“Yavaş yavaş ölürler; okumayanlar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.” [1] Mirabeau’nun, “Bır...
“Yavaş yavaş ölürler;
okumayanlar,
müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoşgörüyü
barındıramayanlar.”[1]
Mirabeau’nun,
“Bırakın, müzikle öleyim,” dediği o muhteşem şey için Unamuno, “Aşkın duygusal
anlatımı müziktir”; W.Shakespeare, “İnsanın iç dünyası müzikle beslenir”;
Björk, “Müzik, dinleyeni ve dinleteni öngörülmez kılar”; Esma Redzepova, “Müzik
fakirlerin tek lüksüdür”; Miguel de Cervantes, “Müziğin olduğu yerde kötülük
olmaz”; Emil Zeig, “Müzik, duygularımızın en açık dilidir”; Cemal Süreya,
“Ayrılık acısıdır her müzik,” notunu düşerler…
Yahya Kemal
Beyatlı’nın, ‘Itrî’ başlıklı şiirinde, “Belki hâlâ o eski besteler çalınır/
Gemiler geçmeyen bir ummanda...” dizeleriyle betimlenmesi de mümkün olan “Müzik” deyip geçilemez, bu mümkün değildir…
Sertab
Erener’in, “Müzik insanı iyileştiren, güzelleştiren bir şey,” diye tarif ettiği
sesin gücü, yankısı bütün engelleri, sınırları aşarak, duygularımızı
zenginleştirip, hepimizi insanîleştirirken; Katalan müzisyen Jordi Savall da,
“Müzik ahengin dilidir” vurgusuyla ekler:
“Herkes
kendince müzik yapar. Herkes kendi içindeki tutkuyu müziğe yansıtır. Çalmaya
başladığınızda tutkunuz diğerlerine değer, müzik başkalarıyla paylaşıldıkça
anlamlanır. Hafızanın kalbidir müzik.”
Müzik
çoğumuzun hayatının vazgeçilmezidir.[2]
Çünkü “Müzik, çağın gerçek yaşam koşullarının çelişmelerini yansıtmaktadır.
Çağının toplumsal-düşünsel rengini en iyi yansıtan anlatım araçlarından
biridir.”[3]
Gerçekten de
David Lynch’in, “Müzik, insan hayatında her an var olabilme özelliğine sahip.
İnsanlar ağlarken, sevişirken, dans ederken, bilgisayarda çalışırken, evlilik
ve hatta cenaze törenlerinde müzik dinliyor. Müziğin yapım ve dağıtım yöntemi
bugün artık çok farklı; ama bana göre, insanların onunla kurduğu duygusal bağ
hiç değişmedi.”
Müzik
insan(lık)ın, en insanî eylemlerinden birisidir: Gönül, irade, fedakârlık ve
cüret işidir.
“Nasıl” mı?
Ünlü caz
saksofoncusu Ornette Coleman, hayatının bir döneminde Bedevi kabilelerinin
yanına gitmiş ve bir süre onlarla yaşamış. Çöl hayatında kabiledeki herkesin
önemli bir görevi var. Erkekler avlanıyor, yiyecek buluyor, barınma sorununu hâllediyor.
Kadınlar çocuklara bakıyor, yemek yapıyor. Kabilenin en işe yaramaz insanları
müzisyenler. Arada sırada törenler, ayinler veya eğlence için müzik yapıyorlar
ama önemli bir işlevleri olmadığı için aşağılanıyorlar. Günde bir kap pirinç
karşılığı yine de çalmaya devam ediyorlar.
Ornette
Coleman, bunu gördükten sonra, “gerçek müzisyenlerin” onlar olduğunu, çünkü ne
para, ne şöhret, ne manevi tatmin hiçbir karşılık bulamadıkları hâlde çalmaya
devam ettiklerini söylüyor. Yani onlar yalnızca içlerinden geldiği ve belki de
başka bir şey yapamadıkları için müzik yapıyorlar.
Nihayet,
“Müzik, savaşı, huzursuzluğu ve haksızlığı ortadan kaldırabilir... Nasıl mı?
Dünyaya bakış açımızı ve bu bağlamdaki algılayış biçimimizi değiştirebilirsek.
Müziğin bu tarafını etkin kılacak ve kitleleri harekete geçirip, doğru
yönlendirecek kişiler kuşkusuz müzisyenler. Hatta duyarlı bir müzisyen için en
iyi okul hayatın kendisidir...” Arzu Haksun Güvenilir’in altını çizdiği gibi…
KLASİKLER
‘Bach Track’ sitesinin araştırmasına göre,
2010 yılında dünya çapında 11.724 konser ve 5858 opera temsili verilmişken;
konser salonlarının hâkimi 1576 kez çalınan Ludwig van Beethoven’ın cesur,
iradi kararlılık sahibi, güç veren senfonisini dinlemeyen var mıdır acaba?
Zannetmiyorum…
Kolay mı?
Müziğindeki güçlü dinamizm, ateşli dışavurum ve duygusal yoğunluk hiçbir
besteciyle kıyaslanamayan Beethoven’ın gençlik günlerinde Fransız Devrimi’nin
yaydığı yeni düşünceler Avrupa’yı sarsmaktadır. Yaşam biçiminde de yenilikler
olmaktadır: Yağ kandilinden gaz lambasına, at arabasından buharlı lokomotife
geçilmiştir. Sanatçı artık toplumun hizmetlisi değil, yapıtlarıyla toplumun
sesini haykıran bir kahramandır.
XVIII.
yüzyılın XIX. yüzyıla bağlandığı yıllar müzik tarihinde “Beethoven Çağı” olarak
anılır. Ludwig van Beethoven (1770-1827), Haydn-Mozart’ın Klasizmini Romantizm
akımına aktarmıştır. Klasik Dönem’in aristokratik dinleyicisi gibi izleyicisini
artık yanı başında bulamayan XIX. yüzyıl sanatçısı, kendi kabuğuna çekilmiş,
romantik bir yalnızlık içindedir. Yükselen kişiler generaller, bankerler,
işadamları ve politikacılardır. Onların önceki dönemin aristokratik toplumu gibi
bire bir sanatla ilgilenecek zamanı yoktur.
Yirmi sekiz
yaşında sağırlığı başlayınca, yapıtlarının birçoğunu iç kulağındaki esin
kaynağıyla bestelemiş ve otuz yıl boyunca, durmadan, eşit zaman aralıklarında
yapıt üreterek, romantik çağın senfonik şiir geleneğine kapıları açmıştır.
Ya 1812
Uvertürü, Napolyon ordularının Rus orduları karşısında yenilgisini, Rusya’nın
zaferini notalayan parçasıyla hiç unutulmayan Çaykovski’yi?
Ya Franz Liszt?
Piyanist, besteci, piyano için müziksel uyarlamacı ve
sanat dünyasının dışında döneminin sosyal gelişmelerini izleyip onlara ışık
tutmayı başaran olağanüstü kişiliğe sahip olan ve XIX. yüzyılın Avrupa musiki
yaşamının en önde gelen simalarından Franz Liszt (1811-1886).
Liszt senfonik
şiirin babası olarak tarihe geçerken; Mallarmé’nin dizeleri Debussy’nin
müziğinde yeniden doğar; Debussy’inin, “Müzik, şiirin anlatamadığı yerde
başlar,” notuyla…
Ve hakkında
Oscar Wilde’ın, “Ne zaman Chopin dinlesem, işlemediğim günahlar için ağlıyorum
duygusuna kapılırım,” dediği Frederic
François Chopin…
Müziği, derin melankolisiyle dikkat çeken ve (Fransız
bir babayla Leh bir annenin çocuğu olarak) 1810 yılında Varşova yakınlarındaki
bir kasabada doğan Frederic François Chopin, 1849 yılında Paris’te yaşama veda
etmişti.
Çocukluk ve ergenlik yıllarını yaşadığı
Varşova kalben de en çok bağlı olduğu kent olmalı ki vasiyeti üzerine,
Paris’teki ölümünden sonra kalbi çıkarılarak Varşova’da toprağa verilmişti. İki
ayrı yerde iki ayrı mezarı olan efsane bir sanatçı...
Chopin vücudunu Paris’te bırakarak, kalbini
çocukluk ve ergenliğine gönderdi diyebiliriz... Onun duygulu müziğine yakışan
bir seçimdi...
Sonra dinsel
motiflerin ağır bastığı Bach…
Nihayet
Mozart… Hani Nazi rejiminin hizmetine sokmak ve müziğini Nazi rejiminin
simgesine dönüştürmek istediği Mozart… Ancak Mozart masondu, daha kötüsü
Yahudilerle işbirliği vardı.[4]
Bunlarla
birlikte müzik tarihinde “suç işlemiş” bestecilerden Carlo Gesualdo…
1590 yılında
yatak odasında bastığı karısını âşığıyla birlikte öldüren İtalyan besteci Carlo
Gesualdo’yu müzik tarihinde benzersiz kılan şey, katilliğinden de öte,
madrigallerinin çağının çok ötesine geçen maceracı müzik dili.
Çocukluğundan
beri müzikle içli dışlı olan Gesualdo lavta ve klavsen çalıyordu. Rönesans ve
erken barok dönemin dindışı vokal müziği olan madrigallerden oluşan ilk
kitabını bestelediği Ferrara’yı bırakıp yeniden şatosuna dönerek burada ölene
kadar münzevi ama müzikle, madrigalle dolu bir hayat yaşadı.
Gesualdo’nun,
her biri beş ses için bestelenmiş toplam altı madrigal kitabı mevcut.
Gesualdo’dan sonra XIX’uncu yüzyıla gelene kadar hiçbir besteci teknik açıdan
bu kadar ileri bir müzik yazamamıştır. Sıradışı armonik ilerleyişler,
beklenmedik akorlar, vahşi bir kromatizm Gesualdo madrigallerine damga vuran
cüretkâr yenilikler.
Gesualdo
işlediği cinayetlerden duyduğu pişmanlığı karanlık ve huzursuz madrigalleri
yoluyla dile getirmeye çalışmıştır. Gesualdo’nun yaşamının son yıllarında iyice
depresyona girip, şatosunda vücudunu uşaklarına her gün düzenli biçimde
kırbaçlattığı söylenir. Gesualdo o cinayetleri işlemeseydi eğer, yüzyıllar
sonra Stravinski’ye bile esin kaynağı olacak bu devrimci madrigalleri yazabilir
miydi? Kim bilir?[5]
COHEN, VEGA VE MOUSTAKİ
Schopenhauer’ın,
“Nesnel soruların şaşırtıcı cevapları bu melodilerin içinde gizlidir sözleri
ise bu topluma ne kadar çok şey anlattığının kısa özeti gibidir,” diye
tanımladığı şarkılardan söz edilince akla ilk gelen(ler) Cohen, Vega ve
Moustaki…
Güneri
Cıvaoğlu’nun, “Yaşayan efsane” “Leonard Cohen’in… zamanı ve mekânı kaybetme endişesi
yok. Belki de hiç olmamış. Cohen bir modern zamanlar tanrısı. Onu Zeus, Pan ya
da Apollon ile birlikte Olimpos’ta hayal etmek hiç zor değil.”[6]
Kanat
Atkaya’nın, “Leonard Cohen’i genel olarak sevmemin birbiriyle zıt gibi duran
ancak aralarında harikulade bir bağ olduğunu düşündüğüm iki temel nedeni var:
‘Karamsarlık’ ve ‘hınzır espri anlayışı’. En depresif alanlarda gezerken bile
bıyık altından gülen bir tavrı vardır,” saptamasına Orhan Kahyaoğlu’nun
eklediği üzere:
“Onun yer yer
mazoşist bir boyuta sıçramasına da neden olur. İnançla inançsızlık, gerçekle
gerçekdışı, aşk ve nefret şiir-şarkı sözlerinin kopmaz bir parçasıdır...”
Ve Suzanne
Vega: “Folk müziğinin evrensel yüzü” diye anılan Vega’yı, “Leonard Cohen’in
kadın versiyonu” diye tanımlayanlar da vardır.
Nihayet “Eğlenmek için ömür boyu, dinlenmek için
ölüm boyu zamanımız vardır,” diyen George Moustaki…
O, Akdeniz
havzasının bir başka “mavi gözlü dev”iydi.
Tepeden
tırnağa Akdenizliydi. Fransız şansonunun tipik bir temsilcisi olmaktan uzak;
biraz beatnik, biraz hippi, biraz varoluşçu bir 1968 savaşçısıydı... Edebiyatın
ve teatralliğin ötesinde, alabildiğine basit, yalın ve lirik şarkılar yaratan
ozan Georges Moustaki, lodoslu bir Akdeniz günü veda etti yaşamaya...
Ölüm haberinin
geldiği sabah İzmir, Sakız, Ayvalık, Midilli, Limni ve Yunanistan kıyıları
amansız bir fırtınayla boğuşuyordu. Bizde “Lodosun gözü yaşlıdır” derler. Güney
rüzgârlarının tanrısı Notos, denizlerin tanrısı Poseidon, belki de bütün
mitoloji onun arkasından ağlıyor, isyan ediyordu sanki. Sen de mi ölecektin
Moustaki?
Dedim ya Moustaki
tepeden tırnağa Akdenizliydi. Arap, Yunan, Türk, Yahudi, Fransız, İspanyol,
İtalyan demeden koca bir medeniyetin ortak bileşkesiydi. Club Med’lerin
turistik Akdeniz’inden değil, ekmeğini denizden çıkaranların, balıkçıların,
sünger avcılarının, korsanların, rebetlerin, tarihsel olarak birbirine karışmış
halkların, Marsilyalı göçmenlerin, Barselonalı anarşistlerin hakiki
Akdeniz’indendi. ‘En Méditerranée’de anlattığı gibi su birikintisinde oynayan zeytin
gözlü çocukların, üzerine bombalar düşmüş zeytin ağaçlarının ortasında birden
beliriveren güvercinlerin, sonbahardan korkmayan güzel yazların şarkıcısıydı.
Biraz su katınca, saçı sakalı gibi beyazlayan rakıların, uzoların ozanı...
1934’te
İskenderiye’de doğdu. Yahudi ailesi, Yunan ve İtalyan kültürünün
hâkimiyetindeki Korfu Adası’ndan geliyordu. Babasının kitapçı dükkânına gidip
gelen entelektüellerle ahbaplık kurdu, Sartre, Camus ve Gide’i keşfetti.
50’lerin
başında, elindeki kırık dökük gitarından medet umarak Paris’e göçtü. Birkaç yıl
içinde Edith Piaf çevresine, hatta Piaf’ın kalbine girdi. Piaf denince ilk akla
gelen şarkılardan ‘Milord’ Moustaki’nin eseriydi. Serge Reggiani, Pia Colombo,
Barbara gibi büyük şarkıcılar da onun şarkılarını seslendirmekte gecikmedi.
Tok ama içli
bir sesti...
Moustaki dilin
olanaklarını sonuna kadar zorladıkça kuvvet kazanan, yalın, lirik şarkılar
yazdı. Kendini “Georges Brassens’in bıyığının gölgesinde büyümüş bir çocuk”
olarak tarif ediyordu, yine de Brassens, Brel, Ferré ve Gainsbourg’dan oluşan
‘dört büyükler’in arasına karışmak yerine, 60’ların folk sanatçılarına,
Dylan’lara, Cohen’lere göz kırpan bir ton tutturdu.
Sesiyle
şöhrete kavuştuğu ilk şarkısı 1969 tarihli ‘Le Métèque’ti. Bu şarkıda tipi
kayık, façası bozuk adamı, muhacir Yahudiyi, Yunanlı çobanı, Paris
sokaklarındaki avare yabancıyı, yani kendini anlattı.[7]
İskenderiye
doğumlu, Yunan yurttaşı, ama Yahudi George Moustaki’ye, Arap aşkı Nadya’nın
İsrail’e karşı bir “terörist” örgütten olmasının, kendisini rahatsız edip
etmediğini sorulduğunda, -ne de olsa onun ülkesi sayılırdı, İsrail- “Sahici bir
vatanım yok benim” dedi. “Ne ülkem var, ne de dinim. İllaki kimliğimi
sordukları zaman, … Akdenizliyim, diyorum.”[8]
FIRTINA
ÇOCUKLARI
“Varlığı
birşey kazandırmayanın yokluğu birşey kaybettirmez,” diyen Onun hakkında Metin
Münir şunları der:
“Eğer kapı
insan olsaydı Bob Dylan’ın sesiyle gıcırdardı. Ama, gıcırtı mıcırtı, Dylan
eşsizdir. Pop şarkıcılarının en uzun nefeslisi, şarkı yazarlarının en üretkeni
odur. Kimse onun kadar çok unutulmaz şarkı yazmadı. Beatles bile. Yetmiş bir
yaşında ama devamlı turnede. ‘Sonu Olmayan Turlar’ diye bilinen bu turneler
herhâlde öldüğünde sona erecek; çünkü, kendi sözleri ile, ‘... gerçekten mutlu
olduğum tek yer sahnedir.’
Benim için
klasik müzikte Mozart ne ise hafif müzikte de Bob Dylan odur. Yeri
doldurulamaz, tek, eşsiz.
Dylan ‘Hiç
kimse özgür değildir, kuşlar bile zincirle gökyüzüne bağlıdır’ diyor ama,
kendi, kendi koyduğu bu kuralın istisnasıdır. Çünkü onu eşsiz yapan, diğer
bütün şarkıcılardan ayıran özgür ve özgün olmasıdır.
O, içinde
sadece kendinin bulunduğu bir sınıftadır. All Along the Watchtower, Jokerman,
Blind Willi Mctell, Lily Rosemary and the Jack of Hearts, Ring Them Bells,
Mississippi, Dignity, Artur McBride, Workingman’s Blues, Red River Shore ve
büyüleyici Mr Tambourine Man... şarkılarıyla Dylan, 1960’larda, ABD, Vietnam
savaşı ve siyahların özgürlük mücadelesi ile çalkalanırken, New York’a gitti.
Çocukluğundan beri gitar çalıyordu. Ağız armonikasını da öğrendi. Blues’tan
başlayarak Amerikan halk müziğini adeta ezberledi. Fransız, çocuk dahi Rimbaud
ve İrlandalı Dylan Thomas’ın şiirlerinden etkilendi.
Katıldığı açık
hava protesto konserlerinde gençler ona doymuyor, ondan başkasını dinlemek
istemiyordu.
Değişmekte
olan çağın, siyah-beyaz protestocuların sembolü hâline geldi.”
Ya hayatımıza
bir heykeltıraş gibi şekil veren müzisyenler listesinden, akciğer embolisi
geçirerek 71 yaşındayken 2012’de yaşama veda eden Deep Purple’ın efsane
klavyecisi Jon Lord…
60’lı yılların
hippi saçıyla, 70’lerin devrimci bıyığını buluşturarak güven verici ve sempatik
bir karakter çizen İngiliz müzisyenin, buluşturduğu şeyler sadece imajına
ilişkin değildi.
Klasik
müzikten gelen bir geçmişe sahipti; ilk gençlik günlerinde ise blues ve rock’n
roll kültürüyle tanışmış, kaynaşmıştı. Potasında erittikleriyle bir mirasın
omuzlanması adına Lord, klavyesiyle hem geçmişi onurlandırıyor, hem de
döneminin saldırgan tonlarıyla besliyor ve yarınlara taşıyordu.
Bir dönemi
kapatıp, yenisini açan topluluğun, Deep Purple’ın arkasındaki düşünceyi
oluşturan iki kişiden biriydi.[9]
Sonra
‘Yesterday’ baladı, müzik tarihinin en çok ‘cover’lanan şarkısı olan ve
“İnsanlar bana ‘çok çalışıyorsun’ diyorlar. Biz çok çalışmıyoruz, müzik
yapıyoruz,” diyen Paul McCartney…
Ve ‘Kertenkele Kral’, Jim Morrison…
60’ların rock dünyasına hızlı girip hızlı
çıkan efsane grup The Doors, ömrü kısa bir kuşağın tutkusuydu; bir kuşağın
özetiydi sanki. Bilinmeyen bir dünyanın korkulan kuşağı, her şeyin mümkün
olabileceği bir beş sene ve yazılan sayısız parça...
Onlar, 1965 senesinde ilk defa sahneye
çıktığında, araladığı kapının ötesinde kendisini bekleyen bir kuşağın sıradışı
hikâyesini, müziği ve sözleriyle ortak etti.
Paris’teki Pere Lachaise’deki mezarında yatan
Morrison’un bıraktığı en büyük miras, kuşkusuz rüyalarımızı ve “öteki”
tarafımızı açığa çıkaran parçalarıdır. Arkasına bakmadan peşinden gittiği güzel
rüyaların güzel renkleri arasında, daha çok sevişilen ve şarkı söylenen bir
yerde yatıyor şimdi O…[10]
İÇİMİZİ TİTRETENLER
Kuzeybatı
Afrika’da, Okyanus’ta bir adalar ülkesi olan Yeşil Burun’un dünya müziğine
armağan ettiği yorumcuydu Cesaria Evora…
Ölümü ardından
ülkesi Yeşil Burun/ Cabo Verde halkı iki gün yas tuttu. Her defasında insanı
büyülenircesine dinleyeceğiniz ünlü “Saudade” şarkısının unutulmaz sesiydi ve
yeryüzünde sayısız hayranı vardı. [11]
Sözünü ettiğimiz parçanın adı da “Lagrimas de Saudade/ Hüznün Gözyaşları.”
“Saudade”
sözcüğü birbirine yakın ve birbirini tamamlayan anlamlara sahip: Bir anlamda, kısmen
melankolik bir yokluk duygusu olarak tanımlanabilir. Bilinmeyen denizlere
yolculuğa çıkanların arkasından duyulan üzüntü, kaybolmuş hayatların, geriye
dönmeyen seyyahların ya da savaşlarda ölenlerin ardından duyulan keder.
Türkçe’de de benzer anlamlarda çok kelime var: Keder, elem, acı. üzüntü. hüzün.
hasret, vb…
Saudade’nin
kullanıldığı alan hayli geniş. Karşılıksız kalmış tutkulu bir aşk. Dilimizdeki
“kara sevda” örneğin. Ya da uzaklarda bilinmeyen yerlerde ölmüş sevdiklerimiz
ama sanki hep geri geleceklermiş gibi. Saudade, kendileri gitmiş, sevgileri
kalmış ve hiç bir zaman kaybolmayacak olan insanlara duyulan sevginin hasret
kelimesi.
“Lagrimas de
Saudade/ Hüznün Gözyaşları”yla ünlenen Cesaria Evora 1941’de São Vicente,
Mindelo’da doğdu, genç kızken başladığı şarkıcılık yaşantısında önceleri
umduklarını bulamadı. Barlarda şarkı söyleyerek annesine ve iki kızına baktı.
Derken
başarının kapıları açıldı. onu dinlemek için Fransa’dan gelen menajer Jose da
Silva, birlikte çalışmayı önerdiğinde Cesaria yıl 1988’di. Evora “En azından
Paris’i görürüm” diyerek teklifi benimsedi. Menajeriyle çalışmaya başlaması
hayatında ve kariyerinde dönüm noktası oldu. İlk albümü aynı yıl yayımlandı.
1991 ve 1992’de yeni albümleri çıktığında artık 50’li yaşlarındaydı ve
hayatında ilk kez ünlüydü. Şarkılarını Portekizce ile Afrika lehçelerinin bir
karması olan Creole dilinde söylemesine rağmen, sesinin sıcaklığı ile dünyanın
dört bir yanında geniş bir dinleyici kitlesi budu.
İlk albümüne “La Diva aux pieds nus/ Çıplak
Ayaklı Diva” adını koydu. Ender verdiği söyleşilerden birinde ‘neden çıplak
ayaklı diva adıyla anılmayı seçtiği’ sorusuna, “Dünyanın fakir halklarıyla
dayanışmak için sahneye çıplak ayakla çıktığımı söylüyorlar, ama bu doğru
değil. Cabo Verde’de herkes böyle dolaşır” diyordu.[12]
Babası da
müzisyen olan ve kendini bildi bileli şarkı söyleyen Evora, hep kendi dilinde
söylüyor şarkılarını, özellikle sömürge döneminde bu tercihi kültürel bir
savaşta silah olarak kullanmış. Ülkesinin genç sanatçılarına da hep bunu
tavsiye ediyor: “Diliniz olmadan bir hiçsiniz, başka dilde başkasının şarkısını
söylersiniz.”[13]
Cesaria São
Vicente adasında kalp yetmezliği ve yüksek tansiyon tanısıyla yatırılmış olduğu
hastanede 17 Aralık 2011 günü hayata gözlerini yumdu; geride çok ama pek çok
şey bırakarak…
Cesaria Evora
gibi Meksikalı efsane şarkıcı Chavela Vargas, 5 Ağustos 2012 günü Cuernavaca
kentindeki bir hastanede solunum yetmezliği sonucunda yaşamını yitirdiğinde 93
yaşındaydı.
Chavela
Vargas, Katolik Meksika’nın ‘kadın şarkıcı’ kavramıyla ilgili önyargılarını
yerle bir etmişti. Sanatçı, ölümünden birkaç gün önce, “Ben ölmeyeceğim, çünkü
bir Şamanım; biz ölmeyiz, göç ederiz” demişti. Vargas, yakın dostu Frida
Kahlo’nun yaşamını anlatan ‘Frida’ filminde, ünlü “La Llorona” şarkısını
söylemişti.
Ruhun
ölmediğine, yalnızca göç ettiğine inanan Huichol Yerlileri’nin de Vargas’ı bir
Şaman olarak kabul ettikleri belirtildi. Gençliğinde çocuk felci geçiren
Vargas, iyileşmesini danıştığı Şamanların verdikleri öğütlere bağlamıştı.
1919 yılında
Kosta Rika’da dünyaya gelen Chavela Vargas, 14 yaşından başlayarak Meksika’da
yaşamış; gençlik yıllarında sokaklarda gitarıyla şarkı söylerken besteci Jose
Alfredo Jimenez tarafından keşfedilmişti. Profesyonel müzisyenliğe otuzlarında
başlayan sanatçı, 80 kadar albüm doldurmuş, XX. yüzyılın ortalarında Mexico
kentinde yaşanan sanatsal patlamanın en önemli kişiliklerinden biri olmuştu.
“Kadın
şarkıcı” kavramıyla ilgili yerleşik önyargıları ve Katolik saplantılarını yerle
bir ederek üne erişen Vargas, erkek giysileri giyip beline tabanca takarak
elinde purosu ve tekila şişesiyle söylediği şehvetli “ranchera” şarkılarıyla
belleklerde yer etmişti. Böylece, o güne kadar çoğunlukla erkekler tarafından
söylenen “ranchera”ların, aşk ve ayrılık şarkılarının geleneksel kalıplarını da
kırmıştı.
Vargas’ın
müziklerini birçok filminde kullanan İspanyol yönetmen Pedro Almodovar da onun
için, “Bu dünyada Chavela’ya yetecek büyüklükte bir sahne olduğunu sanmıyorum”
demişti; haklıydı da…
Nihayet José
Carrera; dünyaca tanınmış İspanyol tenor.
Ünlü üç
tenordan birisi; Placido Domingo, Luciano Pavarotti ile üçlü oldular.
Dünyaya en
güzel şarkıları sundular, sevdirdiler hepimize…
UNUTUL(A)MAYANLAR
Unutul(a)mayanları
çoktur müziğin…
Mesela Elvis
gibi…
Farklıydı ve tam
da bu yüzden herkesin ilgisini çekiyordu. Yeni yetmelerin hıncahınç doldurduğu
konser salonlarında şarkı söylüyor, dans ediyor, gitar çalıyordu. Ne zaman
süslü giysileri ve gitarıyla sahnede görünse seyirci sıralarından yükselen
çığlıklar kasırga olup salonun kapılarını zorluyordu. O, kraldı. Rock’n Roll’un
ölümsüz ve yeri doldurulmaz kralı. Henüz ilk plağını kaydettiğinde müzik
âleminin zirvesindeki tahtına oturdu ve bugüne kadar hiç kimse onu yerinden
edemedi.
Onun adı Elvis
Presley. Ölümünün üzerinden 36 yıl (16 Ağustos 2013) geçmesine rağmen Rock’n
Roll denince akla ilk gelen isimdi...
Müzik yeteneği
genellikle küçük yaşlarda kendini belli eder, bilirsiniz. Rock’n Roll’un Kralı
için de böyle olmuştu. 8 Ocak 1935’te Mississippi’de doğan Elvis Presley,
yoksul ama müzikle dolu bir çevrede büyümüştü. Adı İsveççe’de “çok akıllı”
anlamına gelen “Kral”, biraz büyüyüp tek başına sokakta yürüyebilecek hâle
geldiğinde, kalabalık ailesinin peşine takılıp pazar sabahları kilisede almaya
başladı soluğu. Kilisenin duvarlarına çarptıkça büyüyen ilahiler küçük Elvis’i
büyülüyordu. Kulakları, müziğin nüanslarını tıpkı usta bir avcı yakalıyordu.
Sonra da duyduğu ezgileri güzel sesiyle söylüyordu. Elvis, müzikten
vazgeçemeyeceğini daha o zaman anladı. Hiç durmadan şarkı söyledi, zamanının en
önemli Blues şarkıcılarını dinledi. B.B. King, Howlin Wolf ve Arthur Crudup
onun favorisiydi.
Elvis, müzik
tutkunu bir kamyon şoförü oldu. 1950’li yılların Amerika’sını arşınlarken şarkı
söyleyen ve günün birinde sesini herkese duyurma hayalleri kuran bir şoför...
Onun en önemli
meziyetlerinden biri de düşlerinin peşinde koşmaktan hiç vazgeçmemesiydi. Eğer,
güzel sesli ve kıt kanaat geçinen bir adam olarak yaşamayı kabullenseydi nasıl
Rock’n Roll’un kralı olabilirdi ki?
Zaman geçtikçe
sokaklarda keyfince yürüyemeyeceği, artık dinleyicilerine yeni ve farklı
şarkılar hediye edemeyeceği düşüncesi onu yıprattı. Kilo aldı, zaten zayıf olan
bünyesi iyice güçsüz düştüğünde ilaç kutularını kurtarıcı olarak görmeye
başladı. İlerleyen zaman, orijinal şarkılar üretememe korkusu ve kapana
kısılmışlık hissi kralı yavaş yavaş tüketti. 16 Ağustos 1977’de evinde tek
başına hayata veda etti. Kralın cansız bedeninin etrafında ilaç kutuları
bulundu.
Hakan Töre’nin
ifadesiyle, “Onun için ‘rock and roll’un kralı’ denir. Pek çok müzik türünün
atası sayılan rock and roll’u evrenselleştiren isim, muhteşem sesi ve sahne
karizmasıyla Elvis olmuştur.
Onun için
yazılacak çok şey vardı... Kralın Richard Nixon ile hukuku, ‘Elvis’ten önce
hiçbir şey yoktu’ diyen John Lennon ile arasında sonradan oluşan husumet, bazı
siyahîlerin ve tutucu çevrelerin tepkileri...”[14]
Bir başka “tartışmalı isim”de 4 Ağustos 1901’de
doğup, 6 Temmuz 1971 de ölen Louis Armstrong’du…
Onun yaşam
güzergâhı New Orleans, Chicago, New York istikametindeydi…
Fabrika işçisi
babası evi terk ettiği için, annesi ve anneannesi tarafından büyütülen
Armstrong küçük yaşlarda New Orleans’ın çok farklı yüzlerini tanıdı. Geleceğin
Satchmo’su 13 yaşındayken vasıfsız işlerde çalışarak hayatını kazanıyor, bir yandan
da kornet çalıyordu. 17 yaşında Joe King Oliver’la birlikte çalmaya başladı,
1922’de, o zamanlar Amerika cazının merkezi olmak anlamında New Orleans’ı
geride bırakan Chicago’ya taşınarak Oliver’la birlikte çalmaya devam etti.
1925’te de Dreamland Syncopators’a katıldı ve trompete geçti. 1927’de Louis
Armstrong & His Stompers adlı grubuyla müzik yapmaya devam eden sanatçı
‘Hotter than That’ ve ‘West End Blues’ gibi hitlerin ardından, 1932’de
‘Chinatown, My Chinatown’, ‘You Can Depend on Me’ gibi şarkılarla beğeni
topladı.
Aynı yıl bugün
de hâlâ çok sevilen ‘All of Me’ ve ‘Love, You Funny Thing’ adlı parçalarıyla
listelerde yükseldi.
1935’de yeni
menajeri Joe Glaser’ın kurduğu big band’iyle ‘Public Melody Number One’ (1937),
‘When the Saints Go Marching in’ (1939) ve ‘You Won’t Be Satisfied (Until You
Break My Heart)’ (1946) gibi unutulmaz şarkılar yaptı. 1943’te daha önce dönem
dönem yaşadığı New York’a yerleşen sanatçı, II. Dünya Savaşı sonrasında swing
müziğin popülerliğini kaybetmesi nedeniyle big band’i dağıttı ve 1947’de All
Stars’ı kurarak dünyanın pek çok yerinde konserler verdi.
1951’de All
Stars’la kaydettiği ‘Satchmo at Symphony Hall’ LP’sinde yer alan ‘When We Are
Dancing I Get Ideas’ ve ‘A Kiss to Build a Dream On’la yeniden hayranlık uyandırdı.
Fats Waller’ı anma albümü ‘Satch Plays Fats’ 1955’te liste başı oldu, ardından
da Verve Records için Ella Fitzgerald’la bir dizi kayıt yaptı. Bu kayıtlardan
‘Ella and Louis’ 1956’da listelerde bir numaraya çıktı. Armstrong’un 1964’te
‘Hello, Dolly!’ müzikali için yaptığı müzikleri içeren albüm de çok beğenildi.
Müzisyenin bu albümdeki pop tonu, dört yıl sonra gelen ‘What a Wonderful
World’de daha belirginleşti. 60 ve 70’lerde daha az turneye çıkan sanatçı
1971’de bir kalp krizi sonucunda hayata veda etti.
Kuşaklar boyu
esin kaynağı olan Armstrong’un dinleyicileri kornet, trompet gibi
enstrümanlardaki yaratıcılığıyla büyülenen cazcı hayranları ve daha çok
vokaliyle ilgilenen popçu hayranları olarak iki gruba ayrılmış olarak kabul
ediliyor. Ama bu ayrım dışında Armstrong’la ilgili olarak asıl dikkat çekici
bölünme, onun bir siyah sanatçı olarak kimliği konusunda gerçekleşti.
Armstrong’un
sadece beyazların girebildiği restoranlara, otellere “kabul edilmekle” bir
sorun yaşamaması, birçok siyahı rahatsız etmişti elbette. Aslında, Armstrong
zaman zaman, örneğin Little Rock krizi sırasında, siyahlara yapılan ayrımcılığa
karşı sesini yükseltiyordu ama bir bütün olarak sivil haklar hareketine
yeterince katkıda bulunmamış olduğunu düşünen pek çok kişi oldu. Bununla
beraber, bir başka efsanevi cazcı Duke Ellington’ın onun için söylediği “yoksul
doğdu, zengin öldü, bu ikisi arasında hiç kimseyi kırmadı” sözü, onun insani
zaafları taşıyan hassas yüreğine ilişkin çok fazla şey söyler.
“Kimseyi
taklit etmemiş ama çok kişi tarafından taklit edilmiş bir müzisyen” (J.A.
Stein) olarak Armstrong’un o hışırtılı sesindeki huzur, trompetinin tonundaki
hüzünle coşkunun o eşsiz bütünlüğü, kendi başına bir hayal dünyası sunar
duyana. Sokaklarında bir çocuk olarak hayatta kalma mücadelesine karıştığı
şehri için “gözlerimi kapayıp trompetimi çalmaya başladığım her anda, canım New
Orleans’ın tam kalbine bakarım, bana uğrunda yaşanacak bir şey verdi” demiş
olması ne kadar da manidardır... [15]
Sonra yıllara
meydan okuyan bir efsane, Gheorghe Zamfir; Çocukluğunda çobandı O... Bütün gün
koyunlar peşinde uçsuz bucaksız vadilerde koşan bir çocuk için müzik kavramıyla
doğa kavramı birdi. Doğaya âşıktı. Doğanın tüm seslerini keşfetme olanağı
vardı. Doğanın kendisi, çocuk için müzikti.
Çocuk doğada
yeni çalgılar icat eder, bunları geliştirirdi. Odunlardan keman, dallardan
kaval yapardı... Dört yaşındayken babasına, müzik aşkını anlattı. Altısında ilk
mandolinine kavuştu. Dokuzunda ilk akordeonuna... Arada kaval, flüt öğrendi.
Pan flütü o seçmedi. Pan flüt onu seçti.
“Kader” der
başka bir şey demez. Pan flüt onun kaderiydi... Büyük usta Fanica Luca onu
kendi sınıfına seçtiğinde çok ağladı. Çünkü o konservatuvarda akordeon çalışmak
istiyordu. İlk tokadını babasından o zaman yedi. Müzik diye tutturdun, o
sınıfta kalacaksın diye...
On dördünde
Bükreş Müzik Akademisi’ndeydi. (Kapitalist düzende çobandan başbakan olursa,
komünist düzende de çobandan dünya çapında müzisyen olunabiliyordu!)
“Çok sonra
anladım ki, pan flütle söyleyecek çok şeyim var. Ve bunu kaderimin bana
belirlediği biçimde söylemeliyim. Bu benim görevim. Kimi zaman flütle aramda
öyle derin, öyle yoğun bir ilişki, bir bağ, bir diyalog var ki kelimelerle
anlatmak çok zor...”
Zamfir’i çok
önemli kılan, yerel olanla evrensel olanı muhteşem bir biçimde bütünleyebilmesi
olmuştu. Romen folklorunun derinlerine inerek ona kendi yaratıcılığını ve
çağdaş yorumları kattı. Gelenekselle bugün arasında köprüler kurdu. Öte yandan
pan flütü, çalgısını da geliştirdi. Yirmi borulu sisteme on boru daha
ekleyerek, çalgının ses kapsamını geliştirdi.
Bunları 70’li
yıllarda gerçekleştirdi. Bir Romen cenaze marşı olan belki de yeryüzünün en
hüzünlü parçası “Doina de Jale”, 45’lik tek plak BBC’de bir dizinin müziği
olarak kullanılınca dünyayı sardı. 77’deki “Lonely Shepard/ Yalnız Çoban” plağı
milyonlarca sattı... Derken film müzikleri, konserler... 80’lerde ünü ve
plaklarının satışı daha da yükseldi. 200’ü aşkın albüm; dünyanın her yerinden
ödüller... [16]
Nihayet hâlâ
kulaklarımızda çınlayan “I will always love you/ Seni her zaman seveceğim”
haykırışıyla Whitney Houston…
Pek az şarkıcı
Whitney Houston kadar büyüleyici bir sese sahiptir ve pek azı sahip olduğu
yetenekleri onun kadar sinir bozucu düzeyde bir kayıtsızlıkla kullanır.
Albümleri XX. yüzyılın pek çok kadın sanatçısından daha fazla sattı. Diğer pop
yıldızlarından çok daha fazla ödül aldı. Ancak son yıllarını onu kaotik bir
biçimde şarkı söyleme isteğinden uzaklaştıran uyuşturucu bağımlılığıyla
geçirdi.
O, 11 Şubat
2012 gecesi Beverly Hilton Oteli’nde ölü bulundu. 48 yaşında yaşamını
kaybetti... Ve bir nesil onu, başarısı 90’larda zirveye ulaşan, sorunlu bir
karakter olarak tanıyacak. Esasında Houston listelerde hit olan birinden çok
daha fazlasıydı ancak yetenekleri çoğunlukla yavan yetişkin şarkılarında
harcandı.
1992’de
yayımlanan büyük hit’i, Dolly Parton cover’ı ‘I Will Always Love You’da, en
güçlü vokallerinden birini gerçekleştirerek dünya çapında 12 milyon sattı.
Şarkıdaki duygusal söyleyişi, şarkıyı tüm zamanların en büyük hitlerinden biri
yapmaya yetti.
Albüm satışı
toplamda 170 milyonu bulan Houston, kendine Mariah Carey ve Celine Dion’un da
bulunduğu elit kadın süperstarlar grubunun içinde yer edindi. Genellikle
romantik aşk şarkılarını seslendiren Houston, pek çok şarkıcıyı etkileyen “pop
divası” tarzını yarattı.
MTV’nin “beyaz
şarkıcı” duvarını aşan ilk siyah kadın da oydu. MTV’nin ‘En önemli sanatçıları’
listesine giren ilk siyah kadın şarkıcı oldu…[17]
28 Kasım 2013 16:41:00, Ankara.
N O T L A R
[*] Patika,
No: 85, Nisan - Mayıs - Haziran 2014…
[1] Pablo
Neruda.
[2]
Ethem Kocabaş-Semra Türk, Müzik ve Zihnin Gizemleri, Altın Kitaplar, 2013.
[3]
Selim M. Işık, “Müzik Neyi Anlatır...”, www.sendika.org, 9 Ekim 2010.
[4] Eric
Levi, Mozart ve Naziler - Üçüncü Reich Bir Kültür İkonunu Nasıl Kullandı, Çev:
Dilek B. Cenkciler, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011, s.178.
[5]
Serhan Bali, “Çağının Çok Ötesindeki Katil Besteci”, Radikal, 13 Ağustos 2013,
s.26.
[6] Sarp
Dakni, “Cohen’in Elinden Ölümsüzlük İksiri”, Radikal, 7 Eylül 2012, s.34-35.
[7] Derya
Bengi, “Uzoların Ozanı Sen de mi Ölecektin?”, Radikal, 24 Mayıs 2013, s.29-31.
[8] Mine
G. Kırıkkanat, “Aşka Âşıktı, Moustaki...”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2013, s.15.
[9]
Murat Beşer, “Yeri Dolmayanlar Listesi Uzuyor”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2012,
s.15.
[10] Emre Karatoprak, “40 Yıldır
‘Kapı’ Hâlâ Açık”, Radikal Hayat, 3 Temmuz 2011, s.5.
[11]
http://www.youtube.com/watch?v=E_7BV-IuyKI
[12]
Yalçın Yusufoğlu, “Çıplak Ayaklı Diva”, ozgurlukcusol
[13]
Pınar Öğünç, “Kocaman Bir Sesin Ardından”, Radikal Hayat, 18 Aralık 2011,
s.36-37.
[14]
Hakan Töre, “Elvis”, Taraf, 21 Ağustos 2013, s.17.
[15] N.
Buket Cengiz, “Dünyanın Harika Hâli”, Radikal İki, 29 Temmuz 2012, s.14.
[16]
Zeynep Oral, “Önce Ses Vardı...”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2012, s.15.
[17]
“Romantik Şarkıların Büyüleyici Sesiydi...”, Radikal, 13 Şubat 2012, s.32-33.
Yorumlar