“Dinya dikare pêdivîya her kesî bi têra xwe bi cih bîne, lê nikare bi qasî azwerîya her kesî.” [2] İnsan(lık) çevresiyle var...
“Dinya dikare pêdivîya her
kesî bi têra xwe bi cih bîne,
lê nikare bi qasî
azwerîya her kesî.”[2]
İnsan(lık) çevresiyle vardır; var
olabilecektir. Çünkü insan(lık) doğanın bir parçası, doğa ile uyumlu bir
bütündür ve varlığını sürdürebilmesi için bu uyuma bağlıdır.
Lucretius’un, “Her
şey değişir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Doğa her şeyi değiştirir ve her
şeyin şeklini değiştirmeye zorlar”; Jean-Jacques Rousseau’nun, “Doğa hiçbir
zaman bizi aldatmaz, birbirlerini aldatan her zaman insanlardır”; W. Goethe’nin,
“Doğa! En küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit
maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor; hepsinin üzerine de ince bir tül
örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun
ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyorlar,”
sözleriyle betimlediği “doğa”, “çevre” deyip geçmeyin…
“Doğa” ya da “çevre” varlığımız ve
özgürlüğümüzken; onun düşmanı yine “Gölgesin satamadığı ağacı kesen kapitalizm”dir…
ÇEVRE DÜŞMANI KAPİTALİZM
Sürdürülemez kapitalizm artı değer talanıyla
sadece emeği sömürmekle kalmaz; aynı zamanda bir fare gibi doğayı kemirir;
tüketir!
Örnek mi?
Sürdürülemez
kapitalizmin yapısal krizine bir çözüm olarak 1980’lerden bu yana gündeme gelen
hızlandırılmış tüketimle birlikte küresel ısınmaya neden olan etkenlerin
güçlenmesi bir rastlantı değildir. Tıpkı kapitalistleşmesi hızlandıkça Çin’in,
önde gelen kentlerinde hava kirlenmesinin dayanılmaz düzeylere ulaşmasının bir
rastlantı olmadığı gibi…
Soruna çözüm
aramaya başlayınca karşımıza kâr maksimizasyonu ve birikim (ekonomik büyüme)
sorunu çıkıyor. Piyasa mekanizması bu küresel ısınma sorunu karşısında tümüyle
etkisiz kalıyor. Çözümlerin hepsi yüksek maliyetleri kabul ederek kârlardan,
ekonomik büyümeden fedakârlık edilmesini, tüketicinin de hazlarını hemen şimdi
tatmin etme alışkanlığından vazgeçmesini gerektiriyor.
Toplumsal
çıkar, planlama yerine özel mülkiyete, bireysel çıkara; dayanışma yerine
rekabete dayanan bir üretim tarzında bu soruna çözüm bulmak olanaksızdır.
Çünkü
sürdürülemez kapitalizm “Tüketiyorum o hâlde varım” diyen bir saçmalıktır…
Mesela
1970-2008 aralığında, yani geride kalan yaklaşık 40 yılda biyolojik çeşitlilik
yüzde 30 oranında azaldı. Karbon gazı salınımı 20 yılda, yani ilk Rio
zirvesinden bu yana yüzde 36 artış gösterdi. 300 milyon hektar orman yok oldu.
Ne demekse dünyada kent tanımına uymayan 21 adet tuhaf “megapol” ortaya çıktı.
15-20 milyon insanın yaşadığı yer hâlâ kent sayılacak mıdır? Küresel planda
sıcaklık yüzde 0.4 oranında arttı... Plastik madde üretimi yüzde 130 büyüdü,
okyanuslarda tuzlanma ve kirlenme devasa boyutlara ulaştı, hepsinden önemlisi
doğanın kendini “yenileme yeteneği” yüzde 40 oranında azalmış durumda. Eğer
mevcut eğilimler devam ederse 2030 yılında 2 dünya gerekeceği söyleniyor...
Doğayı
kemiren, yok eden sürdürülemez kapitalizm hakkında, İsveç Kraliyet Bilimler
Akademisi üyesi Profesör Yasuda Yoshinori’nun düştüğü şu not yerli yerindedir:
“XVII.
yüzyıldaki bilimsel devrimle Avrupa medeniyeti müthiş bir hızla büyüdü. Bu
medeniyet doğayı ezmek ve ondan faydalanmak üzerine kurulu… Doğayı yok edip
üzerine krallığını kuran Batı medeniyetinin dikte ettiği uygarlık anlayışı
bütün dünyada geçerli. Görmemiz lazım ki bu medeniyet tarzı artık tıkandı. Bu
problemler sanayileşmeyle tabiatın yok edilmesi, suyun ve havanın kirlenmesini
beraberinde getirdi.”
İşte küresel ısınma felaketi!
Dünya iklim
krizinin savaşlara yol açacağından söz edilirken; iklim değişikliği yaşamı kurutuyor.
Cancún’lu,
Kyoto’lu, Kopenhag’lı “İklim Değişikliği Panel”leri, “İklim Rapor”ları, “Pazarlık
ve Toplantı”ları sonuçsuz kalırken; iklim değişiklikleri beklenilenden daha
hızlı tecelli ediyor. 6 derece ısınması öngörülen yerkürede -Grönland
Buzullarının yüzde 97’si erimeye başlamışken- ısınma rekoru kırılıyor.
Aşırı sıcaklar
küresel gıda krizini devreye sokuyor ve iklim değişiklikleri dünya tarımı için
ciddi tehdit oluşturuyor.
Sadece bu
kadar da değil!
Mesela -Çernobil’den sonra!- Japonya’daki
Fukuşima örneğiyle bir kere daha karşımıza dikilen nükleer felaket var!
Japonya’yı
2011 Mart’ında vuran deprem ve tsunami felaketinin nükleer santralda yol açtığı
radyasyon sızıntısı ülkenin kuzeydoğusundaki tarım alanlarını etkiledi ve
güvenli tarım yapılmasını engelledi. Felaketin ardından yapılan kapsamlı
araştırmanın sonuçlarını açıklayan uzmanlar, ülke geneline ve özellikle kıyı
sularına yayılan radyoaktif izotopların tarım alanlarını kirlettiği yönündeki
korkuların gerçeğe dönüştüğünü açıklayıp, radyasyonun gıda üretimini
etkileyebileceği uyarısı yaptı
‘Proceedings
of National Academy of Sciences’deki araştırma kapsamında Japonya’nın değişik
bölgelerinden toprak ve ot numuneleri alarak radyoaktif Sezyum-137 maddesinin
seviyesine bakan uzmanlar, yerleştiği yerde onlarca yıl kalabilme kapasitesi
olan maddenin özellikle Fukuşima nükleer santralının doğusundaki bölgede resmi
limitlerin üstünde olduğunu tespit etti
Tokyo’daki
hükümet yetkilileri, şebeke suyundan alınan numunelerdeki iyot miktarının 210
bekerel olarak ölçüldüğünü, bebekler için kabul edilebilir yasal sınırınsa 100
bekerel olduğunu belirtti. Yetkililer, bebeklere şebeke suyunun verilmemesini
veya biberonlarını yıkamak için bu suyun kullanılmamasını tavsiye etti.
Nihayet Fukuşima-Daiiçi
Nükleer Santralı’ndaki radyasyon sızıntısının gelecek yıllarda kanser
vakalarını arttıracağı, uzun vadede de DNA’larda bozulmalara neden olacağı
vurgulandı. Radyasyonun etkilerinin ortadan kalkmasının yüzyılları süren
aşamalarda gerçekleşeceğine dikkat çeken uzmanlar, yeni neslin genetik kusurlu
doğacağını vurguladı.
Alın size
sürdürülemez kapitalist uygarlık!
Herkesin
görmesi, bilmesi, haykırması gerek: Sürdürülemez kapitalizm insanı, insan da
bilgiyi, çevreyi, doğayı, yaşamı hatta kavramları kirletiyor. Bu kirliliği,
politika, bürokrasi bir yana, GDO (genleri değiştirilmiş organizmalar), domuz
gribi, domuz gribi aşısı, adjuvanlı aşı, adjuvansız aşı konularında da
yaşıyoruz!
YIKAN, TÜKETEN SÜRDÜRÜLEMEZLİK
Sürdürülemez kapitalizm, insan(lık) ve çevre
için artık sadece ve sadece bir yıkım ile topyekûn tükeniştir…
Sürdürülemez kapitalizm dünyayı tüketiyor…
Sürdürülemez kapitalizm koşullarında doğanın
ve insan(lık)ın tükenişi durdurulamazken; yine bu yıkıcılık da doğayı ve
insan(lık)ı katlederek ayakta kalamaz…
Sürdürülemez kapitalizm ile insan, doğa ve
yaşam üçgenindeki var oluş sona doğru gidiyor…
XX. yüzyılda
küresel ekonomi 20 kat büyüdü. Hızlı kentleşme ve endüstrileşme koşut
sosyodemografik değişikliklere neden olur. Kentlerde yaşayan nüfus 2000
yılından önce yüzde 50’ye ulaşmıştır.
Zengin ve
refah içindeki toplum ve uluslar yenilenebilir ve yenilenemeyen kaynakları
gereksinimlerinin çok üzerinde tüketmektedir. ABD’de doğan her bebeğin 1.678.292 kg. mineral,
metal ve yakıt gereksinimiyle doğduğu belirtilmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse;
bu yekunun içinde 14.960
kg. demir, 2710 kg alüminyum cevheri, 310.315 litre petrol,
163.671 metreküp
doğalgaz bulunmaktadır. Neredeyse yediğinden çoğunu çöpe atan toplumlar
yaratılmıştır. Kimi ülkelerin birkaç büyük kentinin çöpe attığı ekmek bile,
kimi kıtaların bir yıllık gereksinimidir. Bu aşırı tüketim, kaynakların
azalmasına ve tükenme sınırına gelmesine yol açarken üretime bağlı çevre
kirliliğinin yanı sıra aşırı derecede atık üretimine de neden olmaktadır.
‘Birleşmiş
Milletler Çevre Programı Küresel Çevreye Bakış 2000’de, ”Savurgan ve
istilacı tüketim toplumu ve sürekli artan nüfusla birlikte
gezegenimizin zehirlenmekte olduğu” belirtilmektedir.
Doğal kaynak
yedeklerinin üçte biri otuz yılda tüketilmiştir. Gezegenimizin ”canlılığı” yitirilmektedir.
Örneğin Dünya
okyanuslarındaki deniz hayatı, aşırı avlanma nedeniyle büyük ölçüde
azalmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün verilerine göre,
dünyanın en önemli balık alanlarının yüzde 69’u “tamamen yok edilmiş” ya da “aşırı
kullanılmış”tır. XXI. yüzyıl başındaki bir araştırmada, endüstriyel
balıkçılıkta, kılıçbalığı, tonbalığı ve Atlantik kılıçbalığı gibi yırtıcı
balıklarda yüzde 90 bir azalmanın olduğu sonucuna ulaşılmıştır.[3]
Mesela Marmara’da
42 yıl önce 127 tür varken; 2012 yılında yalnızca 8 canlı türü kaldı.
Ayrıca ‘Türkiye
İstatistik Kurumu’nun araştırmasına göre, Karadeniz’de 50 yıl önce 52 olan
balık çeşidinden 26’sının nesli tükendi. Marmara Denizi’nde ise 70’li yıllarda
görülen ve ekonomik değeri olan 124 balık türü yok oldu.
Ve devasa bir
yıkımın yaşandığı kentler…
Kentleşme
olgusu, tüm olumlu-olumsuz nitelikleri ile dünyanın XXI. yüzyılına da damgasını
vuracaktır. Ancak günümüzün kentleşmesi, kapitalizmin merkez ülkelerinin ilk
kentleşme dalgasından hem ölçek hem de özellikleri itibarı ile muazzam
farklılıklar gösterecek. Başta Çin olmak üzere, sistemin hızlı yayılma
bölgelerinde büyük yıkımlar ve doğal felaketler eşliğinde gerçekleşen bu yeni
dalganın, iklim değişikliği ile ve bununla başa çıkma girişimleriyle yakından
ilgisi olması kaçınılmaz…
2008 yılı
itibarı ile dünya nüfusunun çoğunluğu artık kentlerde yaşıyor. Yerkürenin
toplam alanının yalnızca yüzde 2’sini kaplayan kentler, toplam enerjinin
yaklaşık dörtte üçünü tüketirken, seragazı salımlarının da yine yaklaşık dörtte
üçünden sorumludur…
Evet, evet “Kent”
deyip geçemeyiz!
İmre Azem’ın, “Gelir
dağılımındaki eşitsizliği kentte birebir görebilirsiniz. Yoksulların
mekânlarıyla zenginlerin mekânları tamamen ayrışmış durumda. Kente sistemin
aynası diyebiliriz,” vurgusuyla ifade ettiği ekoloji-kent mücadelesinin sınıfsal bir karakteri olduğundan; “Kentsel
Dönüşüm” denen şeyin insan haklarıyla doğrudan ilintili olduğundan; bundan
ötürü de kentlerdeki direnişlerin kapitalizme karşı güçlenerek süreceğinden;
kent hakkı mücadelelerinin kent isyanlarına kapı açacağından; kapitalizm
tarafından kuşatılan kentlerde hakları olan kentli yurttaşlar olarak yaşamanın
kentleri ranta tahvil ederek, soysuzlaştıran talan ve tahakküme karşı başkaldırıdan
geçtiğinden kimsenin kuşkusu olmasın!
“TÜRK(İYE) ÇEVRE”Sİ!
“Tarihe kazma,
yeşile beton” formülüyle betimlenmesi mümkün olan AKP’nin “çevre karnesi”nde olumlu
bir yöneliş bulmak mümkün değil; 5 Ekim 2012’de İstanbul Esenler’de kentsel
dönüşümün düğmesine basan Başbakan Erdoğan, “Amacımız rant değil, insan odaklı
bir proje” diye dursun; ‘Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyeleri, “Kent
tehlike altında”[4] diye haykırıyorlar!
Haksız da
değiller! Çünkü…
AKP
iktidarında yükselen inşaat, özellikle de konut üstünden sermaye birikimi,
önümüzdeki on yılların da vizyonu. AKP bunu açık açık plan, programlarına
yazmasa da, bu böyle... Türkiye kapitalizmi, bir dönem, her eve beyaz eşya, TV,
otomobil satmayı nasıl hedef hâline getirdiyse, şimdi de olabildiğince her
aileye ev satmak, varlıklıya konutu ‘tasarruf aracı’, spekülasyon nesnesi
yapmak, bunun için de konutu bir dayanıklı tüketim malı, bir “meta” hâline
getirmenin çabası içinde. Bunda epeyi yol alındı da…
Kolay mı?
Şöyle haykırıyordu Başbakan Erdoğan:
“Çok daha
hızlı yürümemiz lazım. Çılgın projeler diyoruz, ama bir çılgın projenin
gerçekleşmesi için bize hendek atlattılar. 3-4 sene gecikmeli proje
başlatabiliyorsunuz. Bir Marmarayımız var. Çanak çömlek hikâyesi bize 4 sene
kaybettirdi…
Türkiye 4 yıl
içinde modern bir havalimanına ulaşacak. Birileri geliyor ve ‘Kanalistanbul
gereksiz bir proje’ diyor. Sen o aklını kendine sakla. Kanalistanbul’u
gerçekleştireceğiz…
Taksim gezi
alanı diyoruz, buna da karşı çıktılar. “Kışlayı yeniden yapacağız” dedik ve
hemen ana muhalefet karşı çıktı. Denizin dibinden 3-5 tane çanak çömlek
bulunmuş, çatal kaşık bulunmuş, bunları koruyorsun ama Taksim Meydanı’ndaki
devasa kışla, gayet güzel mimari estetiği hepsi güzel ve bunu korumuyorsun. Bu,
ideoloji değil de nedir?
İnşallah orada
hem kışlamızı yapacağız ama bu kışla artık tabii kışla olarak görev yapmıyor.
Mimari olarak öyle olacak ama alışveriş merkezinden toplantı salonlarına kadar,
belki rezidans otel, Divan Otel tarafında da bir şehir müzesi yapmak suretiyle İstanbulumuzun
şehir müzelerini de arttıralım istiyoruz.
Galataport
hazırlanıyor inşallah. Haydarpaşa port aynı şekilde. Ama hepsinden daha önemli
bir şey var artık Yassı ada’yı yaslı ada olmaktan çıkarıyoruz. Sivri ada’yı
inşallah bir kongre merkezi olarak gerçekten muhteşem bir proje ile orayı bir
demokrasi ve özgürlükler adası yapıyoruz…”
AKP patentli “Türk(iye)
çevre”si buyken; bunun somut verileri de şöyledir:
i) Şimdilerde
yurdun değişik yerlerindeki alışveriş merkezi (AVM) sayısı 333’e yükseldi. 2013
yılında 27 AVM hizmete girdi. 2014 yılında 34 AVM daha yapılacak… Alışveriş
Merkezleri Yatırımcıları Derneği’nin verdiği bilgilere göre AVM’lere bugüne
kadar 50 milyar dolar yatırıldı. AVM’lere 2013 yılında 1.6 milyar ziyaretçi
girdi, çıktı. 2014 yılında AVM’lerin toplam 75 Milyar TL’lik (yaklaşık 30
milyar dolarlık) ciro-iş yapmaları bekleniyor...[5]
ii)
Siyasetçiler doğayı neo-liberal politikalarla talan ediyorlarken: Memlekette
satılmayan dere kalmadı. Göller kurudu… Her üç balık türünden ikisi, her üç
kuştan biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya… Bitkisel çeşitliliğin yüzde 70’i
tehlikede… Yerli tohum alıp satmak yasaklandı… Dağlar, ormanlar tıraşlanıp
dümdüz ediliyor…[6] Türkiye’de 11 yılda
85 bin taşocağı ruhsatı verildiği ortaya çıktı…[7]
iii) Adım
adım, yavaş yavaş ölmekte olan İstanbul’a son darbeyi Recep Tayyip
Erdoğan-Binali Yıldırım ikilisi indiriyor. Evet, üçüncü havaalanı, Üçüncü Boğaz
Köprüsü ve çevresinde yapılacak olan sağlı sollu iki kent yerleşimi ile
İstanbul’a son öldürücü darbeler indirilmiş olacak… Üçüncü otoyol yüz binlerce
ağacı yok ediyor. Çevresinde gerçekleşecek yeni yapılaşmalar, ormanlık bütün
alanların sonu demek olacak. Bakınız ikinci köprü yollarına... Havaalanı 2.5
milyon ağacı yok ediyor. Bırakın Allah aşkına 1.5 milyon ağaç taşınacakmış gibi
palavraları... Bu en büyük yalanlardan biri... Kuzeyde kurulması planlanan iki
mini İstanbul kenti de İstanbul’un son ruhuna fatiha okutacaktır…[8]
iv) Üçüncü
havalimanı Karadeniz kıyısında, Eyüp ile Arnavutköy arasında kurulacak. Havalimanının
kuzeyinde Yeniköy ve Akpınar köyü, güneyinde Tayakadın ve Işıklar köyü
bulunuyor. İstanbul 1/100 bin ölçekli imar planına göre bu alanın yüzde 70’i
ormanlık alan. Eski maden ocakları ile ormanlık alana kurulacak havalimanının
yüzölçümü 63 milyon metrekare olacak. Uzmanlar yeni havalimanının kentin son
kalan yeşil alanlarının tahribatına yol açacakken;[9]
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, İstanbul Boğazı’na üçüncü köprünün
inşaatı için ağaç kıyımını doğruladı. 245 bin 121 adet ağacın Karayolları Genel
Müdürlüğü’nün talebi üzerine kesildiğini belirtti. Bu ağaçların 93 bin 750’si
Anadolu yakasında, geri kalanı ise Avrupa yakasında…[10]
v) İstanbul
Boğazı’na alternatif olarak yapılması planlanan Kanal İstanbul için ODTÜ Deniz
Bilimleri’nden Oşinograf Prof. Dr. Emin Özsoy Kanal İstanbul’un insan eliyle
yaratılmış bir felaket olacağını ve “Yapılırsa bölgenin iklimi dahi değişeceği”ni
söyledi. İstanbul’da tek yeşil alanın kuzeyde olduğunu ve bunun da Kanal
İstanbul ve mega projelerle tehdit altında olduğunu söyleyen Özsoy, “Bir
arkadaşım ‘uzaydan bir çatlak gibi görünecek diyor’ Evet bence de çatlak bir
proje” dedi... [11]
HES’Lİ, 2B’Lİ, AKKUYU’LU KİRLETİLEN, ISITILAN
ÇEVRE
Yerküre gibi Türkiye de ısınıp, sürdürülemez
kapitalizmin yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşiyor!
Akdeniz
Ülkeleri Bilimsel Araştırmalar Komisyonu Canlı Kaynaklar ve Deniz Ekosistemi
Başkanı, Mustafa Kemal Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.
Dr. Cemal Turan yaptığı açıklamada, küresel iklim değişikliğine bağlı olarak
Akdeniz’in yapısında da bir değişimin meydana geldiğini vurguladı.
Küresel iklim
değişikliğinin denizler üzerindeki etkisini araştırmak üzere biraraya gelen 15
ülkeden 21 bilim adamı, Akdeniz’in tropikal yapıya dönüştüğünü ve 58 yeni türün
tespit edildiğini bildirdi.
Türkiye sularında küresel ısınmanın
kanıtlarından biri olarak gösterilen tropik balon balığı (lagocephalus
sceleratus) balıkçılarda satılmaya başlandı. Anavatanı Pasifik Okyanusu olan ve
Kızıldeniz’den Akdeniz’e göçe başlayan yırtıcı tür, Mersin’de tezgâhlarda ‘kurbağa
balığı’ adı altında satılmaya başlandı.
Evet, evet
küresel ısınmanın etkileri Türkiye’de daha fazla hissedilmeye başladı. Buna en
yakın örnek olarak Elazığ’ın Maden ilçesinde 9 Nisan 2012 gecesi meydana gelen
ve 6 işçinin ölümüne neden olan hortum faciası gösterildi. Uzmanlar, son 40-50
yılda, iklim değişiklikleri nedeniyle hortum sayısının 2 kat arttığını ve daha
da artacağını belirterek “1 şiddetinde bir olay ABD’de ölüme sebebiyet
vermezken Türkiye’de ölüme sebebiyet veriyor” dedi.
İstanbul
Teknik Üniversitesi Meteoroloji Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selahattin
İncecik, ‘Civil Weather’ın araştırmasına göre, 40-50 yılda hortum sayısında 2
kat artış yaşandığına dikkat çekti.
Nihayet tarım
alanlarının yüzde 59’unda, meraların yüzde 64’ünde, ormanların yüzde 54’ünde
erozyon var. Akdeniz havzasında yer alan Türkiye toprakları, topografik
özellikleri bakımından kuraklık riski, erozyon, ekstrem iklim olayları,
yangınlar ve iklim değişikliği gibi konularda oldukça hassas bir bölgede yer
alıyor.
Ya Türkiye’deki hidroelektrik santrallar
(HES) mı?
Birincisi:
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü 2010 yılı faaliyet raporuna göre özel sektör
tarafından gerçekleştirilecek hidroelektrik santral (HES) projelerinin toplam
sayısı 1527. Bu sayı Türkiye’de neredeyse “Su Kullanım Hakkı Anlaşması”
yapılmayan bir tek akarsu bile kalmayacağını gösteriyor!
İkincisi:
Türkiye’de ‘Su Kullanım Hakkı Anlaşması’yla imzalanan 1572 HES projesinden yapımı
tamamlanmış ya da hâlen inşaat aşamasında olanların sayısı, 477’yi buluyor. Bu
santralların kurulu gücü 23 bin 660 megavat. 1050’sinin inşaatına ise henüz
başlanmadı. Kâğıt üzerindeki projelerin toplam kurulu gücü ancak 20 bin
megavatı buluyor. HES projelerinin yüzde 71’i, çevre için en önemli unsurlardan
biri olan Çevre Etki Değerlendirmesi’nden (ÇED) muaf tutuluyor!
Bunlar
madalyonun bir yüzü. Öteki(ler) de şöyle:
i) “Hükümet
HES inşaatlarını özel sektör eliyle artırarak sürdürme kararı alırken Çevre
Bakanı Veysel Eroğlu eleştirilere ‘Destan yazıyoruz’ yanıtını verip,” “HES’ler
karşı çıkmak cinnettir,” diye çemkiriyor; 2002-2013 arasında 286 HES’in
işletmeye alındığını; 179 HES’in ise inşaatının devam ettiğini, bu projeler
için özel sektör tarafından 12 milyar dolar civarında para harcandığını bildiriyor.
Aynı konuda Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ise, “Evet, küçücük
derelere HES’lerle doğayı mahvetmişiz, çare nükleermiş,” notunu düşüyor!
ii) Orman ve
Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun
soru önergesine verdiği yanıtta, “HES projesinden dolayı kuruyan herhangi bir
dere bulunmamaktadır,” dedi.
Derelerin
Kardeşliği Platformu’ndan (DEKAP) yapılan açıklamada ise, Salarha deresinin HES
üretime başladıktan 2 saat sonra kuruduğu anımsatılarak “Eroğlu hangi ülkenin
bakanı” diye soruyordu.
İşte çarpıcı
örnekler: “Cevizlik HES başta olmak üzere İkizdere Vadisi’ndeki HES projeleri,
Güneysu Kale ve Ada HES projeleri, Senoz Vadisi’ndeki HES’ler, Solaklı Vadisi’ndeki
HES projeleri bulundukları vadileri katlederek dereleri kurutmadı mı? Bunları
da görmedi mi sayın bakan? 2 ay önce Salarha Deresi, HES projesinin üretime
başlamasıyla 2 saat içerisinde kurumadı mı? HES projelerinin üretime geçmesiyle
İkizdere Deresi kurumadı mı? Güneysu’daki 2 HES projesinin kuruttuğu Gürgen
Deresi ile Senoz’daki Çatal Dere’nin kuruması, Rize’nin diğer derelerinde
yaşanan balık ölümleri HES’lerin eseri değil mi?”[12]
Rize’de
faaliyete geçen 5 hidroelektrik santralının yeteri kadar elektrik üretemediği
ortaya çıktı. Derelerin Kardeşliği Platformu (DEKAP) yayımladığı açıklamayla, “Bunun
için bu vadilerin, yaşam alanlarının ve derelerin katledilmesine değer miydi”
diye sordu…[13]
iii)
Eleştirileri dikkate almayarak kırda HES projeleri kentlerde de isyan ettiren
imar kararlarına imza atan AKP hükümeti, Türkiye’nin çölleşmesine engel olamadı,
hatta bu süreci hızlandırmak için elinden geleni ardına koymadı. Su
rezervlerini kaybeden, gölleri kurumaya başlayan Türkiye hızla çölleşiyor. 10
yılda 2 milyar lira harcanmasına karşın hâlâ yılda 177 milyon ton toprak
erozyon sonucu yok oluyor. Erozyonda İç ve Doğu Anadolu başı çekiyor!
Bir şey daha
Hükümet, 2-B olarak bilinen taşınmazların satışından 454 milyon 706 bin lira
gelir elde etti etmesine de; çevre satıldı; doğaya 2B darbesi indirildi!
Sonra da sürdürülemez kapitalizm sera gazı
salımının yüzde 124 arttığı coğrafyamızı kirletiyor!
Kapitalist
yıkım ile Türkiye’de artık “sularımız arsenikli, havamız siyanürlü”dür; kirli
enerjide ilk dörde giren coğrafyamız kimyasal çöplüğe dönüştürülmüştür; Yatağan’daki
kirli gerçekler; Çorlu’daki zehir deposu; Dilovası’ndaki atıklar ve kanser vd’leri…
Çevre ve
Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, 33 ilde hava, 23 ilde atık, 22 ilde ise su
kirliliği belirlendiğini itiraf ederken; Türkiye’de yapım hâlinde veya proje
aşamasında olan 76 yeni kömürlü termik santral yolda. Kömürlü termik
santralların artış hızında Çin, Rusya ve Hindistan’ın ardından dünya
dördüncüsüyüz…
Bu tabloda ‘Tüketici
ve Çevre Eğitim Vakfı’ Yönetim Kurulu Üyesi Nevzat Ceylan, Türkiye’de atık
üreten 70 bin şirketten sadece 14 bininin kayıt altına alındığına dikkat
çekerek bu rakamın hızla artarak kayıtların tamamlanması gerektiğini söylüyor;
Türkiye’de, zehirli kurşun ve fosforla üretilen 40 milyona yakın tüplü
televizyon ve monitör bulunmasına karşın, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
elektronik eşya atıklarıyla ilgili yönetmeliği 2 yıldır taslak hâlinde
beklerken yaklaşık 40 milyon olduğu tahmin edilen atıklar doğayı ve insan
sağlığını tehdit ediyor![14]
Bunların yanında duymamış ya da bilmiyor
olamazsınız! Zararları bilimsel deneylerle kanıtlanan GDO’lu ürünler Türkiye’de
artık serbest…
Tarım ve
Köyişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ve 26 Ekim günü Resmi Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş
Organizmalar (GDO) ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve
Denetimine Dair Yönetmelik” tepkiyle karşılandı.
GDO’ların
Türkiye’ye girişini meşru kılan yönetmeliğin tüketici sağlığını ve çevreyi
korumak amacıyla gerekli tedbirleri alma görevini işletmeciye bırakması, endişe
verici bulunarak söz konusu organizmaların insan sağlığı üzerindeki etkisinin
hâlâ bilinmediğine dikkat çekildi.
Yönetmelikle “GDO’suz
ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadelerin bulunmayacağının”
belirtilmesinin taraflı bir tutum olduğu vurgulanarak Amerika’da bir
biyoteknoloji şirketinin, ürünlerine “GDO bulunmamaktadır” yazan bir firmayı
dava ederek kendi satışlarını düşürmekle suçladığı anımsatıldı.
Profesör
Doktor Necmettin Ceylan’ın, GDO’lu yemlerle balıkların, ineklerin ve
kanatlıların beslendiğini belirtirken, “2010’da 1.2 milyon ton mısır ithal
ettik, çoğu GDO’luydu,” notunu düştüğü tabloda uzmanlar uyarıyor: “Yeni gıda
tasarısı halk sağlığını tehdit edecek”!
AKP hükümeti,
Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Yasa Tasarısı’yla günde 20 ton
süt üreten ya da 8 bin ekmek çıkaran işletmelerde mühendis çalıştırma
zorunluluğunu kaldırıyor. Gıda Mühendisleri Odası, düzenlemenin insan sağlığı
bakımından kısa vadede “gıda zehirlenmelerini” arttıracağına, uzun vadede ise “toksik
ve kanserojen etkileri” olabileceğine dikkat çekiyor.
Nihayet
Başbakan Erdoğan’ın, “Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında
otursanız, bir uçak yolculuğu kadar radyasyon almazsınız. Bu bilimsel bir
tespit,” zırvasına sarıldığı Türkiye’deki nükleer santrallar bir faciadan başka
bir şey değildir!
Enerji Bakanı
Taner Yıldız’ın, “Nükleer santrallarımızı 2071 yılında, yani Malazgirt
zaferinin 1000. yıldönümünde kapatmayı düşünüyoruz,” demogojisiyle sunduğu ve
bir Fukuşima olması muhtemel Akkuyu…
Viyana
Üniversitesi Mersin Akkuya’ya kurulması planlanan nükleer santralın olası bir
kaza durumunda hangi bölgeleri etkileyeceğine dair bir analiz hazırladı. Yüksek
performanslı bilgisayarlarda hazırlanan analize göre, riskli bir kaza olması
durumunda, kaza anında ilk olarak Mersin ve çevre iller etkilenecek.
Kazadan bir
hafta sonra tüm Türkiye, 15 gün sonraysa Türkiye’nin tüm komşuları, Doğu
Avrupa, Kafkaslar, hatta Afrika’ya kadar olan geniş bir bölge, radyoaktif
maddelerin etkisi altında kalacak. Milyonlarca insan etkilenecektir!
SİT’LERİ GASPEDİLEN BARAJLI YIKIM
Nihayet Munzur’daki gibi barajların yıkımı
ile ekolojik dengelerin, politik ve tarihsel kaygılar yanında rant için alt üst
edilmesi…
‘Dünya
Barajlar Komisyonu’nun 1998 tarihli raporundaki verilere göre, dünyada
barajlara 2 trilyon dolar harcandığını, 80 milyon kişinin baraj projeleri
yüzünden göç etmek zorunda kaldığını belirtilerek küresel ısınmaya yol açan
sera gazlarının yüzde 28’nin baraj göllerinden çıktığı açıklandı.
Türkiye’de
2009 yılına kadar yapılan 298 baraj projesinin sadece 25’inde kültürel ve
arkeolojik envanter çıkarıldığına vurgu yapılıp, Ilısu Barajı’nın yapılması
hâlinde 16 bin kişinin göç edeceği, yüzey araştırması bile yapılmamış 200
höyüğün sular altında kalacağı açıklanırken; Alevîlerin kutsal mekânlarını su
altında bırakacak baraj için “jet kamulaştırma” çıktı. Arazideki “direniş
barakası” yıkıldı. Tunceli, Elazığ ve Bingöl’de 12 köyü sular altında bırakacak
Pembelik Barajı’na direnen köylüler 1.5 yıldır barajın gövdesi olacak arazide
nöbet tutuyorlardı…
Hasankeyf’e, Allianoi’ye idam kararı çıkaran
uygulamalar ile SİT alanları da talana açıldı; hem de daha fazlasıyla!
i) ‘Küme’ diye
bilinen antik ‘Kyme’ kenti, liman ve termik santral yapımı için 1. dereceden 2.
ve 3. derece site düşürülerek tırpanlandı…[15]
ii) Bursa’da
Myrelia antik kenti için hazırlanan koruma amaçlı imar planında bina katları
yükseldi. Myrelia’nın bir kısmı da imara açıldı… Birinci derece sit alanı olan
Myrelia antik kenti için hazırlanan 1/1000 ölçekli koruma amaçlı nâzım imar
planında sit alanındaki yapılaşma için bina kat yüksekliği ikiden beşe
çıkartıldı. Bölgenin eğimiyle kat yüksekliği yediyi bulabilecek. Sit alanının
50 bin metrekaresi de turizm alanı ilan edilerek imara açıldı…[16]
iii)
Arkeolojik sit alanında temel kazma çalışmaları sırasında Myrleia antik kenti
duvarına rastlandığı için inşaatı durdurulan alışveriş merkezi için Bursa
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu kararını verdi. Kurul, Myrleia
kent duvarının cam çerçevede alışveriş merkezi içinde sergilenmesine ve antik
kent üzerinde yapılan AVM inşaatının devam etmesine karar verdi…[17]
iv) Diyarbakır’da
2007’de ortaya çıkarılan ve 1’inci derecede tescilli alan ilan edilen 1600
yıllık kilise kalıntısının üzerine Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından türbe ve
mescit yapılıyor…[18]
v) İzmir
Kemalpaşa’da bulunan ve bugüne kadar bilinmeyen bir antik kente ait olabileceği
düşünülen mozaikler araziye ‘BİM’in deposu’ yapılacağı için taşınacak. BİM’in
İzmir Kemalpaşa’da depo yapmak istediği arsada bulunan ve taşınmasına neden
olan tarihi mozaikler Zeugma’dakiler kadar önemli. İzmir Kemalpaşa’da geçen
yıllardaki kurtarma kazılarında çok değerli taban mozaikleri, Anadolu parsı ve
aslanı gibi nesli tükenen hayvanlara ait panolar ve büyük bir yerleşim
kompleksi ortaya çıkmıştı. ‘Batının Zeugması’ olarak nitelendirilen mozaikler,
MS IV. yüzyıl ile VII. yüzyıl arasına tarihleniyor...[19]
vi) Çanakkale’nin
Bayramiç ilçesi Kurşunlu Köyü’nde, Killiktepe mevkiinde Zafer Madencilik şirketi
tarafından feldspat maden ocağı açıldı. Antik Skepsis kentinin dibinde açılan
maden ocağı hem arkeolojik alanı hem de köyü tehdit ediyor. Çanakkale Arkeoloji
Müzesi ve mahkemenin tayin ettiği bilirkişi bölgede maden ocağı açılmasının
doğru olmadığı görüşünde birleşti. Ancak Çanakkale Koruma Kurulu maden ocağına
onay verdi…[20]
vii) Manisa’nın
Turgutlu ilçesindeki ormanlarıyla ünlü Çaldağı’nda, birinci sınıf tarım
arazilerinin yakınında dağ tıraşlanıp sülfürik asitle madencilik yapılacak…[21]
viii) Bodrum
Göltürkbükü’nde yeşil alan olması için belediyeye bırakılan arazi, önce arsa
yapıldı, sonra satışa çıkarıldı. “Burası park kalsın” diye dava açan eski arsa
sahiplerinin itirazı da reddedildi. Göltürkbükü’nde zeytinlikle kaplı denize
sıfır park, turizm alanı kararıyla yapılaşmaya açılacak…[22]
ix) Gökçeada’da
sit alanı içinde eski Rum köyü Bademli’de yapılan Masi Clup Otel’in inşaatı,
halkının itirazlarına ve mahkeme kararlarına rağmen “Atı alan Üsküdar’ı geçer”
usulüyle bitirildi. Gökçeada’nın en güzel manzaralı bölgesinde inşaat
yükselmeye başladığında alınan mahkeme kararları, inşaatı durdurmaya yetmedi…[23]
“KENTSEL DÖNÜŞÜM”ÜN KÖPRÜLÜ TRAFİK AÇMAZI
Baştan açık, açık belirteyim: Kapitalizmin “kentsel
dönüşüm” dediği şey, rant için kentin paryaları ilan edilen emekçileri merkezin
dışına sürmek ve böylelikle de periferide gecekondu gezegeni yaratmaktır.
Kapitalizmin kentsel yıkım saldırısının neyi
hedeflediği, yani “kentsel dönüşüm”ün neyin dönüşümü olduğu sorusuna verilecek
yanıt; “sosyal adalet”, “kentli hakları”, “kent imgesi”, “kentsel dönüşümle
kentlerin etnikleşen yüzeyleri” ve nihayet “kent katliamı”na kafa yormamızı “olmazsa
olmaz” kılar…
Evet “kentsel dönüşüm” denilen müdahâlenin
sosyolojik analizi ile ekonomi-politik gerçeğini “es” geçmemeliyiz!
Çevre ve
Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, “Dönüşümü nasıl iyi yaparız diye
bakıyoruz, araştırıyoruz. Arkadaşlarımız, Almanya’da kentsel dönüşüm yıkımları
yapan makineler fuarını ziyaret etti. Türkiye’de de bu makineleri yapanlar var.
Hepsine bakıyoruz. Patlatma modeli de olacak, makinelerle de yıkımlar olacak,”
diye ifade ettiği “kentsel dönüşüm”, burjuvazi için rantın genişletilmesidir;
neo-liberal sermaye birikimine yeni talan alanları açılmasıdır!
Bu nedenle de “Dönüşüm”le
kent(ler)imiz saldırı altındadır! (“Kentsel dönüşüm” mağdurlarıyla hiç
konuştunuz mu?)
Galatasaray
Üniversitesi Öğrenci Konseyi’nin düzenlediği panelde masaya yatırılan “kentsel
dönüşüm”ün esas amacının yoksulun arazilerini alıp üzerlerine lüks konutlar
inşa etmek olduğu belirtilirken; [24]
Şehir planlama uzmanı Prof. Zekai Görgülü de ekliyor:
“Kentsel
dönüşüm planlamanın yerine ikame edilmiştir. İstanbul planında ne üçüncü köprü,
ne üçüncü havaalanı var. Çünkü Ankara’dan dayatılıyor. Bu bir TOKİ yasasıdır.
Yapılanlar insan haklarına, mülkiyet haklarına, anayasal ilkelere, her şeye
aykırı. TOKİ’nin elinde 800 bin konut fazlası var”!
Kim ne derse
desin, halkın kendi yaşam alanları üzerinde söz sahibi olamadığı ve dışlandığı;
bu nedenle toplumun geleceği açısından çetin sorunlara gebe bir kentsel tasarım
sürecidir Türkiye’nin yaşadığı!
Kolay mı? “Bugün ülkemizdeki gelişmeler çoğunlukla
plansız, programsız olarak, neo-liberal ekonomi kurallarına uygun şekilde, kent
toprağının ranta dönüştürülmesi doğrultusunda sürüp gidiyor. Kent içinde ve
çevresinde kalan son yeşil alanlar da yok edilerek yoğun ve yüksek yapılaşmayla
en büyük parasal değer elde edilmeye çalışılıyor.”[25]
İşte bu
yıkımın verileri:
i) İstanbul
Derbent mahallesinden yoksulların kovulması için Bakanlık mahalleyi “riskli
alan” ilan etmişti. Bu kararın gerekçesi ortaya çıktı. 17 Aralık 2014 yolsuzluk
operasyonunda gözaltına alınan Yorum İnşaat’ın patronu Osman Ağca, resmi
gazeteye yansıyan ifadelerinde “Böylece yıkım garanti altına alındı,” dedi![26]
ii) İstanbul’un
son yeşil alanlarından Polonezköy imara açılıyor. Planın Polonezköy’e villa,
otel, AVM yapımının önünü açtığı, kaçak villalara af geleceği belirtiliyor.
İstanbul’da 1994’te Tabiat Parkı statüsü verilerek koruma altına alınan 172
yıllık yerleşim yeri Polonezköy imara açılıyor. Hazırlanan 1/1000 ölçekli ‘koruma
amaçlı’ uygulama planına göre, Tabiat Parkı sınırları içinde kalan köyde düşük
yoğunluklu konut ve turizm alanları yapılabilecek. 6.5 metre yükseklikte
otel, ticari amaçlı binalar, bankalar, finans merkezleri, kamu binaları
yapılabilecek. Yollar genişleyecek. Bodrum katlarına spa, yüzme havuzu,
restoran ve yüzme havuzu inşa edilebilecek...[27]
iii) Ataköy
sahilinde TOKİ’ye ait arazide itirazlara rağmen devam eden yapılaşmada bir
skandal daha ortaya çıktı. Tarihi Baruthane binalarının bulunduğu parsel ve
komşu parsellerinde inşaat için 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’ndan
izin alınmadığı belirlendi. Kurul, “Ne başvuru ne de verilmiş izin var,” diyor…[28]
iv) Sevda
Tepesi’nin ve birçok korunun imara açılma kararına mimarlar ve şehir plancıları
tepki gösterdi. Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu, Sevda Tepesi’nin
Boğaziçi’nin en önemli peyzaj değerlerinden, Boğaz’ın siluetini oluşturan
parçalarından biri ve birinci grup doğal sit alanı olduğunu vurgulayarak “Sevda
Tepesi’nin hiçbir şekilde yapılaşmaya açılma olanağı bulunmamaktadır,” dedi![29]
v) Urla’da
Başbakan’a ait olduğu ileri sürülen villalarla ilgili kaçak yapılaşma sebebiyle
çok sayıda ceza kesildiği ve il encümeni tarafından oybirliğiyle yıkım kararı
verildiği ortaya çıktı. Yıkıma itiraz ise mahkemece reddedilmiş. İl Genel
Meclisi Başkanı Serdar Değirmenci, “Yıkım kararını hangi babayiğit uygulayacak?”
diye sordu.[30]
vi) İstiklal
Caddesi’deki Demirören AVM’nin inşaatı sırasında yanında bulunan ‘korunması
gereken kültür varlığı’ olarak tescilli binada da yıkıma neden olunduğu
gerekçesiyle yargılanan Demirören ailesi beraat etti![31]
vii) Baruthane
binalarının bulunduğu TOKİ’ye ait arazinin ihalesine yolsuzluk soruşturmasında
adı geçen Osman Ağca’nın hissedarı olduğu Çelebican A.Ş.’nin tek başına
katıldığı ortaya çıktı. Arazi, ‘restorasyon’ diye ihale edilirken, projenin
altından 80 metrelik kuleler çıktı.[32]
Ve hakkında 30’a yakın dava süren İstanbul’daki
üçüncü köprü konusunda herkesi uyarıyor Haluk Gerçek:
“Yol ve köprü yaparak trafik sorununu
çözmeye çalışmak ‘Obez bir insanın kemerini gevşeterek kendini tedavi etmesi
gibidir’! Başlangıçta biraz rahatlar fakat şişmanlamaya devam edersiniz. Köprü
yapmak sorunu çözmez”!
Ancak AKP buna
aldırmaz!
Orman ve Su
İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “3. köprü yapımı maksadıyla 381 bin 96 adet ağaç
kesilecektir. 3. havaalanı yapımı maksadıyla 2 milyon 330 bin 12 ağaç
kesilecektir. Kanal İstanbul projesi için bakanlığımızca verilmiş izin yoktur,”
dedi.
Eroğlu, 10
yılda 3 milyon 691 bin hektar alanda ormanların geliştirilmesi ve ağaçlandırma
çalışması yapıldığını, toplam 2.8 milyar fidanın toprakla buluşturulduğunu
belirterek 2002 yılında 20.8 milyon hektar olan orman büyüklüğünün 2012 yılı
sonu itibarıyla 21.7 milyon hektara ulaştığını bildirdi.
Bu kadar da
değil! Beykoz’un köylerinden Kuzey Marmara Otoyolu geçecek, evler, araziler,
mezarlıklar istimlak edilecek…
Ama aldıran
kim?!
Mimar İhsan
Bilgin’in çarpıcı değerlendirmeleri var: “İstanbul’un yaşadığı trafik cehennemi,
üçüncü bir çevre yoluna ihtiyaç olduğunu değil, tersine olmadığını
kanıtlamaktadır…”
Sonra da Türkiye’de 10 yılda meydana gelen
yaklaşık 8 milyon kazada, 43 bin kişinin hayatını kaybettiği, 1 milyon 718 bin
kişinin de yaralandığı trafik sorunu… Bu mesele de sürdürülemez kapitalizmin
otomobil “uygarlığı” tarafından çözülemez!
DOĞAYI VE İNSAN(LIK)I ANCAK İSYAN KURTARIR
Sürdürülemez
kapitalist yıkım şahsında yerküre ve coğrafyamızdaki çevre hâli bu ve böyle!
Bu hâle ancak
yaşamı yani doğa ile insan(lık)ı militanca savunan isyanlarla “Dur”
denilebilir…
Örneğin şehir
plancılığının duayenlerinden Prof. Dr. İlhan Tekeli, Gezi eylemlerinin Türkiye’de
ilk defa iktidar odaklı bir demokrasi anlayışı yerine insan odaklı bir
demokrasi arayışını ortaya çıkardığını vurguladı. Mimar ve edebiyatçı Cengiz
Bektaş da Gezi Direnişi’ni doğrudan demokrasiye atılan bir adım olarak
niteleyerek “Bu kuşak sonuna kadar direnebilirse hiçbir şey eskisi gibi olmaz,”
diye ekledi
Kolay mı?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yayınlanan telefon görüşmelerinde ikinci yolsuzluk
dalgasında ismi geçen bir işadamıyla “yüzde 6 pazarlığı” yaptığı yasanın, Gezi
Direnişi sayesinde yasalaşmadığı ortaya çıktı.[33]
Sürdürülemez
kapitalizmin, çevre ve kent isyanlarını artık daha da fazla devreye sokacağı bir
“sır” değildir.
Çünkü Hüsnü
Öndül’ün ifadesiyle, “Gezi Parkı sorunu, bir insan hakları ve özgürlükleri
sorunudur. Park sorununda çevre hakkına odaklanabiliriz… Sorunu kentli hakları
bakış açısıyla temellendirebiliriz. Nitekim, çevre, kentlerin fiziksel
görünümü, kentlerde dolaşım, ulaşım, tarihsel ve kültürel değerler konuları bu
sorunla birlikte gündeme oturdu.”
‘London School
of Economics’in direktörü ABD’li sosyolog Craig Calhoun’un, “Gezi’deki gibi
artık protestolar tek bir mesele etrafında buluşmuyor,” notunu düştüğü
başkaldırı, aynı zamanda bir özgürlük simgesi, bir politik özgürleşme
hareketiydi. Yani kimsenin ön plana çıkmadan sadece dayanışmanın var olduğu
insanca davranışlar bütünü, Gezi/ Haziran’ın kahramanları ise, ranta karşı hayatı
savunanlardı…
Gezi’de
başlayan ve coğrafyamızın bütün kentlerine yayılan direnişi Türkiye sınırlarını
aşacak ve tarihe kaydedilecek bir olay olarak görmemiz gerekir.
Talancıların, sömürücülerin yeryüzünü,
toprağı, suyu, havayı ve yeraltını “kâr daha çok kâr” hırsıyla cehenneme
çevirdiği sürdürülemez kapitalist yıkım sürdükçe, yeni ve daha kapsamlı
Haziran’lar boynumuzun borcudur!
O hâlde Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “kararttılar
gecemizi/ ısırdılar karanlıkta/ kanattılar türkümüzü/ kırdılar çiçekli
dallarımızı/ tükürdüler içine ekmeğimizin/ ağrıttılar ağrımızı/ ağrıttılar
vatan vatan/ ağrıttılar dünya dünya,” diye betimlediği sürdürülemez
kapitalizmin koşullarında, Etienne de La Boétie’nin, ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’indeki
uyarıyı[34] “es” geçmeksizin; Nâzım Hikmet’in haykırdığı üzere, “Yaşamak! Bir ağaç
gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim!” diyebilmek
için Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Uyan ey köşem bucağım…/ Kırık kolum, eğri
boynum,/ Sağır kapım, dilsizim,/ Vaktidir direnmenin;/ Vaktidir şimdi…”
dizeleri haykırmalı ve Turgut Uyar’ın, “Ve bizim bir haziranımız/ bir yıl kadar
yetecektir dünyaya” uyarısını asla unutulmamalıyız…
27 Şubat 2014 14:40:09, Ankara.
N O T L A R
[1] 2
Mart 2014 tarihinde İstanbul Sarıgazi’de Munzur Kültür Derneği’nin “Gezi’den
Munzur’a” başlığıyla örgütlediği VI. geleneksel dayanışma etkinliğinde yapılan
konuşma… 21 Mayıs 2014 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Topluluğunun
kütüphane önündeki çimlerde gerçekleştirdiği “Anadolu’da Ekolojik
Yıkım Madenler, HES’ler, Nükleer” başlıklı etkinlikte yapılan konuşma… 25
Haziran 2014 tarihinde Konur Sokak’taki (Ankara) “9. Sokağa Şarkı Söylüyoruz
2014” başlıklı Kazım Koyuncu’yu Anma etkinliğinde yapılan konuşma… Newroz,
Yıl:8, No:254, 20 Temmuz 2014…
[2]
“Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsını
karşılamaya yetecek olanı değil.” (Mahathma Gandhi.)
[3]
George Ritzer, Küresel Dünya, Çev: Melih Pekdemir, Ayrıntı Yay., 2011.
[4]
Oktay Ekinci, “İstanbul İçin Alarm”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2013, s.3.
[5]
Güngör Uras, “AVM’lerde Dur Durak Yok”, Milliyet, 10 Şubat 2014, s.7.
[6]
Mehveş Evin, “Çevre Biziz”, Milliyet, 23 Kasım 2013, s.6.
[7]
“Doğanın Katliamı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2013, s.18.
[8]
Orhan Bursalı, “Kentte Yaşamın Sonu Ya İstanbul Ya İktidar”, Cumhuriyet, 9
Mayıs 2013, s.6.
[9] “Son
Kalan Yeşil Alan”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2012, s.3.
[10]
Nilgün Tekfidan Gümüş, “245 Bin Ağaç Ne ki”, Hürriyet, 15 Temmuz 2013, s.21.
[11]
Serkan Ocak, “Kanal İstanbul İklimi Bile Değiştirecek”, Radikal, 29 Ocak 2014,
s.4-5.
[12]
“İki Saat Yetmişti”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2013, s.24.
[13]
Ömer Şan, “Buna Değer miydi?”, Cumhuriyet, 20 Mart 2013, s.18.
[14]
Mahmut Lıcalı, “Yönetmelik Bekliyor, Atıklar Zehir Saçıyor”, Cumhuriyet, 28
Nisan 2012, s.20.
[15]
Ömer Erbil, “… ‘Küme’ Güme Gitti”, Radikal, 24 Eylül 2011, s.4.
[16]
İdris Emen, “Antik Kente Yedi Katlı ‘Koruma’…”, Radikal, 4 Aralık 2013, s.6-7.
[17]
İdris Emen, “Antik Kentin Üstüne AVM İzni Çıktı!”, Radikal, 6 Mart 2013, s.4-5.
[18]
“1600 Yıllık Kilise Kalıntısı Üzerine Mescit”, Radikal, 3 Şubat 2014, s.4-5.
[19]
Ömer Erbil, “İşte BİM’in Mozaikleri!”, Radikal, 6 Şubat 2014, s.4-5.
[20]
Ömer Erbil, “Valilikten Tuhaf Yanıt: Abartmayın”, Radikal, 3 Aralık 2013,
s.4-5.
[21]
Rifat Başaran, “Çaldağı SOS Veriyor”, Radikal, 3 Temmuz 2012, s.4.
[22]
Ömer Erbil, “Bodrum’da Park Alanı Satışa Çıktı”, Radikal, 11 Mart 2013, s.4.
[23]
Ömer Erbil, “Gökçeada’daki Oteli Kimse Durduramadı”, Radikal, 20 Mart 2013,
s.4-5.
[24]
Oktay Ekinci, “Halka Yalan Söylüyorlar”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2012, s.9.
[25]
Doğan Hasol, “Kentler, Planlama ve Siyaset”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2013, s.2.
[26]
Rıfat Doğan, “Yolsuzluğun İtirafı Resmi Gazetede”, Sol, 18 Ocak 2014, s.3.
[27]
Serkan Ocak, “Polonezköy’e ‘Betonkent’ mi Geliyor?”, Radikal, 8 Ocak 2014,
s.4-5.
[28]
Ömer Erbil, “Ataköy Sahilde Skandal”, Radikal, 23 Ocak 2014, s.6-7.
[29]
“Hukuk Dışı ve Skandal”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.6.
[30]
Özdemir Özkan -Hasan Çilingir, “O Villalar İçin Yıkım Kararı Aldık, Uygulayacak
Babayiğit Arıyoruz”, Zaman, 6 Şubat 2014, s.12.
[31]
“Demirören Ailesi ‘AVM’ Davasında Beraat Etti”, Radikal, 6 Şubat 2014.
[32]
Olgu Kundakçı, “Restorasyon Dendi, Gökdelen Çıktı”, Birgün, 25 Ocak 2014, s.3.
[33]
Mahmut Lıcalı, “Ormanları ‘Gezi’ Kurtardı”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2014, s.4.
[34]
“Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk kölelik ortamı içinde büyütülüp
eğitilirler. Dolayısıyla bu insanlar, siyasal iktidarı tehlikeye sokacak
herhangi bir eyleme kalkışmazlar. Böyle bir eylemin getirdiği özgür düşünceden,
özgür iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimserler, sürdürdükleri
yaşamın dışında başka yaşam biçimlerinin bulunduğunun ya da bulunabileceğinin
farkında bile olamazlar.” (Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev:
Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Yay., 1995.)
Yorumlar