“Kapalıyken, resim yapar gözlerim.” [1] Plastik sanatların bir dalıdır… Cisimler dünyasının, düşünceler dünyasındaki iz d...
“Kapalıyken,
resim yapar gözlerim.”[1]
Plastik
sanatların bir dalıdır…
Cisimler
dünyasının, düşünceler dünyasındaki iz düşümüdür.
Taş devrinde
ortaya çıkan ve yeni teknikler kazanarak ilerlemesini sürdüren sanat akımıdır;
düşünce ve duyguların imgelerle anlatılmasıdır.
Tutku, dil, aşk, boya, koku, heyecan ve
daha birçok sözcüğe bürünebilen biçimlerin, renklerim,
dokuların, ritmin ve müziğin armonisidir.
Simonides’in,
“Resim sessiz şiirdir, şiir ise konuşan resim,” diye tarif ettiği renkler,
biçimler dünyasıdır.
Resim bir
şiirdir; duygu ve düşünceleri, hâlet-i ruhiyeyi renklerle çizgilerle anlatma
biçimidir; hayattır; buram buram yaşam kokar; aşktır, aşık olmaktır; fark
etmektir iyiyi, güzeli, gerçeği.
Hayal gücünün
kağıt, tuval veya herhangi bir zeminde somutlaştırılmasıdır.
Renkler ve
çizgilerle doğayı ve insanı anlatan büyülü bir dildir.
Hayalleri
gösteren/ gösterebilen aynadır.
“Görül(e)meyen
şeyleri”, görülür kılar.
İnsan(lık)a,
körlüğü(müzü) gösterirler.
İlhan Berk’in
dediği gibi, “Resim, içinde yaşanılan cehennemden kurtulmayı sağlayabilecek bir
duygu dışavurumu biçimidir.”
Aklın gördüklerini
göz için canlandırmaktır.
Resim sanatı
insanlık kadar eski bir tarihe dayanıyor. Mağaralarda gördüğümüz çizimler ve
yontmalar sanatın çıkış noktası.
Mağara
duvarlarından Meksika duvar resmi geleneğinin kurucuları Diego Rivera, José
Clemente Orozco ve David Alfaro Siqueiros’un yapıtlarına…
“Dönemin
güncel siyasetinin ve tarihin bir araya getirilip günün ve geleceğin yaşamına
ve sanatına yön vermesi, yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizginin sanatçının
aklı, ruhu ve elleriyle yoğrulup dokunulabilir bir ‘topluma mal olmuş sanatsal
ürüne’ dönüşmesi ve toplumun sesini oluşturmasının dünya sanat tarihinde çok
örneği vardır, ama belki de Meksika sanatındaki etkileri kadar güçlü bir
biçimde gözlemlenmesi mümkün olmayabilir. Yoksa Rivera’nın, Orozco’nun,
Siqueiros’un eserlerindeki o renk çılgınlığı, o güçlü karakter ve çizgi başka
nasıl açıklanabilir?”[2]
Evet, insana
insan(lık)ı şekille anlatma sanatıdır.
Yedinci sanat
için nasıl sinema diyorsak resme de birinci sanat diyebiliriz. Belki sözden
önce vardı…
Bakış
açılarının farklılıklarını ortaya çıkarandır...
Kolay mı?
“Kültürün en büyük aracı resimdir, müzik değil. Resimde coşku bile düşünceye
bağımlıdır, oysa müzik coşkuyu serpiştirir, dağıtır,” dedirtmiştir André
Gide’e...
Şimdi burada
birisi sorabilir: “İyi de, neden (ve nasıl) resim” diye…
Bu konuda Erol
Akyavaş, “Neden mi resim? Onsuz olamayacağı için, zorunlu, kaçınılmaz olduğu için...
Hani organik bir zorunluluk olduğu için. Sindirim sistemi ya da ‘sistem’den
çıkartmak gibi. Yemek yemek, yemeği sindirmek ya da kusmak gibi... Resme
mahkûmum, mecburum... Var olduğumu anlamak için…
Ben resmi,
resim beni yapıyor; belli bir işi, belli bir şekilde, belli bir zaman
noktasında yaptığım için varım. Ve bu işi her gerçekleştirdiğimde, her fırça
darbesinde, kendimi yeniden var ediyorum. Bazen iyi, bazen kötü, ama mutlaka
yeniden kendi varoluşumu keşfediyorum. Öteki insanlara ulaşabilmek için
kaçınılmaz bu... Başka bir deyişle ya resim, ya hiçlik, ölüm... Ben resimsiz,
resim bensiz olamayacağı, fiziksel olarak kaçınılmaz olduğu için resim
yapıyorum,” derken Naile Akıncı da ekler: “Tuvallerim mücadele sahamdır.”
Aynı konuda
Mehmet Güreli’nin altını çizdikleri şunlardır:
“Ressam
yolculuğu reddeden yolcu gibidir. Onu kimsenin beklemediğini bilir. Sadece
merak uyandırmakla kalmaz yolcu olmanın eşyasını da yüreğinde taşır. Arabaları
hazır etmek de böyle bir şeydir. Sanki bir yolcu olmaya hazırlanma, bir gösteri
gibi yerleşir resmin içinde; bavulsuz, hareketsiz bir Samuel Beckett kahramanı
gibidir.”
Ancak bu
kadarla sınırlı değil; “Resim, doğa ananın en soylu çocuğudur ve ondan
doğmuştur. Resim dilsiz bir şairdir. Resim öğrenmek, şekillerin söylediği türküyü
yakalamayı öğrenmektir,” diyen Leonardo da Vinci de olduğu gibi, “geleceğe
giden yolu da gösterir” resim.
“Nasıl” mı?
“The Guardian
yazarlarından Jonathan Jones, Rönesans hümanizminin simge adlarından Leonardo
da Vinci’nin resmettiği meleklerin bir özelliğini, meleklerinin ‘geleceğe giden
yolu gösterdiğini’ vurguluyor yazısında. Bunu söylerken de, öncelikle
Leonardo’nun henüz yirmilerindeyken, 1472-77 yılları arasında yaptığı ‘Meryem’e
Müjde’ adlı tablodan; daha doğrusu, o tabloda resmettiği meleğin, Meryem Ana’ya
İsa’nın doğacağını müjdeleyen Cebrail’in ‘kanatlarından’ yola çıkıyor. Jones’a
göre, ‘geleceğe giden yolu’ meleğin kanatları gösteriyor:
‘Leonardo,
hayal edilebilecek en şaşırtıcı canlılıktaki melek kanatlarını gençlik dönemi
yapıtlarından ‘Meryem’e Müjde’de resmetmişti. Bu kanatlar kullanışlı görünüyor
-belli ki, sanatçı, bir çift kanadın insan bedenine nasıl uyabileceği üstüne
derinliğine düşünmüş. Genç Leonardo, bu resmi yaparken, Floransa’da uçan bir
insanın betimini görebiliyordu- kentin çan kulesinde, efsanevi mucit
Daidalos’un kanatlı bir ortaçağ oyması vardı. Daidalos büyü ile değil, bilim
ile uçmuştu. Balmumundan kanatlar yapmış, ama oğlu İkaros güneşe çok yakın
uçtuğu için kanatlar erimişti.’
Jones’un
yorumuna bakılırsa, Leonardo, ‘Meryem’e Müjde’deki meleğin kanatlarında
Daidalos’tan esinlenmişti. Gerçek kanatlar için yapılmış tasarımlardı bunlar.
Leonardo, daha gençlik tablolarında, onu yaşamı boyunca büyüleyecek olan giz
üstüne, bir uçma aygıtının nasıl yapılabileceği üstüne düşünmeye başlamıştı.”[3]
BİR FARKLILIK, FARKINDALIKTIR RESİM
İnsan(lık)
tarihinde bir farklılık, farkındalıktır resim.
Mesela resmin
yalnız, heykelin kolektif bir çalışma olduğunu vurgusuyla, “Benim resimlerimin
‘sihirli gerçekçilik’le bir ilgisi yok; kimse boşlukta yüzmüyor ya da sarı
kelebeklerce kovalanmıyor. Olağandışı bir biçim, ama imkânsız değil,” diyen
Kolombiyalı Fernando Botero’nun her şeyi şişmanlatarak yeniden üreten
farklılık, farkındalıkla anlaması/ yansıtması gibi…
Benzer bir
şeyi Salvador Dali’de de görmeniz mümkündür.
Katalan
sanatçı Salvador Dali’nin yarım insanlarını, tablolarını hatırlar mısınız?
O, tablolarını
çizerken yarım bırakırdı hep insanları, nesneleri. Diğer yarısını tamamlamamızı
istercesine...
En “gizemli”
resimlerinden “Belleğin Israrı”, ürkütücü bir manzara içinde güneşten eğrilip
bükülmüş saatlerin betimlendiği 1931 tarihli yapıtında, “güneşte eriyen
kamamber peynirinden esinlediğini” söyleyen Dali; özellikle 1930’ların
sonlarına kadar bilinçaltı imgelemini irdeleyen yapıtlarıyla etkili olmuştu.
Gerçeküstücü
sanatçılar arasında sayılan ve “Gerçeküstücülerle aramdaki tek fark, benim
gerçeküstücü olmam!” sözü hiç unutulmayan Dali, 1928’de sanat eleştirmenleri
Lluis Montanya ve Sebastia Gasch ile beraber, sanatta modernizmi ve fütürizmi
savunan Sanat Karşıtı Katalan Manifesto’yu yazarken; eserlerinde kübizm ve
dadaizmin derin etkileri görüldü.
İfadeye gayret
ettiğim farkındalık konusunda sarsıcı bir diğer örnek de Frida Kahlo’dur
(1907-1954).
Kendini
hayatını resmeden O; Meksika Komünist Partisi’nin bir üyesi olarak, ülkesinin
insanlarının devrimci mücadelesini desteklemiştir.
Sanatçı,
devrimci, duvar ressamı Diego Rivera (1886-1957) ile tutku dolu bir ilişki
yaşamıştır.[4]
Bir otobüs
kazası sonrasında, sürekli yaşadığı ağrılar nedeni ile sırtına destek olması
için çelik korse giymek zorunda kalan Kahlo’nun yaşadığı olayların tümü,
sanatçının çalışmalarının içine bir şekilde girmiştir. Hem de öyle ki, hiçbiri
sanatçının resimlerine kendi dikkat çekici ve yalın fiziksel görüntüsüyle katılışları
kadar ilgi çekici olmamıştı.
Resimlerinde,
genellikle geleneksel ve şatafatlı kaftanlar içinde; etrafı gür ormanlarla,
yaramaz maymunlarla ve hatta papağanlarla çevrili bir biçimde görünür.
Kahlo’nun stili, Avrupa’daki sanat akımlarından, özellikle de sürrealizmden
etkilenmiştir. Her ne kadar sürrealistler çalışmalarına temel olarak hayal
dünyalarını almış olsalar da Kahlo, kendi hayatının acı dolu gerçekliğinde kök
salmıştır.
“Kırık Sütun/
The Broken Column” (1944) başlıklı çalışmasında, sanatçının zarar görmüş
omurgası, çatlak ve hasarlı bir şekilde ortaya çıkarılmış ve vücudu da
iğnelerle bir arada tutturulmuş gibi yansıtılmıştır. Sanatçının diğer
resimlerinde kalbi; büyük, vahşi ve kanlı detaylarla resmedilmiştir.
Sanatçının
hayatta neler çektiğini anlamanın en iyi yolu, 1939 yılındaki “What The Water
Gave Me/ Su Bana Ne Verdi” isimli çalışmasını incelemektir.
Eserleri
sürrealizmin öncüleri tarafından sürrealist olarak tanımlansa da, kendisi bunu
kabul etmeyi, “Benim bir sürrealist olduğumu düşündüler ama ben değilim, ben
kendi gerçekliğimi resmettim,” der.
Bu konu
sürrealizmin öncüleri ve sanat eleştirmenleri arasında çeşitli tartışmalara
neden olmuştur. Eserlerindeki otomatizm, yabancılaşma, zaman ve uzama
yaklaşımındaki “eşzamanlılık” gibi olgular incelendiğinde sürrealist olduğu
görülür. Eserlerinin büyük bir bölümü oto-portrelerden oluşur. Oto-portrelerde
kendi yaşamı, Meksika kültürü ve Aztek mitolojisine ait semboller kullanır.
Yapıtları Meksika kültüründe önemli bir yere sahip olan karşıtlılıklar üzerine
kurulmuştur. Bu açıdan yapıtları, gösterge bilim yöntemiyle resim analizi
yapmaya yeni başlayanlar için çok iyi malzemelerdir.
47 yaşında
iken, güncesine yazdığı son sözlerinde, “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla
geri dönmeyeceğimi umarım,” diyen Onu hem yaşama bağlayan hem de insanlar
dünyasının bir kıyısında gösteren resimlerinde ise anlattığı duygu tekti:
Yalnızlık…
Özetle
bambaşka açılardan bakmak, şaşırtmak, cinsel kimlik karmaşası, kendiyle
savaşmak, çirkinliğiyle barışmak, aşk, renkler, psikanaliz, serserilik,
cesaret, korkaklık, hedonizm, acılar, yüksek bir sanat ve aşırı derecede yüksek
bir ego, işte Frida Kahlo buydu; böylesi bir farklılık, farkındalıktı…
Ve İspanya
iç savaşında Franco’ya tepkisini
bu dönemde yaptığı, yumruğunu hiddetle sıkmış bir Katalan ırgatın faşizme
başkaldırısını gösteren “Aidez L’Espagne/ İspanya’ya Yardım Edin” başlıklı çalışmasıyla ölümsüzleştiren XX. yüzyıl sanatının en ilham
verici isimlerinden Joan Miró…
1924 yılında Sürrealist Manifesto’yu yayımlayan Andre Breton’un “İçimizdeki en sürrealist”
diye tanımladığı Joan Miró, canlı renklerin, kadınların, kuşların, güneşin ve
yıldızların göksel bir mekâna serpiştirildiği çocuksu ve nükteli resimleriyle
izleyiciye fantastik bir dünya sunar. 1893 yılında Barcelona’da doğan Joan Miró, eserlerine hâkim olan
hayat dolu şiirsel, ince zekâ ürünü ve doğaçlama atmosferle ön plana çıkar.
Miró’nun ilk dönemlerinde Fovizm ve Kübizm etkisinde yaptığı Katalan
manzaraları 1920’lerin
başlarında sürrealizm etkisiyle ‘rüya
resimlere’ doğru yönelir. 1930’larda ise İspanya’daki iç savaşa dönüşen siyaset nedeniyle Miró’nun Katalan kimliği ve yaşadığı çelişkiler bu
dönemde ürettiği eserlerde baskın hâle gelir.
Şiddetin ve ruhsal ıstırabın baskın olduğu bu
yıllarda eski düşsel ortamın yerini vahşet, eğilip bükülmüş, biçimi bozulmuş
figürler ve siyah renkler alır. Bu ruh hâline rağmen materyallerin alışılmadık
kombinasyonları üzerinde denemeler yapmayı sürdüren ve birbiriyle bağlantısı
olmayan imajları şaşırtıcı biçimde yan yana getiren Miró, bu keşifler sonucunda
resimlerinde sanata yaptığı en büyük katkılardan biri olan yeni bir işaret dili
geliştirir.
“Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri
çöküş içerisindedir” diyen Miró,
işaret ve sembollerden oluşan evrenini hep ilkel bir ressamın doğallığıyla
oluşturur ve ulaşmaya çalıştığı bu ‘saflık’ onu
çağdaşlarından ayıran en belirgin özelliği olur.
İZLEMEKTİR RESİM
İzlemektir
resim.
Resimde
izlenimcilik akımı XIX. yüzyılın ikinci yarısında ressamların stüdyo ortamını
terk ederek ışığın, özellikle gün boyu değişen ışığın izinin sürüldüğü, ışığın
ve görüntünün ressam üzerinde oluşturduğu etkilerin resmedildiği yeni sanat
anlayışını ifade ediyor. İsim babası ise bir sanat eleştirmeni olan Louis
Leroy’dur.
Claude
Monet’nin Le Havre limanında gün doğumunu resmettiği ‘İzlenim: Gün Doğumu/
Impression: Soleil Levant’ isimli tablosuna gönderme yapan Louis Leroy, benzer
resimler yapan dönemin ressamlarını biraz da aşağılamak amacıyla izlenimciler
olarak tanımlıyor ve akım ismini Monet’nin bu tablosundan alıyor.
İzlenimcilik
akımının Paris’te doğması ve başladığı dönem rastlantı değil. XIX. yüzyıl,
buhar gücünün kullanımı, demirin işlenmesi ve makineleşme ile hız kazanan
sanayi devriminin insanları değiştirip dönüştürdüğü, kırsal nüfusun
sanayileşmenin doğurduğu iş gücü açığını karşılamak için kentlere aktığı, başta
Paris olmak üzere kentlerin yıkılıp modern formlara göre yeniden inşa edildiği
bir dönem. Gelişen sanayi toplumu ile birlikte insanların doğadan uzaklaşıp
büyük fabrika ve işletmelere kapandığı modern Avrupa’nın simgesi hâline dönüşen
Paris’te yaşayan ressamlar, bilinen form ve normların ötesine geçip bir tür
sessiz protestoya başlarlar.
Stüdyoları
terk edip doğaya geri dönüşü simgeleyen sessiz başkaldırının ortaya çıkması
için Paris gereken ortamı ve şartları fazlasıyla sunmaktadır. Halk direnişinin
simgesi Paris komünü yenilmiş, halk iktidarı sona ermiş, III. Napoleon ile
imparatorluk geri dönmüştür. İzlenimci ressamlarla aynı dönemde orta Avrupa’da
yaşamış olan Franz Kafka, sanayileşme ile ortaya çıkan “modern” yeni toplumun
insanı doğasından ve kendinden uzaklaştırıp başka bir şeye, böceğe
dönüştürebildiğini, bu durumun insana nasıl kabul ettirildiğini, devletin nasıl
buharlaşabildiğini, korkular kaygılar üzerine nasıl ezici bir hukuk sistemi
inşa edilebileceğini ifade eden eserler kaleme alırken, Parisli ressamlar
sessiz başkaldırılarını resimlerine yansıttı.
Pissaro ile
başlayan ve Manet, Degas, Cezanne, Monet, Renoir ve Caillebotte ile devam eden
izlenimcilik akımı, modernleşme ve sanayileşme ile doğadan uzaklaştırılıp
dayatılan form ve normlara tıkılan “modern” yaşam tarzına sessiz bir isyan
olarak gün yüzüne çıkar. Ressamlar kapalı ortamlarda kurgusal olarak
aydınlatılmış obje ve şahısları resmetmek yerine doğaya açılıp ışığın gün
içinde değişimi ile birlikte meydana gelen hareketliliği ve etkilerini özgürce
tuvallerine aktarma çabasına girerler. İzlenimcilik moderniteye sessiz bir
başkaldırı olarak şekillenir.[5]
Monet’den
Renoir’a, Degas’dan Pissaro’ya empresyonistler, günlük hayattan sahneleri, kısa
anları, sıradan insanları resmettiler. Daha çok modern konuları kendi
algıladıkları gibi anlatmayı seçtiler. Bu yüzden dış mekânlarda resim yaptılar.[6] Sahneler, demiryolları, bulvarlar,
kafeler değişmez yerlerken; alt sınıflar ve köylüler en çok resmedilenler
arasındaydı. Tiyatro, opera ve seyircileri de empresyonist sanatçılar için
önemli temalardandı. Bunun en güzel örneklerinden biri Cassatt’ın 1880 yılında
yaptığı ‘Operada Siyahlı Kadın’ resmidir. Cassatt’ın bu eserinde resim ve
kompozisyon stili ile locadaki siyah elbiseli kadının salonun geri kalanıyla
nasıl bir karşıtlık içinde olduğunu görürüz.
Burada ressam,
halkın içine karışmış, özgürce gezinen zengin bir kadını gösterir. Resmin en
dikkat çekici yönü ise kadının yüzüdür. Cassatt, operayı izleyen kadının inci
küpeleri ve onun saydam eldivenleriyle statüsünü vurgulamış ve duruşu ile
kendine olan güvenini ortaya koymuştur. Kadının elinin kıvrımını, karşısındaki
adamın vücudunun kıvrımının karşılamasına dikkat etmek gerek. Bir başka ilginç
nokta da, resimdekilerin gözlerinin görünmemesidir. Kadının ve adamın
ellerindeki dürbünler onların gözlerini kaparken; diğerlerinin yüzleri zaten
belli belirsiz resmedilmiştir ki, empresyonizm de budur, böyledir…
Ve
empresyonizmin büyük ustası da Claude Monet’dir.
Max
Seifert’in, “Tüm dünyası, tüm yaşamı resimdir. Yaşıtı Renoir gibi, resim
sanatının dışında bir kültürü yok gibidir. Onu ilgilendiren tarih, felsefe,
estetik, politika, günlük olaylar değil, ışık ve renktir.
Rengin ışık
olduğunun, bu izlenimci ressamlar kuşağı tarafından keşfedildiğini
söylediğimizde, bugün, hiç kimse inanamaz. Oysa, gerçek budur.
İzlenimcilerden
önce, hiçbir ressamın hatta, o Rönesans’ın her şeyi bilen ve hiçbir şeyi
bilmediğini de bilen, sanat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ustası Leonardo da
Vinci’nin rengin ışık olduğunu bilmemesine bugün kimi inandırabiliriz?
Oysa, fiziğin
bu yalın gerçeğinin, sanat alanında, ancak 1870’lerde farkına varılmıştı.
Sanatta devrimler, işler böyle başlar: Bilinmeyeni bilinir kılarak,”[7] diye betimlediği Monet konusunda
Georges Clemenceau da ekler:
“Işık
sağanaklarının insanın ağ tabakasına hücum ettiği uzam ve zaman okyanusunda,
gökkuşağı fırtınaları çarpışıp iç içe geçiyor, kıvılcım tozlarına dönüşüp
eriyor, dağılıyor, sonra tekrar bir araya gelirken duygularımızı coşturan
evrensel altüstlüğü doruğa çıkartıyor. Ressamın büyüsü, bu tanımlanamaz
kasırgada sınır tanımayan gözümüzü evrenin gücüyle yüz yüze getiriyor; bu
kasırga, ifade edilemeyen dünyanın kendini duyularımızda belli eden sorunudur.
(...)
Monet’nin
fırçasının ucunda karşılaştığı bu ‘dağılma’, bana göre, modern bilimin bize
gösterdiği kozmik gerçekliklerin mutlu bir aktarımından başka bir şey değildir.
Monet’nin atomların dansını resmettiğini söylemiyorum. Bütün söylediğim,
dünyanın ve unsurlarının bilimin keşfettiği salınımlı dalgalara tekabül eden
ışık dağılımlarıyla duygusal olarak temsilini gerçekleştirebilmek için büyük
bir adım atmamız gerektiği. Atomları bugünkü algılayışımız değişebilir, öyle
değil mi? Yine de, Monet’nin dehası dünyayı algılayışımızdaki kıyaslanamaz
ilerlemeleri mümkün kıldı.”
Kolay mı?
Erman Ata
Uncu, “Nilüferler, salkımsöğütler avangartla nasıl kesişir? Cevap, Monet’dedir…
Empresyonizmin öncülerinden biri olan Monet eserini fırça darbeleriyle, renk
oyunlarıyla canlı kanlı sundu izleyiciye,” derken; tam karşınızda duran bir
Monet tablosunda, gündoğumuna bakıyorsunuz. Ortada tupturuncu bir güneş. Fırça
darbeleriyle renklendirilmiş bir deniz ve teknede birkaç kişi. Renkler, fırça
darbeleri hepsi yerli yerinde ve sizi büyülüyor.
Bin bir çeşit
çiçeğin, salkımsöğütlerin, Japon köprüleri ve nehrin ışıkla ilişkilendirilerek
konumlandırıldığı tasarım harikasıdır Giverny’deki bahçesi... Bu bahçenin
yaratıcısı O...
Sakın ola
unutulmasın: “Bir Ressam ve bahçıvandır Monet”…
ELLERİN, DUVARLARIN DİLİDİR YANİ POLİTİKTİR
RESİM
Mesela
“Mutluluğun resmi çizebilir misin?” sorusunun muhatabı, “Upuzun parmaklı bir
el”dir resim Abidin Dino’da olduğu gibi…
İlhan Alemdar,
Ondan şöyle söz eder:
“Yazar,
karikatürist, illüstratör, tiyatrocu, makyajdan dekora rejiden senaryoya eğitim
almış bir sinemacı, heykeltıraş, yazılarında da çizgilerinde de halktan yana
tavır almış sol görüşlü bir aydın. Ancak bütün kimliklerinin içinde en baskını
ressam kimliğidir. (...)
Çizgi ve fırça
darbelerindeki büyü, herkesin sığınacağı bir iskele, gölgesinde huzur bulacağı
bir çınar gibi, toplumun her kesiminden insanla kurduğu uzun ve sağlam
dostlukların büyüsüne denktir. Abidin Dino insan-ı kâmildir.”
Kolay mı? Gaye
Petek’in ifadesiyle, “Yüreğini ellerinde taşıyan” biriydi O…
“Dino sanatın
disiplinler arası bağını görebilmiş ilk Türkiyeli sanatçısı olsa gerek.
Resimden heykele, çizimden belgesele, görsel dünyaya, insan ilişkilerine,
meraklı, kolay sınırlandırılamayan bir sanatçı”ydı.[8]
“Abidin’in
sözlerini, düşüncelerini, gözlemlerini hiç unutamıyoruz. Hiç güncelliğini
yitirmiyor. Neden? Galiba hep ileriye baktı da ondan. Geçmişin özlemini
çekmedi. Olayları, geleceği düşünerek değerlendirdi.”[9]
Nihayet,
Mehmet Güleryüz’ün işaret ettiği üzere, “Bir resim adamıydı. Resmi görebilen ve
söze dönüştürebilen bir gücü vardı. Bu çok mühim bir nokta. Politik düşünceyi
resminin içinde tutan ve bunu ortaya koyan bir yapıya sahipti. Sanatı, çok
yönlü yaşayabilen ve yayabilen bir yapı. Bu tabii ender insanlarda olan bir
şeydir. Abidin Dino’da bu vardı…”
“Dünya
Duvarları” serisiyle ünlenen O, “Duvarlardaki bellekti” Kıymet Giray’ın
ifadesiyle…
Ve bir
başkası: İllegal sayılan duvar resimlerini özgürleştirerek, dünya sanat
dinamiklerine sokan çağın ruhunu yakalayan sokağın resmi, duvarların ustasıydı
Burhan Doğançay.
Özgen Acar’ın,
“… ‘Duvarlar’ onun simgesi oldu”; Zeynep Oral’ın, “Görsel ve düşünsel
zenginlikti,” diye betimledikleri O; “İsyana düşmüş resimlerin ustası”ydı…[10]
84 yaşında
hayata veda eden Burhan Doğançay, kent duvarlarıyla ilgili resim serileri ve
114 ülkeyi kapsayan ‘Dünya Duvarları’ fotoğraflarıyla alanında dünyanın sayılı
sanatçılarından biriydi.
Eski Yunan’da
cenazelerde ölenin ardından sorulduğu rivayet edilen bir soruyla başlayalım:
“Tutkulu bir insan mıydı?”
Yaşına çok
yıllar ekleyip de yaşlanmayan bir adam, dünyanın dört bir yanında sokakları
arşınlıyor; kent duvarlarının fotoğraflarını çekiyor; duvarlara yapıştırılmış
broşürleri, afişlerin kıvrık köşelerini, solmuş görüntüleri biriktiriyor;
ceplerini kent duvarlarının artıklarıyla dolduruyor, bu torbalar dolusu kent
birikintisine hem mecazi hem gerçek anlamda yeniden hayat veriyor... Tutku
değilse nedir bu?[11]
“Ben daha dört
yaşındayken her şeyi öğrendim babamdan. O at sırtında ben eşek sırtında;
dağlara çıkardık. O topograftı, askeri harita yapardı. Rahat durayım diye kâğıt
kalem verirdi bana... Alırdı eline resmi. ‘Bak’ derdi, ‘yanlış, güneş buradan
geliyor, gölge buraya gidiyor’. Perspektif nedir anlatırdı. Bana o öğretti
hepsini,” diyen Onun hakkında Mehmet Güleryüz “Türk sanatına bıraktığı değer şu
an biliniyor, yeni kuşakların da bu değeri pekiştireceklerine inanıyorum”
derken, Hüsamettin Koçan, Doğançay’ın çağının ruhunu yakalayan bir sanatçı
olduğunu ifade eder.
Nihayet Evrim
Altuğ’un altını çize çize işaret ettiği üzere:
“Burhan Bey’in
çilli, bilge elleriyle, kara, derviş gözleriyle yazdığı, ‘Duvara karşı sanat
tarihi’ydi. Sırf duvarları değil, kapı ve halıları da birer yaşam dokümanına
bürüyen, kamuya mal olma tutkusuyla kendine ‘Grego’ müstear adını dahi layık
görecek kadar egosundan sokağa ilticayı göze alabilen bir ressam oldu Burhan
Bey. Pop sanatı da onun resmindeydi, hat sanatı da, soyut dışavurumculuk da.
İşin güzel yanı, bu akımların hiçbiri de Burhan Bey’in bakış açısına temelli
hükmetmedi, aksine onu zenginleştirdi ve besledi. Ama en temelinde, tarih
öncesi Lascaux mağaralarından aldığı içgüdüsel ilham ve samimiyetten hiç ödün
vermedi Burhan Bey. Kaligrafik kıvraklık ve iç gıdıklayan gölge oyunlarıyla
sürekli sürprizler taşıyan resimlerini neredeyse birer heykele dönüştürerek, bu
arada soyut resmi de utandırmadan, tuvalin saygıdeğerliğini hep artırdı. Bunu
yaparken çocukları hiç unutmadı. Hep onların hayal güçlerini kolladı,
onurlandırdı.”
Orhan
Alkaya’nın, “Kendisinin ta kendisiydi,” diye tanımladığı Rafet Ekiz’e gelince…
2003’de trafik
kazasında yaşamını yitirdiğinde 53 yaşındaydı. Resmiyle de, kişiliğiyle de
tümüyle kendine özgü bir sanatçıydı. İsa Çelik, onun için, “Ne çerçeveye sığan,
ne tuvale sığan, ne odalara sığan, ne de meydanlara sığan adamdı” diyordu.
Ercan
Akçetin’in, “Rüzgârda uçan kese kâğıdına, havadayken resim yapan adamdı… Önden
gideniydi. Yapmacıklıktan, kopyacılıktan uzaktı, tamamen kendine özgüydü
resmi”; Muzaffer Akyol’un, “Özgünlüğe giden yolu bulmuştu. Duyarlılığını resminde
öne çıkarmaya çalışan anlayışın sahibiydi”; Orhan Benli’nin, “Samimiyetinden
şüphe duyduğu barcıları, taksicileri, bankacıları, galericileri ve oyun içinde
olan ressamları sevmezdi,” diye tasvir ettiğiydi O…
26 Kasım 2013 12:20:06, Ankara.
N O T L A R
[*] Güney,
No: 68, Nisan - Mayıs - Haziran 2014…
[1] Samuel
Taylor Coleridge.
[2]
Hande Eagle, “Yaşamla Ölüm Arasında”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2013, s.17.
[3]
Celâl Üster, “Leonardo’nun Kanatları...”, Cumhuriyet Kitap, No:1195, 10 Ocak
2013, s.6.
[4] Frida,
Diego ile evlilikleri için şöyle söyler: “Bu bir aşk beraberliği idi. Bize
uygun, taşkın bir akarsu gibi delişmen, Nikaragua şelalesi ya da İguazu
Çavlanları gibi coşkulu, denizlerin dibi gibi derin ve gizemli, Odysseus’un
Akdenizi gibi fırtınalı, Patzcuaro gölleri gibi uysal ve Aztek Chinampaları
(yüzen bahçe) gibi verimli, çöller gibi yorucu ve altın gibi pırıltılı, yırtıcı
hayvanlar gibi ürkünç, yaşayan evren gibi rengarenk...”
[5]
Mehmet Uhri, “Monet’nin Işığında”, Radikal İki, 25 Kasım 2012, s.16.
[6]
Dianna Newall, Empresyonistler: Ayrıntıda Sanat, Çev: Elif Dastarlı, İş Bankası
Kültür Yay., 2013.
[7]
Celâl Üster, “… ‘Monet’nin Bahçesi’nde Bir Gezinti”, Cumhuriyet Kitap, No:1186,
8 Kasım 2012, s.6.
[8]
“Levent Çalıkoğlu: Sınır Tanımayan...”, Cumhuriyet, 21 Mart 2013, s.15.
[9]
Hıfzı Topuz, “Sanat ve Hayat Ustası”, Cumhuriyet, 21 Mart 2013, s.15.
[10]
“Mavi Senfoni’nin Ustası Yaşamını Yitirdi”, Birgün, 17 Ocak 2013, s.2.
[11] Ahu
Antmen, “Kalbi Duvarlarda Atan Ressam”, Radikal, 17 Ocak 2013, s.36-37.
Yorumlar