“Ona bir kitap vereceğim Rahatını kaçırmak için. Bir öğrene görsün aşkı. Ağacı o vakit seyredin.” [1] Çok ama pek çok eskilerd...
“Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için.
Bir öğrene görsün aşkı.
Ağacı o vakit seyredin.”[1]
Çok ama pek çok eskilerde, ‘Kapital’i kaleme aldığı günlerde, “Kapitalizm sadece işçileri sömürmekle kalmaz, aynı zamanda doğayı da bir fare gibi kemirir,” diyen Karl Marx’ın, “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser,” uyarısı, Gezi Parkı’ndaki şahane afişlerden birisiydi…
Söz konusu uyarı, gölgesi satılamayan ağaçları kesip, AVM’ye tahvil etmek isteyen neo-liberal saldırıya itiraz eden kolektif başkaldırıyla bir kez daha doğrulanıyordu.
Bu bile, yıllardır altını çizmeye gayret ettiğim[2] ekoloji ile başkaldırı arasındaki doğrudan ilişkiyi tanımlamaya yetip de artar…
Gerçekten de Kemal Ulusaler’in, “Kapitalist sürdürülebilirliğin sündürülebilirliği”nin imkânsızlığına dikkat çektiği koordinatlarda kapitalizm ile çevre birbirine rağmen kavramlardır.
Örneğin kapitalist dünya üretiminin 1/4’ünün insanî temel ihtiyaçlar, 3/4’ünün ise lüks tüketim için yapıldığı tabloda; “İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır,” diye haykıran Karl Marx’ın uyarısı kulaklara küpe edilmelidir!
Tıpkı, 76 yaşındaki beyaz başörtülü bir kadının, televizyonda “Bırakın hava alacak yerimiz kalsın. Ben yaşadım yaşadığım kadar, ama bu ağaçlar burada kalsın” feryadıyla eş zamanlı patlak veren Gezi Eylemi’nin, birkaç ağacı korumayı amaçlayan bir yeşil gösteriden tüm Türkiye’ye, hatta dünyaya yayılan toplumsal bir isyana dönüşüvermesinin gösterdiği gibi…
Sürdürülemez kapitalizm koşullarında bunlar, elbette “tesadüfi” değil, kaçınılmaz(lar)dı…
SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZM: YOK OLUŞ EŞİĞİ
Kapitalist sürdürülemezliğin elinde çevrenin hâli, perişandır!
Mesela ‘Worldwatch Enstitüsü’nün hazırladığı rapora göre aşırı ekonomik büyümeyle geri dönülmez felakete sürüklenen dünyayı küçülterek kurtarmak mümkün… Küreselleşme “kırmızı alarm” veriyor: Çılgın tüketime mal yetiştirmeye çalışan aşırı ekonomik büyüme dünyanın kısıtlı kaynaklarını hızla tüketiyor. Hızlı büyüme için gerekli enerji temini ve üretim sırasında açığa çıkan zehirli atıklar bir yandan dünyayı kirletirken öte yandan da küresel ısınmayı hızlandırıyor…
Columbia Üniversitesi’nden Dr. James Hansen, “Gezegende âcil durum!… Fosil yakıtların tümünü yakarsak, tam bir felakete yol açacağımız kesin,” derken Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Peter Wadhams da ekliyor: “Kuzey Kutbundaki buz erimesi, insanın küresel ısınmaya katkısını fiilen 2 katına çıkardı! Nihaî çöküş şu anda oluyor ve muhtemelen 2015 -2016 arasında sona erecek…”
Leeds Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Chris Thomas, “Yüzyıl içinde denizlerin bir metre yükselmesi bekleniyor. Bir milyondan fazla bitki ve hayvan türü yok olma tehlikesi ile karşı karşıya’ şeklinde açıklama yaptı. Artık, durum çok ciddi,” diyor…
‘Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli/Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC)’ örgütünün iklim değişiklikleri üzerindeki çalışmalarının sonuçlarını içeren raporu, gezegenin geleceğine ilişkin çok karamsar bir tablo çiziyordu…[3]
‘BM Hükümetler Arası İklim Değişimi Konferansı’nda (IPCC) hazırlanan 2007 raporuna göre, 2013 yazı itibariyle Grönland buz örtülerinin çözülmesi de önlenemez bir hâl alacak ve deniz seviyesinin 5 metreden fazla yükselmesine neden olacak. Dünyadaki en büyük 50 şehrin yarısına yakını sular altında kalacak ve insanlar çevresel mülteciler hâline gelecekler. Ortalama küresel sıcaklık, son bir milyon yılın ortalama en yüksek sıcaklığının bir derece üzerindedir. Dünya sanayi öncesi döneme göre yaklaşık 0.8º C daha sıcaktır. Her on yılda 0.2º C ısınıyor. Sera gazı düşünüldüğünde uzmanlar bunun 0.6º C ek bir ısınma getireceğini söylüyor.
Yanı sıra, Amerikalı bilim insanları, Hawaii’deki en eski gözlem istasyonunda karbondioksidin, 10 Mayıs 2013 günü milyonda 400 ölçüldüğü, bunun da insanlığın daha önce hiç rastlamadığı bir miktar olduğunu belirtiyorlar…
Özetle Barbaros Çetin’in, “Ne yazık ki gezegenimiz ‘6. Kitlesel Yok Oluş Süreci’ne’ girmiş oldu. Bu konudaki önemli bir uyarı 2005 yılında yayımlanan 95 ülkeden 1360 bilim adamı tarafından hazırlanan Dünya Bankası’nın ‘Milenyum Ekosistem Değerlendirmesi’ raporuyla ortaya çıktı,” diye betimlediği tabloda ünlü astrofizikçi Stephen Hawking de, “Yeni bir gezegen bulunamazsa insan soyu bin yıl ayakta kalamaz,” notunu düşüyor…
Haksız da değil… Çünkü küresel iklim değişiminin ve çevre kirliliğinin en çarpıcı etkilerinden birisi insan üreme sağlığının her geçen gün hızla bozulması… Dünya Sağlık Örgütü’nün 2011 yılı raporuna göre 100 yıl önce mililitrede sperm sayısı 110 milyonken bu sayı günümüzde 15 milyona düştü. Aynı etkenler erkeklerde testosteron (erkeklik hormonu) düzeylerinin düşmesine ve östrojen (kadınlık hormonu) düzeylerinin artmasına sebep oluyor…
TÜRK(İYE’NİN) ÇEVRESİ!
HES’ler, siyanürlü altın, kirlilik vd’leri derken Türk(iye’nin) çevresi de, dünyadaki genel durumdan bağışık değil!
Örneğin Boğaziçi Üniversitesi, Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Doç. Dr. Raşit Bilgin’in ifadesiyle, Türkiye, Yale Üniversitesi’nin 2012’de açıkladığı Çevre Performansı İndeksi’nin iki ana başlık üzerinden hesaplanan toplam çevre notuyla, 132 ülke arasından 109’uncu sıraya yerleşerek sınıfta kalıyor!
Ayrıca Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “HES’ler olmasa ülkemizin enerjide dışa bağımlılığı daha büyük ölçüde olurdu” derken orman alanlarından pay isteyen HES yatırımcıları için 300-350 izin imzalamakla övündü!
Büyük projeleri ÇED raporundan muaf tutan düzenlemeyle Türkiye’de 10 yılda 39 bin projeye “ÇED gerekli değildir” sadece 516’sına da “ÇED gereklidir” kararı verildiği ortaya çıktı!
Türkiye’de insanların yüzde 33’ü yeşil alanlara erişim olanağından yoksun olduklarını belirtirken, OECD’de bu oran yüzde 12.
Açık havada kirlilik PM10 adı verilen parçacık ile ölçülüyor. Türkiye’de havadaki PM10 miktarı 36.7 mikrogram/m3, OECD’de bu düzey 20.9 mikrogram/m3.
Türkiye’de insanların yüzde 61’i suyun kalitesinden memnun olduğunu söylüyor. Oysa bu oran OECD’de yüzde 84…
Bir şey daha: ‘Birleşmiş Markalar Derneği’ Başkanı Hüseyin Doğan, İstanbul’da 3 milyon 210 bin metrekareye ulaşan 92 alışveriş merkezinin (AVM) olduğunu belirterek, “Bu alan, Lüksemburg’un toprak büyüklüğünü de aşıyor” diye konuştu.
Liberal Murat Belge’nin dahi, “İnandırıcı değilsiniz. Şu ‘Taksim projesi’ başladı başlayalı, uyguladığınız programa en uygun düşecek ad ‘yangından mal kaçırma projesi’ olabilir,” itirazına mazhar olan AKP’li neo-liberal çevre felaketine gelince: Taksim Gezi Parkı’ndaki yıkıma gösterilen tepkilere “bizim iktidarımızda 2.5 milyar ağaç dikildi, biz çevreciyiz” yanıtını veren Erdoğan’ın yalan söylediği ortaya çıktı! Resmi verilere göre, 10 yıllık dönemde ağaçlandırılan sahaların toplam büyüklüğü ve dikilebilecek ağaç miktarı hesaplandığında dikilen ağaç sayısının kesinlikle Erdoğan’ın verdiği rakama ulaşmadığı görülüyor.
Orman Genel Müdürlüğü’nün, yıllar itibariyle orman tesis çalışmaları istatistiğine göre 2003- 2012 yılları arasında kamu ve özel, ağaçlandırma yapılan alanın toplam büyüklüğü 438 bin 732 hektar. Türüne göre, bir hektar alana en fazla 2 bin fidan dikilebilir. Bu durumda, 10 yılda dikilen ağaç miktarı en iyimser tahminle 877 milyon adet. Yani Erdoğan’ın dediği rakamın ancak üçte biri kadar…
EKOLOJİK İTİRAZ!
Genelden özele, yerküreden Türkiye’ye sürdürülemez kapitalizm ile çevre arasındaki çatışma, kaçınılmaz olarak ekolojik itiraz ve başkaldırıları devreye sokuyor…
Örneğin yazar, akademisyen, aktivist Bill McKibben, “Gerçekten hızlı davranmazsak, işler çok çok çok çok çok çok daha kötü olacak. [...] Bu yolda devam edersek, dünya yıkılacak… Bu noktada artık açıkça görülüyor ki, mevcut sistemi kendi araçlarına bırakırsak sistemin değişiklik filan yapacağı yok. Bizim onu itmemiz lazım…”
Fizikçi ve yazar Joe Romm, “Eylemsizlik, insanlığın yüzyüze olduğu en büyük tehlikedir. Hareket geçmemek, insanlığın kendini yok etmesi demektir. İklim değişikliği felaketini önlemek için her türlü bedeli ödemek, her türlü yükün altına girmek zorundayız…”
Yale ve Vermont Üniversitesi ile UNDP’den profesör Gus Speth, “Sonunda vardığım görüş şudur: Şu anda esas ihtiyacımız olan şey, sokaklara yayılmış devasa bir kitle protesto eylemi küresel bir Tahrir Meydanı…”
Aktivist Tom Weis, “Bir zaman gelir, çocuklarımızın geleceği ve Yeryüzündeki tüm canlılar adına direnmek gerekir. O zaman işte burada. O zaman işte şimdi…” türünden eyleme/ başkaldırıya yönelik itirazlarını dillendirirken; Eyüp Can da ekliyor: “Cennete yapılan çöplüğü protesto eden kendi hâlinde köylüleri kolluk kuvvetini üzerlerine salarak ‘terörist’ ilan ederseniz… Cennet çöplük de olur… Gel de eko-terörist olma!”
Evet, kapitalist sürdürülemezlik karşısında çevreyi savunmak militan bir mücadeleyi/ başkaldırıyı “olmazsa olmaz” kılıyor. Bu nedenle Raşit Uysal’ın, “Arsız ülkeler, ne Çernobil’den, ne Fukuşima’dan ne sellerden ne de küresel ısınma sonucu insanların ölümlerinden etkileniyorlar. Onları ilgilendiren tek şey para ile sağlanan güç. Bu gücün kefene sarılınca bittiğini de biliyorlar ama bilmezlikten geliyorlar… Bu gidişle de paranın yenmeyeceğini asla anlayamayacaklar,” diye betimlediği yerkürede başkaldırı ve ekoloji arasında bire bir, doğrudan bir ilişkiden söz etme zamanıdır şimdi…
Hayvan Hakları İnisiyatifi’nden veteriner hekim Tolga Yazıcı’nın verdiği bilgiye göre, 17 günde biber gazından 8 köpek, 63 kedi, 1.028 kuşun öldürüldüğü Taksim’deki[4] Gezi Parkı Direnişi (ve elbette sonrası) bunun anlamlı bir örneğidir.
Anımsayın; “Gezi Parkı olayları başladığında en çok yapılan yorumlardan biri şuydu: Bu birkaç ağaç meselesi değil… Evet, ama meselenin aslında birkaç ağacı da içine alan ve fakat parktan çok daha büyük boyutlu ortak bir mülkiyetin paylaşımı ve kamusal faydanın tarifi meselesi olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.”[5]
Evet, “kamusal faydanın çevre açısından tarifi”, sürdürülemez kapitalizme karşı başkaldırıyı “olmazsa olmaz” kılarken; Gezi Parkı Direnişi’ni ortaya çıkarıyor…
BAŞKALDIRAN GEZİ
“Bir ağaç ölür, bir halk dirilir” sloganını yaratan Taksim Direnişi, Şükran Soner’in ifadesiyle “Birikmiş öfkenin başkaldırısı”ydı…
Toplumsal olaylar açısından “ilk” ve “en” sıfatlarıyla nitelenmesi gereken Haziran 2013 isyanı ile geleneksel yapının fay hattı kırıldı. Taksim-Gezi direnişi ile patlayan öfke Türkiye tarihinde eşine pek rastlanmayan bir toplumsal isyana dönüştü. Gezi parkı bir kıvılcım oldu. Biriken öfke ve gerilim en beklenmedik şekilde patladı. Gezi parkında çakan kıvılcım bütün incinmişleri, örselenmişleri ve adalet duyguları zedelenmişleri birleştirdi. Yeni rejime karşı devasa ve kendiliğinden bir ittifak yarattı.
Haziran 2013 başkaldırısı bir “hürriyet ve adalet isyanı” olarak da tanımlanabilir. Başbakanın şahsında cisimleşen ancak aslında 10 yıllık AKP iktidarının hoyrat, piyasacı ve toplum mühendisliği tarzına bir isyan bu. Öfkenin merkezinde başbakan ve onun nobran tarzı var, ama isyanın nedenleri bu kişisellikle sınırlanamaz. Bu başkaldırı yaşam tarzını savunmayla ve orta sınıflarla da sınırlı değil; bir siyaset etme tarzına itiraz var. Bu itiraz seçimle oluşturulan bir krallığa karşı bir itiraz olarak da okunabilir…
AKP’nin siyaset etme tarzında infiale yol açan diğer unsur neo-liberalizm veya piyasacılık. Bir diğer ifadeyle her şeyin paraya tahvil edildiği, para kazanma ve zenginleşmenin fütursuz yeni biçimlerinin yarattığı öfke. Varlığına kuşku götürmeyen ancak üzerine gidilemeyen yolsuzluklar, kayırmalar bunun örnekleri. AKP’nin kültürel alandaki muhafazakârlığına iktisadi ve sosyal alanda neo-liberalizm eşlik ediyor. Gezi parkına AVM yapılması örneğinde de olduğu gibi rant ve sermaye birikimi için fütursuz bir siyaset izlenmesi, çalışma hayatında yaşanan güvencesizlik ve belirsizlik bir başka öfke kaynağı. AKP’nin yeni zengin sınıfa rant aktarımı konusundaki gözü karalığı toplumun sabır sınırlarını zorladı.[6]
Çok katmanlı bir protesto, itiraz ve başkaldırı hareketi olarak Gezi Parkı Direnişi’ni yorumlarken Prof. Dr. Sencer Ayata’nın şu notu düşmesi anlamlıdır:
“Bunların çoğunun keskin ideolojik görüşleri olmayabilir. Ama siyasi görüşleri var. Bir otoriter yönetimi protesto etmek için oradalar. Örgütlü ve örgütsüz eylemci gençler sonunda toplumun bir kesiminin gözünde, ‘kahraman’ oldular. Çünkü kimsenin yapamadığını yaptılar. Korkuyu yendiler.”
Bu bağlamda 31 Mayıs-1 Haziran 2013 kesitini müteakip, Türkiye’nin egemen “politik güçleri”, tam bir acizlik içine düştüler. “Toplumsal güçler” bir yayın boşalması gibi alanlara akarak, hep birlikte tarihi bir “Olay”ı inşa ettiler.
“Olay” hiç beklenmedik bir anda ve biçimde ortaya çıkar. Daha doğrusu “patlak verir”. “Olay” yeni bir şeydir. Önceden yapılan hazırlıkların, bilgi birikiminin ürünü değildir. “Olay” bunlara rağmen “patlak verir”. “Olay”, katılan bireylerde, toplumun simgesel evreninde derin izler bırakarak, iktidarın ve muhalefetin önündeki olasılıklar yelpazesinde yeni düzenlemeler yaparak “biter”. “Olay”, var olanı açıklayan bilgi sisteminde bir delik açar. “Olay”, kendi “hakikâtini” var olan bilgi sisteminin karşısına koyar.[7] Böylelikle de “Olay” bitse de izi kalır…
Özetle RTE otoriterliğine itiraz eden öfkeliler, özgürlük alanlarını daraltan ve özel hayatlarına müdahale eden politikalara karşı çıkan itirazlarıyla, RTE hükümetinin, kapitalizm ve neo-liberal politikalara eşlik eden İslâmcı otoriterliğin ve onun sosyal tahribatının karşısına dikildiler…
Denilebilir ki Taksim Gezi Parkı Direnişi, Taksim Meydanı’nı sıradan bir meydan olmaktan çıkararak ülke genelindeki sınıfsal, siyasal ve toplumsal ilişkilerin temsili merkezi hâline gelmesine yol açtı.
Bunun temelinde doğa, toprak, kentsel arsa ve arazi rantının yağmalanması üzerinden ilerleyen çapulcu sermaye birikim rejimi var. Parkın ağaçlarının kesilerek yerine AVM ve rezidans yapılmasına tepki; bu sınıfsallığa karşıtlık temelinde halk hareketinin üzerinde yükseldiği zemini belirliyor. Yaşam alanlarımıza dönük bu sermaye saldırısını; AKP rejiminin yaşam tarzlarına dönük otoriter ve tektipçi saldırısı tamamlıyor. Köklerini 1 Mayıs’ta tüm İstanbul’da sıkıyönetim ilan ederek sokağı, meydanı ve şehri halka yasaklayabilecek korkularda bulan bu yeni Taksim rejimi, yaşam alanlarına saldırıyla yaşam tarzlarına dönük saldırıyı kamusal mekânların yağmalanması üzerinden ilerletiyorken; Ordu Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Deniz Yıldırım’ın ifadesiyle “Sözlük anlamı ‘bölme’ olan Taksim; bir ülkeyi birleştirdi”!
Ve tüm bunlar Gökçe Aytulun gibilerin, “Nasıl oldu da dünya ‘küresel eylem’ diye yanıp tutuşurken Türkiye’den hiç ses çıkmadı?” türünden “öngörüleri”ne rağmen oldu; tam da “Taksim’de tarihin nabzı hızlanırken”…[8]
Bu günlerde tam da, anbean, sokak sokak, cadde cadde, barikat barikat, balkon balkon, tweet tweet, Lenin’in o ölümsüz sözüyle, “Kitlelerin bir devrimin içinde kendi deneyimleriyle öğrenmeleri” dediği durumu yaşadık.[9]
Sağınızda solunuzda, bir hafta önce siyasetle ya hiç alâkâsı olmamış ya da tamamen uzak duran insanları, on yedi yaşındaki gençleri, balkonlarından tencere tavayla sarkan altmışlı yaşlarındaki kadınları, erkekleri gözünüzün önüne getirdiğinizde, Lenin’in ne demek istediğini çok iyi anlarsınız. O kadar ki, bu isyanın bireyleri olan kişileri karşınıza alıp da maziden, tarihten kalan bir şeyler anlatmaya kalkıştığınızda, onlar ellerindeki maskeyi, limonu, deniz gözlüğünü, talcidli su şişesini burnunuza tutarak, “Babalık, fazla anlatma” diyerek sözünü keser gibi yapıverirler.
Zira, bir hafta önce çok şeyden korkarken, artık biber gazı bombasından kaçmamanın, patlama seslerinden çekinmemenin, soludukları kimyasalların etkilerini atlatmanın en ufak inceliklerini bir prospektüs kapsamlılığında çoktan zihinlerine kazımışlardır.
Bu toplumsal bir dönüşümdür/ dönüştürücülüktür.
Bu bir kent isyanı, yani kadınların, gençlerin, ekolojistlerin, ötekileştirilenlerin başkaldırısıdır.[10]
Bu “Otoriter vasatın griliğine karşı başkaldırı”dır![11]
Bu “Tarihi insanlar yazar” diye tarif edilen bir hâldir…
Hiç şüphe yok: Türkiye’de tarih yazıldı. Sıradan insanlar, yıllar sonra torunlarına gururla anlatacakları bir tarihi yazdılar.
Rosa Luxemburg’un dediği gibi, “İnsanlar tarihlerini isteyerek yazmazlar, ama tarihi insanlar yazar”.
Yaşanılan günler aynı zamanda Friedrich Engels’in 1895’de kaleme aldığı ‘1848’den 1850’ye Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ başlıklı makalesindeki tespitini doğruladı: “Bilinçsiz kitlelerin tepesindeki küçük, bilinçli azınlıklarca gerçekleştirilen devrimlerin gafil avlama zamanı geçti artık. Toplumsal organizasyonun tamamen yeniden biçimlendirilmesinin söz konusu olduğu yerlerde kitlelerin kendileri olmalı, [kitleler] meselenin ne olduğunu, kimin için yaşamlarıyla angaje olduklarını anlamış olmaları gerekir.”
Anlatmaya çalıştığımız durum; “Korku duvarı aşıldı! Artık hiçbir TOMA, gaz bombası, plastik mermi, polis kurşunu ya da gözaltı ve tutuklama furyası ‘halkın coşkun akan selini durduramayacaktır’…”[12] diye tarif edilendir…
EVET, BU BİR BAŞKALDIRIDIR!
Leman Sam, “Gezi Olayları beni şaşırtmadı” diyor ve ekliyor: “Toplumun bu kadar baskı sonucu şiştiğini gördüm. Bir canlıyı belirli bir yere kadar sıkıştırabilirsin. Sonra ne olursa olsun patlar…”
Evet, bu bir başkaldırıdır!
Ancak İpek İzci’nin, “Gezi bir kutuplaşma değil barışma hareketidir”; ya da Yeşiller Partisi Genel Başkanı Claudia Roth’un, “Taksim ve diğer illerde meydana çıkanlar Avrupalı” diye betimlemeye kalkıştıkları türden değil elbette! Gezi Kalkışması, bitmez tükenmez rant iştahıyla sıradan insanların yaşam alanlarına göz diken neo-liberal kapitalist talancılıkla, yine sıradan insanların yaşam tarzlarına nizam-intizam vermeye kalkışan İslâmî muhafazakârlığa/otoriterliğe karşı birikmiş öfkenin açığa çıkma momentidir. Ve günümüzde toplumsal ile ekolojik olanın nasıl yalıtlanamaz biçimde iç içe geçtiğinin bir hez daha doğrulanmasıdır.
Yaşananlar, hepimize Paulo Coelho’nun, “Ok ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et!” sözü ile ‘Kiraz Zamanı” diye anılan Paris Komünü’nü andırmaktadır![13]
Evet, bu hepimize George Orwell’in, “Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir”!
Stephane Hessel’in, “Etrafınıza bakının, kızıp öfkelenmeye değecek konular bulacaksınız”![14]
Eduardo Galeano’nun, “Mahkûm edilmiş çoğunluğun başkaldırısı nasıl bastırılır? Bu başkaldırı nasıl önlenir? Sistem onlar için bir şey yapmadığı sürece bu çoğunluğun sayısının artması nasıl engellenir? Sadaka dışında tek çare polis örgütüdür”![15]
Bertell Ollman’ın, “Rosa Luxembourg en güzel yanıtı vermiş; ‘Ya Sosyalizm ya Barbarlık’. Barbarlığı ilk başta faşizm olarak algıladım, ancak faşizmde bile trenler vaktinde çalışır. Barbarlık modern uygarlığın bitişi, günlük hayatımızdaki her şeyin yok olması demek. En iyi örneği çevrede yaratılan tahribatta görülüyor; kirlilik, çeşitliliğin yok olması… Sistem, kâr için hayatımızı yok etme hakkını kendinde görüyor”!
“Kapitalist sistemde de, öncesindeki sistemlerde de sınıflar arası adaletsizliğe ve eşitsizliğe isyan eden insanlar vardı. Bunlara tarih boyunca radikaller dendi. Kapitalist sistemi analiz ederken, iyi bir doktorun hastasını analiz ettiği gibi tek tek parçalara bakmanın ötesine geçip bütüne de odaklanmak lazım. Bugünkü kadın hareketleri ve ırkçılık karşıtı hareketler gibi tek bir soruna odaklanmak yerine kapitalizmin bütün bu sorunları neden yarattığını, bu sorunların kapitalizmin hangi işine yaradığını görmemiz lazım.
Kapitalistlerin işçilerin maaşını azaltma ve daha çok üretme hırsları birbiriyle çelişiyor. İnsanlara ürettiği ürünleri alamayacak kadar düşük maaş verince kriz çıktığını anlayan sistem, onları krediler ve ürün reklamlarıyla kendine bağlamaya çalışıyor. Bir yandan da nüfusun yüzde 90’ını oluşturan işçi sınıfını farklı yöntemlerle bölerek bir araya gelmelerini engelliyorlar. Günümüzde kapitalistler üretimi işçi ve doğanın korunmadığı uzak doğuya kaydırıyor, otomasyon ile işçileri işsiz bırakıyor ve off-shoring ile vergi kaçırıyor. Bu hamlelerin hepsi daha fazla kâr, daha fazla para için ama kapitalizmin sonunu tam da bu hamleleri getirecek. Bugün bu dönemin içindeyiz. Çökmeye başlayan kapitalizm dünya çapında faşist eğilimler göstermeye başladı, çünkü ayakta kalmalarının tek yolu daha çok baskı uygulamaları. Bu açıdan 1930’ları andırıyor bugünkü küresel sistem.”
Karl Marx’ın, “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir,” sözlerini anımsatarak, “İnsanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir,” diye haykıran kolektif proletaryanın (yani tüm insanlığın) Munzur suyunu savunan başkaldırısıdır!
13 Haziran 2013 21:44:36, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Munzur’da Doğa ve Yaşam, Munzur Çevre Derneği Yayın Organı, Festival Özel Sayısı, Temmuz 2013…
[1] M. Cevdet Anday.
[2] Bkz: Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), Su Hayattır Satılamaz, Derleyen: Yenikapı Tiyatrosu, Ceylan Yay., 2013… Temel Demirer, Kapitalizmin Ekolojik Sorunları, Kaldıraç Yay., 2012… Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), Orada Hayat Var-Dikmen Vadisi Direnişi, Hazırlayan: Mehmet Özer, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Kültür MBÇK Yay., 2012… Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), Kıyamete Çeyrek Kala! Ekoloji Yazıları, Ütopya Yayınevi, 2006… Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), Ekoloji Politik, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, 2000… Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), Marksizm ve Ekoloji, Öteki Yayınevi, 2000… Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), “YDD” Kıskacında Çevre ve Kent, Ütopya Yayınevi, 1999… Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), İspanya’daki II. Kıtalararası Buluşma İçin “YDD”ye Karşı Tezler – II. Kıtalararası Buluşma İçin Ekolojik Kıyamet Tezleri, Özgür Üniversite Yayınları, 56 sayfa, 1996…
[3] New Scientist, 17 Kasım 2012.
[4] T24, 15 Haziran 2013.
[5] Gediz Kaya, “Gezi Meselesi Gerçekten Birkaç Ağaç Meselesidir!”, Radikal, 27 Haziran 2013, s.17.
[6] Aziz Çelik, “Hürriyet ve Adalet İsyanı”, Birgün, 6 Haziran 2013, s.4.
[7] Alan Badiou, Yüzyıl, Çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2011.
[8] Yusuf Erdem, “Bir Devrimcinin Notları”, Gelecek, No:55, 14 Haziran 2013, s.18.
[9] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2009.
[10] David Harvey, Asi Şehirler-Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Çev: Ayşe Deniz Temiz, Metis Yay., 2013.
[11] Serdar Turgut, “Otoriter Vasatın Griliğine Karşı Başkaldırı”, Haber Türk, 20 Haziran 2013, s.6.
[12] “Bu Daha Başlangıç”, Gelecek, No:56, 21 Haziran 2013, s.3.
[13] Bu konudaki saptama ve eleştirilerim, “Sözüm sanadır; ‘Kiraz zamanından kalan’ beton kafa ‘sol’. Sen hâlâ hezeyandasın Paris Komünü… 17 İhtilali, bir adım ileri gidip iki adım geri gelen son durumlara ‘gezi devrimi’ diyen sen bu kafayla anca gidersin… Aklı ve hazı Batı’da, gövdesi Doğu’da bir ölüsün.” (“Yorum Eklendi: Temel Demirer – ‘Kiraz Zamanı’ ya da “Teslim Ol Tayyip!”, gomanweb, 23 Haziran 2013 9:54 PM (# Sabahattin Şerif Meş (mailto: sabahattinserif@gmail.com, IP: 85.101.76.173) - 23-06-2013 18:54) türünden “ucuz çirkeflikler” ile Tayfun İşçi’nin (Tayfun İşçi, “Sayın Temel Demirer’e Cevabımdır”,http://www.google.com.tr/url?sa=f&rct=j&url=http://www.gomanweb.org/index.php/yazarlar/gomanweb-yazarlar/99-tayfun-isci/5917-say-n-temel-demirer-e-cevab-md-r) yanıtına yol açtı… Bunların hiçbirini yanıtlamayacağım; onlar AKP’yi/ düzeni/ iktidarı taşlamadıkları sürece!
[14] Stephane Hessel, Öfkelenin!, çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Yay., 2011.
[15] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çev: Atilla Tokatlı- Roza Hakmen, Çitlembik Yayınevi, 3. Basım, 2010.
Yorumlar