Sinemayı sinema yapan faktörlerin en önemlilerinden biri de, - yaratıcı olması kaydıyla- yönetmendir. Murathan Mungan’ın, “Hepimiz ...
Sinemayı sinema yapan faktörlerin en önemlilerinden biri de, -yaratıcı olması kaydıyla- yönetmendir.
Murathan Mungan’ın, “Hepimiz varoluşumuza bir anlam ararız. Kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil. Hayatı biraz da kendimiz yaparız,” deyişindeki üzere; film bağlamında da varoluşumuza anlam katan şeylerin yapımında, yaratıcı yönetmen(ler) kilit önemdedir.
“YABANCI” YÖNETMEN
Bir an Eisenstein’ı, Fellini’yi, Kusturica’yi, Tarkovski’yi; ya da “Eğer filmim bir tek kişiyi mutsuz edebilirse, işimi başarmışım demektir,” diyen Woody Allen’ı; veya “Sinema, dünyanın en güzel sahtekârlığıdır,” kaydını düşen Jean-Luc Godard’ı; sonra da Alfred Hitchcock’un, “Sinema sıkıcı yerleri makaslanmış hayattır,” saptamalarını anımsayın…
İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın, “Sinematografi insanın yüzü” notunu düştüğü tabloda, beyaz perdenin Dostoyevski’si olarak anılması mümkün olan Costa Gavras’ın düştüğü şu not, yaratıcı yönetmenin “gizi”ni de ortaya koyar gibi:
“Benim sırrım yok. Evet, evet benim sırrım yok. Ben filmlerimi tutkumla aşkımla ve aynı zamanda sevmediğim şeylere olan nefretimle yapıyorum. Bu kadar.”
Evet bu kadar; bunun böyle olduğunu Fritz Lang örneğinde görebiliriz![2]
Çünkü Godard’ın dediği gibi, kameranın bir ahlâkı vardır. Dünyada olup biten her şey bir ahlâk ve vicdan sorunudur.
Bu bağlamda Fellini, “Sinemanın onurunu hep korumuş”ken;[3] Andrey Tarkovski (1932-1986) de, “Koca bir evreni içinde taşıyan insan: İşte benim tek ilgi odağım,” derdi.
Unutulmasın: “Sinemam belleğe dayanıyor… Sinema benim anımsama yolum,” notunu düşen Apichatpong Weerasethakul’dan, dünyaya gözlerini Filistin’inde çatışma ve kaosun içinde açan yönetmen Elia Süleyman’a veya Ülkü Tamer’in ifadesiyle, “Sinemanın keyfini çıkaran”, “dalgasını geçen, eğlenen, kamerayı bir cin çocuğun oyuncağı gibi kullanan yönetmen” olarak anılan François Truffaut…
Yaratıcı yönetmen deyince ilk anımsadıklarım bunlar ya da zikredemediğim benzerleri…
Ama hayır! İngilizlerin aykırı yönetmenlerinden Peter Greenaway’ın, “Sinema daha da sıkıcı hâle geldi,” notunu düştüğü güncel tabloda sözünü ettiği yaratıcılık, “Abartının heyecanı”[4]olarak anılan Quentin Tarantino olamaz ve değildir de![5]
Tıpkı “Romantik değilim” diyen ve “tüm karakterlere yüklediği soğuk ve itici havasıyla tanınan” John Malkovich gibi…
Hayır, burada bir tartışmaya girecek değilim; Uluslararası Locarno Film Festivali sanat yönetmeni Olivier Père’nin, “Polemik geçer, sinema kalır,” saptamasındaki üzere…
“YERLİ” YÖNETMEN(LER)
Bugünlerde “yerli” yönetmen(ler) deyince akla ilk gelen(ler) Yavuz Turgul, Erden Kıral, Çağan Irmak, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz vd’leridir “çoğunluk”…
Ancak filmi özgür kılan, zamanı mühürleyen unutulmaz yaratıcı yönetmenler asla bu kadarla sınırlı değildir; Bahadır Karataş’ın, “Lütfi Akad, Metin Erksan, Memduh Ün ve Atıf Yılmaz’ın eski dönem filmlerinden keyif alıyorum hâlâ,” notunda vurguladığı üzere…
Kolay mı?
Murat Özer’in, “Sinemamızın en büyük sıkıntılarından biridir ‘yaratıcı yönetmen’ eksikliği. Kendi kişiliğini sinemasına yansıtan ve anlatımını bir tür ‘imza’ hâline getiren yönetmenler, neredeyse parmakla sayılacak kadar azdır ülkemizde. Yılmaz Güney’i, Atıf Yılmaz’ı ya da Halit Refiğ’i bu anlamda öne çıkan isimler olarak görmek mümkünken, son dönemlerden Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan da ‘yaratıcı yönetmen’ kavramına yakın duran sinemacılarımız arasında gösterilebilir,” diye betimlediği tabloda “Uzun yıllar sinemamızı etkileyen tiyatrocular döneminden (1923-1950) sonra gelen sinemacılar kuşağının (1950-1960) ustası Lütfi Akad’dır, onu Memduh Ün’le, Osman Seden izler. Akad kendinden sonraki birçok sinemacıyı etkilemiştir. Bu dönemde sinema dili önemsenmiş, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Yılmaz Güney gibi önemli isimler yetişmiştir. Artık daha önce tabu sayılan konular ele alınır, toplumsal alt katmanlar ön plana çıkar, Gerçekçilik, Halk Sineması, Devrimci Sinema, Ulusal Sinema gibi kavramlar tartışılır.”[6]
Yeri gelmişken bir şey daha: “… ‘Susuz Yaz’la Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı almak gibi sinemamız için kilometre taşı olan bir başarıya imza atan, ‘Sevmek Zamanı’ gibi unutulmaz bir tutku (aynı zamanda şiirsellik) başyapıtı ortaya koyan, Shakespeare’in ‘Hamlet’ine alabildiğine ‘farklı’ bir yorum getirdiği ‘Kadın Hamlet’le cesaretini alkışlatan, korku klasiği ‘The Exorcist’in (Şeytan) yerli versiyonunu çeken, anlatımında olduğu kadar filmlerinin müziklerinde de cesur tavırlar sergileyen, birçok filmi nedeniyle sık sık sansürle başı derde giren, çizdiği yoldan taviz vermeyi düşünmeyen, dolayısıyla da ‘yaratıcı yönetmen’ kavramının Türkiye’deki ilk temsilcisi olmayı başaran ‘ustaların ustası’ Metin Erksan Sineması...”[7]
Ancak yine polemiğe yol açmak gibi bir kaygım olmadığının altını çizerek, “Yılmaz Güney’le aramda nefret aşkı (hassliebe) vardı. Ben hem onun sinemasına hayrandım hem de davranışlarını eleştiriyordum,”[8] diyen Erden Kıral, veya “İnançsızlık ahlâki olarak kendimi koyduğum yer. İnsan başta kendisi olmak üzere, önüne konan her şeyi sorgulama gücüne sahip olmalı. Böyle bir nokta insanı inançsızlığa götürüyor. Her şeye karşı. Ben böyle biriyken, böyle düşünürken kendimle çok çelişiyorum,” notunu düşen Zeki Demirkubuz’un ya da benzerlerinin “yaratıcı yönetmen” olarak algılanıp, sunulmasının da mümkün olmadığı kanaatindeyim…
ÖMER LÜTFİ AKAD
İlk filmi 1949’daki ‘Vurun Kahpeye’den itibaren Türk sinemasını şekillendiren, Muhsin Ertuğrul’un kurduğu tiyatrocu sinemacılar döneminden çıkışın ilk ismi olan Akad’ın çizdiği yol, Türkiye’de sinemayla ilgilenen yönetmeninden eleştirmenine herkesi değiştirdi. Sinema tarihçisi Burçak Evren’in ünlü tabiriyle, “ustasız usta”ydı.
“Soru soran yönetmen”di…
Sinemanın “Koca çınar”ı olarak anılırdı…
“Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim… Kaldım da,” derdi…
Mayıs 2004’te, bir televizyon konuşmasında “Ellerim tutmuyor, gözlerim eskisi gibi görmüyor, film çekemiyorum, böyle yaşamak neye yarar?” sorusunu dillendiren çocuksu içtenliğiyle, Türkan Şoray ile İzzet Gunay’ın oynadığı ‘Vesikalı Yarim’in yönetmeni unutulur mu, unutulabilir mi?
Çağan Irmak’ın, “Bir dahiydi” nitelemesini sonuna dek hak eden ‘Hudutların Kanunu’nu, ‘Ana’yı, ‘Kızılırmak Karakoyun’u yapar, ‘Gelin’i, ‘Düğün’ü, ‘Diyet’i çeken O, “Sabır, cesaret ve heyecan”ın yaratıcılığıyla müsemmaydı…
Akad, Türkiye sinema tarihinin bir dönemini aydınlattığı gibi sinema eğitimi alanında da gösterdiği sabır, cesaret ve heyecan ile günümüz Türkiye sinemasını şekillendiren pek çok genç yönetmen yetiştirdi. Politik tartışmaların, sinema alanında ideolojilerin çatıştığı dönemlerde, bir sinemacının hayata bakışını en iyi daha yetkin, daha güzel filmler üreterek gösterebileceğini ispatlayan Akad, hayatında sanatı ve dostları dışında her şeye ve herkese belli bir mesafede kaldı. Böylece “üretmekle kalmayıp ürettiklerinin üzerine düşünen, her deneyimini sorgulayıp sonuçlar çıkaran ve sinemanın tüm süreçlerinde aktif rol oynayan” bir sanatçı olarak bir örnek teşkil etti.
İş bu nedenle, “Ömer Lütfi Akad, yalnızca büyük bir usta değildi. Türk sinemasının kurucularındandı ve birçok nesle ‘Hoca’lık yapmıştı. Akad sinemasından etkilenen, onun sinemasını örnek alan birçok sinemacı için de hep bir ‘Hoca’ydı o,” der Mehmet Açar…
Sonra da ekler Kadir İnanır, “Türk sinemasının en önemli taşlarından biriydi. Sinemamızı batının esaretinden kurtaran, çok iyi isimler yetiştiren bir yönetmendi…”
Tarık Akan, “Zeki Ökten, Yılmaz Güney, Şerif Gören ve ben, sinemacılığı ondan öğrendik…”
Hülya Koçyiğit, “Türk sinemasının ustası temel direği sinemayı kuran isim, benim ustam…”
Filiz Akın, “Hem biz oyuncular hem de sinemacılar için bir okuldu…”
Fatma Girik, “Türk sinemasının duayeniydi. Çok büyük bir üstattı…”
Halit Akçatepe, “Türk sinemasının öncülerinden biriydi. Onun yerine büyük bir yönetmen gelmedi…”
Şerif Gören, “Ömer Lütfi Akad, ustaların ustasıdır,” diye…
Evet Onun için Atilla Dorsay, “Kuşku yok ki sinemamızın en büyük birkaç ustasından biri ve ayrıca çağdaş Türk sinemasının kurucusu idi…”
BDP İstanbul Milletvekili, yönetmen, senarist Sırrı Süreyya Önder, “Türkiye sinemasında yönetmenler devrini başlatan, Yılmaz Güney sinemasının oluşmasına önayak oldu...”
Yönetmen Ali Özgentürk, “Çehov der ki, ‘Hepimiz Gogol’un ‘Palto’sundan doğduk’. Hem biz hem sinemamız onun sinemasından doğup çeşitlenerek geliştik. Sinemanın ışığını tiyatro sahnelerinden alıp sokağa, bizim insanımıza döndüren ilk sinemacımızdı. Hepimizin ilk büyük ustasıdır,” notunu düşerler haklı olarak…
Kolay mı? Daha ilk yapıtlarıyla, Türkiye sinemasında “tiyatrocular dönemi”nin kapanıp “sinemacılar dönemi”nin başlamasını sağlayan, 1960’lardaki yeni atılımıyla da yeni dönemin hazırlayıcısı olmuştu.
Gerçekçi yaklaşımı, gerçek insan tipleri ve kendine özgü diliyle sinemada çok şeyi değiştirdi.
“Yılmaz Güney’le 1967 yılında birlikte yaptığı ‘Hudutların Kanunu’, Akad sinemasının dönüm noktası oldu. Bu filmden sonra sinema tarihinin en önemli üçlemesi olan ‘Gelin’, ‘Düğün’ ve ‘Diyet’ ile Türkiye’de iç göç sorununu ele alan filmler yapan usta yönetmen,… hikâyeleri ele alış tarzı ve onları anlatımındaki yalınlıkla beraber o güne kadar stüdyoda dekor ve oyuncuların etrafında dolaşan kamerayı sokağa çıkararak Türk sinemasına devrim niteliğinde bir bakış açısı getirdi.
Akad sinemasında bir dekordan söz etmek mümkün değildi; onun sinemasında mekân ve öykü vardı. Akad’ın filmleri doğrudan veya dolaylı olarak politik, kültürel, sosyal, tarihî ve siyasî tonları içinde barındırdı.”[9]
Türkiye sinemasında kamerayı ilk kez sokağa indiren yönetmen olarak anılan Akad, bunu ‘Kanun Namına’nın çekimlerinde bir tür gizli kamera kullanarak gerçekleştirir. “Kamerayı sokağa çıkarttığım doğrudur. Benden önce yoktu. Sokak sahnesi varsa bile kamera bir evin penceresinden sokağı görürdü. Senaryoda sokak var. Kamerayı sokağa çıkarırsak daha iyi olacak. Biz bunu zorladık, yaptık. İyi de oldu,” der…
Nihayet son sözü, “Akad’ın sinemamız içindeki önemi nedir?” sorusunun yanıtını arayan Zahit Atam’a bırakırsak:
“Tek kelimeyle Anadolu’ya özgü bir sinema dilinin, dışsal dünyanın yanı sıra iç dünyanın da resmedilmesine izin veren anlatıların, hikâyenin yanı sıra sosyal dokunun da ortaya çıkarılmasının, sınıfsal olarak ezilenlerin, tarihiyle barışık bir bugün analizinin inşa edilmesi sürecinde, Akad bizim sinemamızın büyük keşfedicisidir ve ilk ustasıdır, ustasızlığın acısını çok çekmişse de. Gerçekten de pek çok büyük sinematografik yaratımın sinemamızdaki ilk keşfedicisiydi, bunun yanında ise Yılmaz Güney’in gerçek ustasıydı, Güney’de onu en iyi anlayan öğrencisiydi…”
ATIF YILMAZ
Ve… 5 Mayıs 2006’da 81 yaşındayken perdeyi indiren, yarım yüzyıl süresince, konu bakımından öz kaynaklara dönmeyi yeğleyip komediden drama, epikten polisiyeye bütün farklı türleri deneyerek yeni üslup arayışlarına giriştiği 114 film yapmış, ölene dek sinemamızın en verimli ve önemli yönetmenlerinin başında gelmişti Atıf Yılmaz…
9 Aralık 1925 Mersin doğumlu Yılmaz, ortaöğreniminin ardından bir süre İstanbul Hukuk’a devam edip rotayı Güzel Sanatlar Akademisi’ne çevirdikten, 1947’de Asmalımescit’teki Nuri İyem atölyesine devam ettikten ve ‘Tavanarası Ressamları’ sergisine katıldıktan sonra 1950’de Semih Evin’e ‘Allah Kerim’ filminde çıraklık ederek sinemaya girdi. Dönemin tutulan oyuncularından Hüseyin Peyda’nın yönetip oynayacağı, gişede çok iyi çalışan ve ağdalı Doğu melodramları denen türü de başlatan ‘Mezarımı Taştan Oyun’un (1951) senaryosunu yazdı.
İlk filmi “Kanlı Feryat”ı 1952’de çeken Yılmaz, Kemal Bilbaşar’ın iki öyküsünden uyarlayarak kasaba gerçeğini ele aldığı, toplumsal içerikli ‘Gelinin Muradı’yla (1957) Ethem İzzet Benice, Esat Mahmut Karakurt, Aka Gündüz gibi yazarların piyasa romanlarından yapılan vasat uyarlamalara dayanan ilk dönem filmlerinin en başarılısını imzaladı. Zaten daha sonra filmografisinde Yaşar Kemal (‘Murad’ın Türküsü’- 1965, ‘Ölüm Tarlası’- 1966), Orhan Kemal (‘Suçlu’ - 1960), Haldun Taner (‘Keşanlı Ali Destanı’ - 1964), Vedat Türkali (‘Dolandırıcılar Şahı’ - 1961), Kemal Tahir (‘Battı Balık’ - 1962, ‘İki Gemi Yanyana’- 1963), Orhan Hançerlioğlu, Recep Bilginer vb. gibi namlı edebiyatçılarla sürekli çalışmayı sürdürecektir üstat. ‘Ah Güzel İstanbul’, ‘Kozanoğlu’, ‘Pembe Kadın’, ‘Köroğlu’ vb. gibi, “iyi niyetli ama olmamış” filmleriyle sona eren 1960’ların ardından yeni biçim-anlatım denemelerine giriştiği 1970’lerde Aragon’un dünyanın en güzel aşk romanı dediği, ünlü Cengiz Aytmatov eserinden uyarladığı ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ ve kırsaldaki bağnaz inançlara dair bir gazete haberine dayanan ‘Adak’la iki küçük başyapıt ortaya koydu.
Kadının kimlik arayışını konu edinen, Müjde Ar’ın başını çektiği ‘Kadın Filmleri’ denen yeni bir dönemi de başlattığı 1980’leri, gözde yıldızı Türkan Şoray’ın taşradaki çevre baskısına direnip özgür seçimini yapan, kasabalı bir kadını oynadığı, Necati Cumalı uyarlaması ‘Mine’, İlyas Salman’lı ‘Talihli Amele’, ‘Dolap Beygiri’, Müjde Ar’lı ‘Adı Vasfiye’, ‘Aahh Belinda’, Duygu Asena’dan uyarladığı ‘Kadının Adı Yok’, Türkan Şoray’lı ‘Hayallerim, Aşkım ve Sen’ gibi seçkin fantezi filmlerle geçirdi…
Atıf Yılmaz kuşkusuz, “Türk sinemasının en uzun soluklu yönetmeni” unvanını hak etmektedir hâlâ Sungu Çapan’ın belirttiği gibi…[10]
HALİT REFİĞ
Yine Zahit Atam’ın, “Halit Refiğ’de ne kadar resmî tarih yanlısı ve kendince gerçekliği yapay bir şekilde kurarak, meşrulaştırma çabası varsa” notunu düştüğü “Türk sinemasının köşe taşlarından biri” olan ve “Biz Yeşilçam’da genelev sermayesi, mafya sermayesiyle film yapıyorduk. Manukyanların sermayesiyle film yaparken hiçbir azap duymuyorduk, Dündar Kılıçların sermayesiyle yaparken de. Mesele, yapacağın işe güvenin,”[11] diyen Ona gelince…
Irmak Zileli’nin, “Halit Refiğ’in ‘yaşam kaynakları’ndan biri ‘doğruyu aramak’ ise, öteki sevgiydi. İnsanlara, hayvanlara ve tüm doğaya, aslında evrene, bitip tükenmeyecek bir sevgiyle yaklaşıyordu. Kuşkusuz bu da eninde sonunda, o sözünü ettiği ‘benliği ve egoyu aşabilmek’ felsefesine yaslanıyordu,” diye tanımladığı Halit Refiğ için “Kimdir?” sorusuna Sennur Sezer’in verdiği yanıtta şudur: “Öncelikle bir sinema ustasıdır. Onun 1975’te çektiği Aşk-ı Memnu ile günümüzdeki diziyi kıyaslamak bile onun ustalığının kanıtıdır... Sonra, ‘ulusal sinema’ akımının öncülerindendir…”
Halit Refiğ, “Ulusal Sinema Kavgası’nda Batı ve Türk sanatları arasındaki temel ayrımının ‘birey/fert’ olduğu”nu vurgulayarak şöyle tanımlar: “Batı sanatlarını Türk sanatlarından topyekûn ayıran en önemli temel mesele, ferdiyet meselesidir. Batı sanatları toplumsal bir konu anlatsa bile, bireyin dramı üzerine kurulmuştur. Geleneksel ve klasik Türk sanatlarında (yani ister halk, ister saray sanatı olsun) fert önemli rol oynamaz. Önemli olan toplumun içinden temsilci tiplerin tasviri ve kamusal bilinçtir.”[12]
AHMET ULUÇAY
Sonra da ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ başlıklı çok ödüllü ilk uzun metrajlı filmiyle sinemaya tutkusunu kendi hayatı üzerinden anlatan, 55 yaşında (2009) kaybettiğimiz yönetmen Ahmet Uluçay…
Özcan Alper’in, “Sinema yapmak imkânla ilgili değil, tutku işi. Saflık ve tutku, Uluçay’ın sineması için yapılabilecek en doğru tanım,” betimlemesini sonuna kadar hak eden O; yönetmen Reis Çelik’in, “Tarif edilmesi zor insanlardandı; sinemamızın Aşık Veysel’i, Nasreddin Hocası, Pir Sultan Abdal’ıydı” diye tarif ettiğiydi…
YUSUF KURÇENLİ
Nihayet bizi en son terk edip giden Yusuf Kurçenli…
“Karadeniz’e ait bir dik duruş ve dikbaşlılığı vardı,”[13] nitelenmesiyle çok önemli filmlere imza atan O, 1947’de Rize’nin Çayeli ilçesinde doğdu ve 65 yaşında ayrıldı aramızdan…
İstanbul Üniversitesinde gazetecilik okuyan Kurçenli, 1973 ile 1980 yılları arasında TRT’de yapımcı ve yönetmen olarak çalıştı. İlk filmi ‘Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe’yi 1983’de çeken Kurçenli, sonraki yıllarda yönettiği filmleriyle değişik festivallerde ödüller kazandı.
Kurçenli, ‘Baba Evi’ ve ‘Kurşun Kalem’ gibi TV dizilerini de yönetti. Kurçenli, 13. İstanbul Film Festivali’nde (1994) ‘En iyi Yönetmen’, 16. SİYAD Türk Sineması Ödülleri’nde (1994) ‘En iyi Film’, 7. Ankara Film Festivali’nde (1995) ‘En iyi Özgün Senaryo’ ve ‘En iyi Yönetmen’ ödüllerini kazandı.
Kurçenli, ‘Karartma Geceleri (1990)’, ‘Raziye (1990)’, ‘Taşların Sırrı (1992)’, ‘Umut Taksi (1993)’, ‘Çözülmeler (1994)’, ‘Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey (1995)”, ‘Antika Talanı (1997)’, ‘Çemberler (2000)’, ‘Gönderilmemiş Mektuplar (2002)’, ‘Bebeğim (2006)’, ‘Gurbet Kuşları (2008)’ ve ‘Yüreğine Sor (2010)’ gibi çok sayıda filmi yönetti.
2009’deki son filmi ‘Yüreğine Sor’ için “Bu benim ilk filmim” diyordu. Zira, XIX. yüzyılda geçen bir aşk hikâyesi üzerinden dinsel ayrımcılığı, Karadeniz’de yaşayan gizli Hıristiyanlar meselesini gündeme getirdiği ‘Yüreğine Sor’ onu Rize Çayeli’nde geçen çocukluğuna, bir anlamda köklerine götürüyordu:
“İlk filmler genelde insanların otobiyografik filmleri olur. Anıları, yaşadıkları, özel heyecanları, sevgileri, korkuları... Bir şeyi dışa vurmak... İnsan kendisine ve geçmişine dönüyor. Ben böyle bir şeyi ancak bu filmimde yapabildim de ondan ilk. Bütünüyle kendime dair bir hikâye oluşturamadım ama çocukken duyduklarıma, hayal meyal hatırladıklarıma, kulağıma fısıldanmış şeylere, zamanla, bilgilendikçe yeni anlamlar verdim ya da onlar yeni anlamlar kazandı. XIX. yüzyılda Karadeniz, Ortadokslarla Müslümanların birlikte yaşadıkları bölgeydi. Bir dönem insanlar kendi dinlerini saklayıp Müslümanmış gibi gözükmüşler,” sözlerinde anlatır bu filmin öyküsünü…
Sanat hayatı boyunca ürettiği filmlerle birçok değişik festivalden ödülle dönen yönetmenin filmografisinde göze çarpan en önemli film ise ‘Rıfat Ilgaz’ın aynı adlı romanından uyarladığı ‘Karartma Geceleri’. Başrolünde Tarık Akan’ın oynadığı bu film Türkiye’nin bir diğer karanlık dönemini otobiyografik bir şekilde ele alıyordu.
Çektiği edebiyat uyarlamalarıyla geniş kitlelere ulaşan yönetmen önce Sabahattin Ali’nin aynı adlı eserinden, Türkan Şoray’ın başrol oynadığı Gramofon Avrat’ı, sonra Melih Cevdet Anday’ın romanı ‘Raziye’yi sinemaya uyarladı.
“Uyarlamaların Ustası”[14] diye anılan O’na dair Rutkay Aziz, “Nâzım Hikmet Vakfı’nın kurucusuydu. Güzel adamdı Yusuf. İnsansever olması, gerçekçi ve emeğin kavgasına inanmış olması onu güzel kılıyordu. Doğumla ölüm arsındaki ince çizgiyi hak ederek yaşadı...”
Nesteren Davutoğlu, “Ateşli bir yüreği vardı...”
Hülya Koçyiğit, “Lütfü Akad’ın da çok sevdiği bir talebesiydi. Türk Sineması’nda çok önemli bir yeri vardı…”
Türkan Şoray, “Yaptığı filmler duygu yüklüydü. Çok naif, çok güzel bir insandı…”
Kadir İnanır, “Müthiş bir insandı…”
Onun için 1975’ten beri dostu ve meslektaşı Yavuz Özkan, Kurçenli’nin ölmeden önce iki yeni proje üzerine çalıştığını belirterek, “Bir araya geldiğimizde, Kurçenli ile yeni projeleri üzerine konuşuyor, tartışıyorduk. İki projede de ölüm yoktu, hayat vardı,” derken Onu anlatıyordu…
Evet, yeniden yaratıcı yönetmenlere muhtacız; hem de Karl Marx’ın, “Eleştiri, zincirin üzerindeki hayali çiçekleri koparıp attıysa, bunu, insan zincirine naz etmeden ve avuntusuz katlansın diye değil, zincirini söküp atarak gerçek çiçeği kopartsın diye yaptı,” uyarısını unutmadan…
8 Mart 2012 13:48:15, Ankara.
N O T L A R
[*] İnsancıl, Yıl:22, No:263, Haziran 2012
[1] V. İ. Lenin.
[2] Fritz Lang (1890-1976), sessiz sinema döneminin önde gelen film yönetmenlerinden biriydi. Dr. Mabuse (1922), Nibelungen (1924) ve bilim kurgu türünün ilk parlak örneklerinden sayılan Metropolis (1927) ile Alman dışavurumcu sinema akımının öncülerinden olmuştu. Naziler 1933’te Almanya’da iktidara gelince, propaganda bakanı Goebbels, ona devlet sinema kurumunun başına geçmesini önerdi. Faşizm karşıtı bir aydın olan Lang, bu öneriyi geri çevirdi, ardından da Nazilerle işbirliğini savunan eşini ve ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Önce Fransa’ya, oradan da ABD’ye göç etti. Ancak Hollywood’un ticari çalışma koşullarına uyum sağlayamadı. Burada filmler yapmayı sürdürse de eski parlaklığından eser kalmadı. (Turgay Fişekçi, “Fritz Lang’a Ne Oldu?”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2009, s.16.)
[3] Ülkü Tamer, “Sinemanın Onurunu Hep Korumuştu”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2011, s.15.
[4] Quentin Tarantino, Derleyen: Gerald Peary, Çeviren: Neşfa Dereli, Agora Kitaplığı, 2010
[5] “Tarantino’nun tüm filmlerinde akla hayale sığmaz bir abartı vardır. Tarantino, sıradanlıkların içine sıkışmış sıra dışılıkları sınırları tanımadan; vahşet ve fantastik öğeleri kullanarak hazırladığı diyaloglarla sunarken; normal olmanın anormalliğini haykıran sahnelerle filmlerini donatır. Bu sahneleri izlerken abartının heyecan verici deneyimini yaşarsınız.” (Beyaz Arif Akbaş, “Tezatlıkların Adamı Tarantino”, Radikal İki, Yıl:9, No:476, 30 Nisan 2010, s.16.)
[6] Aslı Selçuk, “Altmışlar: Türk Sinemasının Altın Çağı”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 26 Eylül 2009, s.8.
[7] Birsen Altıner, Metin Erksan Sineması, Pan Yay., 2005.
[8] Erden Kıral, Aynadan Yansıyan Hatıralar, Agora Kitaplığı, 2012.
[9] Nedim Hazar, “Türk Sineması ‘Koca Çınar’ını Kaybetti”, Zaman, 20 Kasım 2011, s.19.
[10] Sungu Çapan, “En Uzun Soluklu Yönetmen”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2011, s.16.
[11] Sinema’da Ulusal Tavır, Halit Refiğ Kitabı, Söyleşi: Şengün Kılıç Hristidis, İş Bankası Kültür Yay., 2007, s.336.
[12] Halit Refiğ: Doğruyu Aradım Güzeli Sevdim, Hazırlayan: Irmak Zileli, Bizim Kitaplar, 2009.
[13] Mahmut Nedim Hazar, “Sinemanın Muhalif Yerlisiydi”, Zaman, 23 Şubat 2012, s.21.
[14] Olkan Özyurt, “Uyarlamaların Ustasına Veda”, Sabah, 23 Şubat 2012, s.2.