategorilerle riske girmeden ışık
tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler. Rotaları farklıydı ancak vardıkları
yer aynı oldu: pratiği bir kavramsal çerçeveye oturtmak, çerçevenin içinde
kalanları yüceltmek, dışına taşanları görmezden gelmek. Biz burada işin kolay
kısmını da es geçmeyeceğiz. Laclau’nun popülizmi esas alan, evrenselliğin
ufkunu bir boş gösteren olarak demokrasiyi tikel taleplerin arasında kurulan
bir eşdeğerlikler zincirinde arayan kavrayışının Gezi deneyimini anlamada
işimizi ne ölçüde kolaylaştırdığına bakacağız. Fakat bu kavrayışın tehlikesine
de işaret ederek işimizin aslında hiç de kolay olmadığını göstermeye
çalışacağız,” türünden tespitlerle gerçeği anlaşılmaz kılıyor…
Bunlara
“yenilik” deniyor!
Bir de Gezi/
Haziran isyanının parlamentarizme alet edilmesine!
Örneğin Seyfi
Öngider’in, “Mart 2014 seçimleri Gezi için bir tür sınav olacak: Ya geçecek ve
siyasette kalıcı olarak AKP’ye karşı muhalefetin belkemiğini oluşturacak ya da
buharlaşıp gidecek. Muhalefetin bir parçası olan sol-sosyalist hareket aslında
kendisine yönelik de ciddi bir eleştiri olan Gezi’yi, Gezi’de ortaya çıkan
devrimci enerjiyi bu bağlamda değerlendirebilirse ne âlâ!”
Veya Mehmet
Tezkan’ın, “Gezi Ruhu toplumu da siyaseti de kendine kelepçeledi... Merak
edilen şu... O ruh ete kemiğe bürünür mü? Mehmet Barlas; ‘Gezi parkı eylemlerinde
tencere tava sesi çıktı ama ne yazık ki siyasi bir program ve bir lider
çıkmadı’ diye yazmış… Gezi Ruhu kalıcı!.. Kim ne derse desin kalıcı.. Hem de
peşpeşe gelecek üç seçimi de etkileyecek güçte… Bunun için ruhuna uygun beden
bulması lazım… O ruhu taşıyabilecek beden!”
Ya da Örsan K.
Öymen’in, “Yakın gelecekteki ve kısa vadedeki tek çare kuşkusuz ki, Gezi
olaylarıyla birlikte oluşan ruhun sandığa da yansıması, iktidar partisi olan
AKP ile ana muhalefet partisi olan CHP arasındaki yüzde 25’lik uçurumun elden
geldiğince kapanmasıdır”! türünden “analizler” gibi…
Gezi/ Haziran
parlamentarizmin neresine eklemlenebilir? Veya buna bir devrimcinin
verebileceği yanıt olabilir mi? (Dikkat edin reformist demedim!)
NİHAYET
Diyeceklerimi
tamamlıyorum: Varsın HDK’nin, 5 Ekim 2013 tarihli ‘2014 Yerel Seçimlerine Doğru
Yerel Yönetimler Konferansı’nda İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya, Gezi
isyanından sonra “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” denildiğini anımsatarak
“Ama her şeyi eskisi gibi yapmaya devam ediyoruz. Bu anlamda çok önemli ama bu
imkânı ıskaladık”; Prof. Dr. Gençay Gürsoy, “Gezi isyanı gerek dil, gerek
yöntem bakımından her şeyin değişmesi gerektiğini gösterdi” desin...
Gezi/ Haziran
isyanı, geçmişten bugüne taşıdığı devrimci dili ve duruşuyla ve Eric Hobsbawm’ın, “Geçmişin ya da daha çok, kişinin
çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal
mekanizmaların yok olması, geç XX. yüzyılın en karakteristik ve ürkütücü
fenomenlerinden biridir. Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde
yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun, bir tür
sürekli şimdiki zaman içinde yetişti,”[26] uyarısıyla öğrenmek isteyen
herkese, içinde yaşadığınız zamanın geçmişiyle organik ilişki kurmamız için
hiçbir yol, hiçbir araç bırakılmamış olsa da, bize dayatılan bir tür sürekli
şimdiki zaman içinde yaşamayı reddetmeyi, ona başkaldırmayı hatırlatır…
Bu bağlamda
yaşananların Gezi Parkı’nda kesilecek ağaçların protestosuyla sınırlı
olmadığına dikkat çeken yönetmen Funda Akbulut’un, “Barikatlarda olanlar,
yürüyenler, duranlar, kitap okuyanlar, evlerinden tencere tava ile ses
çıkaranlar, yani bu direnişin sürdürücüleri, ‘yeter artık’ dedi. Evime yatak
odama dek girdin, ne içeceğime, nasıl yaşayacağıma, ne giyeceğime benim adıma
karar vermeyi hedefliyorsun ve uyguluyorsun. Ülkeyi parsel parsel satıyorsun,
doğayı talan ediyorsun. Belli bir zümrenin palazlanması için çaba
gösteriyorsun. Artık bizi yönetmeni istemiyoruz,” sözleriyle tarif ettiği Gezi/
Haziran, tarihimizin en büyük halk hareketidir.
Birikimin
sonucunda meydana gelen toplumsal patlamadır.
Kendiliğinden
başkaldırıdır, özgürleşme hareketidir.
Oğuzhan
Müftüoğlu’nun, “AKP’liler hiç bitmeyecekmiş zannettikleri saltanatlarının
sonunun başladığını görebildiler mi?” sorusuyla da betimlenmesi mümkün olan
Gezi/ Haziran’dan öncesi ve sonrası birbirinden çok farklıdır.
Pelin Batu’nun
ifadesiyle, “Asker devletinden polis devletine geçmiş bir ülkede doğal olarak
korkuyla yönetiliyor, korkuyla frenleniyorduk.
Sansürlenip
kendimizi otosansürledikçe sesimizle boğuluyor içimize attıkça kabızlaşıyorduk.
Dinlenme,
içeri atılma, işinden olma paranoyasıyla kontrol ediliyor, susuyorduk.
Bugün bu korku
perdesi aralandı.
‘Yol ver
gidelim, Taksim’i ezelim’ ve ‘Azınlık şaşırma, sabrımızı taşırma’ sloganlarına
karşın, bu ürkütücü haykırışlara nazır Başbakanımızın hoşnut tebessümüne
karşın, Gezi’de şarkı söylemeye, paylaşmaya, ağaç dikmeye, dua etmeye,
kaybettiklerimiz için siyahlar içinde yas tutmaya devam ediyoruz.
Korkmuyoruz.
Çünkü Taksim’in girişindeki bir duvar yazısında da belirtildiği gibi, artık
hiçbir şeyin aynı olmayacağını biliyoruz.” İş bu nedenle de kesin olan halkın
vicdanıyla hareket etmenin, egemen ideolojinin mekanizmalarını sorgulamanın,
hakkını aramanın, kendine güvenin tadını aldı.
Çünkü Sel
Yayıncılık editörü Bilge Sancı’nın saptamasındaki üzere: “Bu süreçte aslında
uzun zamandır mayalanmakta olan ancak akacak bir kanal ve araç bulamayan bir
hareketin fiilen sokağa çıktığını, mevcut ve büyük oranda da köhnemiş bir
muhalefet tarzı yerine kendisine yeni inisiyatifler ve örgütlenmeler
yarattığını söyleyebiliriz. Aslında bir tepki birikmesi vardı ancak yolunu
bulamıyordu, buldu.”
Bu devam
edecek; halk 1980’den beri üstüne serpili duran ölü toprağını ilk kez attı.
‘Fetih 1453’ filminde Fatih Sultan
Mehmet’i canlandıran tiyatro ve sinema oyuncusu Devrim Evin de, “Korku
imparatorluğunun yıkıldığını” bunun için söylüyor…
Nihayet “…
‘Gezi Direnişi ne öğretti?’ derseniz, ‘Bize mi, hükümete mi?’ derim ilk”
vurgusuyla ekliyor müzisyen Güvenç Dağüstün:
“Bize salak
olmadığımızı gösterdi. Yani hayvan terli artık. Yemezler! Bunu öğrendik. Birçok
farklı görüşün ortak müşterekte buluşabileceğini öğretti mesela; o da
özgürlükler! ‘Yedirtmeyiz özgürlüklerimizi’ dedik hep bir ağızdan. Hükümete
öğrettiği ise artık bu işlerin makarnayla, pirinçle olmayacağı. Balta nasıl
taşa vurulur bunu gördü hükümet!”
Evet, evet
ağaç katillerine patlama, birikmiş sabrın taşmasıydı. Artık dikiş tutmayan
yalanlara, insanların zekâsıyla alay eden sosyal dolandırıcılığa, kalıbına
uydurulmuş hırsızlık, para eden her şeyin talanına yani neo-liberalizme karşı
olmaktı patlamanın, yani isyanın sebebi…
Gezi/ Haziran
hepimize Paul Seenay’ın, “Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu
yenebilmektir,” saptaması ile “Bütün kimlik türleri (bireysel, kolektif
kimlikler, hatta hareket kimliği) belli ahlâki yükümlülükler taşır. Aslında
kimlik öncelikle ahlâkidir. Charles Taylor’ın söylediği gibi ‘Kim olduğumuzu
bilmek ahlâki bir uzayda yolunu bulmaktır, burada iyi ve kötünün ne olduğu,
neyin yapılmaya değer ya da değmez olduğu, sizin için anlamlı ve önemli;
önemsiz ve ikincil olanın ne olduğu sorgulanır’...”[27]
gerçeğini anımsatmıştır…
Gezi/ Haziran
isyanı hepimize/ herkese “gelecek”in bugün olabileceğini göstermiştir. Bunun
adı da “Devrimin Güncelliği” gerçeğidir.
Evet, evet
“Özlenen yaşam mucizelerle değil, devrimle mümkündür,” Ché Guevara’nın
deyişindeki üzere…
Ali
İsmail’(ler)in, Ethem’(ler)in, Mehmet’(ler)in, Abdullah’(lar)ın,
Medeni’(ler)nin, Ahmet’(ler)in, Ferit’(ler)in yani Gezi/ Haziran isyanının
ölümsüzleri de bize bunları yani…
Ahmet Telli
“Ölüm Bedrettin gülüşüydü,/ dudaklarımızda,/ yarına dönük ve inatçı”…
Tevfik
Fikret’in, “Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa,/ Hakkın da bükülmez
kolu, dönmez yüzü vardır,/ Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır”…
Nâzım
Hikmet’in, “Varılacak yere/ kan içinde varılacaktır./ Ve zafer/ artık hiçbir
şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp/ koparılacaktır”... dizelerindeki
gerçek ve zorunlulukları anımsatır…
4 Mart 2014 15:21:16, Ankara.
N O T L A R
[1] Hacettepe-Beytepe
kampüsündeki bir amfinin adının ‘Ali İsmail Korkmaz Amfisi’ olarak
değiştirildiği 4, 5, 6 Mart 2014 tarihindeki etkinliklerin ikinci gün
programındaki ‘Haziran Direnişi ve Gençlik’ başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç,
No:156, Haziran 2014…
[2]
Oscar Wilde.
[3]
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin/ Doyunca, tıksırınca,
çatlayıncaya kadar yiyin!” (Tevfik Fikret, ‘Han-ı Yağma’.)
[4] Can
Dündar, “Taksim: Özlediğimiz Türkiye’nin Maketi”, Milliyet, 8 Haziran 2013,
s.19.
[5] Esra
Açıkgöz, “Direnmek Ruhu İyileştirir”, Cumhuriyet Pazar, No:1426, 21 Temmuz
2013, s.3.
[6]
Ayşegül Özbek, “90 Kuşağı Gezi’yi Anlatıyor”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2014, s.15.
[7] Müge
İplikçi, Biz Orada Mutluyduk-Gezi Parkı Direnişindeki Gençler Anlatıyor, Doğan
Kitap, 2013.
[8]
David McNally, Başka Bir Dünya Mümkün, çev: Oya Köymen, Yordam Yay., 2013.
[9] José
Saramago, Filin Yolculuğu, Çev: Pınar
Savaş, Kırmızı
Kedi Yayınevi, 2013.
[10]
Ahmet İnsel, “Gezi Adlı Gulyabani”, Radikal, 5 Kasım 2013, s.16.
[11]
Şükrü Küçükşahin, “Erdoğan’ın Gezi Politikası Başarılıysa”, Hürriyet, 12 Eylül
2013, s.22.
[12]
“Güler: Her Türlü Tedbiri Alacağız”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2013, s.8.
[13] “…
‘Sıcak Sonbahar’da Sıkıyönetim”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2013, s.8.
[14]
Meriç Tafolar, “Yeteri Kadar Gaz ve Su Kullanıldı!”, Milliyet, 7 Şubat 2014,
s.23.
[15] “Güler:
TOMA’ların Suyuna Biber Gazı Koyduk”, Birgün, 27 Aralık 2013, s.6.
[16] İsmail
Saymaz, “Berkin Elvan’ı Vuran Polisler Korunuyor”, Radikal, 24 Ocak 2014…
http://www.radikal.com.tr/turkiye/berkin_elvani_vuran_polisler_korunuyor-1172328
[17]
İbrahim Maşe-Mustafa İnsan, “Ağzına Biber Gazı Yedi Dil Kanseri Oldu”,
Hürriyet, 30 Ocak 2014… http://www.hurriyet.com.tr/saglik-yasam/25701352.asp
[18]
Doğu Eroğlu, “Biber Gazı Var Ama Siz Yokmuş Gibi Yapın”, Birgün, 17 Şubat 2014,
s.10.
[19]
Tolga Şardan, “Gezi’den Kalanlar ve Farklı Bir Analiz”, Milliyet, 25 Kasım
2013, s.13.
[20]
Eser Poyraz, “İlker Belek: Hâlâ Sınıf, Daima Sınıf ve Daha Çok Sınıf!”, Sol
Kitap, No:61, 27 Kasım 2013, s.4-5.
[21]
Sibel Bahçetepe, “Korku Duvarı Aşıldı”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2013, s.5.
[22]
Sabahattin Çetin, “Gezi Parkı’nın ‘Solu’…”, Birgün, 9 Temmuz 2013, s.10.
[23]
Albert Camus, Düşüş, Çev: Vedat Günyol, Can Yay., Birinci basım, 1996.
[24]
Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik, çev. Melis Olçum, Kafe Kültür
Yayıncılık, İstanbul, 2013.
[25]
Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, çev. Nur Betül Çelik, Epos Yayınları,
2007.
[26]
Eric Hobsbawm, Kısa XX. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, Çev: Yavuz Alogan , Everest
Yay., 2006.
[27]
James M. Jasper, Ahlâki Protesto Sanatı, Çev. Senem Öner, Ayrıntı Yay., 2002.
Yorumlar