“Kim istemez ki mutlu olmayı? Ama mutsuzluğa da var mısın?” [1] “Sanatta işlenebilecek hiç bir suç yoktur,” diyen ‘Yeni Ka...
“Kim istemez ki mutlu olmayı?
Ama mutsuzluğa da var mısın?”[1]
“Sanatta işlenebilecek hiç bir suç yoktur,” diyen ‘Yeni Kapı’lılardan Nazlı Masatçı, 4 Aralık 2012’de İzmir 22. Asliye Ceza Mahkemesi’nce “ceza” denilen bir kararla onurlandırıldı…
N. Tolstoy’un, “Şiddeti ortadan kaldırmalıdır, yalnız o yapabilir bunu”; Adalet Ağaoğlu’nun, “İçinde yaşanabilecek tek dünya. İnsanın özgür olduğu tek yerdir,” sözleriyle betimlenen sanat “suç”lanabilir mi?
A. Hicri İzgören’in, “Sanat, yaşanmış olan, yaşanan ve yaşanacak olan hayatın ifadesidir. Hayatın odak noktası da insandır. Sanatçı, insanı (ve insani olanı) hayatın zenginliği ve bütünlüğü içinde yakalayandır,” sözleriyle betimlenen sanatçı “ceza”landırılabilir mi?
Hayır! Binlerce kez hayır!
Ancak John Berger’in, “Tiranlıkların tümünde zulüm kurumsallaşmış olarak mevcuttur. Bir tiranlığı bir başkasıyla karşılaştırmak bu açıdan anlamsızdır, zira bir noktadan sonra çekilen acıları karşılaştırmak mümkün değildir. Tiranlıklar kendi başlarına zalim olmakla kalmaz, aynı zamanda zulme örnek teşkil ettikleri için zulmün kapasitesini artırır, zulüm altındakilerin ise giderek umursamazlaşmalarına yol açar,”[2] diye resmettiği tiran(lar)ın egemen olduğu coğrafya(lar)da bu(nlar), ne yazıktır ki hâlâ mümkün!
Ancak zulmün aşılmasına ilişkin çözüm de yine zulme içkindir!
“Nasıl” mı?
Topluma dayatılan “umursamazlaşma”nın panzehiri oldukları, “Başka bir dünyanın mümkün olduğunu” hatırlattıkları için sanata/ sanatçıya karşı olan tiran(lar)ın zulmü sanatı “suç”, sanatçıyı “suçlu” ilan ederken zulme meydan okuyan direniş ve direnç odaklarını da yaratır…
* * * * *
Albert Camus’nün, “Kendine bir anlam arayan tek varlık” olarak betimlediği insanın insanallaşma ve özgürleşmesinde sanatın oynadığı rol devasa önemdir.
Pelin Batu’nun, “Sanat çok sübjektif bir şey… Sanat kişiseldir,” diyen pop-star (daha da doğrusu satar!) zırvalarını bir yana bırakırsanız; sanatın gücü, ortak alanların gücüdür.
Yaşama ve gerçekliğe ait olayların üzerinde bir yeri bulunduğundan söz edilse de doğayı ve yaşamı “kendi güçleriyle” anlayıp yorumlamak gerekecektir. Yorumlama gücünden kaynaklanır sanatın gücü. Ne var ki sanatın bize vermesi gerekeni, doğa ve yaşam verdiği için böyle bir ‘tekrar’ anlamsız olacaktır Çenişevski’ye göre.[3] Yeniden yaratma dışında sanatın bir başka önemi, yaşamın açıklanmasına yönelik işlevinden kaynaklanır.
Kolay mı?
“Sanat size çevrilmiş bir yüzdür ve her yüz gibi, her bakış gibi, her göz göze geldiğimiz insan gibi orada bir diyalog başlar,” vurgusuyla Jale Nejdet Erzen’ün eklediği üzere: “Sanat, sonlu bir konum içinde sonsuzluğu temsil eden bir hakikâtin sunulmasıdır.”[4]
Tam da bunun için nihai kertede kolektiftir; toplumsaldır; yaratıcıdır…
Evet S: Freud’un “Sanat... hayal gücünden gerçeğe gider... oradan da yaratıcı kişi, onur, güç ve seviye varır”; C. G. Jung’un “Tüm yapıların kaynağı hayal gücünde yatar”; Shiller’in “Kişi ancak kendisini hayal gücünde bulduğu zaman gerçektir,” saptamalarıyla betimlenmesi mümkün olan yaratıcık, toplumsal yoğunluklarla ortaya çıkar, biçimlenir…
İşte tam da bunun için sanatçının insan(lık)ı sanat yoluyla sorgulaması, insan(lık)a dönük eleştirel bir özgürleşme ediminin önünü açar…
* * * * *
Bunu yaptığınız zaman yani devlet (veya her türlü iktidar-mesela para!) ile aranıza mesafe koyabildiğiniz oranda sanatçı olursunuz; yaptığınız da sanat olarak nitelenmeye hak kazanır.
Tam da bu noktada “Sanatçı devletten medet umar mı?” sorusuna, Cemal Şakar’ın “Devlet, sanatçının muhalifliği üzerinde kadim bir gölge”; Bülent Usta’nın, “Ne devletin ne de edebiyatın birbirine karşı sorumluluğu olamaz,”[5] diye verdikleri yanıtı anımsamak gerekir.
Evet, sanatı ve sanatçıyı betimleyen aslî öğelerden birisi de başkaldıran muhalif duruşudur…
Söz konusu gerçeklik karşısında Ahmet Mümtaz Taylan’ın, “Akıl, mantık ve vicdan üçgeninden kendimizi muaf tutarsak siyasete yakın oluyoruz. Mesele siyasete değil, hayata yakın olmak,” türünden “utangaç” mazeretine sarılmak doğru olmaz…
Tıpkı Demet Sağıroğlu’nun, “Sanatçının siyasetinin olacağına inanmıyorum… Ben bunu yapmama taraftarıyım müziğimi yapayım bana yeter,” diyen açık kaçışı gibi…
Sınıflı bir toplumda ne biçimde ve nasıl olursa olsun sanat da, sanatçı da siyasetle ilintilidir; “Fikrini saklayandan korkarım… Başkaldırmak gerekiyor” vurgusuyla Onur Saylak’ın eklediği üzere:
“Her şey ortada, Türkiye’nin nereye gittiği, ne yapılmaya çalışıldığı ortada... Ha şöyle bir seçim var şu anda: Ya bunu görmezden geleceksiniz, zengin olup hayatınızı yaşayacaksınız; ya da karşısında duracaksınız.”
Evet sanatçı da, sanat da yaşananlardan muaf değildir; Arif Damar’ın, “Şair sadece yaşadığı dönemin bir tanığı değil, aynı zamanda bir suçlusudur da”; Cemal Süreya’nın, “Şairin hayatı şiire dahil,” sözlerindeki üzere…
* * * * *
Ancak!
Bedri Baykam’ın, “Sabancı’dan destek istedim vermedi!” diye dert yandığı; Güner Öztuna’nın, “Yaratıcı kişi ve sanat özel destek görmeli” ve “Türkiye’deki kültür sanayisinin yerel kaldığı” vurgusuyla Beral Madra’nın, “Sanat üretiminin gerçekleşip uluslararası düzeyde değer kazanabilmesi için sanatçının desteklenmesi gerekiyor. Sorun tam da burada, sektöre yatırılan paranın çok azı yaratıcı insana gidiyor,” sözlerinin betimlediği verili durumda “sanat” denen şey “sponsorlu” ve “satılık” bir hâlin tezahürüne tahvil olmuştur…
Karl Marx’ın, “Para bizzat cemaat olduğundan, karşısında başka cemaatlere tahammül edemez,” uyarısını “es” geçmeden; Saul Bellow’un, “New York Amerika’nın kültür merkezi değil, Amerikan kültürünün iş ve yönetim merkezidir,” saptamasının altı defalarca çizilmelidir!
Onların “sanatı” artık, bir iş ve pazar meselesidir!
Kolay mı? New York’taki galerisini kapatıp Karaköy’e taşıyan Regis Krampf, “Dünyada en yüksek para ödeyenler Ortadoğu’dan çıkıyor, Araplardan… Ben müşterisine yatırım önerisi yapan bir banka gibiyim. Bazılarında risk yüksektir, bazılarında azdır. Ben Asya çağdaş sanat sahnesiyle ilgili bayağı bir çalışma yaptım. Mesela Koreli, Çinli, Uzakdoğulu genç sanatçılardan kendime bir koleksiyon yaptım 150 parçalık, heykel, resim ve fotoğraf olmak üzere. Bunlar çok genç sanatçıların eserleri ve her biri 5 bin doların altındaydı. Fiyatları şimdi 25 bin dolardan başlıyor. 2 yıl içinde beş katına yükseldi. Sanatta yatırım böyle bir şey,” diyor açık, açık!
Ayrıca 2011 Fuarına ilişkin olarak Contemporary İstanbul’un Başkanı Ali Güreli, “Bu sene fuardaki eserlerin toplam değeri yüzde 40-50 oranlarında arttı. 2010’da biz 50 milyon dolarlardaydık, bunun yüzde 70’i satıldı. Bu sene sanat eserlerinin toplam değeri 2010 senesinin tahminimce yüzde 25-30 üstüne çıkacak. 100 milyon dolar civarında bir sanat eseri sergileniyor fuarda. Hedefimiz yüzde 65-70’ler civarında bir netice almak. Pazarın çok heyecanlı olduğunu gözlemliyoruz,” saptamasını dillendiriyor…
Hem de santralistanbul koleksiyonu satışına karşı çıkan Yüksel Arslan’ın, “Sanat eserlerini peynir ekmek gibi satmak tatsız,” çığlığına karşın; alınıp-satılan “şey” olup, çıkıyor “sanat” (ve dolayısıyla da “sanatçı”!) dedikleri!
Söz konusu tabloda Mehmet Gün’ün itiraf ettiği gibi, “Türkiye’nin çağdaş sanatları son 15 sene içinde inanılmaz bir boyuta geldi ve inanıyorum ki gelecek 4-5 sene içinde Avrupa’nın en önemli merkezlerinden biri, hatta en önemlisi Türkiye olacak (merkez İstanbul).
Bu, bugünün pozitif bilançosu. Sanat artık bir kapital durumuna geldi ve finans krizlerinden bile etkilenmeden kendi parasal gücünü devam ettirmekte. Örneğin 2008 yılındaki büyük kriz sırasında Almanya’daki Sotheby’s de Damien Hirst 400 yapıtını açık artırmaya çıkardı. Elde edilen para miktarı yaklaşık 350 milyon dolardı. Hemen hemen hepsi satıldı. Peki o zaman kriz nerdeydi, gerçekten bir finans krizi yaşandı mı? Var olan para nereye yönlendi? İşte bu durum sanatın bugünkü finansal ve kapital olarak gücünü göstermekte... Kimse aldığı yapıtı sanatsal değerinden ötürü almıyor artık.
Çeşitli değerli taşlar, mücevherler, külçe altın kalıpları gibi resim, video, obje vs alıyor. Boynuna mücevher diye asamayacağı için, duvarına resim diye asıyor veya bankasının gizli bölümünde veya yüzlerce gizli kamera altında, gümrükten arınmış bir bölge içinde, transport firmalarının depolarında saklıyor.”
Işıl Eğrikavuk’un, “Bienale gidip de baktığımız eseri anlamamak normal mi? İnsan kendini aptal gibi hissediyor,” sözlerini hatırlatarak toparlarsak; Sponsoru Koç Holding olan XIII. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü üstlenen Fulya Erdemci, “Demokrasilerde sanat tükenmez!” dese de; “demokrasi” diye allayıp pullamaya kalkışılan sürdürülemez kapitalizm sanatı da yok ediyor!
“Türkiye’de sanat pazarının oluşumu müzayedeler aracılığıyla yönlendiriliyor. Galerileri ve sanatçıları alan dışında tutarak koleksiyonerleri müzayede salonlarına bağlama eğilimleri giderek güç kazanıyor. Bu durum sanat pazarının oluşumunda özellikle yeni koleksiyoner kuşağının sağlıklı seçim alternatiflerinden uzaklaşmasına neden oluyor. Contemporary İstanbul organizasyonu bir alternatif olarak galericileri, sanatçıları, hatta koleksiyonerleri yalnızlaştıran bu oluşuma karşı çok önemli bir dinamik. İzleyiciye renkli, çok boyutlu, uluslararası zengin seçenekler sunuyor,” diyen Hüsamettin Koçan’ın satırlarındaki üzere…
Bunu görmeyen, bilmeyen var mı?
Üç maymunu oynayan “sponsorlu” ve “satılık” hâlin tezahürüne “sanat” diyenler dışında!
* * * * *
Oysa sanat da, sanatçı da teslim alınamaz; alınmamalıdır!
Çünkü teslimiyet, boyun eğiş eleştirinin olmadığı, olamadığı yerdir ki, orada ne sanat ne de sanatçı olamaz...
Sürdürülemez kapitalizm sanatın sorgulayıcı doğasına tahammül edemediği için eleştirelliği “suç” ilan eder, yasaklar!
Sanatsal eleştirinin yollarını tıkar.
Bu konuda gazeteci Sarah Thornton yayımladığı manifestoda, “sanatta piyasa mekanizmasını” anlatarak[6] sorar: “Eleştirmenlik şef garsonluk mu oldu?”
Evet eleştiriyi yoksamak isteyen kapitalizm, her şeyi metalaştırmak, en temel insani ihtiyaçlar üstünden bile para kazanmak ister. Bu, onun kâr etme ve sermaye biriktirme güdüsünden kaynaklanır. Kültür-sanat da buna dahildir. “Kültür endüstrileri”, (şimdilerde tanımı genişletilerek kreatif sektör deniyor), Türkiye’de de büyüyor. Artık medya, sinema, müzik, kitap, eğlence, spor vb. alanlarında faaliyet gösteren, her birinde oyuncudan yönetmene, ışıkçıdan grafikere, vokalistten gazeteciye, mimardan tasarımcıya yüzlerce ücretlinin istihdam edildiği firmalar, kompleksler var.
Kâr ve sermaye birikimi esaslı süreçler, her alana kendi kanunlarını taşır. Konu kültür-sanat üretmek olsa da... Sermaye sahibi ipleri elinde tutar, kendisine en yüksek getiriyi sağlayacak ürüne karar verir, sonra onu üretecek sanatçıları istihdam eder, işgüçlerini satın alır, ürünü istediği gibi üretmelerini ister. Sanatta ön planda olması beklenen estetik, yaratıcılık, ahlâki kaygılar arka plana atılır ve sanatçılardan, işgücünden, piyasa için tasarlanmış ürünü, en düşük maliyetle üretmeleri istenir.
Kapitalizm var oldukça, kültür-sanat alanını bu metalaşmanın, tüccarlaşmanın elinden kurtarmak mümkün değil. Harcıâlem hayal ürünleri, “soap opera” diziler, gişe filmleri, sığ best-seller kitaplar... Bunlar, “kültür ürünü” olarak piyasada hep olacaklar, biri tüketilmeden, diğeri yerini alacak. Dayanıksız tüketim malı olmalı, hızla tüketilip yenisi talep edilmelidir ki, sermayenin geri dönüşü uzamasın, kâr oranı düşmesin![7]
* * * * *
Kapitalizmin sanata, sanatçıya dayattığı metalaşma ve aynı zamanda da yabancılaşmaya despotik baskıların da eklenmesi kaçınılmazdır…
“Nasıl” mı?
Mesela… Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2012 yılında verdiği ihlâl kararlarına ilişkin istatistikler geçenlerde açıklandı. 2011’de ihlâllerde AİHM birincisiydik. Bu yıl ikinciliğe düşmüşüz, çünkü Rusya at başı farkla önümüze geçmiş.
Açıklanan istatistiklere göre, mahkeme, 2012 yılında toplam 1.093 karar vermiş ve bu kararlardan 903’ünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin en az bir maddesinden ihlâl çıkmış. AİHM, bir kararda sözleşmenin birden çok maddesinden ihlâl verilebiliyor. Örneğin AİHM’nin 2010 tarihli ünlü Hrant Dink kararında Türkiye’ye 4 ayrı başlıkta ihlâl verilmişti.
Sıralamanın en üstüne bakıldığında, içinde en az bir ihlâl olan toplam 903 karardan 122’si Rusya’dan kaynaklanmış. İkinci sırada en az bir ihlâl içeren 117 kararla Türkiye geliyor. Ancak Türkiye hakkındaki 122 kararın içerdiği ihlâllerin toplamı 248’e ulaşıyor. Yani mahkeme Türkiye hakkında her mahkûmiyet kararında sözleşmenin ortalama iki maddesinin ihlâl edildiğine hükmetmiş…
Mesela… İnsan Hakları İzleme Örgütü, 2012 yılı içerisinde 90’ı aşkın ülkede insan haklarının gelişimini değerlendirerek 665 sayfalık bir rapor hazırladı. Raporun Emma Sinclair-Webb tarafından kaleme alınan Türkiye bölümünde, insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda yasalardan ve uygulamalardan kaynaklanan sorunlara dikkat çekildi.
Emma Sinclair-Webb “Reform için bazı adımlar atılmasına rağmen çabalar eksik. Yeni insan hakları mekanizmaları iktidarın kontrolü altında ve bağımsız değil” diye yazdı.
Raporda gazeteci Ahmet Şık, Nedim Şener ve Büşra Ersanlı’nın tahliye edilmiş olmalarının, onların düşüncelerinden dolayı ceza çektikleri gerçeğini değiştirmeyeceği belirtilerek hâlâ birçok aktivistin tutuklu olduğunun da altı çizildi.
Mesela… Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, Türkiye’nin ifade özgürlüğü alanında yaşadığı sıkıntılara dikkat çekerek; AİHM’de Türkiye aleyhinde ifade özgürlüğüyle ilgili hâlâ 450 dosya bulunduğunu belirtip, bunun çok yüksek bir rakam olduğuna işaret etti…
Mesela... Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Başkanı Jean-Claude Mignon, Türkiye’ye “Olağanüstü dikkatle izliyoruz. Eğer ifade özgürlüğü saygıyla karşılanmıyorsa yaptırım uygulanır” uyarısında bulunurken; AKPM Kültür, Bilim, Eğitim ve Medya Raportörü tarafından hazırlanan raporun Türkiye bölümünde, ülkede çok sayıda gazetecinin cezaevinde tutuklu olması veya yargılanmasının, ülkenin medya ortamı üzerinde felç edici bir etkisinin olduğu saptaması yapıldı…
Mesela… Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün basın özgürlüğü raporunda Türkiye, 2012 yılında 6 sıra gerileyerek 179 ülke arasından 154’üncü oldu. 2005’ten beri bu alanda gerileyen Türkiye, “Gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi” diye nitelendi…
Mesela… Siyasal haklar ve özgürlükler konusunda yaptığı çalışmalarla tanınan ABD merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un yıllık raporunda Türkiye 2011’de olduğu gibi 2012 yılında da “kısmen özgür” ülke olarak tanımlandı…
Evet Hugh Roberts’in, “Demokrasinin durumu tartışmaya açık,” notunu düştüğü Türkiye “Otoriter bir kuşatma”yla[8] yüz yüzedir.
Göksel Aymaz’ın, “Otoriteryen kişilik, kültürün solcu pazarlamacılarından demokrat akademisyenlere, özgürlükçü gazetecilerden kültür endüstrisinin tüccarlarına, toplumsal hayatın her alanında tebdili kıyafetle geziniyor,” vurgusuyla betimlenen verili durumda ‘Diyanet TV’yi kurarak medyaya giren Diyanet İşleri Başkanlığı, “genişleme” kararı alıp, 81 ilin müftülüklerinden, her ilde Diyanet TV için temsilcilik kurulması istedi!
Yeşilay Cemiyeti Mardin Şube Başkanı Lütfü Günlüoğlu, üniversiteli gençlerin Mardin’de sarmaş dolaş dolaşmalarına, sokakta ve parklarda öpüşmelerine tepki gösterip, kente üniversite kurulmasıyla yörede ahlâksızlığın yaygınlaşmaya başladığı iddiasıyla, yetkilileri önlem almaya çağırdı!
Veya Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde 26 Aralık 2012’de düzenlenmesi planlanan Duman konseri, grubun ‘Rezil’ adlı şarkısında İhlas Suresi’nin ayetlerini değiştirerek yer verdiği iddiasıyla hedef gösterilmesinin ardından iptal edildi. SDÜ öğrencisi bir grubun Duman’ın, İhlas Suresi’nin ayetlerini değiştirerek şarkı sözlerinde kullandığı gerekçesiyle protesto edip, konserin iptali isteyen açıklamasında, “Türkiye’de gençliğin peşinden sürüklenip gittiği rock grubu olan Duman da bu yanlışa düşmüş ve albümünde bulunan ‘Rezil’ adlı parçasında İhlas Suresi’nin ‘Lem yelid velem yuled’ olan 3. ayetini ‘Lem yelid ve löp yutar’ olarak değiştirerek şarkı yapma densizliğini gösterdi” denildi!
Ya da “Bilim insanlarının bir araya geldiği ‘Teknoloji, Medeniyet ve Değerler 2’ konferansında aralarında iletişimci dekanların, profesör sosyologların ve elbette ilahiyatçıların olduğu bir grup Türk bilim insanı ‘İslâmi bisiklet’ üretip üretemeyeceğimizi tartıştı. Şaka değil ciddi ‘bilimsel’ tezler ortaya koydular! Mesela aralarında bir dekan İslâmi bisikletin boyasına dikkat çekti, bir başkası ‘bindik bir âlâmete, gidiyoruz kıyamete’ şeklinde ciddi bir giriş yaparak teknolojinin nasıl İslâmileştireceğine değindi”![9]
Konuyla ilintili bir şey daha: 5 yıl önce (2008’de), Turan Eser’in verileriyle, cami, hastane ve okul sayılarını kıyaslamıştı.[10] 1200 hastanemiz, 67 bin okulumuz, 85 bin camimiz vardı.
Kültür Bakanlığı’nın bütçesi 632 trilyon TL., şimdi “Bilim”i de içine alan Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın bütçesi 280 trilyon iken, Diyanet’e 1.7 katrilyon veriliyordu. Bu, 8 bakanlığın bütçesine eşitti.
Turan Eser verileri 5 yıl sonra için revize etmişti. İşte, şimdiki resmi rakamlar:
AKP’nin iktidara geldiği 2002’de ilköğretim okulu sayısı 32 bindi. 10 yıl sonra rakam, yine 32 bin... Temel eğitimde devletin 160 bin derslik açığı var.
Hastane sayısı 1114 idi, 10 yılda 1453 oldu. Cami sayısı ise 76 binden 93 bine çıktı. Yani 10 yılda okul sayısı artmazken, mevcut okulların yarısına yakın cami yaptırıldı.
İmam sayısı 10 yılda 74 binden 128 bine çıktı. Diyanet, 2013 yılsonu 150 bine ulaşmayı vaat ediyor. Buna karşın Sağlık Bakanlığı hastanelerindeki hekim sayısı 10 yılda 57 binden 73 bine çıkabildi. Yani doktorun iki katı imam var devlette...
İlahiyat Fakültesi sayısı ise 10 yılda 27’den 83’e çıktı. “Eh Müslüman ülke, olacak o kadar” mı diyorsunuz? Türkiye’deki 93 bin camiye karşılık, nüfusu Türkiye’ye yakın İran’da 68 bin cami var. Mısır’da 67 bin...
Bir de sivil topluma bakalım: Türkiye’de 100 bine yakın dernek var. Bunların 863’ü sivil haklar derneği... 308’i öğrenci derneği... 1’i opera sanatçıları derneği... 16 bini ise cami ve Kur’an kursu dernekleri...
Almanya’da 11 bin 300 kütüphane var. Türkiye’de 1500...[11]
* * * * *
Tüm bu zırvalara sanat ve sanatçıların da payına düşeni fazlasıyla aldığı yasak(lar) ve baskı(lar) eklendi!
Hızla sıralayalım!
i) Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay V. Murad balesinin kıyafetlerinden “rahatsız” oldu. 5. Murad’ın yaşamını konu alan balede önce etek boyları uzadı, sonra repertuvardan çıkarıldı!
ii) Eskişehir’de resim öğretmeni Emin Gülören’in açtığı nü resim sergisi İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından “yukarıdan gelen bir emirle” kapatıldı. Resimler ise ters çevrildi!
iii) TBMM Dikmen Kapısı’nda görevli polisler, Evrensel Gazetesi Ankara Temsilcisi ve 17 yıllık parlamento muhabiri Sultan Özer’in çantasındaki EMEP’in “Tarihsel Bir Gerçeklik, Kürtler ve Kürt Sorunu” başlıklı kitapçığa el koydu. Broşüre el koyma gerekçesi olarak üzerindeki “parti logosu” gösterildi. “AKP logolu kitapla gelsem aynı şeyi yapar mıydınız? Ben gazeteciyim” diyen Özer’in çantasındaki soru önergeleri de tek tek incelendi!
iv) 3 yılda hakkında 3 ayrı dava açılan ve çeşitli cezalara çarptırılan Türk halk müziği sanatçısı Pınar Aydınlar, “Bana konulan yasak, halkın türkülerine konulan yasaktır” dedi. Aydınlar, AKP hükümeti ile sanat ve sanatçı üzerindeki baskıların arttığını, Fazıl Say, Grup Yorum, Grup Munzur, Ferhat Tunç gibi sanatçılara açılan davaların bunun en önemli örnekleri olduğunu belirtip, yaşananları “faşizan baskı” diye değerlendirdi!
v) Pınar Aydınlar’a (Sağ’a), İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü için 10 ay hapis cezası veren, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” diye slogan attıkları için de 14 kişiyi ‘örgüt üyeliği’ iddiasıyla 110 yıl hapse çarptıran Malatya Özel Yetkili 3. Ağır Ceza Mahkemesi, bu kez müzisyen Ferhat Tunç’u 2 yıl hapisle cezalandırdı!
vi) DHKP-C operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan Grup Yorum üyeleri baskın sırasında Emniyet güçleri tarafından el konulan albüm çalışmalarının iadesi için savcılığın yazı yazmasına karşın geri verilmediğini belirttiler!
vii) İstanbul Özel Yetkili Savcılığı görevinden kısa süre önce alınan ve özel yetkileri kaldırılarak başsavcı vekilliğine atanan Mehmet Berk, giderayak hazırladığı iddianamede, konserleri binlerce kişi tarafından izlenen Grup Yorum üyeleri için ağır cezalar istendi!
viii) Grup Yorum’un merkez olarak kullandığı İdil Kültür Merkezi’ne yönelik 2011’de yapılan baskında polise direnen beş müzisyene, sadece bu iddia nedeniyle 18 aydan dokuz yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Müzisyenlerle birlikte yargılanan sekiz kişiye de 70 yıla kadar hapis isteniyor!
ix) Sultangazi’de karakola gerçekleştirdiği saldırıda ölen İbrahim Çuhadar’ın cenazesinin alınması sırasında polisin müdahale edip, gözaltına aldığı Grup Yorum üyesi Selma Altın’ın gördüğü işkenceler sonucu sağ kulak zarının patladığını bildirdi!
x) Sincan 1 Nolu F Tipi Cezaevi, koğuşta Grup Yorum’un ‘Zafer Yakında’ marşını söyleyip, slogan atan 25 mahkûma hücre cezası verdi. Gerekçe: Eyleme teşvik ve cezaevinin güvenliğini tehlikeye atmak! CHP’li üyeler Tekirdağ 1 ve 2 No’lu F tipi cezaevleri ile Edirne F Tipi Cezaevi’nde incelemelerde “Türkü söylemenin, radyo dinlemenin cezaevi yönetiminin keyfine bağlı olduğu” belirtildi!
xi) Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrencisi ve Sağlık Emekçileri Sendikası Öğrenci Komisyonu üyesi Zülküf Akelma, 13 Mart 2012’de binlerce kişinin katıldığı ve sağlıkta özelleştirmeyle doktorlara yapılan saldırıların protesto edildiği sağlık mitinginde çalınan ve 1995’te Grup Yorum’un albümünde yer verdiği Kürtçe ‘Herne Peş’ parçasına eşlik edince, kendini özel yetkili mahkemede buldu. Zülküf Akelma hakkında, bu şarkıya eşlik ederek “terör örgütü propagandası” yapmaktan 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı!
xii) Antep’teki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma etkinliğine katılan Emeğe Ezgi grubu üyelerinin de aralarında bulunduğu 12 kişi hakkında “örgüt adına suç işlemek” ve “örgüt propagandası yapma” suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede halay çekmek ve şarkı söylemek “örgütsel faaliyet”, su ve şeker istemek ise “örgütsel tavır takınma” olarak değerlendirildi!
xiii) 30 Ekim 2011’de Taksim’de katıldığı protesto eyleminde gözaltına alınan Genç-Sen üyesi Sinem Şahin’in tutuklanmasının gerekçesi bu kadar da olmaz dedirtti: “Karayılan’ın talimatıyla halay çektiği tespit edilmiştir”!
xiv) Cezaevlerindeki “keyfi” uygulamalara “harita” ve “atlas yasağı” da eklendi. Adana F tipi Cezaevi’nde kalan bir hükümlüye gönderilen “orta ve büyük boy” atlas, cezaevi yönetimi tarafından “örgütsel materyal olarak kullanılabileceği” gerekçesiyle verilmezken, koğuş arkadaşına Atlas dergisinin promosyonu olan “Türkiye haritası” da “amaç dışı kullanıma müsait” şeklinde değerlendirildi. Ayrıca cezaevi kantininde “kırmızı kalem” satışının da yasaklandığı ortaya çıktı. Cezaevinden gelen mektupta tutuklu, “Eylül 2012’ye kadar kantinde kırmızı tükenmez, kırmızı pilot, kuru boya ve keçeli kalemler satılıyordu. Söylendiğine göre bakanlığın emriyle tüm kırmızı kalemlerin satışı yasaklanmıştır”!
xv) Hopa’da hayatını kaybeden Lokumcu’nun öldürülmesini protesto ettikleri için terör örgütü üyeliği suçundan yargılanan 28 sanığın davasında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi el konulan kitapların iadesini ve biber gazı araştırmasını reddetti!
xvi) Ankara mahkemeleri ve Bakanlar Kurulu kararıyla Eylül 2012’ye kadar 453 kitap ile 645 gazete, dergi, broşür ve pankart hakkında yıllardır yasak kararı bulunuyordu!
xvii) Ondokuz Mayıs Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün, Samsun’un Bafra ilçesinde Şeyhulaş Köyü İlköğretim Okulu’na gönderdiği aralarında Uğur Mumcu, Aziz Nesin ve Nâzım Hikmet’in eserleri ile ‘Pollyanna’, ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’de bulunan yüzden fazla kitap İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “sakıncalı” bulunarak geri gönderildi!
xviii) ‘Fareler ve İnsanlar’ ve ‘Şeker Portakalı’ gibi edebiyat eserleri üzerine tartışmalarla sık sık gündeme gelen Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), bir sanata sansür skandalına daha imza atıp, Manyas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün onayıyla Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kadınlık Bizde Kalsın’ adlı oyununu öğrencilerine oynatan Manyas Lisesi müdürü Ali Kürşat Özgüler’i “öğrencilerin ahlâkını bozduğu” gerekçesiyle sürdü!
xix) Sansürlüler listesine Yunus Emre’nin ilahisi de girdi! Halk ozanı Yunus Emre’nin ünlü ilahisi 10. sınıf ‘Türk Edebiyatı Ders Kitabı’nda sansürlendi. Kitapta, ilahinin “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle, birkaç huri/ İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni” dörtlüğüne yer verilmedi. Yayınevi, kitaplarının Talim Terbiye Kurulu tarafından onaylandığını vurguladı!
xx) Çocuk edebiyatının ünlü ismi Muzaffer İzgü’nün ‘Zıkkımın Kökü’ adlı kitabı da “sakıncalı” bulunan yapıtlar arasına girdi. İzgü’nün kendi yaşamını anlattığı ve 1992’de Memduh Ün yönetiminde aynı adla filme çekilen kitap, çocukların cinsel gelişimine uygun görülmedi!
xxi) Bahçelievler Necip Fazıl Kısakürek Lisesinde bir tarih öğretmeninin öğrencilerine okumaları için önerdiği Amin Maalouf’un Semerkant adlı kitabı şikâyete konu oldu. İddiaya göre, bir veli kitabın müstehcen olduğunu ve İslâmiyeti aşağıladığı iddiasıyla, Bahçelievler İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne dilekçeyle şikâyette bulundu. Şikâyet üzerine kitabı öğrencilere öneren tarih öğretmeni hakkında inceleme başlatıldı!
xxii) Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirindeki “Bir bira içmek istiyordu kaç gündür/ Masaya biranın dökülüşünü koydu” dizesinin sansürlenmesini Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Yasası’nın “Tütün ve alkol tüketimini teşvik edecek faaliyetleri önleyecek çalışmaların ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği içerisinde yürütülmesi” hükmüne dayandırdığı belirtildi.
Geçerken anımsatmamak olmaz! AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte alkol yasakları hızla yayıldı. İçki yasağı düzenlemelerinde yasağın başladığı kimi yerler ve ilginç uygulamalardan bazıları şöyle:
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) kiraya verdiği ve içkili restoran olarak kullanılan mekânların kira sözleşmeleri 2008’de iptal edilmeye başlandı. Aralarında tarihi Moda İskelesi ve Üsküdar Salacak’taki Denizkızı Restoran’ın da bulunduğu mekânların işletmeleri değişti, sosyal tesis hâline getirilen mekânlarda alkollü içki servisi yasaklandı. Üsküdar Belediyesi, “vatandaşların rahat oturabilmesi” amacıyla halka açık yerlerde içki içenlere para cezası kesilmesi ve bu kişilerin adlarının belediyenin internet sitesinde teşhir edilmesi kararı aldı.
Ankara
TAPDK’nın işletmelerin içki ruhsatlarını iptal etmesiyle Eymir Gölü kenarındaki işletmelerde ve büfelerde 14 Ocak 2013’te alkol satışı yasaklandı. Büyükşehir Belediyesi, Göksu ve Mogan Parklarına “İçki satışı yasaktır” diye tabela astırdı.
Denizli
2010 yılında belediye meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı. İçkili yerler il dışına taşındı ve şehir merkezinde içkili yerlerin birçoğu kapatıldı. Kefe Yaylası Şenlikleri’nde, 2008 yılından itibaren sigara ve içki içilmesi ve satılması yasaklandı.
Çankırı
Valilik Mayıs 2009’da yayımladığı bildiride, huzur ve güvenliğin sağlanması, trafik kazalarının önlenmesi ve suçların önüne geçilmesi amacıyla halka açık yerlerde, piknik alanlarında ve taşıtlarda içki içilmesini yasaklandığını duyurdu.
Antalya
Korkuteli ilçesinde belediye meclisi Şubat 2008’de aldığı yeni açılacak işyerlerine alkollü içki ruhsatı verilmemesini kararlaştırdı.
Manisa
Celal Bayar Üniversitesi Rektörlüğü 2011 yılının Nisan ayında sosyal tesislerde faaliyet gösteren restoranda içki satışını yasakladı.
Afyon
Valilik nisan 2012’de aldığı kararla kentin tamamına yayılan bir alkol yasağı kararını hayata geçirdi. Vali İrfan Balkanlıoğlu imzasıyla yayınlanan kararla piknik yerleri de dahil olmak üzere içki satışı ve tüketimi yasaklandı.
Mersin
Belediye Meclisinin kararı üzerine Anamur şehir merkezinde de içkili mekân olmayacak. Erdemli ilçesinde 2007’de ‘genel ahlâk ve yasalara uymadığı’ gerekçesiyle ruhsatları iptal edilen barlar kapatıldı.
Konya
Belediyeler sosyal tesislerde içki satışını yasakladı.
Isparta
Eğirdir belediye başkanlığı 2009’da Altınkum plajında içki içilmesini yasakladı.
Kırıkkale
Mart 2012’de AKP’li Belediye Başkanı Veli Korkmaz, yurttaşların şikâyetçi olduğunu, şehir içindeki içkili mekânların kapatılmasını veya şehir dışına taşınmasını istediğini söyleyerek, şehir içindeki içkili mekânların şehir dışına taşınması için çalışma başlattıklarını açıkladı.
Eskişehir
Odunpazarı Öğretmenevi’nde Temmuz 2012’de alkollü içkileri yasakladı.
Televizyonlar sansürle anılır oldu. “3.10 Yuma Treni” adlı filmde kadın oyuncunun çıplak omzunu 1 dakika boyunca sansürleyen TRT, oyuncu Ayça Varlıer’i de katıldığı program öncesinde kıyafet konusunda uyarmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Diğer kanallar da “buzlama”, “bantlama” ve “gizleme” içeren sansür uygulamalarını artırdı. Muhalefetin görüşlerini kesmeden, heykelin göğüs uçlarını buzlayana kadar birçok sansür uygulaması Türkiye’nin gerçeğine dönüştü. İşte başta TRT’dekiler olmak üzere uygulanan sansür örnekleri:
TRT’de, Tosun Paşa filmindeki Adile Naşit’li hamam sahnesini sansürledi!
Londra Olimpiyatları’nın kapanış töreninde John Lennon’ın ‘Imagine’ şarkısısının “No religion too/ Dinler de olmasın” kısmı spiker tarafından makaslandı.
TRT Müzik’te, Ajda Pekkan’ın görüntüleri buzlanarak sansürlenmiş, Ziynet Sali’nin hafif dekolteli kıyafetine de buzlama tekniği uygulanmış ve şarkıcı Nevra Günay Tosun’a dekolte sansürü yapılmıştı.
TRT 1’de yayımlanan ‘Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü’ adlı filmde Alevilik konuşması sansürlendi.
ATV, Başbakan Erdoğan’ın ODTÜ’de katıldığı törende yaşanan protesto gösterilerinin gerekçesini sansürledi.
TV 8’de yayımlanan, Sadri Alışık’ın canlandırdığı ‘Turist Ömer’ serisinin bir filminde Feri Cansel’in dekoltesi buzlanarak ekrana getirildi.
Fox TV’de yayımlanan ‘Yer Gök Aşk’ adlı dizide çıplak kadın figürü buzlandı.
Kral TV’de haftanın her günü değişik saatlerde yabancı müzik kliplerinin yayımlandığı Kral World adlı programda yayımlanan Shakira’nın ‘Rabiosa’ adlı klibi, RTÜK İzleme ve Değerlendirme Dairesi’ni harekete geçirdi. Uzman raporunu değerlendiren Daire Başkanı Nurullah Öztürk, Üst Kurul’a sunduğu raporda Shakira’nın klipte çocuk ve gençlerin fiziksel gelişimini olumsuz etkilediğini belirtti. Shakira’nın, canlandırdığı karakterlerden birinde iç çamaşırlarıyla bir gece kulübünde striptiz yaptığını, bir direk etrafında iç çamaşırlarıyla dans ettiğini belirten Öztürk, kadın bedeninin cinsel tahrik unsuruna indirgendiğini söyledi.
Peş peşe gündeme gelen TRT sansüründen Michelangelo’nun Hz. Davut heykeli de nabisini aldı. TRT 1’de gece yayınlanan ‘Son Umut’ filmindeki heykel mozaiklendi.
Özetlersek: “Fazıl Say, ‘Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak’ suçundan üç kişi tarafından açılan dava nedeniyle hâkim karşısına çıktı!
Say’ın suçu, Ömer Hayyam’a ait olduğu düşünülen ve de birçok kişi tarafından zaten paylaşılmış olan bir dörtlüğü sosyal medyada yeniden paylaşması. Fazla söze gerek yok: Özgür düşünceden yana olan Hayyam, dizelerini XII. yüzyılda yazmış. Şimdi XXI. yüzyıldayız…
Stefan Zweig, ‘Rotterdam’lı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi’ kitabında ‘Bağnazlığın öldürücü ateşini körükleyebilecek en büyük güç nefrettir,’ der. Biz, toplum olarak bağnazlığın tırmandırıldığı, nefret ve şiddet duygularının körüklendiği bir ortamda yaşıyor ve bunun getirdiği türlü olumsuzluklarla yüzleşiyoruz.”[12]
* * * * *
‘İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin, “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar,” diye haykıran 1. maddesinin ayaklar altına alındığını yeterince net biçimde kanıtlayan örnekleri aktarmayı bırakarak sanatın ve sanatçının varoluşunun “suç” ilan edildiği bu vahşet tablosunda Roland Barthes’ın, “Günümüzde yazın dünyaya sorular yöneltme işine indirgenmiştir, oysa yabancılaşan dünya yanıtlara gereksinim duymaktadır”;[13]Demir Özlü’nün, “Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileştirmek için yazdığını düşünsen de ıssız çöllerden ya da Berlin’deki kanallardan söz etsen de bir sis çanı olacaksın sen. Korkma, kendini koy ortaya”;[14] Eduardo Galeano’nun, “Edebiyat bilinçlere yönelir, onlar üzerinden hareket eder ve niyet, yetenek ve talihle donandığında bilinçle hayal gücünün ve değişim isteğinin horozunu tetikler,” sözleri eşliğinde asla unutmayın:
“Eleştirel düşünce, özgürlüğün en sağlam güvencesi belki de. Edebiyat ise, eleştirel düşüncenin onsuz edilemez bir parçası. Kuşkusuz, bire bir siyasal eleştiriden söz etmiyorum burada. Ama nitelikli edebiyat yapıtlarının hemen tümünde köktenci bir yaklaşımın, sorgulayıcı bir bakış açısının, insanlığın en örtülü hâlleriyle yüzleşmekten çekinmeyen bir tutumun ağır bastığını söyleyebiliriz.
Gerçek edebiyat, önümüze, yaşadığımız dünyayla, bireyin varoluşuyla, toplumsal yaşamla ilgili köktenci sorular sermeden edemez. Şiir yazmak, roman yazmak, öykü yazmak, yazgılarına boyun eğenlerin, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olanların işi değildir. Aynı şey nitelikli edebiyatın okurları için de geçerlidir. Edebiyat ruhun başkaldırısını besler; var olanla ne yetinir, ne de uzlaşır. Mario Vargas Llosa’nın deyişiyle, iyi edebiyat, gerçek edebiyat her zaman yıkıcı, boyuneğmez ve asidir: Var olana bir meydan okumadır.”[15]
Evet, evet şimdi nisyana karşı isyan ve kıyam zamanıdır!
Hem de İstanbul AKM’nin hayalete dönüştürüldüğü, Duru Tiyatro’nun yerinden dışarı itelendiği, Genco Erkal’a Karaca Tiyatrosu’nun kapılarının kapatıldığı, İBBŞT’nin taze yapımı “Zengin Mutfağı”nın devre dışı bırakıldığı, genç oyuncuların tutuklandığı güzergâhta Beyoğlu, tiyatrolarını bir bir kaybederken yarışmayla seçilen tiyatro projesinin yerine nikâh salonu ve gençlik merkezi yapılmışken; Küçük Tiyatro’nun, Atatürk Kültür Merkezi’nin, Muammer Karaca’nın birbiri ardına kapanmasıyla İstanbul’un kültür merkezlerinden biri sayılan Beyoğlu’nda, özeller dışında tiyatro salonu kalmamışken; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nca (İBBŞT) Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde 27 Aralık 2012 akşamı sahnelenen ve “bir faşizm eleştirisi” olarak bilinen ‘Zengin Mutfağı’ adlı oyun, ülkücü bir grubun saldırısına uğrarken; Federico Garcia Lorca’nın, “Tiyatro, kağıttan dışarı yükselerek insan hâline gelen bir şiirdir. Konuşur, bağırır; çaresizdir, ağlar!” sözünü unutmadan var olana meydan okuma (isyan ve kıyam!) zamanıdır şimdi!
İktidar, TV dizileriyle, sansür ve baskılarıyla sanata/ sanatçıya kendi ahlâk ve beğenileriyle ayar verirken; Muzaffer İzgü’nün, “Sanat yasakla ve buyrukla olmaz,” uyarısı kulaklara küpe edilmelidir.
Özetle İlker Aksum’ün ifadesiyle, “Muhafazakârlaşma ayyuka çıkmış durumda. Bilinmesi gereken bunun yalnızca bugünkü hükümetle bağlantılı olmadığı! Bizim ülkemiz zaten oldum olası buydu. Şimdi varolanı iktidarda görüyoruz. Daha önce onlar hiç bu kadar güçlü olmadılar. Evet baskı var, senaristler kontrol altında. Hayallerimiz bile kontrol ediliyor… Sanatın politikası olur muhafazakârlığı olamaz, sanat kapalı değildir. Herkes eleştirilebilir, deşebilir. Bunu biri sanatla yapar biri siyasetle. Baskı ve sansür ise kabul edilemez!”
O hâlde Spartaküs’ün, “Bütün dünya Roma’nın… Öyleyse Roma’yı yıkacağız! Artık dünya Roma’dan bıktı… Roma’yı ve Roma’nın inandıklarını yıkacağız,” haykırışları yankılansın kulaklarınızda…
Albert Einstein’ın 12 Haziran 1953 tarihli ‘The New York Times’da yayımlanan “Açık Mektup”unu anımsayın:
“Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir. Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar. Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar. Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir”…
Ve nihayet “Hiç kimse denemeden gücünün neye yettiğini bilmez,”[16] derken W. Goethe’nin ne anlatmak istediğine kafa yorun…
‘Yeni Kapı’lıların biz(ler)e öğrettiği budur!
18 Şubat 2013 14:45:23, Ankara.
N O T L A R
[*] “Halkı askerlikten soğutmak”tan cezalandırılan Yeni Kapı Tiyatrosu emekçisi Nazlı Masatçı’yla dayanışma için 2 Mart 2013 tarihinde İzmir-Gaziemir’de düzenlenen “Özgür Sanat Gecesi”nde yapılan konuşma… Güney Dergisi, No:65, Temmuz-Ağustos-Eylül 2013…
[1] Cemal Süreya.
[2] John Berger, Bentonun Eskiz Defteri, çev: Beril Eyübolu, Metis Yay., 2012.
[3] N. G. Çernişevskiy, Sanatın Gerçeklikle Estetik İlişkileri, Çev: Arif Berberoğlu, Evrensel Basın Yayın., 2012.
[4] Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, Metis Yay., 2011, s. 162-37.
[5] Derya Atlas, “Sanatçı Devletten Medet Umar mı?”, Sabit Fikir, No:24, Şubat 2013, s.20-21.
[6] Sarah Thornton, Sanat Dünyasında Yedi Gün, çev: Mine Haydaroğlu, Yapı Kredi Yay., 2012.
[7] Mustafa Sönmez, “Tüccarlaşmadan Kültür Üretmek...”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2013, s.10.
[8] Ahmet İnsel, “Otoriter Kuşatma Yılı”, Radikal İki, 30 Aralık 2012, s.1-13.
[9] Cüneyt Özdemir, “İslâmi Bisiklet”, Radikal, 11 Eylül 2012, s.8.
[11] Can Dündar, “Derdimiz Darwinistler mi?”, Milliyet, 19 Şubat 2013, s.17.
[12] Dikmen Gürün, “Sanatçının Değeri...”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2012, s.16.
[13] Ronald Barthes, Eleştirel Denemeler, çev: Esra Özdoğan, YKY., 2013.
[14] Demir Özlü, Önünde Boş Bir Uzam, Yapı Kredi Yay., 2012.
[15] Celâl Üster, “Devletin Yazarı Olmamak!”, Cumhuriyet Kitap, No:1192, 20 Aralık 2012, s.6.
[16] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.293.
Yorumlar