“Beklenmedik olanı beklemedikçe, onu bulamayacaksın.” [2] Turgut Uyar’ın, “Bizim haziranımız bir yıl kadar yetecektir düny...
“Beklenmedik olanı beklemedikçe,
onu bulamayacaksın.”[2]
Turgut
Uyar’ın, “Bizim haziranımız bir yıl kadar yetecektir dünyaya/ /Ve kuytularda,
dağlarda, alanlarda/ Akıtılan ve akıp gelen kanlarda/ Bir sabah büyük büyük
ateşler yanınca/ Eller temizlenecektir/ Bir tören olacaktır/ Ölülerimiz
toplanacaktır,” dizelerinde betimlenen 15-16 Haziran başkaldırısı, tarihimizin
büyük işçi isyanı olarak anılmaya değer devrimci praksisidir...
Bu nedenle de
İbni Haldun’un, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer,”
uyarısını unutmadan; 15-16 Haziran başkaldırısını hatırlayıp/ hatırlatarak,
ondan daima öğrenmek “olmazsa olmaz”dır…
Hayır, 15-16 Haziran başkaldırısı geride
kalan “mişli geçmiş”in tarihi değil; aksine yolumuzu açan geleceğimizdir…
Tıpkı, “Tarih
nedir?” sorusunu, “Biz geçmişi ancak günümüz açısından inceleyebilir, geçmişi
anlayışımızı bugünün gözleriyle oluşturabiliriz. (...) Tarihçi geçmişin değil,
bugünün insanıdır,” ve “Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı
etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog,” diye
yanıtlayan İngiliz tarihçi E. H. Carr’ın dediği üzere…
O hâlde,
bugünün 15-16 Haziran başkaldırısı, bugün nezlinde geçmiş ile gelecek arasında
bitmez bir diyalogdur.
Tam da bunun
için 15-16 Haziran başkaldırısına ilişkin “Eğitimin yüce amacı bilgi değil
eylemdir,” diyebiliriz Herbert Spencer’in ile birlikte…
*
* * * *
Bunların
altını çizdikten sonra başlayalım o hâlde!
Tam da o
günlerde… Laboratuvar işçisi kızlar beyaz önlükleri, iş başörtüleriyle bir
geziye çıkmış gibi neşeliydiler. Penceredekilere keyifle sesleniyorlardı: “Hadi
siz de gelin! Gelsenize!”…
Türkiye
tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden biri başlamıştı.
15 Haziran
1970 günüydü. Hükümet sendika ve grevleri düzenleyen ve 1963’te yürürlüğe giren
274 ve 275 sayılı yasaların değiştirilme kararını almıştı. Türk-İş bu konuda
hükümeti destekliyordu. Bu durum kararın DİSK’in etkisiz bırakmak amacıyla
alındığını gösteriyordu. DİSK de Anayasadaki “direnme hakkı”nı kullanacağını
açıkladı…
O dönem olup
bitenleri Fakir Baykurt, ‘Karaahmet Destanı’ başlıklı romanında olayları
özetler. Kanun değişikliğiyle, bir işyerindeki işçilerin üçte birinden azını
temsil eden sendikalar kapatılacaktır:
“Çalışma
Bakanı Türk-İş’in Erzurum kongresinde DİSK’i kapatacaklarını söyledi. (...)
Üniversite öğretim üyeleri, tasarının karşısında! Ankara’dan dört anayasa
profesörü Cumhurbaşkanına mektup yazmış. İstanbul’dan otuz öğretim üyesi
bildiri yayımlamış. (...) İşyeri temsilcileri karar almış 17 Haziranda miting
var Taksim Alanı’nda. Fakat direniş 15’inde başladı.”
*
* * * *
Evet,
‘Sendikalar Kanunu’nda önemli değişiklikler yapan bir kanun tasarısı 11 Haziran
1970’te Millet Meclisi’nde Adalet Partili ve Cumhuriyet Halk Partili
milletvekillerinin oylarıyla kabul edilerek Cumhuriyet Senatosu’na gönderildi.
Tasarı işçilerin istedikleri sendikalara serbestçe üye olma haklarıyla, memnun
olmadıkları sendikalardan ayrılma haklarını zorlaştırıyor, ayrıca toplu
sözleşme ve grev haklarına kısıtlamalar getiriyordu. Buna göre, bir sendikanın
ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki işçilerin en az üçte
birini üye yapmış olması gerekiyordu. Konfederasyonların kurulabilmesi için de
ülke çapındaki sendikalı işçilerin en az üçte birini üye kaydetmiş olmaları
şartı getirilmişti. Bu değişiklikler Türk-İş’in önünü açmış ve açıktan açığa
DİSK’i hedef almıştı.
İşçiler, 15-16
Haziranda üretimi durdurarak alanlara çıktılar. Köprülerin açılması, deniz
taşıtlarının ulaşımdan alıkonulması işçilerin karşı yakaya geçişini
engelleyemedi. Kadıköy meydanında sayısı on binleri geçen işçilerin üstüne
polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi (Mustafa Baylan, Mehmet Gıdak ve Yaşar
Yıldırım) bir esnaf ve bir polis öldü.
Eylemlerden
sonra direniş başlatan Gıslaved işçilerinden Hüseyin Çapkan ile Aliağa
rafinerisi inşaatında greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin
Giritlioğlu da, eylemle bağlantılı direnişlerde ölenlerdendir.
*
* * * *
15 Haziran
günü protestolar başladı, önce işyerlerinde toplanan işçiler, sokaklara çıkarak
yürüyüşe geçtiler. Eylemler bir anda sanayinin kalbi olan İstanbul ve
Kocaeli’ne yayıldı. İstanbul’da dört ayrı yürüyüş kolu oluştu. Birincisi
Anadolu yakasında Ankara Asfaltı üzerinde, ikincisi Eyüp- Alibeyköy- Silahtar-
Cendere üzerinde, üçüncüsü Topkapı- Çekmece- Zeytinburnu üzerinde, dördüncüsü
Levent- Boğaz üzerinde... Yollar tutulmuş, trafik tamamen durmuştu.
İstanbul-
Ankara yolu kesilmiş, Bakırköy taraflarında da Londra Asfaltı trafiğe
kapatılmıştı. Gebze’den başlayan yürüyüş kolu Kartal bölgesinin işçileriyle
birleşerek dev bir kortej oluşturmuştu. İzmit bölgesinde de başta Yarımca-
İzmit yürüyüşü olmak üzere çok sayıda protesto gösterisi yapıldı.
İlk günkü
gösterilere 100’ün üzerinde işyerinden 70 bin civarında işçi katıldı.
Gösteriler 16 Haziran’da aynı güzergâhlar üzerinde sürdü. Göstericilerin sayısı
ikinci gün 150 bini buldu. Emniyet güçleri bütün yürüyüş kollarının şehrin
merkezî yerlerinde toplanmasını engellemek için barikatlar kurdu, köprüler
açıldı, vapur seferleri iptal edildi. Bazı barikatlar aşılırken bazı yerlerde
polisle göstericiler arasında arbede çıktı. En sert çatışma Kadıköy’deki
Yoğurtçu Parkı’nda oldu.[3]
Sıkıyönetim
ilanına karşın İstanbul ve büyük şehirlerdeki işçi direnişleri sürdü. Bu olay
hem öykülere hem de şiirlere konu oldu.
Kemal Özer’in
şiiri ‘16 Haziran Akşamının Şiiri’ başlığını taşıyordu:
“Birlikte
baktılar her şeye,/ tek tek bakınca göremedikleri,/ içine giremedikleri evlere
baktılar, bir yabancı gibi sığındıkları parklara,/ bir ucundan geçip de
yalnızlık çektikleri/ koca koca alanlara,/ tutamadıkları inceliklere baktılar/
ellerinin nasırıyla,/ kaçırılan değerlere baktılar, korunan bankalara./.../
Apaçık gördüler kim neyin hizmetinde,/ gördüler kendi eğittikleri demir düşman
edilmiş ellerinin emeğine,/ suyuna ter kattıkları çeliğin/ gördüler
çevrildiğini göğüslerine./ Ürettiği ne varsa, daha özgür,/ daha yoğun, daha
anlamlı yaşamak için,/ esirgendiğini gördüler insandan/ ve kavgasız elde
edilemeyeceğini hiçbir şeyin…”[4]
Nihayet
olayları toplum polisiyle önleyemeyen hükümet öğleden sonra toplandı ve çareyi
sıkıyönetim ilan etmekte buldu. Sıkıyönetim komutanlığı her türlü işçi eylemini
yasakladı ve DİSK yöneticileri gözaltına alındı. Beş bin kadar işçi işten
çıkartıldı. Ağustos başında Cumhuriyet Senatosu tasarıyı bazı küçük
değişikliklerle kabul etti. Bununla birlikte önce TİP’in ardından CHP’nin
Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurular sonuç verdi ve mahkeme protestolara
neden olan kanun değişikliklerinin önemlilerini anayasaya aykırı bularak iptal
etti.[5]
*
* * * *
İyi de,
tarihimizin büyük işçi isyanı olarak anılmaya değer devrimci praksisi 15-16
Haziran başkaldırısının özü ya da Yıldırım Koç’un deyişiyle, “15-16 Haziran’dan
geriye kalanlar”[6] neydi?
Ya da bugüne
mündemiç geçmiş ile gelecek konusunda Walter Benjamin’in, “Geçmişi tarihsel
olarak kurmak ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike ânında
birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir,”[7]
diye altını çizdiği hatırlanıp/ hatırlanılması gereken temel öğe neydi?
Bu, o günleri
yaşayan Kemal Yalçın’ın satırlarında!
“Şehzadebaşı’ndan
Beyazıt’a doğru giden cadde ağzına kadar dolu. Günlerden 16 Haziran 1970.
Siyah önlüklü
kadınlar, mavi tulumlu işçiler... Kiminin elinde daha yenile kırılmış, yeşil
yapraklı kocaman dallar; kiminin elinde büyük anahtarlar, demir çubuklar,
levyeler... Bazıları ayakkabılarını bağcıklarından boyunlarına asmış, yalınayak
yürüyor cayır cayır yanan asfaltın üstünde... ‘Hükümet istifa, gençler buraya!’
Daha 16 Haziran
1970 gününde bile okula gidecek kadar derslerine sadık, okulcu bir gencim. Ama
o an düşünmeye vakit yok. Sel beni, ben seli kucaklıyorum. Yürüyen, haykıran
insanlar olduklarından daha büyük geliyor gözüme. Yanı başımda pankart taşıyan
mavi tulumlu işçinin eli yüzü ter içinde. Edebiyat fakültesinin mermer
merdivenleri üstünde bekleşen gençlere doğru haykırıyor: ‘Gençler buraya,
hükümet istifa!’
İnsan seli
önüne çıkanı, kıyılarda duranları da içine alarak akıyor. Arkalardan insan
seslerini de bastıran acayip iniltiler, motor gürültüleri geliyor. Yanı başımda
yürüyen, sağ elinde kocaman yıldız anahtar bulunan işçiye soruyorum: ‘Ne sesi
bunlar?’
Yüzünde büyük
bir ciddiyet var. Korkusuz bir ses tonuyla yanıtlıyor: ‘Tankların sesi!
Topkapı’dan bu yana iki sefer aştık asker barikatını!’ (…)
Tankla burun
burunayız! Yüzlerce el çelik paleti tutuyor. Tankın üstünde askerler! Ellerinde
silah! Parmakları tetikte!. Palet kayıyor elimizin, tırnaklarımızın altından...
Yol kapanmak üzere... Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne!
Bir an duraksıyor tank. Saliselik bir süre.
İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Elleri tetikteki askerlere
sarılıveriyorlar. Kara önlüklü genç kadın paletin önünde. Şimşek gibi bir kadın
sesi: ‘ÇİĞNE BENİ, ÇİĞNEEEEE!..’ (…)
Tankı aştı
işçiler! Tank, selin ortasında kalan karataş gibi zavallı!
Geri geri
gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor.”[8]
*
* * * *
Özetle, kendini tankın önüne “ÇİĞNE BENİ,
ÇİĞNEEEEE!” haykırışıyla atan kara önlüklü kadın işçinin karşısındaki tanktan
-burjuva- duvarı yıktığı 15-16 Haziran başkaldırısı işçi sınıfının özgür
siyasal irade beyanıdır.
15-16 Haziran başkaldırısı bize,
“Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/ ekmek gül ve hürriyet
günleri”ne nasıl ulaşılacağını hatırlatır…
15-16 Haziran
başkaldırısı bize, Walter Benjamin’in, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki,
içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir
tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek
olağanüstü hâli yaratmak bize düşen bir görevdir,”[9]
uyarısına mündemiç görevlerimizi hatırlatır…
Ve nihayet “15-16 Haziran Direniş Ruhu”:[10]
Friedrich Engels’in, “Köle ancak bir kez satılır, proleter ise kendisini günbegün,
saat be saat satmak zorundadır”; Karl Marx’ın, “Ölü emek (sermaye), canlı
emeğin (üretici güç, işçi sınıfı) kanıyla beslenir,” tümceleriyle betimlenen
işçi sınıfının tarihsel gerçeğini hatırlatır hepimize!
“Nasıl” mı?
İçinde
bulunduğumuz XXI. yüzyılda bir an anımsayın: Geride 500 yıllık kapitalist bir
tarihsel gelişme süreci yatıyorken ne
kapitalizm “kapitalizm” ne de emperyalizm “emperyalizm” yani ücretli kölelik
talanı olmaktan çıkmıştır.
Merkezinde
hâlâ uluslararası tekellerin durduğu (ve damgasını vurduğu), proleter devrimin
nesnel koşullarının çok daha fazla olgunlaştığı bir emperyalist dünyanın devrimler
çağında yaşıyoruz.
Kapitalist
talan kendi teknolojik temelini dünyaya dayatmış ve egemen kılmıştır. Bu yıkım
süreci “gelişme”ye, daha da fazla “büyüme”ye devam etmektedir.
Bu tabloda
kapitalizmin ve proletaryanın sonundan değil; aksine, dünyanın çok daha
kapitalist, çok daha proleter hâline geldiğinden; yerkürenin “küçülmüş”
kapitalist bir kente dönüştüğünden; üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin
özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın tarihte görülmemiş
ölçekte keskinleştiğinden; proleter devrim yoluyla bu çelişkinin çözümünün çok
daha şiddetli bir tarihsel görev hâline geldiğinden söz edilmelidir.
Ki, söz konusu
tarihsel sorunu çözecek ne “halk”tır, ne “yoksullar”dır, ne “çokluk”tur, ne
“ezilenler”dir ne de aydınlardır. Çelişkinin çözümü işçi sınıfına aittir.[11]
Bu durumda
“Elveda proletarya!” değil; “Yeniden merhaba proletarya” demek “olmazsa
olmaz”dır…
Geçerken anımsatalım: Soramayan, sorgulamayan şizofren yurttaşlar
fabrikasına dönüşen sürdürülemez tekelci kapitalizm, kendini de tüketen
yıkımdır. Söz konusu yıkımın manivelası olan demokrasi “oyunu”, devletin
diktatörlük hâlidir.
Unutulmamalıdır
ki, proletaryanın ve onun tarihsel devrimci rolünün açık ya da gizli ret ve
inkârı, öteden beri Marksizm-Leninizm’le her türden anti-proleter,
anti-Marksist-Leninist akım arasındaki ilkesel ayrılığın göstergesi
olagelmiştir. Devrimci proletaryanın yerine “yoksulların”, aydınların,
“halkın”, “ezilenlerin”, “çalışanların”, “üreticilerin” vb. geçirilmesi; duruma
göre birinin ya da ötekinin geçirilmesi, geçmişten beri süregelen bir söylemdir.
Proletaryanın “burjuvalaştığı”, “orta sınıfa dönüştüğü”, “yeni teknolojilerle
gereksizleştiği”, söz gelimi yerini “çokluk”a bıraktığı ya da “dönüştüğü” vb.
teorilerin, ideolojik saldırıların, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin işçi
sınıfına ve Marksizm-Leninizm’e karşı ideolojik ve siyasi saldırılarından başka
bir anlamı bulunmamaktadır.[12]
* *
* * *
Walter
Benjamin’in, “Sınıf savaşı kavramı yanıltıcı olabilir. ‘Kim kazanacak, kim
kaybedecek?’ sorusunun yanıtlanacağı bir karşılıklı güç sınamasına ya da galip
için iyi, mağlup için kötü sonuçlar getirecek bir mücadeleye işaret etmez.
Sınıf savaşını böyle düşünmek, olguları romantikleştirmek ve bulandırmak olur.
Çünkü burjuvazi savaşı kazansa da kaybetse de, gelişim sürecinde onun sonunu
hazırlayacak iç çelişkileri nedeniyle yıkılmaya mahkûmdur. Buradaki soru,
çöküşün kendiliğinden mi yoksa proletaryanın aracılığıyla mı gerçekleşeceği,”
uyarısının altını çizip, 1970’den 2013’e uzanan tarihi anımsatmak gerekirse:
14 Haziran
2013’de gelen “24 saat içinde bu iş bitsin” demecinin ardından Gezi Parkı’na
biber gazlı müdahale 15 Haziran akşamı saat 20:55’te geldi. Olaylar ertesi güne
de sarkmıştı…
Oysa o güne
kadar 15-16 Haziran denince, Türkiye’de 1970’de olup bitenler akla gelirdi.
Yani devletin 1970’teki 15-16 Haziran’ı…
Her iki
Haziran da, bir bütünün tamamlayıcı parçaları olmaları yanında şunları öğretiyorlardı
hepimize:
i) Kurtuluş
hep umulmadık, beklenmedik zamanda çalar kapımızı ve güven de irade de,
pratikten ve dıştan gelir. Devrim mücadelesinde gerçeklerin (ve geleneklerin)
gücünü bilmek bir başlangıçtır. Ve aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız
gerçekleri öğrenmişsinizdir.
ii) Bunun için
de devrimci tarihimizin zenginliğinden öğrenip, geleceğimizi yaratırken;
doğrudan yana olmak, bir savaşa razı olmaktır. Çünkü tarihini
değiştiremeyenler, talihini değiştiremezler. Çünkü irade, aklın özgürlüğüdür.
Her eylem bir bilgidir ve mutlaka yanıtı vardır.
iii) Devrim,
çocuk gibi yaratıcı, çiçek kadar kırılgan bir patlayıcıyken; devrimci gelenek
de, “yeniden” diye haykıran ölümsüzlüklerin yürüyüş güzergâhıdır.
Devrim, kopuş
demekken; devrimcilik de kuşku ve ret ile başlar. Devrim, daima kendini arayan
serüvenken; hesapsızdır devrimcilik de.
Bu çerçevede
yaşamak ise, yaratıcı yıkıcılığın devrimci serüveni olduğu kadar yaşamaya
değerdir.
iv) Ve nihayet hepimize, “Ne zaman imkânsızı
seversen,/ işte o zaman gerçek seversin,” diyen Özdemir Asaf’ın betimlemesini
anımsatan işçi sınıfı hakkında söyleneceklerin özeti Kemal Özer’in şu
dizeleridir:
“yerin
derinliklerinden geldiler
ellerinde
susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle
ne kadar
diplere bastırılsa
o kadar
boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin
ağır ağır
geldiler...
sonra hergün
geldiler artarak geldiler
kadınları
çocukları ve alkışlarıyla
yoğurt mayalar
gibi geldiler
pişkin
ekmekleri bölüp de paylaşır gibi
su gibi ateş
gibi
her gün yeni
ağızlar eklendi ağızlarına
yeni yollarla
tanıştı ayakları
her gün yeni
kabuklar çatladı
yeni kulaklar
işitmeye başladı söylediklerini
bir kent
oldular sonunda
ve adını değiştirdiler ülkenin.”
14 Haziran
2014 18:49:43, Ankara.
N O T
L A R
[1]
‘Soma İçin Mücadele Forumları (3)’ kapsamında 16 Haziran 2014 tarihinde “15-16
Haziran ve Gezi Ruhuyla Geleceğimizi Kurmaya Direnen İşçiler Konuşuyor”
başlığıyla Ankara Sanat Tiyatrosu’nda düzenlenen toplantıda yapılan konuşma… Kaldıraç,
No:157, Temmuz 2014…
[2]
Heracleitus.
[3]
Kamil Ateşoğulları, 15-16 Haziran: İki Uzun Gün ve Bir Uzun Yürüyüş, DİSK,
Birleşik Metal İşçileri Sendikası Yay., 2003.
[4]
Sennur Sezer, “42 Yıl Önce Bir Haziran Günü”, Evrensel Hayat, 17 Haziran 2012,
s.5.
[5]
Ahmet Demirel, “Bir Uzun Yürüyüştür 15-16 Haziran”, Taraf, 23 Haziran 2013,
s.12.
[6]
Yıldırım Koç, “15-16 Haziran’da Olanlar ve Geriye Kalanlar”, Sol, 15 Haziran
2013, s.14.
[7]
Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, Metis Yay., Yayına
Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, 2. Basım, 1995, s.41.
[8]
Kemal Yalçın, “15-16 Haziran 1970 İşçi Eylemini Gerçekleştirenlere”, Evrensel,
16 Haziran 2012, s.5.
[9]
Walter Benjamin, yage, s.43.
[10]
Şükran Soner, “15-16 Haziran; Direnişin Ruhu...”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2012,
s.11.
[11]
Hasan Ozan, “Emeğin Sermayeye Biçimsel ve Gerçek Bağımlılığı ve ‘Küreselleşme’-IV”,
27 Mart 2014, http://hasanozan62.blogspot.com
[12]
Hasan Ozan, “Postkapitalizm’le Proletarya Buharlaştı mı?-I”, 20 Mart 2014,
http://hasanozan62.blogspot.com
Yorumlar