“Ego contra mundum” [2] Erdoğan’ın, “Biz bu ülkede hiçbir gerilimin kaynağı değiliz… Berkin Elvan’ın anmasını yapıyorlar... Her ölü...
“Ego contra mundum”[2]
Erdoğan’ın, “Biz
bu ülkede hiçbir gerilimin kaynağı değiliz… Berkin Elvan’ın anmasını
yapıyorlar... Her ölüm hadisesinde bir tören mi düzenleyeceğiz. Ölmüştür
geçmiştir...
Bütün bu
araçların üzerine bu teröristler camları kırmaya çalışıyorlar. Polis eli kolu
bağlı mı kalacak, bir şey yapmayacak mı? Nasıl sabrediyorlar anlayamıyorum.
Hiçbir medya yaralanan polislerin durumu ne olacak demiyor…”[3]
diye haykırdığı zor ve zorlu günlerden geçerken; acı çekiyoruz.
Evet acı
çektiğimiz doğrudur! Ancak acılarımızı öfkeye, öfkemizi eyleme, eylemimizi de
gelecek umuduna tahvil etmede usta olduğumuzu bilmeyen yoktur.
Zalimlere
teslim olmayan, zulmün önünde diz çökmeyen bir mücadele geleneğinden gelenler
için Hasan Hüseyin Kormazgil’in, “kanadık toprak olduk/ çekildik bayrak olduk/
döküldük yaprak olduk/ geldik bugüne/ /ekmeği bol eyledik/ acıyı bal eyledik/
sıratı yol eyledik/ geldik bugüne” dizelerini haykırmamak ne mümkün…
Roboskî’leri,
Soma’ları yaşadı(tıldı)ğımız bugünün ötelerinde 1915 Soykırımı, Dersim, Maraş,
Çorum, Sivas, Gazi ve daha niceleri vardır…
Öyle bir
coğrafyada yaş(atıl)ıyoruz ki, nerdeyse tüm zamanlarda katliamlar, soykırımlar,
baskılarla, yedi düvel dört iklimde yüz yüze bırakıldığımız acılar ve anılarla
yoğruluyor, yeniden yaratılıyoruz…
Evet, zulüm ve baskı, katmerli ve dizginsiz!
Çünkü karşısında onu hiçe sayarak direnenler var. Yılmıyor, sinmiyor,
susmuyorlar…
Bu hâl tam tamına;
Pablo Neruda’nın “Biz halkız her gün yeniden doğarız ölümlerde” veya Edip Cansever’in, “Ölü mü denir
onlara” dizeleriyle betimlediği ölümsüzlüktür.
Onların zulme
meydan okuyan, teslim alınamayan ölümsüzlüğü bir savaş ve zafer narasıyken;
baharın isyancılığının da kanıtıdır…
Onat Kutlar
da, “Bahar isyancıdır” derdi…
*
* * * *
Evet Mayıs,
aşk ve isyanın, direniş ve öfkenin ayıdır. Tam da bunun için “mayıs ayların
gülüdür/ taze bir çiçek dalıdır/ içerim ateş doludur / mayıs’ta gönlüm
delidir,” demişti Sabahattin Ali…
Sonuna kadar
haklıdır ozan…
Mayıs denilince…
1 Mayıs 1977’de Taksim’de alınan 34 canımızı; 1989’da katledilen Mehmet Akif
Dalcı’yı; 1990’da kurşunlanarak felç edilen Gülay Beceren’i; 1996’da
Kadıköy’deki mitingde polisin açtığı ateşle öldürülen Dursun Odabaşı, Yalçın
Levent ve Hasan Albayrak’ı ya da 2007’den 2014’e uzanan 1 Mayıs’(lar)ımızı
nasıl unuturuz?
Mayıs denilince…
4 Mayıs 1937 tarihli Dersim Soykırımı Kararı ile 1937’den 1938’e (ve elbette
sonrasına) katledilenler, hizmetçi veya evlatlık verilen çocuklar, sürgüne
gönderilen ve nihayet boyun eğmeyen Seyit Rıza ile yoldaşları dimdik duruyor
karşımızda...
Ve 6 Mayıs
1972: THKO’lu Deniz, Yusuf, Hüseyin…
İdam
sehpasında Deniz Gezmiş’in, “Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt
Halklarının Kardeşliği! Yaşasın İşçiler, Köylüler! Kahrolsun
emperyalizm!”
Yusuf
Aslan’ın, “Bizler halkımızın hizmetindeyiz, sizler Amerika’nın! Yaşasın
devrimciler! Kahrolsun faşizm!”
Hüseyin
İnan’ın, “Yaşasın İşçiler, Köylüler ve Yaşasın Devrimciler! Kahrolsun Faşizm!”
haykırışları…
1915’de Beyazıt’ta asılan
Ermeni sosyalist Paramaz ve 19 yoldaşının izinden yürüyen ve 13 Mayıs
1980’de Karakoçan’da ölümsüzleşen Armenek Bakırcıyan (Orhan Bakır)…
17 Mayıs
1982’de Diyarbakır zindanında zulme ve ihanete karşı bedenlerini ateşe
veren Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Üner, Mahmut Zengin yani
“Dörtler”…
Sonra 18 Mayıs
1977’de kontrgerilla tarafından katledilen Karadeniz’in asi çocuğu Haki Karer…
Sonra 41 yıl
önce 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da “Ser verip sır vermeden” 3.5 ay direniş
destanı yazıp, “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi
kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi
örgüt içinde bizimle beraber çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içinde olmayıp da
bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Ben buraya kadar
anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım ve
sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve
can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Bir gün
sizin elinizden kurtulursam yine aynı şekilde çalışacağım,” diye
haykırarak hepimize, herkese yol gösteren ve babasına bir torba içinde teslim
edilen kızıl gülümüz İbrahim Kaypakkaya…
Çorumlu yoksul
Ali Kaypakkaya’nın oğlu İbrahim, ‘Diyarbakır Zindanı’nda parça parça edilerek
öldürülmüştü. Ayakları kesilmiş, kafası, kolları kesilmiş bir et yığını olarak,
dönemin paşası Şükrü Olcay tarafından babasına teslim edilmişti. Ali
Kaypakkaya, 430 liraya bir tabut yaptırtmış, 70 liraya da kefen almıştı.
“Ordan bi
hamal tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. ‘Öğrenciydi’
dedim. ‘Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a götürecem’ dedim. Diyarbakırlı
hamal ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı,
yürüdü gitti.”
‘Kırmızı Gül
Buz İçinde’ belgeselinde, Muzaffer Oruçoğlu da şöyle anlatıyor: “Hamallara
karşı çok derin bir sevgisi vardı. Parti kadroları içinde en çok hamalları
seviyordu. Diyordu ki bu adam bu kadar çalışıyor ama bu çalıştığını
bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla hiç açığa vurmuyor. Bu korkunç bir
şey. Bu, peygamberlik gibi bir şey.”
TKP-ML Genel
Sekreteri İbrahim Kaypakkaya, yoksulların gönlündeki gülistanda “ser verip sır
vermeyen yiğit” olarak yatmakta. 24 yıllık ömrüne 5000 sayfalık teorik
üretimi sığdırıp, Kemalizm ile hesaplaşmayı ilk göze alanlardan olması yanında,
gitmediği köy, katılmadığı direniş de kalmamıştı…
Ve 31 Mayıs
1972’de devletin teslim ol çağrısına “Asıl siz olun” yanıtını veren ODTÜ’lü
Hoca’mız Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan yani Nurhak’taki THKO’lu
isyan ateşleri…
Sonra 2013’ün
31 Mayıs’ında başlayıp bütün bir Haziran’(ımız)ı kucaklayan Gezi/ Haziran
isyanı ile yitirdiğimiz Abdullah’ı(mızı)n, Mehmet’i(mizi)n, Ethem’i(mizi)n,
Medeni’(mizi)n, Ali İsmail’i(mizi)n, Ahmet’i(mizi)n, Hasan Ferit’i(mizi)n,
Berkin Elvan’ı(mızı)n ve Mehmet İstif’i(mizi)n yani sekiz kardeşimizin/ canımız
ile 22 Mayıs 2014’de, İstanbul’da polis kurşunuyla katledilen Uğur Kurt’un
dökülen kanları…
*
* * * *
Yeri geldi
anımsatayım: Max Weber’e göre, “Fizikî şiddetin meşru kullanımı tekelinde
bulunduran organdır devlet”!
Söz konusu
organ, Hobbes’un Leviathan’ında cisimleşir. Leviathan egemenin canavarı,
terör aygıtıdır. Tıpkı coğrafyamızda olduğu üzere…
Mesela
Okmeydanı’nda lise öğrencilerinin “Berkin’in katliam emrini verenler Soma’da
işçileri diri diri gömenlerdir” sloganıyla düzenlediği boykot eylemine saldıran
polislerin, Cemevi’nin bulunduğu yöne silahla ateş ederek Uğur Kurt’u boynundan
vurduğu gibi…
Egemenin
canavarı, terör aygıtı Leviathan, Cemevine cenaze ziyaretine gelen belediye
çalışanı taşeron işçi Uğur Kurt’un katledendir.
Şüphe yok ki
saldırının failleri Gezi/ Haziran İsyanı’nın katillerini kahraman ilan eden
Roboskî’nin ve Soma’nın faillerdir.
Tam da bunun
için Nâzım ustanın işaret ettiği gibi “Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek
kadar/ tırnakla sökülüp/ koparılacaktır...”
Mayıs’ımız
bunu öğretir hepimiz…
Çünkü Mayıs’ımız,
Spartaküs’ten, Şeyh Bedreddin’e, Pir Sultan’dan Alişer ve Zarife’ye, Mustafa
Suphi’lerden Seyit Rıza’ya, Deniz’den, Mahir’e, Mazlum’dan İbrahim’e,
Madımak’tan Roboskî ve Soma’daki ölümsüzlere tarihimiz, bizi geleceğe taşıyan,
yolumuzu açan kutup yıldızımızdır…
Onlar bize isyan etmeyi, başkaldırıyı miras
bıraktılar.
Onlar bize devriminin rotasını gösterdiler.
Onlar bize Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i idamdan
kurtarmak için, Kızıldere eylemini gerçekleştirmeleri ya da İbrahim ile
yoldaşlarının Nurhak’ta Sinan Cemgil’leri ihbar eden muhtarı
cezalandırmalarıyla siper yoldaşlığının ne demek olduğunu öğrettiler…
Onlar bize devrimci dayanışmanın,
sahiplenmenin en güzel örnekleri gösterdiler.
Reformist, parlamentarist yöntemlerin
fetişleştirilmesine başkaldıran Onlar, yeni bir çığır açıp, düzene karşı
kararlılıkla, doğrudan savaşmanın yolunu gösterdiler bize…
Bu tabloda İbrahim Kayapaka’nın i-)
Kemalizm’den köklü bir kopuş ve resmî ideolojinin reddi; ii) Kürt meselesinin
devrimci enternasyonalist analizi bağlamında büyük bir önemi vardır.
İbrahim Kaypakkaya Kürtlere ve Alevîlere
yönelik katliamlar ile Ermeni Soykırımı konusunda çok önemli tespitlerin altına
imzasını attı… Coğrafyamızda, devrimci praksisiyle Marksizm’in kök salmasına
katkıda bulundu…
*
* * * *
Elbette bugün
devrimcilere, radikal sosyalistlere düşen görev, Kal Marx’ın “Var olan her
şeyin amansızca eleştirisi” düşüncesinde hareketle 1970’lere takılıp kalmak
değildir. Mahir’leri, Deniz’leri, İbrahim’leri doğru anlamak ve anlatmaktır.
Onları doğru
anlamak ve anlatmak; postmodern vazgeçişlerin boş (ve parlak) laflarına
aldırmayıp; Marksizmin inşa hâlindeki bir tarih, 11. Tezci devrimci bir praksis
olduğunu asla unutmamak/ unutturmamaktır…
Hayır!
Lübnanlı sanatçı Rabih Mroué’nın, “Tamam bu rejimi devireceğiz ama alternatif
ne?”;[4] Mahir Ali’nin, “Kapitalizmin birçok
insan için yarattığı hasar ortada. Kapitalizmin yerini neyin -ne zaman ve
nasıl- alacağı sorusu ise hâlâ çözülmedi”;[5]
Halil Berktay’ın, “Tarihin yargıları hep değişiyor, hayat revizyonizmi
kaçınılmaz kılıyor,”[6] türünden septik ve
agnostik hezeyanlarına prim veremeyiz…
Sürdürülemez kapitalizmin burjuva devleti
yıkılmayı sonuna kadar hak ederken; yeni bir dünyanın karşılığı da
sosyalizmdir…
Biliyorum biri
kalkıp da “Nasıl bir sosyalizm?” diyebilir…
Yanıtım çok
açık: Paris Komünü’nünden 1917 Ekim’ine uzanan deneyimlerin ateşiyle yoğrulmuş Marksist
bir sosyalizmden bahsediyorum…
Sadece bununla
da sınırlı değil; bu tarihsel deneyimi zenginleştiren Rojava’ya kadar her şeyi
de eklemeliyim…
Belki
içinizden deyince birisi de çıkıp F. Engels’in, “Biçimi içeriğe kurban ettik,
Marx ve ben, genç yazarların sıklıkla ekonomik boyutu olduğundan fazla
abartmasının sorumluluğunu paylaşıyoruz. Biz ekonomik boyutun önemini yadsıyan
karşıtlarımızın tersine, vurguyu onun üzerinde tutmak zorunda kaldık,” sözünü
hatırlatarak, “ekonomizm” ve “ekonomist indirgemecilik” türündeki eleştirilerin
altını çizecek!
“Karl Marx’a
yönelik ‘ekonomizm’ ve ‘ekonomist indirgemecilik’ türü eleştiriler
bilinmektedir. Kapital’in okunması, bir de bu eleştiriler nedeniyle gereklidir.
‘Kapital’i okuyan biri, dikkatini dağıtmazsa ve bu tür eleştirilerin peşin
hükümlülüğüne kapılmazsa, dilden dile dolaşan bu eleştirilerin hiçbir temeli ve
değeri olmadığını kolaylıkla kavrayabilecektir.
Örneğin, kendi döneminde Asya
toplumlarındaki durağanlığı değerlendiren ve bu durağanlığı ‘toplumun temel
iktisadi unsurlarının yapısının, siyaset bulutlarının yarattığı fırtınalardan
etkilenmemesine’, bağlayan biri nasıl
‘ekonomist indirgemeci’ olabilir?
‘Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski
toplumun ebesidir. Zor, başlı başına bir iktisadi güçtür’,[7]
der Marx…”[8]
Ve ekler ‘Feuerbach Üzerine Tezler’nin
11.’sinde: “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece yorumladılar, oysa asıl
yapılması gereken onu değiştirmektir…”
Bununla da sınırlı kalmaz: “İnsanlar kendi
tarihlerini kendileri yapar…”[9]
“Bütün üretim aletleri içinde en büyük
üretici güç devrimci sınıfın kendisidir”… [10]
“Felsefi bir bakışla konuya yöneldiğimizde
görmekteyiz ki, üretim ilişkilerine tekabül eden bilim, sanat, felsefe,
devlet gibi kurumlar aynı zamanda üretim güçlerinin de bir parçası
olmaktadırlar. Çalışanların, köylülerin, kitlelerin, işçi sınıfının,
aydınların, komünistlerin varlığı ve gelişmişlik düzeyi de üretici güçlerin
birer uzantısıdır. İşte bu kitlelerin gücüdür…”[11]
O hâlde “Emek
bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır, işe yararlı emek, ancak toplum
içinde ve toplum tarafından meydana getirildiği için, emeğin geliri, tümüyle,
eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir,”[12] uyarısı
eşliğinde, “Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri,
o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da
bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters
düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların
engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadî
temeldeki değişme, kocaman bir üst yapıyı büyük ya da az bir hızla altüst
eder,”[13] diyen Marx ve
Marksizm “eleştirileri” konusunda dikkatli olmak gerek…
Bu bağlamda;
“Ütopik tasarımlarla Marksizm’in hiçbir ilgisi yok. Kendisini gerçek toplumsal
güçlerin yerine ikame eden kutsal, dokunulmaz, eleştirilmez bir teori de değil.
Marksizm, deneyimlerin toplamı demek,”[14]
türünde amprisist pencereden kavranması da mümkün değildir…
Marksizm için insan, nihai kertede iradî bir
varlıktır. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği,
iradesidir.
İnsan; eleştirel bilinci ve eylemiyle doğru
orantılı olarak varolur. Eleştirel bilincin yüzü her zaman eyleme yöneliktir.
Çünkü yüzü eyleme dönük eleştirel bilinç, “olan”ın, “olması gereken”e yönelik
değiştirilmesidir. Ve insan iradesi, “olan”ı, her zaman “olması gereken”e göre
değiştirerek dünyayı değiştirir.
Marksizm, bu bağlamda sınıf mücadelesinin
özeti ve aşılarak sınıfsız-sömürüsüz bir dünyaya ulaşılma mücadelesidir…
Bu çerçevede Marksizmi demokrasiye
eşitlemek, onu kendisi olmaktan çıkarıp, başka bir şeye tahvil etmeye
kalkışmaktır…
*
* * * *
Ücretli
kölelik gündemde olduğu sürece -tabii ki geliştirilebilir, geliştirilmelidir
ama- Marksizm asla aşılamayacaktır. Yani bu demektir ki, mesela sosyalizm
yerine ne “radikal demokrasi” ne de “demokratik özerklik” formülleri ikame
edilemeyecektir.
Bugünlerde
sıkça telaffuz edilen “radikal demokrasi” denince akla ilk gelen, “fikir
babası”, Arjantinli Ernesto Laclau’dur…
O “Sol
siyasetin dünya genelinde nasıl bir politik çizgi geliştirmesinin mümkün
olacağına, solun ‘nasıl kazanacağına’ odaklı düşüncesi ile… ‘egemen olana nasıl
bir karşı alternatif geliştirilir’ sorusuna yanıt arıyordu; bu arayış da onun
düşünce dünyasını şekillendiren başlıca çekim alanı idi. ‘Cevabı’ ararken de,
önce Marksizm, sonra da, Marksizm’i aşmayı hedefleyen, kendi oluşturduğu
‘radikal demokrasi’ ideolojik çerçevesinden siyasete bakıyordu.”[15]
Altını
çizelim, “radikal demokrasi”, tarif edenin de işaret ettiği üzere Marksizm dışı
bir kategoridir; Marksizme içerilmesiyse mümkün değildir…
Tabii ki bir
de şu var: “Sosyalizm”in tanımı bellidir, devrimci bir kalkışmayla, üretim
araçlarının mülkiyet ve denetiminin üreticilerin, emekçilerin, sınıfın eline
geçmesi.
Peki “radikal”
demokrasi nedir? Bir demokrasi ne zaman “radikal” olur? Hangi tür demokrasi
daha “radikal” sayılabilecektir?
Bir başka
deyişle, sürdürülemez kapitalizmin mevcut “hâl”ini sosyalist olmayan
seçeneklerle “aşmaya kalkışma” girişimleri, muğlak mugalataların ötesinde bir
“Nasıl” yanıtını vermeyecektir…
*
* * * *
Tam da bu
noktada Abdullah Öcalan tarafından bahsedilen, “zihniyet devrimi”ni[16] anlatan Zeki Bayhan, yeni bir
paradigmanın oluşumunun kaynaklarını incelerken; sosyalist bir toplum
hayalinden vazgeçmediklerini özellikle vurgulayıp, “Görece, Marksizm’den
bağımsız bir dünya görüşüne, Abdullah Öcalan’ın görüşlerine giriş anlamında,
Sosyalist bir ideal üzerinde düşünce/ tartışma yürütmektir,”[17] derken; “… ‘Demokratik özerklik’,
uygarlık krizine Mezopotamya’dan yapılan bir devrimci müdahale. Ne 1789
devriminin ne de Ekim devriminin grameriyle anlaşılabilir” vurgusuyla ekler
Cengiz Baysoy:
“Halk adına
konuşan değil, halkı konuşturan toplumsal demokrasi, siyasal bir paradigmadır.
Bu bağlamda Kürt siyasal hareketi, politik paradigma olarak ‘iktidar’ ve
‘devlet’e ihtiyaç duymamakta; dolayısıyla temsiliyet ve devlet üzerinden
politik bağımsızlık hattı değil, toplumsal demokrasi, toplumsal özgürlük ve
toplumsal bağımsızlık üzerinden bir politik hat izlemekte. Demokratik özerklik,
siyasal bağımsızlığı temsili alanda değil, toplumsal demokraside kuran ve
toplumsal özneleri doğrudan konuşturarak farkları özgürleştiren çokluğun
politik gücüdür.
Modernist sol
açısından politik mücadele alanı, sistemin yarattığı kriz alanıdır. Kapitalizm
kriz üretir. Dolayısıyla kapitalizmin krizi beklenmeli ya da krizli alanlara
müdahale edilmelidir. Bu paradigma bitti. Asıl olan, devrimci hareketin,
sistemi krize sokmasıdır. Demokratik özerklik siyaseti, krizi bekleyen değil,
sistemi sürekli krize sokan ve politik mücadele alanını kendisi belirleyen ve
talep siyasetini red eden kurucu bir devrim siyasetidir.”[18]
Baysoy’un işaret ettikleri, yeni şeyler
değildir. Marksizmin mücadele tarihinde bunların binlerce örneği vardır. Ancak
bunların hiçbiri ne “radikal demokrasi” ne de “demokratik özerklik” olarak
formüle edilmezler…
Aksine “Tek yol devrim” diyen sosyalist bir
yıkıcılığın yaratıcılığıyla izah edilir.
*
* * * *
33 Kurşun’dan
Roboskî’ye uzanan ne idüğü belli burjuva devletten kurtulmanın veya bağımsız
birleşik Kürdistan’ın ya da Sosyalist Anadolu’nun yolu ne “radikal demokrasi”
ne de “demokratik özerklik”ten geçer…
Aksine
Serhildanların, Gezi/ Haziran Ayaklanmalarının “Edi Bese/ Yeter Artık”
haykırışlarını yükselten devrimci mücadelelerle mümkündür…
Yo hayır; ne “radikal demokrasi”nin ne de
“demokratik özerklik”in mümkün olmadığından söz etmiyorum; sadece bunların
devrimci Marksist öneriler olmadığından, bizi sürdürülemez kapitalizmin
zulmünden kurtaramayacağını vurguluyorum!
Yeri
gelmişken, ‘Özgür Gündem’ gazetesine röportajında Terry Eagleton’un şu
uyarılarını aktarayım: “Eğer sömürgecilik küreselin bir parçasıysa, bu
sistemden kurtuluş için bu minvalde mücadele etmeniz gerekir…
Anti-kolonyal
eleştiriyi kapitalizm eleştirisinden ayrı düşünmemek lazım… James O’Connolly
dedi ki ‘Eğer böyle yapmazsanız burjuva iktidarını tekrar başa getirmiş
olursunuz’…
Şunu açıklamak
gerekir; kolonyalizm küresel kapitalizmin bir parçası. İlk önce ulusal
mücadeleyi bu bağlamda ele almalı. Ulusal mücadelelerin en genel sıkıntısı,
sömürgeciden kurtuluşun ötesini görmekte sıkıntı yaşamaları. Bu Türkiye olur ya
da İngiltere vs. Ama eğer sömürgecilik küreselin bir parçasıysa, sizin de bu
sistemden kurtuluş için bu minvalde mücadele etmeniz gerekir, aksi hâlde eski
devletin yerine bir yenisi kurulmuş olur. O’Connolly dedi ki ‘Biz İngiliz
sömürgecilerini kovacağız da yerine İrlandalı sömürgecileri mi alacağız’...”[19]
*
* * * *
XXI. yüzyıl isyanları, “devrim vakti”nin delaletidir; devrimci işaretlerdir; devrimci sosyalist politika için yeni olanaklar sunmaktadır. Bu çerçevede devrim fikrinin giderek güncelleştiği, her şeyin
mümkün hâle geldiği bir zamana, “devrim(ler) vakti”ne ilerlenmekteyken; diyeceklerimi tamamlıyorum!
Tupac
Shakur’un, “Savaşlar için paraları var ama fakirleri doyuramıyorlar” ya da bir
Fransız atasözü “Paranın kral olduğu yerde, ahlâk kraliçe olamaz;” diye
betimlediği…
Veya “Ve
onların (işçilerin-y.n) mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan
ve ateşten harflerle yazılmıştır,”[20]
notunu düşen Karl Marx’ın Halkın Gazetesi’nin yıldönümündeki konuşmasında; “Bir
yanda, insanlık tarihinin hiçbir devresinde akıllardan bile geçmeyen
endüstriyel ve bilimsel güçler hayata geçirilmiş. Öte yanda, Roma
İmparatorluğunun son anlarının dehşetini kat be kat aşan çürüme belirtileri
var. Yaşadığımız günlerde, her şey kendi karşıtına gebe görünüyor. İnsan
emeğini azaltmak ve verimlileştirmek gibi harika bir güç bahşedilmiş olan
makinelere aç açına sahip oluyor, onlar için çalışıp duruyoruz. Yepyeni servet
kaynakları, meşum bir büyüye ihtiyaç doğuran kaynaklara dönüşüveriyor. Sanatın
zaferleri kişiliğin yitirilmesi, insan öteki insanlara ya da kendi lanetine
köle oluyor. Bilimin saf ışığı bile, etrafı cehaletin karanlığıyla
kaplanmadıkça parlayamaz gibi görünüyor,” diye tarif ettiği yerküre’de ilk
anımsanması gereken Bob Marley’in, “Ayağa kalk, dik dur,/ hakların için karşı
dur./ Ayakta dur, dik dur,/ mücadeleyi bırakma,” sözleridir…
Emma
Goldman’ın, “Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri
hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir,” saptamasıyla betimlenen
kapitalist yabancılaşmanın orta yerinde “Kendi başlarına karar vermekten aciz,
ne kendilerini ne eylemlerini nesneleştirebilen, kendi koydukları hedefleri
olmayan, anlam veremedikleri bir dünyaya ‘gömülü’ yaşayan, ağır basan bir şimdi
de var oldukları için bir ‘yarın’ı bir ‘bugün’ü olmayan hayvanların tarihleri
yoktur,”[21] der Paulo Freire…
Oysa bizim isyancı, başkaldıran, “Tek yol hâlâ
devrim” diye haykıran bir tarihimiz var…
Yolumuz Mayıs’(lar)ımızın anlatıp,
hatırlattıkları üzere Onların yani dövüşerek düşen ölümsüzlerin yoludur…
3-25 Mayıs
2014, Ankara.
N O T
L A R
[1] 3
Mayıs 2014 tarihinde Avusturya’nın Viyana kentinde düzenlenen “İbrahim
Kayapakaya’yı Anma” etkinliğinde yapılan konuşma… 17 Mayıs 2014 tarihinde Lauda
(Almanya) Alevi Kültür Merkezi’nin düzenlediği “Zalimlere Teslim Olmayacağız”
başlıklı devrim şehitlerini anma etkinliğinde yapılan konuşma… İbrahim
Kaypakkaya’nın katledilişinin 41 yıl dönümünde 25 Mayıs 2014 tarihinde
Diyarbakır’da düzenlenen panelde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:8,No:252, 3
Haziran 2014…
[2] “Tüm
dünyaya karşı tek başına duruş”
[3] “İşte
Erdoğan’ın Konuşmasından Satır Başları”,
23 Mayıs 2014, cumhuriyet.com.tr
[4] Pınar
Öğünç, “Tamam Bu Rejimi Devireceğiz Ama Alternatif Ne?”, Radikal, 6 Nisan 2014,
s.26-27
[5]
Mahir Ali, “1917: Reform mu Devrim mi?”, Khaleej Times, 7 Kasım 2012.
[6]
Halil Berktay, “Hayat, Tarih ve Revizyonizm Korkusu”, Taraf, 9 Mart 2013, s.12.
[7] Karl
Marx, Kapital (İkinci Cilt), Çev: Mehmet Selik, Yordam Kitap., 2012, s. 347-719.
[8]
Metin Çulhaoğlu, “Okursak Ne Öğreniriz?”, Cumhuriyet Kitap, No:1196, 17 Ocak
2013, s.14.
[9] K.
Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire, Çev: Tanıl Bora, İletişim Yay.,
2010, s.30.
[10] K.
Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev. Ahmet Kardam, Sol Yay., 1999, s.172.
[11] K.
Marx-F. Engels, Siyaset ve Felsefe, Tektaş Ağaoğlu, Öncü Kitabevi, 1978, s.15.
[12] K.
Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Giriş, Çev: Barışta
Erdost, Sol Yay., 2002.
[13]
Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz, Çev: Sevim Belli, K.
Marx- F. Engels Seçme Parçalar içinde, Sol Yay., 1976, s.19.
[14]
Şenol Karakaş, “Marksizm: Yaşayan Bir Gelenek”, Taraf, 16 Nisan 2014, s.13.
[15]
Sezin Öney, “Laclau’dan Dersler”, Taraf, 17 Nisan 2014, s.2.
[16]
“Marksist teori, derinleştirip-pratikleştirilmeli… Özgür ruhlar yaratılmalı…”
(Erol Dündar, Marksizm ve Sosyalizm Üzerine Eleştirel Notlar: Nasıl Bir
Sosyalizm İçin, Belge Yay., 2011.)
[17]
Zeki Bayhan, “Başka Bir Dünya Var! Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü
Paradigma, Belge Yay., 2011.
[18]
Cengiz Baysoy, “Modernizmin Krizine Devrimci Müdahale”, Radikal İki, 9 Ekim
2011, s.9.
[19] Oktay
Altekin-Nuhat Muğurtay, “Terry Eagleton: Sömürgeciden Kurtuluşun Ötesini
Görmek”, Gündem, 19 Nisan 2014, s.10.
[20]
Karl Marx, Kapital, Cilt:1, Çev:
Alaattin Bilgi, Sol Yay., 2011.
[21]
Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı,
Ayrıntı Yay., 2013, s.75.
Yorumlar