“Olmadık yok, duyulmadık çok.” [1] “Hayata Dönüş” denilen toplu kıyım harekâtı hakkında söz etmek zor bir iştir. “Zor”dur çünkü -1...
“Olmadık yok,
duyulmadık çok.”[1]
“Hayata Dönüş” denilen toplu kıyım harekâtı hakkında söz etmek zor bir iştir.
“Zor”dur çünkü -10 yıl sonra- egemenlerden meseleye ilişkin alacağımız tahsil edilememişken, 19-22 Aralık’da yakılan Hacer Arıkan “Bir yılda sekiz ameliyat geçirdim” vurgusuyla soruyor hâlâ: “Adalet istiyorum, hakkım değil mi?”
Soru(n) ortada ve yanıtını arıyor hâlâ ve hâlâ…
Hayır meseleyi ne “mağduriyet” ne de “Corruptio optimi pessima/ “Aldatıcı, iğva edici iyimserlik, gerçek kötümserlik” düzleminde ele alıp, irdeleyenlerden değiliz ve olmadık!
10 yıl sonra da, Seneca’nın “Ateş altını, felaket cesur insanları dener,” uyarısını “es” geçmediğimizin altını çizerek, bu iki hataya düşmüyoruz!
Mesele ne “To die or not to die!/ “Ölmek ya da ölmemek!” ne de W. Shakespeare’in, “Vicdan, korkakların kullandığı bir sözcük. Zaten güçlüyü korkutmak için icat edilmiş,” diye özetlediği bir saltçı vicdan sorunsalıdır…
Mesele egemen şiddetin “te’dip”, “disiplin”, “tanzim”, “imha” uygulaması veya burjuva iktidarının terör aygıtı devletiyle nelere kadir olduğunun kanıtlanması, ortaya konulmasıdır…
Bunun ne demek olduğunu da Søren Kierkegaard’ın, “… ‘Hayır’ diyeni sevmeyiz. ‘Tamam efendim’ demenin ne kadar tehlikeli olduğunu kutsal kitaplardan öğrenmeye çalışırız,” sözleri yeterince net biçimde açıklar…
Kaldı ki mesele sadece “Hayata Dönüş” değil; ondan önceki Metris, Mamak ya da Adnan Yücel’in, “Özlenen ateş yakılmıştı sonunda/ Elden ele bütün dünyaya taşınmıştı/ Kıvılcım dansıydı gözlerdeki sevinç/ Kavga dağlarda bilinci kuşanmış/ Zindanlarda dirence sarılmıştı/ Ve haykıran dudaklar/ Her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı,”[2] dizeleriyle anımsanan Diyarbakır zindanı; onlardan da önceki Sansaryan Hanı hücreleri, Sinop ve Yedikule zindanlarıdır… Yani (c)ezaevlerinin kesintisiz egemen şiddetin sahneleri oluşudur…
Soru-1: Bir cezalandırma yöntemi olması dışında tecrit ve izolasyon toplumsal düzlemde bir kontrol ve baskı aracı olarak kullanılmakta mıdır?
Zindan uygulaması bir ekonomi-politiğin sürdürülmesidir; egemen zorun bir parçasıdır yani bir sömürü ve birikimin aletidir; bunlardan (ve ötesinden) ötürü de devlet meselesidir.
“Hayata Dönüş”ü, “cezalandırma”yı konuşmak devletten, yani bir toplumsal örgütlenmeden söz etmektir.
Yanıt sorunuzun içindedir; “Hayata Dönüş” bir cezalandırma (tecrit) olması yanında toplumsal düzlemde kapitalist egemenliğin bekası için devreye sokulmuş bir kontrol ile baskıdır.
Bu noktada Michel Foucault’nun, “Dışarıda bırakılmak, içeri kapatılmakla aynı şeydir,” sözünün altını özenle çizmek gerek.
Hatırlatarak devam edelim: “Aradan 10 yıl geçti, operasyon sırasında cezaevinde olanlar bugün hâlâ hayata tutunmaya çabalıyorlar. Çoğunun psikolojisi bozuk, kâbuslar görüyorlar, yitirdiklerini ve yaşadıklarını unutamıyorlar. Nasıl unutsunlar ki?” diyor Alper Turgut ve ekliyor: “Tam 32 can almıştı Hayata Dönüş... Yüzlerce de yaralı. Ölüm orucu sona ermediği gibi katılım artmıştı. F tipi cezaevlerine yaşanan sevklerin ardından Hayata Dönüş’ün ‘baskın’ bölümü bitmiş, bu kez daha da çok can alacak ‘tecrit’ bölümü başlamıştı.
Evet, Hayata Dönüş’ün ardından 90 can daha gitti, ölüm orucunda ve diğer eylemlerde… Kanımca, Hayata Dönüş, ölüm orucunun sonlandığı 2007’de sona erdi ve gerçek bilânço: 122 ölüm, yüzlerce yaralıydı. Ayrıca beş yüzden fazla insan da Wernicke-Korsakoff’a yakalandı, hafızalarını yitirdi…”[3]
Özetle 19-22 Aralık Katliamı’nın üzerinden tam 10 yıl geçse de toplu kıyım harekâtı nihayete ermedi!
Devrimci tutsaklar şahsında tüm topluma teslimiyeti dayatmak için 20 hapishanede eş zamanlı yapılan katliam; yüzlerce devrimci tutsağın yaralanması; 32 devrimci tutsağın vahşice katledilmesi; 6 kadının diri diri yakılmasıyla bitmedi zulüm…
Katliamın ardından açılan F Tipi hapishanelerde 10 yıldır uygulanan tecrit ve zulüm daha da katmerlenirken, toplumsal düzleme taşırıldı!
Bu noktada Adalet(sizlik) Bakanı Hikmet Sami Türk’ün toplu kıyım harekâtı ve 19 Aralık’ta Bülent Ecevit’in “Teröristleri kendi terörlerinden kurtarmaya çalışıyoruz” sözü ile Kemal Derviş’in IMF programı/ uygulamasının çakışması göz ardı edilebilir mi?
Soru-2: Devrimcilerin veya toplumsal muhalefetin devlet şiddeti algısını ne şekilde etkilemiştir ve /veya mevcut düzenin değiştirilmesinde şiddetin rolü devrimciler sathındaki algılamalarda nasıl konumlandırılmaya başlanmıştır? Örneğin terörist imajı kurşun atandan yumurta atana gerilemiştir. Bir de medyanın rolü?
Devrimciler için 19-22 Aralık önemli bir tarihtir; devrimci irade ve direngenliğin ne demek olduğunun bir kez daha kanıtlanmasıdır…
Bunlar hep olumlu olarak anmamız, yaşatmamız, büyütmemiz gereken değerlerdir.
Ancak madalyonun öteki yüzü de var.
Özellikle dışarıda güçlü bir dayanışma hareketinin devrimci eksende örgütlenememesi negatif sonuçların devreye girmesinde başat bir rol oynamıştır.
Burada soru(n)lardan birisi, devrimci dayanışmanın bağımsız rolünün, liberal aydınların aracılığına devredilmesiyle oluşan olumsuzluktur.
Diğeri ise, içerideki gerçeğin dışarıya başarıyla taşınamaması; yani içerideki direnişin dışarıda toplumsallaştırılamayıp, emekçilerin muhalefetine mal edilememesidir.
Örneğin “O dönemde gazeteler, TV’ler ölüm orucu yapan (ve daha sonra yakılan, hedef gösterilen) insanların aleyhine akılalmaz yayınlar yaptı,” diyen Oral Çalışlar ekler: “O dönemde cezaevlerine yapılan saldırıyı ‘az bile yaptınız’ diyerek destekleyen bir başka gazete yöneticisinin bugün ‘Kim bunun sorumlusu?’ diyerek haklı bir soru sormuş olmasını dikkat çekici buluyorum.”
Gerçekten de “Ahmet Kaya konusunda günah çıkaran medyanın ‘Hayata Dönüş’ konusundaki tavrı da pek farklı değildi. Ertuğrul Özkök gibi ‘zamanın ruhu’ deyip geçecek değiliz…
Aslında medyanın ‘Hayata Dönüş’ Operasyonu ile ilgili tavrını en iyi özetleyen başlık bu. Onca tutuklunun öldürüldüğü bir operasyona insanın kanını donduracak bir şekilde ‘Sahte oruç, kanlı iftar’ başlığını atan gazete ise Milliyet. O dönem Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni kimdi diye sorarsanız, bugün Hürriyet’teki köşesinde sık sık demokrasiden bahis açan ve medya üzerindeki baskılardan yakınan Mehmet Y. Yılmaz derim.
O dönem iktidarda DSP-MHP var diye, bugün ‘yandaş medya’ diye tabir edilen medyanın masum olduğunu sanmayın. Zira Zaman gazetesi de farklı bir tutum takınmadı. Zaman gazetesi, operasyonu ölüm oruçlarıyla dalga geçer şekilde ‘Sahur Operasyonu’ başlığıyla sundu. Bugün birilerinin telaşa kapılarak suçu 39 erin üzerine yıkmaya çalışmasına rağmen, Zaman gazetesi mahkûmların kendi kendini yaktığından emindi. Operasyon da neydi? Gazetenin yazarlarından Tamer Korkmaz ve İlnur Çevik, operasyonu destekliyor ve geciktiğini kaydediyorlardı. Yine Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan ise öldüren değil, öldürülene dair analize girişiyor, Marksist eylem literatüründe ölümü yüceltmekten filan söz ediyordu.
Dönemin Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, operasyonda devletin bütün insancıl yolları denediğini ve çok önemli bir psikolojik adım attığını belirtiyordu. Oysa devletin attığı bu psikolojik adımda 28 onlarca tutuklu öldürülmüştü.
Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever operasyonda gösterilen ‘fedakârlık, sevk ve idare becerisi, dirayet’ gibi sebeplerle İçişleri ve Adalet Bakanlığı’nı kutluyor, devletin varlığını hatırlattıkları için teşekkür ediyordu. Sabah’ın görüşünü dillendiren Güngör Mengi ise; operasyonu ‘Hayat kurtarma operasyonu’ olarak adlandırmakta beis görmüyor hatta devleti gecikmeden sorumlu tutuyordu. Ecevit’in kararlılığına övgüler düzüp, operasyonu Kıbrıs Barış Harekâtı’na benzeten ve her şeyin insanî ölçütler göz önünde tutularak yapıldığını ifade eden ise Güneri Civaoğlu’ydu.
Hürriyet’ten gidişi iktidara kafa tutan kahraman piyesine dönüştürülen ve halkın yazarı diye yüceltilen dönemin Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ın hedefindeyse başkaları vardı. Çölaşan, tutuklu ve hükümlülerin hayatını kurtarmak için çırpınan aydınları ‘insan hakları soytarıları’ ilan ediyor ve onları vatan millet düşmanları ilan ederek hedef gösteriyordu. Ortada bir operasyon yokmuş gibi, mahkûmları örgütün yaktığından ise adı gibi emindi.
Gördüğünüz üzere medyamız da devlet kadar kararlıydı o dönem. Oysa devlet operasyonun tüm sorumluluğunu 39 sıradan erin üzerine atıp sıyrılmaya çalışıyor şimdi. Oysa o dönem medyanın tebriklerini 39 erden ziyade İçişleri ve Adalet Bakanlıkları almış gördüğünüz gibi. Sizce sırf bu yüzden bile medyanın kendisini sorgulaması gerekmiyor mu? Kaldı ki, 28 kişinin öldürüldüğü operasyonu bu kadar coşkulu bir şekilde desteklemenin sorumluluğu da var.”[4]
Bunları, bunların müsebbiblerini nasıl olurda unut ve unutturabiliriz?
Tabii bunlara bir de olanların devrimciler (ve hareket) şahsındaki sonuçlarını eklemek gerek…
Evet, bu bir özgüven yıkımını devreye soktu; toplumsal muhalefetin devlet şiddetiyle sağcılaşmasını ve risksiz alanlara yönelinmesini devreye soktu…
Yani özgürlüğün; çok kere ısıtıp, aydınlatan; ancak bazen de yakıp, yıkan bir ateş olduğu gerçeği “es” geçilirken; yaşamda bir kez daha Mevlânâ’nın, “Min mirovan dîtin, bê cilûberg. Min çi cilan dît, lê bêmirov/ İnsanlar gördüm, üzerinde elbise yok. Elbiseler gördüm, içinde insan yok,” diye betimlediği “gibi”lik devreye girdi…
Evet, “Hayata Dönüş”ün ardından (Tek-el ve Taksim’in yolunu açan 2007-8-9-10’un 1 Mayısları hariç) muhalefet açısından “gerçeğin yerine gibi”nin ikame edildiği bir sıkıntı devreye girmiş; bundan ötürü de bir geri çekilme/ marjinalleşme ve bunlarla doğrudan bağıntılı olarak liberalizmin genleşmesi devreye girmiştir…
Durum da, çözüm de Bertolt Brecht’in dizelerindeki üzeredir artık:
“Diyorsun ki,
davamıza hayrı yok bu gidişin.
Karanlık gitgide, diyorsun, derinleşiyor.
Güçler azalıyor, diyorsun, gitgide.
Bunca yıl, diyorsun, çalış çabala,
sonunda ilk günden daha güç bir duruma düş.
Oysa işte düşman her zamankinden daha kuvvetli.
Yenilmez gibi de görünür.
Biz de hatalar yaptık, bu inkâr edilmez.
Sayımız yavaş yavaş azalmada.
Sloganlarımız orda burda dağınık.
Düşman sözcüklerimizin bir kesimini çarpıttı.
Bugüne dek söylediklerimizden hangisi yanlış şimdi?
Bir kısmı mı, yoksa hepsi mi?
Güveneceğimiz kim var artık?
Arta kalanlar mıyız bizler
yaşayan bir ırmaktan fırlatılmış?
Geride mi kalacağız
kimseyi anlamadan ve hiç anlaşılmadan?
Yoksa şans mı gerek bize?
İşte senin sordukların bunlar.
Ama kimseden bir yanıt bekleme,
yanıtını da kendin ver.”
Soru-3: F tipi cezaevi uygulamasına geçiş süreci itibariyle bugün gelinen noktada bu uygulamanın Türkiye sosyalist hareketinde ne tür etkileri olmuştur? Ayrıca ortada egemenler adına işlenmiş bir “suç” yok mu?
Olayın sosyalist harekete etkilerinden söz ettik; ancak bu konuda bir şey daha eklenebilir ki, o da İvan Bunin’in, “Gün gelir yürekte hüzün de söner artık;/ Ne mutluluğun, ne acıların olduğu bir yerde/ Düşler de anımsayışlar da silinir gitgide/ Kalır sadece, her şeyi bağışlatan bir uzaklık...” dizelerinde betimlediği hâl(sizlik) yani duyarsızlıktır!
Terry Eagleton’un, “Sosyalizmin insanın son ahlâki direniş noktası olduğu” uyarısının unutulup/ unutturulduğu bugünde “yeni bir sol siyasetin inşası için uzun vadede hayırlı bir yıkım”dan[5] yarar uman liberaller vardır artık!
Örneğin bunlardan birisi olan Ahmet İnsel’e göre, 11. tezdeki “Aslolan dünyayı değiştirmektir” vurgusunun sürekli tekrarlanması, aslında tüm pratiklerden çıkarılabilecek hayati dersleri bir sis perdesinin ardına gizler. Oysa Marx somut gerçekliği içinde insanın toplumsal ilişkilerin bütünü olduğundan (6. tez), tüm toplumsal yaşamın özünde pratik eylemin bulunduğundan (8. tez) ve en önemlisi de “toplumsal insanlık”tan (10. tez) bahseder. 11. tez bütün bunlara içkin, zaten var olan ve olması gereken bir ilkedir. Diğerlerini belirleyen değil, tamamlayan bir süreçtir.[6]
O hâlde mi? Ver elini Ömer Laçiner vari liberal lafazanlık!
Bakın ne der Laçiner: “Türkiye siyaseti, 12 Eylül referandumu ile fiilen sona eren Cumhuriyetin kuruluş döneminin ‘paradigması’nı da geride bırakmış olarak, yeni koordinatlar bazında şekillenme sürecine girmiş bulunuyor… O nedenle sosyalizmin yeniden tanımlanması, bu çaresizliğe başkaldırmak demektir.”[7]
Her parlayan altın değildir; tenekelerde parlar!
Lafa değil; dünyayı değiştirecek örgüt, irade ve zihniyete muhtacız…
Güç olmadan; güç olmak ve hesap sormak için örgütlenmeden ne yaparsanız yapın, neden söz ederseniz edin boş konuşuyorsunuzdur!
“Tanımlama” dediğiniz şey bir toplumsal praksise bağlanmışsa anlamlıdır; karşılığı olabilir…
Bu saptamalardan “Hayata Dönüş”e geçersek; mesele nihai kertede bir “hukuk” sorunsalı değildir!
Yani AHİM’in, “Hayata Dönüş”te ağır yaralanan İsmail Altun’un “yaşam hakkının ihlâl edildiğine” hükmetmesi; BDP Milletvekili Sebahat Tuncel’in, harekâta ilişkin olarak 10 sorudan oluşan soru önergesini Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle Meclis Başkanlığı’na iletip, “Hayata Dönüş”ün soruşturmasının 10 yıl sürdüğünü hatırlatarak, “Operasyonun ağır sonuçlarını ciddiye almamanın, yaşamını yitirenlerin ailelerinin acılarını görmezden gelmek anlamını taşıdığını düşünüyor musunuz?” diye sorması iyi güzel…
Diğer bir deyişle K. Marx’ın “6., 8., 10. tezleri”yle bağıntılı; ancak “11. tez”siz sonuçlandırılmaktan çok uzak…
Yani “Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz,” sözlerindeki gibi Albert Camus’nün…
“11. Tez”in önceliği olmadan olmaz, olamaz…
Şöyle bir hatırlayın: “Hayata Dönüş”te Bayrampaşa’da 12 tutuklu ve hükümlünün öldürülmesiyle ilgili davanın ilk duruşması on yıl sonra 23 Kasım 2010’da görülürken, 39 sanığın hepsi emirleri uygulayan erlerdi…
“… ‘Hayata Dönüş’te sorumlular yargılansın” çığlığı boşlukta yankılanıyordu…
Katliam esnasında Bayrampaşa Hapishanesi C-1 Koğuşu’nda kalan ve atılan bombalarla vücudu yanan Hacer Arıkan’ın da yer aldığı duruşmada, davaya müdahil olmak isteyen kurumlar, operasyonun planlı bir şekilde, 20 ayrı hapishaneye eş zamanlı olarak düzenlendiğine dikkat çekerek, asıl sorumluların yargı önüne çıkarılmasını istediler.
ÇHD İstanbul Şubesi’nden Güray Dağ, “Şu an karşımızda sadece sıradan erler var. Asıl sorumlular aklanmak istiyor. Dönemin Adalet Bakanı, Başbakanı, Cezaevleri Müdürü, tüm sorumlular yargılanmalıdır. Kamuoyunun vicdanı yaralıyken operasyonlardan sorumlu olanlar ödüllendirildi” dedi demesine ama…
6 kadının yakılarak öldürüldüğü C-1 No’lu koğuşta tutuklu bulunan Hacer Arıkan, “Operasyona katılan tüm görevlilerden şikâyetçiyim. Elbiselerimizi yakmadan, derilerimizi eriten gazın ne olduğunun açıklanmasını istiyorum” dedi ve ekledi:
“19 Aralık’ta sabaha karşı operasyon sesi ile uyandım. Silah sesleri geliyordu. Askerlerin koğuşun önünde olduğunu gördük. Yatakhanemizin tavanı delinmeye başladı…
Yatakhaneye defalarca bomba atıldı, boğulmak üzereydik. Nefes alamaz duruma geldik. Bilincimizi kaybetme noktasındaydık... Delinen yerden içeri hortum bırakıldı. Oradan atılan alev topu gibi bir madde ile yataklar tutuştu. Sonra bir gaz bırakıldı ve içerisi simsiyah dumanla doldu. Arkadaşlarımın derilerinin eridiğini gördüm. Biz ilk önce baş kısmımızdan yanmaya başladık. O hâlde havalandırmada tazyikli suya, gaz bombalarına maruz kaldık…
Operasyona ‘Hayata Dönüş’ adı verildiğini gazetelerden çok sonra öğrendim… Benim hayatım 19 Aralık günü bitti. O gün biz isyanda değildik. Rehine olayı ya da herhangi bir olağanüstü durum yoktu. Bedenlerimizden başka silahımız da yoktu…”
“Tavanda delikler açıldı. Bu deliklerden hortumla bir gaz salındı. Koğuşa bir alev topu atıldı ve yataklar yanmaya başladı. Kaçışırken yumuşak bir şeye bastım. Gülseren ve Şennur’un derileri dökülüyordu. Onları söndürmek için bir şey ararken kalçama bir madde geldi ve düştüm. Bir daha kalkamadım…
Beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kıyafetlerimiz yanmadı. Sadece vücudumuz yandı. Bir yılda 8 ameliyat geçirdim. Bir yıl önceye kadar burnum yoktu. Omzumdan alınan parçalarla burun yapıldı. Operasyona kim katıldıysa herkesten şikayetçiyim...”
Bedenlerini eriten gazın ne olduğunun açıklanmasını isteyen Arıkan, peruğunu çıkarıp kafasındaki yanığı heyete gösterdi. Kafatasının bacaklarından alınan deri ile kapatıldığını söyleyerek “Gözlerim yanma nedeniyle 2 ay açılmadı. İki ay sonra görebildim. Buna rağmen bu iddianamede mağdur olarak bile yer almadım” diye konuştu.
Davanın öğleden sonraki bölümünde sanıkların savunmaları alındı. Müdahil vekillerinin sorularının çoğuna “hatırlamıyorum”, “bilmiyorum” karşılığı veren sanıklar, savcılıkta verdikleri ifadeleri de kabul etmediler…
Sonra, sonra da… İfade değiştiren, susma hakkını kullanan sanıkların duruşmaya gelme zorunlulukları da kaldırıldı… Bayrampaşa Cezaevi’nde 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan “Hayata Dönüş” operasyonu davasının, iki gün süren oturumunda tutuksuz 28 sanık ifade verdi. Müdahil avukatları, ifadelerdeki çelişkiler nedeniyle sanıkların tutuklanmasını isterken mahkeme, sanıkların, daha sonraki oturumlara katılma zorunluluklarını kaldırdı…
Evet, evet yeniden “11. Tez”in önceliği anımsamalıyız yeniden ve bir kez daha; “Hayata Dönüş” bizlere bunu anımsatır 10 yıl sonra…
Soru-4: Ali Fuat Ertosun’nun 19 Aralık Operasyonlarına ilişkin yaptığı açıklamasını (“Siz ne maliyetinden bahsediyorsunuz, biz burada bir fikri yok etmeye çalışıyoruz,” açıklaması) nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu noktada devlet başarıya (istediği noktaya) ulaşmış mıdır?
“Siz ne maliyetinden bahsediyorsunuz, biz burada bir fikri yok etmeye çalışıyoruz,” diyen Ali Fuat Ertosun’nun açıklaması yapılanın egemenler açısından net bir özetidir; onlar bunu böyle demesine diyorlar da; biz anlayıp, anlamlandırabiliyor muyuz acaba? Mesele burada…
“Gerçek”, en “ama”sız, “fakat”sızından şu…
“Devlet, kendi cezaevine saldırdı; onlarca tutuklu vahşice öldürüldü.
Bürokrasi, bu felaketin sorumlularını mahkeme önüne çıkarmamak için tam 10 yıl direndi. Sorumlular gizlendi. Yargılama izni geciktirildi.
Sonunda 10 yıl sonra bu hafta 39 jandarma, sanık sandalyesine oturtulabildi. Ancak herkes biliyor ki yargılananlar arasında asıl sorumlular yok. Onların bir kısmı hâlâ şiddeti meşrulaştıran açıklamalar yapıyorlar,” dediği gibi Can Dündar’ın…
“Cezaevinde isyan var diye, insanlar diri diri yakıldılar,” dediği gibi Derya Sazak’ın…
Veya 10 yıldır “hayata dönmeye” çalışan Hacer Arıkan gibi…
Ya da daha daha neler?!
Soru-5: F Tipi cezaevleri hangi ihtiyaçlar doğrultusunda hayata geçirilmiştir? Egemenler nezdinde amaçlanan neydi? Nedir?
Egemenlerin Türk(iye) devleti kendisine muhalif olan, başkaldıran her şeyi yok etmek ister… F Tipi bunun bir örneğidir…
Tıpkı Almanya’da Baader-Meinhof’a yani RAF’lılara, İrlanda’da Bobby Sands ve yoldaşlarına yapılanlar ya da Saygon zindanlarındaki Kaplan Kafesleri’nde tanık olduğumuz üzere…
Sınıflı sömürücü yapıları sürdüren her devlet gibi kapitalist Türk(iye) devleti de bir terör ve zulüm aygıtıdır… Bu, 19-22 Aralık’a münhasır ya da geçmişte kalmış değildir…
Karin Karakaşlı’nın, “İnsanın biricikliği çoktan unutulmuş bir ayrıntı çünkü sistem zaten tornadan çıkmışlıkta ısrarcı,” diye betimlediği Türk(iye) devletine ilişkin bu gerçeği kim inkâr edebilir?
Aysel Kılıç ile Şule Yıldırım’ın ifade ettikleri üzere, “Devlet, insan hakları önünde engel”…
Örneğin Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın 2010 yılı üçüncü çeyrek raporuna göre 2010’un ilk dokuz ayında yapılan hak ihlâli başvuru sayısı bir önceki yılı katladı. 2009’da Başkanlığa toplam 1.941 başvuru yapılırken, 2010’un sadece dokuz aylık kısmında yüzde 110 artış ile 4.081 başvuru kaydedildi…
Örneğin BM İşkenceyi Önleme Komitesi’nin Türkiye karnesi kırık dolu: Çok sayıda işkence iddiası var. Polis işkencesini yine polisler soruşturuyor…
Örneğin İHD’ye göre Türkiye’nin insan hakları karnesi zayıf…
“İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücre” kitabını yazdığı için (1983-1991 ve 1995-2007 kesitlerindeki toplam 21 yıllık mahpusluk ardından) Nevin Bektaş tekrar zindanda…
Örneğin Katliamdan 10 yıl sonra 2 No’lu F-Tipi Hapishanesinden yazan Erdal Öğüt, o günden bugüne bir şeyin değişmediğinin altını çiziyor…
Vd’leri, vb’leri…
Bu devlet demokratikleşemeyeceği gibi, bu devletten de “11 Tez” dışında hesap sorulamaz…
Soru-5: Eklemek istediğiniz son bir şeyler var mı?
Elbette var…
Yeni bir yılın eşiğindeyiz… 2011’de Leonard Cohen’in, “Everybody Knows”da,
“Herkes biliyor zarların civalı olduğunu.
Atarken parmaklarını birleştiriyor herkes,
Savaş bitti, herkes biliyor bunu.
İyi oğlanlar yenildi, herkes biliyor bunu.
Herkes biliyor, zaten dövüş hileliydi.
Fakirler fakir kalır, zenginler daha da semirir.
İşler böyle gider, herkes biliyor,” diye betimlediği “olağan”ın nihayete ermesi için elimizden geleni yapmalıyız…
Yani Albert Camus’nün, “İnsan var olmak için başkaldırmak zorundadır…
“Politik özgürlük kavramı; insanda, insan kavramının gelişmesini sağlar…
“Kutsal, dinsel yapı başkaldıran insanın önüne bir engel olarak çıkmıştır…
“Başkaldıran insan, kutsalın öncesinde ya da sonrasında yer alan, bütün yanıtların insansal, yani akla uygun olarak belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır…
“İnsanların birbirine bağlılığı başkaldırı edimine dayanır…
“Başkaldırı haklarının bilincine varmış kişinin işidir…
“Hiçbir şey yok edilemez, bir kalıntı mutlaka kalır…
“Başkaldırıyoruz, öyleyse varız,” sözlerindeki umudun tekrar kapımızı çalması için “11 Tez”in iradesiyle hayal kurmalıyız…
Unutulmasın A. Einstein’ın, “Dünyayı hayal gücü döndürür”; Pascal’ın, “Hayal gücü, güzelliği, adaleti ve mutluluğu yaratır”; B. Russell’ın, “En büyük işler, büyük hayaller kurma özelliği olan insanlarca başarılmıştır”; Humed’in, “Hiçbir şey, insanın hayal gücü kadar özgür değildir,” diye haykırmaları boşuna ve karşılıksız değildir…
22 Aralık 2010 10:26:31, Ankara.
N O T L A R
[*] Devrimci Yolda Özgürlük, No:2, Şubat 2011…
[1] Atasözü.
[2] Adnan Yücel, “Dörtlerin Gecesi”, Ateşin ve Güneşin Çocukları.
[3] Alper Turgut, “Hayata Dönüş’ün Gerçek Bilânçosu; 122 Ölümdür”, Bianet, 20 Aralık 2010.
[4] Ümit Alan, “… ‘Hayata Dönüş’ Operasyonunda Medya”, Birgün, 24 Kasım 2010, s.2.
[5] Bahadır Özgür, “11’inci Tezden Önce 10’uncu Gelir”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:507, 4 Aralık 2010, s.12.
[6] Ahmet İnsel, Sosyalizm - Esasa, Ufka ve Bugüne Dair, Birikim Yay., 2010.
[7] Ömer Laçiner, “Yeni Dönem Mevzilenmeleri Başlamışken”, Birikim, No:260, Aralık 2010, s3-6.
Yorumlar