“Bir ütopya hazırlamak, bir kıyamet hazırlamaktan daha mı kolaydır?” [1] Öncelikle, Mezopotamya’nın neresi olduğundan söz etmek g...
“Bir ütopya hazırlamak,
bir kıyamet hazırlamaktan
daha mı kolaydır?”[1]
Öncelikle, Mezopotamya’nın neresi olduğundan söz etmek gerekiyor.
Mezopotamya, Ön Asya’da Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan verimli bölge ve insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden olarak kabul edilen bölgedir.
MEZOPOTAMYA’DAN “ORTADOĞU”YA
Mezopotamya “uygarlıkların beşiği” diye anılır. “Cennet toprakları” diye de adlandırılan coğrafyada “ilk kent”in kurulduğundan, “ilk yasa”ların yapıldığından, “matematik, astronomi derslerinin ilk burada verildiği”nden ve “avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe geçişin ilk burada gerçekleşti”ğinden söz edilir.
Sonra da “ilk tapınaklar”, “ilk madencinin çekicini örsün üzerinde sallaması”, “ilk yazı”, “ilk iktidar” Dicle ile Fırat’ın suladığı verimli düzlüklerde boy verdi.
MÖ. 2500’lerde yazılmış bir tablette toprağın 1’e 86 ürün verdiği yazılıydı. Yaşar Kemal de “Mezopotamya’da toprak bin bereketlidir, bire beş, bire on verir,” derdi…
Uygarlıklar uygarlıkların üzerine inşa edildi. Pagan tapınaklarından alınan taşlarla kiliseler, camiler, yeni çarşılar, evler, kütüphaneler kuruldu. Heykel, resim, müzik, edebiyat, tiyatro da buna eşlik etti…
Mezopotamya’nın önemi sadece iki nehir arasında olması değildir. Arkeolog Gordon Childe’in “Neolitik Devrim” olarak tanımladığı, bitkilerin kültüre alınması, hayvanların evcilleştirilmesi, yerleşik düzene geçilmesiyle başlayan dönemin dünya üzerinde ilk defa ortaya çıktığı “bereketli hilal” olarak tanımlanan bölgenin içinde kalması Mezopoyamya’yı asıl önemli kılan özelliktir.
Yakındoğu ve Ön Asya’da Fırat-Dicle havzasından Ürdün’e kadar uzanan bu “hilal” de tarım devrimi ilk kez gerçekleşmiş ve bölge uygarlıklarının tohumları atılmıştır.
Anadolu’nun güneydoğusundan başlayarak Basra Körfezine kadar uzanan Dicle ve Fırat havzasının verimli toprakları, uygun iklimi şartları vd. nedenlerden ötürü istila ile göçlerin yurdu olup, bir uygarlık havzası olarak anılmıştır.
Başlıca Mezopotamya uygarlıkları Sümerler, Babilliler, Akadlar Elamlılar ile Asurlulardır.
Sümerler M.Ö. 3500’de Mezopotamya’daki şehir devletlerini kurdular. Önce Akadların hâkimiyeti altına girdiler, daha sonra da Elamlılarca yıkıldılar. (M.Ö. 1500)
Tarihte ilk kez yazıyı kullanan Sümerler, matematik ve astronomide derinleşerek, takvim yapmışlardı.
Güney Mezopotamya’daki Sümerler sulama kanalları ve bentler yaparak toprağı tarıma elverişli hâle getirmişlerdir.
Kralları rahip kral özelliğini gösteren Sümer iktidarları, tarihteki ilk şehir devletlerinin (sitelerin) kurucularıdırlar.
Mezopotamya uygarlığının kurucusu olarak anılan Sümerler, yazıyı, tekerleği, 60 tabanlı sayı sistemi, çemberin 360° oluşunu, tarihteki ilk güneş ve ay takvimlerini icat ederken, yıldızların burçlara ayrılmasını, damga ile silindir biçimindeki mühürleri ve çömlekçi çarkını; tarihin ilk yazılı destanları ‘Gılgamış’ ile ‘Yaradılış’ın da yaratıcılarıdırlar.
Babil Krallığı Arabistan’dan Mezopotamya’ya gelen Amurrularca kuruldu.
En güçlü dönemlerini Hammurabi döneminde yaşadı.
Sert kanunları, asma bahçeleri, çok tanrılı dinleri, Ziggurat diye anılan tapınakları yanında astronomiye ilgileriyle (güneş ve ay tutulmalarını kaydetmişlerdir) anılırlardı. Sümerlerden etkilenmişlerdi.
Babilliler, Hititlerce yıkılmalarından sonra Asur egemenliğine girdiler. Ancak daha sonra da Medlerle ittifak yaparak Asur devletini yıktılar.
İkinci kez devlet kurdular. Mezopotamya’nın en son devleti olan II. Babile Persler son vermişti.
Akadlar, Mezopotamya’ya gelen Sami kökenli bir kavimdi.
Tarihte bilinen ilk büyük imparatorluğu kurdular. Kurucuları Sargon, başkentleri Agade’dir. (Tapınaklarına da Agade denilirdi.)
İlk kez sürekli ve düzenli orduları kurmuşlar, bu sayede de Mezopotamya’nın tamamına sahip olmuşlardır. Böylelikle de Akad dili, yaygın bir kültür dilini oluşturdu.
Merkezî otoritesini iç isyanlar ve dış saldırılarla yitiren Akadları İran üzerinden gelen kavimlerin saldırısı yıktı.
Elamlılar, Sümerler ve Akadlar ile birçok savaş yapmışlar ve zaman zaman onların boyunduruğunu kabul etmişlerdir.
Başkenti Sus olan Elamlar, güzel sanatlar, süsleme ve madencilik alanında büyük gelişme göstermişlerdi. Çömlek ve seramik sanatında ileriydiler.
İran’ın güney batısı ile Mezopotamya’nın doğusunda kalan dağlık bölgede yaşadılar. Tarımsal topraklara sahip olmak için Sümer ülkesini istila etmişlerdi.
Elamlar Sümerlerin doğusunda yaşamışlar ve M.Ö. 3000’den M.Ö. 640’a kadar varlıklarını korumuşlardı.
Asurlular tarafından ortadan kaldırıldılar.
Asurlular da yukarı Mezopotamya’nın Fırat ve Dicle nehirleri çevresi ile Anadolu’nun güneyi İran bölgesinde kurulmuşlardı.
Kral yolu üzerinden Anadolu ile ticaret yaptılar. Kurdukları ticaret kolonileri ile Anadolu’ya Sümerlerden öğrendikleri çivi yazısını getirdiler.
Kolonilerden en önemlisi Kayseri Kültepe’de kurdukları Kaneş’di.
Başkentleri Ninova’dır. Ticaretle uğraştılar. İlk kütüphaneyi ve arşivi kurdular.
Geliştirdikleri ağırlık ve uzunluk ölçülerini daha sonra Yunanlılar ve Romalılar kullanmışlardı.
Hititlerin yıkılmasından sonra ön Asya’da güçlü bir devlet olarak ortaya çıktılar. Doğu ve güney doğu Anadolu’yu, Suriye’yi, Filistin’i ve Mezopotamya’yı egemenlikleri altına aldılar.
Med-Babil ittifakı Asur devletine sona erecekti.
Evet Mezopotamya büyük alt üst oluşlarıyla dünyanın gelmiş geçmiş en istikrarsız coğrafyasıdır. “Ortadoğu” olarak adlandırıldığında, petrolün kan pahasına dönüştüğü yer olacaktır!
Bereketiyle bereketsizliği yaşayan topraklar bir yerde de dünyanın kara deliğidir. Bir hikâyeye göre, Babilden beri “lanetli”dir. Hatta bu “lanet”e dair, “Fırat ve Dicle hep kan akar” denir.
Sümer mitolojisinden etkilenen bilumum şizofrenin peygamberlik iddiasıyla çıktığı Mezopotamya, semavi dinlerin de kaynağıdır.
Hemen, bütün “peygamberler”in ortaya çıktığı mekânken; Theodor Herzl’e göre, “İsrailoğullarının asıl vatanı”dır. Çünkü “İbrahim Peygamber orada zuhur etmiş”tir!
Gelelim, bugün “Ortadoğu” diye anılan coğrafyaya!
Ortadoğu’nun kadim adı “Beş Deniz Bölgesi”ydi.
Sonra kime ve neye göre, “Ortadoğu” (“middle east”, “moyen orient”, “eş-sarku’l-evsat”) oldu?
Gerçekten de “Ortadoğu”, neyin “ortası”, kimin “doğu”sudur?
Ortadoğu terimine ilk olarak 1902 yılında rastlanır. Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, ‘National Review’da yayınlanan Basra Körfezi’nin önemini ele aldığı ‘The Persian Gulf and International Relations’ başlıklı makalesinde terimini Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır.
XX. yüzyılın başlarında Basra Körfezi’nin stratejik önemi ve bölgede Alman imparatorluğu, İngiltere ve Rusya’nın nüfuz mücadelelerini anlatmaya çalışan Mahan, jeostratejik bir konsept olarak kullandığı “Ortadoğu/ Middle East” kavramı ile, Süveyş’ten Singapur’a kadar uzanan deniz yolunun bir bölümünü koruyan ve kesin şekilde sınırlarını belirtmediği bir bölgeyi anlatmaktaydı.
Mahan’ın ardından İngiliz gazetesi ‘The Times’in dış politika editörü Valentine Chirol, Basra Körfezi’nin stratejik önemini, Almanya’nın inşa etmeye çalıştığı Bağdat demiryolunun Basra’ya kadar uzatılmasının İngiltere’nin bölgede ve Asya’daki çıkarlarına vereceği zararları anlattığı yazısına “Ortadoğu’nun Problemleri” başlığını koyarak kavramı Basra Körfezi bölgesini anlatmak için kullanmış ve terimin benimsenmesine katkıda bulunmuştur.
Mahan ve Chirol’un İngiliz diline kazandırdıkları “Ortadoğu” kavramı asrın başlarında sözlüklere girerken kitap adlarında da görülmeye başlanmıştır. Angus Hamilton 1909 yılında Londra’da yayınladığı “Problems of The Middle East” başlıklı yapıtında, Basra Körfezi bölgesinin İngiltere’nin uluslararası menfaatleri ve sömürgeci devletler arasındaki rekabet çerçevesindeki önemini anlatmaktaydı.
Aynı yıllarda Hindistan’da kral naibi Lord Curzon, ilk defa 1911’de Hindistan’a yakın yerleri ifade etmek için resmi konuşma ve belgelerde “Ortadoğu” kavramını kullanarak ona yarı resmi bir nitelik kazandırmıştır.
O hâlde belirtelim: “Ortadoğu” deyince haritaya Londra’dan bakmış olursunuz! Çünkü “Ortadoğu”, Avrupa merkezli bir terim ve nitelemedir. Avrupa’nın “doğu”sunu, “merkez”e olan uzaklığı ölçütü üzerinden derecelendirir.
Bu nedenle Ortadoğu ile ilgili objektif bir çözümleme yapabilmek için öncelikle Ortadoğu kavramından ne anladığımız çok önemlidir.
Orası; düşmanımın düşmanı dostumdur anlayışının artık açıkça dile getirildiği mekân olarak; dünyanın en kaotik jeopolitik bölgesidir.
“Kutsal Topraklar” coğrafyası veya “Şeytanın en çok mesai yaptığı bölge”dir!
Dünyanın “kara kutu”su ya da “dipsiz kuyu”su olarak anılan Ortadoğu’yu anlamak için mutlaka dinler/mezhepler tarihi araştırılmalıdır.
Bununla da yetinmeyip; İslâm tarihi ve felsefesinin ana kaynakları; Hıristiyanlık ve Yahudilik ilahiyatı da gözden geçirilmelidir.
Ayrıca da İslâmiyetin Sünnîlik (ve Vahhabîlik) ile Şiîlik mezhebi hakkında genel bilgilere sahip olunmalı; bu konuların mezhepsel çatışmalardan enerji politikalarına, İsrail-Filistin çatışmasından küresel “terörizm” algısına kadar her şeye nüfuz ettiği bilinmelidir.
“İyi de tüm bunların neden” mi?
1916’da Sykes-Picot anlaşması yoluyla ve batılılar eliyle inşa edilen yapay sınırlardan oluşturulan, verili yapaylık aşılmadıkça huzur bulmayacak ve yüzyıllardır fokur fokur kaynayan Ortadoğu; emperyalizmin, çıkarları için insanı insana kırdırdığı yerdir. Günümüzde petrolüyle anılan, gelecekte de, petrole ek olarak, su kaynaklarıyla anılması muhtemel bölgedir…
Bölgede emperyalist müdahâlenin devreye soktuğu bir meşruiyet erozyonundan söz edebiliriz.
Bölgede ayrımcılık, ekonomik dengesizlikler had safhadadır.
Yüzyıllardır durmadan boğazlanan, “altın yumurtlayan tavuk”tur...
Dünyanın ekmeği, kefen bezidir.
Nihayet tüm dünyayı kara delik gibi içine çeken Ortadoğu, çocukların her gün katledildiği acının ve isyanın yurdudur. Ya da Cemal Süreya’nın dizelerinde, “buradan göz alabildiğine/ tek ve seyrek göreceksin yağmuru/ ama her damla dopdoludur/ ve her damlada/ taşıran - damla onuru vardır/ bunun için kördür şerbet/ bunun için etoburdur petrol/ bunun için öfkelidir özsu,” diye betimlenen isyan coğrafyasıdır Ortadoğu…
KAVRAMLAR: RAFİZÎLİK VE HETERODOKSİ
Ortadoğu’daki halk isyanları, egemenler karşısında hep heterodoks ya da rafizî görünümlerle var olmuşlardır.
Rafizî kavramı sözlükte, “Reddetmek, kabul etmemek, kumandanını terk eden bir ordu veya askeri birlik” anlamına gelir. Mezhepler tarihinde, yaygın şekliyle Ebû Bekir ve Ömer’in hilafetlerini kabul etmeyip reddedenler için kullanılır.
Rafizîlik gibi heterodoksi de belirli bir düşünce, ideoloji alanında ana akıma bağlanmayıp, merkezi iktidarın diliyle konuşmayan, farklılıklara açılan düşünme ve davranma biçimi olarak tanımlanabilir.
Kadim Yunanca’da “orthodoxia”, “ortho (doğru)” ile “doxia (inanç, yol, öğreti)”nin bileşimi yani “doğru yol”ken, heterodoksi, “hetero (diğer, öteki)” yani “öteki yol” anlamına gelmektedir.
Esasında ortodoksi geçmişe bugünden bakan, her şeyi kalıplara yerleştirip öyle anlayanların egemen pratiğiyken, heterodoksi de toplumların zamana ve mekâna göre durmaksızın değişen (burada özellikle din) çeşitlemeleridir.
Terim olarak da heterodoksi genelde dinler ve dinsel öğretiler için kullanılır. Bir öğretiye heterodoks derken o öğretinin ana-akım tarafından kabul görmediği vurgulanmak istenmektedir. Yani yoldan çıkmış ya da sapkınlar olarak da okunabilir. Dolayısıyla heterodokslar kendilerine heterodoks demez, aksine çoğu heterodoks görüş, asıl sahih olan görüşün kendileri olduğunu ve aslında ortodoks olarak bilinen görüşün zaman içinde yozlaştığı için kendilerinin “öze dönüş” olduğunu iddia ederler. İslâm heterodoksisi olarak bilinen Alevîliğin entelektüell kesiminin “Biz İslâm’ın özüyüz” demesi gibi.
Genellikle Hıristiyanlık için kullanılagelen bir terim olmasına karşın uzun bir süredir İslâm’ın da bir heterodoksisi olduğu tartışılmaktadır. Örneğin Alevîliğin yanı sıra bir zamanlar Sünnî İslâm tarafından “zındık” kabul edilen tüm yol ve tarikatları da bu sınıflandırmaya tabi tutmak ya da bu tartışmanın içinde olduklarını söylemek mümkündür.
Heterodoksinin kesin olmayan ama genelde gözlemlenen bir özelliği de yerelliktir. Eğer “ortodoksi” kavime dışardan gelmiş yabancı bir dinse, heterodoks akımlarda eski dinlerin etkileri gözlemlenir.
Alışılmış, merkezi inançların dışına çıkan, kaçan heterodoksi, kabul edilmiş resmi din anlayışına, yani ortodoksiye karşıt, aykırı, uzak olan inanış ya da “dinlerin öteki”sidir!
Heterodoks İslâmın “halk İslâm/ folk İslâm” diye anılan hâli, sufî versiyonlarına kıyasla gündelik hayatın ihtiyaçlarına göre şekillenmiş pratiklere, sözlü kültüre, evliyalara, tekkelere dayanıyor. Ayrıca bazı dervişlerin Sünnî İslâma göre “sapkınlık” addedilen, bütün sosyal normları, çalışmayı, evliliği, mülkiyeti reddeden, içe dönük mistik bir allah inancına dayanan inanışları da bu başlık altında anılıyor.
Geçerken belirtelim: Kalenderîler,[2] Haydarîler bu tür mezhepler arasında tanımlanabilir. Baba Resul ve Baba İshak da Kalenderî Babaları olarak biliniyor. Baba İlyas’ın başlattığı Babaî İsyanı’nın Selçuklularca bastırılması ertesinde Batı Anadolu’ya yayılan takipçileri, Türkmen babaları, dedeleri Osmanlı’nın daha sonra fethettiği Batı bölgelerinde, Balkanlarda Bektaşiliğin ve İslâmın heterodoks anlayışının yaygınlaşmasına katkısı oldu. Bu sebeple Yeniçeri ocağı Bektaşilik temeli üzerinde kurulmuştu. Ancak çeşitli siyasi nedenlerle Osmanlı devletiyle bozulan ittifakın önemli sonuçlarından biri de 1420’deki Şeyh Bedreddin isyanı oldu.
Tekrar meselemize dönersek: Dördüncü yüzyılda İran’daki toplumsal görüşleri inşa edip, “Ateşe tapılacaktır... Her şey herkesin malıdır...” diyen Mejdek ve Mecûsî’lik olarak anılan görüşleri anılmaya değer heterodoks görüşlerdendi…
Aynı konuda zikredilmeden geçilmemesi gereken Babek ve Zenc(î) İsyanı’dır…
BABEK VE ZENC(Î) İSYANI
Babek; umuda açılan kapı anlamına gelen Farsça sözcüktür.
Ve Babek, ister -birilerinin inandığı gibi- Fars/İranlı, ister Azeri/Türk, ister Ermeni olsun isyancıların kahramanıdır...
Abbasi idaresine karşı isyan eden Hürremîlerin reisi Babek, Arap hegemonyasına başkaldırmış, Abbasilerin zorla din değiştirme hedeflerine yaşamı boyunca engel olmuş ve isyanı Araplar tarafından bastırılamamıştır.
Mecûsî bir ailenin çocuğudur. Mejdek (Mazdek) tarafından ortaya konan ortakçı fikirlerini savunan Hürremîye fırkasının reisi olan Babek, 816’da Abbasilere isyan etti.
Abbasi halifesi Me’mûn’a karşı olan Ermeni’lerle Azerbaycan’a hâkim oldu. Böylece Abbasi devletinin en önemli meselesi hâline gelen Babek İsyanı Halife Me’mûn’un ölümünden (833) sonra yerine geçen Mu’tasım zamanında da olmak üzere 20 yıl sürdü. Babek’in nüfuzu Fars ve İsfahan şehirlerine kadar yayıldı. Halife Mu’tasım, Türk komutan Afşin’i, Babek isyanını bastırmakla görevlendirdi. Afşin, Hürremîler ile iki yıl savaştı. 836’da El-Bazz şehrinde Babek ile taraftarlarını yendi. Babek yakalanarak Samarra’ya getirildi ve 838 yılında idam edildi.
Babekîyye veya Hürremîye diye bilinenlerin temel görüşleri; “Herkesin malları ve yaşayışları eşittir, şahsi tasarruf yoktur, bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar, zenginler mallarını fakirlere vermelidir,” biçimindeydi.
Kendisinden sonraki başkaldırıları doğrudan etkileyen Babek, aynı zamanda Zenc(î) İsyanı’nı da esin kaynağıydı.
M.S. 869’da Doğu Afrika’dan ve Zengibar’dan (bugünkü Tanzanya) zorla yakalanarak getirilen ve savaş esiri konumunda bulunan “zenci” (siyahî) kölelerin Abbasi imparatorluğuna karşı başlatmış oldukları isyandır, 14 yıl sürmüş, imparatorluğu sarsmış ve 883 yılında güçlükle bastırılmıştır.
Abbasi döneminin mühim isyanlarından biridir.
İsyanı kapısını ilk olarak Babek el Hürremî açmış, ardından ise Zenc(î) İsyanı ve devamında Karmatîlik gibi batınî akımlar ilk dönemde İsmailîye mezhebinin teolojik etkisi ile isyan etmişlerdir. Elbette bu isyanların sosyo-politik sebepleri, teolojik sebeplerinden daha fazladır.
Abbasi dönemindeki isyanların pimini ilk olarak Babek ve Hürremî hareketi çekti. Tarihsel süreçteki toplumsal hareketlerin tümü, büyük ölçüde kendinden önceki hareketlerin devamı niteliğinde olurken; Persler döneminde Mani’nin başkaldırısı, ardından Sasanî döneminin en çetin isyanlarından Mazdek isyanı, devamında da İslâm sonrası dönemde karşımıza çıkan Babek isyanı bir süregenlik arz etmektedir.
Zenc(î) İsyanı’na gelmeden, bir bakıma İslâm ile birlikte Arap hâkimiyetinin başladığı eski Sasanî topraklarındaki isyanları iyi okumak, doğru değerlendirmek gerekmektedir. Emevîlerle birlikte, “Arap egemenliği”nin de sonunu getiren, bu heterodoks isyanlar olmuştur.
Zenc(î) İsyanı, Abbasiler döneminde Afrika’dan saray aristokratlarınca getirtilen ve ağır şartlarda çalıştırılan sîyahi kölelerin başkaldırısıydı. Taberi’nin verdiği bilgilere göre isyan kanallarda çalışan köleler tarafından çıkarıldı. Bu köle-isçilerin görevi aşağı Mezopotamya’da ekilebilir tarım arazileri oluşturmaktı. Dünyanın o zamana kadar gördüğü en ölümüne savaş olduğu belirtilen bu savaşta, yaklaşık 500 bin kişinin öldüğü söylenir. İsyanın, Abbasilerin çöküş dönemini başlattığı kabul edilmektedir. Sonrasında da Karmatîler isyanını yaratır.
Günümüz Güney Irak’ında gerçekleşen; Araplarca zulmedilen mazlum zencilerin çıkardığı köle başkaldırısı sonucunda isyancılar Mezopotamya’da “Dâru’l-Hicre” adlı bir şehir kurdu. Amaçları, “Hareketin sosyal hedefi zengin-yoksul ayrımını ortadan kaldırmak, köleliğe son vermek, toprakları ortaklaştırarak iktidara (devlet tarafından zenginlere bağışlanan topraklar) son vermek, herkesi çalışır, üretir hâle getirmek, İslâm dünyasının hiçbir yerinde aç ve yoksul bırakmamaktı.”
İslâm tarihinde köleliğe karşı ilk başkaldırı olan Zenc(î) Hareketi’nin ortaya çıktığı kesit Mansur oğlu Hüseyin El Hallac (Hallac-ı Mansur) ve onun yolundan gidenlerin hunharca yok edildikleri evreydi. İslâm tarihinde ilk köle ve işçi hareketinin Zenc(î) ve Karmatî hareketi olduğunu ve Abbasilere karşı IX. yüzyılda büyük kitleler hâlinde gelişip büyüdüğünü belirtmek gerekir.
Zencî kölelerin isyanı o kadar büyük ve sarsıcıydı ki, örneğin Spartaküs İsyanı üç yıl sürüp (M.Ö. 73-71), yaklaşık 120.000 köleyle yürütülmüşken; Zenc(î) İsyanı 500.000 gibi bir rakama ulaşmış, isyancılar etrafı kuşatılmış bir devleti on beş yıl süresince ayakta tutmayı bilmişti.
“İSLÂM KOMÜNCÜLERİ”: KARMATÎLER
“İslâm Ansiklopedisi”nde “Aşırı Şiî İsmâiliyye mezhebine mensup bir zümre” olarak anılan; zulmün/ baskının yerine adalet ve eşitliği koyacağını vaad eden Karmatî hareketi, genel kabule göre 255 yılında Abbâsîler’e karşı gerçekleşen Zenc(î) İsyanı sırasında ortaya çıkmışlardı.
Karmatîler, kendilerinden yüzlerce yıl sonra tarih sahnesine çkan Şeyh Bedrettin’in ütopyasını X. yüzyılda yaşama geçirdiler. Kurdukları her alanda eşitlikçi komünal toplum düzeni Fas’tan, Bahreyn’e, Irak’tan Afganistan’a kadar Batınî akımların esin kaynağı oldu.
Karmatîler, bugünkü Bahreyn civarında, zamanın Abbasi halifelerinin zulmüne karşı gelişen bir isyanla doğan, ortak mülkiyet temeline dayalı bir heteredoks İslâm devletiydi.
Bahreyn’de ortaya çıkmış Şia kaynaklı bir gruptur Karmatîler. Abbasi halifesinin ek 1 dinar vergi koyması sonucunda “Nedir bu çektiğimiz?” diye isyan edip ortak mülkiyete dayalı bir devlet kurmuşlardır.
Yaklaşık ikiyüzyıl yaşamış, Abbasi halifelerinin korkulu rüyası olmuşlardır. Kabe’yi basıp “Bu taşa mı tapıyorsunuz?” diyerek hacıları kılıçtan geçirip, Hacer ül esved’i kaçırmaları da, en ünlü vukuatlarıdır.
Zenc(î) isyanının devamı olarak gelişen, adaleti amaçlayan mistik sosyal bir hareket olarak yayıldı. Kurucusu Hamdan Bin Esas El Karmat’dır. İlk merkezleri Kûfe’nin doğusundaki Hamdan’dı. İkinci merkez Bahreyn bölgesidir. İran Karmatîleri ve Bahreyn Karmatîleri olarak iyiye ayrılırlar. İran Karmatîleri ılıman bir tavır sergilerken, Bahreyn Karmatîleri sertlikleri ile tanınmaktaydılar. İslâmi tarihin ilk kadın komutanı yine Karmatîlerden çıkmıştır.
Karmat kelime olarak Aramice’den gelmiş olabilir. Aramca’da “gizli bilgi”, “gizemli bilgi öğreten” anlamına gelen “Karmat” kelimesi mevcuttur.
Kûfe yakınlarında kendi başına derviş hayatı yaşayan Hamdan, halkın yoksulluğu ve Abbasilerin ülkede uyguladığı baskıdan yararlanarak, “ortak mülkiyet” anlayışını amaç edinen bir örgütlenme kurdu.
Kökenlerini Babek isyanı ve bedevi geleneğinde aramak gerekir. Zenginlerin malına el koymayı ilke olarak benimseyen tarikat, kısa süre içinde bütün Irak’ta yayıldı. Görünüşte dini, gerçekte ekonomik bir hüviyet taşıyan bu tarikatın politik düşünceleri de vardı.
“İslâm komüncüleri” olarak anılan Karmatîler hakkında Emre Kongar şu notları düşer:
“Karmatîler: IX. yüzyılda ortaya çıkmış olan ilk İslâm komüncüleri…
Yani Anadolu’da “Fetret Devri”nde önem kazanan Şeyh Bedreddin hareketinin ataları…
Karmatîlik, gizli bir örgüt: tarihteki ve günümüzdeki bütün gizli örgütlerin anası; Hasan Sabbah’ın Haşşaşinler’ine de kaynaklık ediyorlar…
Fütüvve yani ahilik de bunlardan geliyor…
Hurufî inancı da bunlardan türüyor…
Arap yarımadasının güneyinde korsanlık yapıyorlar…
Zenginden alıp yoksula vermek, genel uygulamaları…
Bu açıdan Robin Hood’un da ataları…
930 yılında Mekke’yi fethedip, Hacer-i Esved’i kaçırıyorlar…
Karmatîler ile başa çıkamayan Abbasiler, Selçuklu Sultanı Melikşah’tan yardım istemek zorunda kalıyor…
İçki haram değil, şarap içiyorlar, güneş doğmadan iki rekat, güneş battıktan sonra da iki rekat namaz kılmanın, yılda iki gün oruç tutmanın yeterli olduğuna inanıyorlar…
Kıbleleri Mekke değil, Kudüs’dü…”[3]
Ayrıca Faik Bulut’un da Müslüman coğrafyasındaki “Baldırı Çıplaklar Hareketi”[4] olarak nitelediği Karmatîler, bugünkü Bahreyn bölgesinde 150 yıl ayakta kalabilen eşitlikçi bir toplumsal düzenin kurucuları olarak tarihe geçtiler. Kurdukları düzende kadın-erkek eşitliği, ortak üretim ve ortak paylaşım esastı. Özel mülkiyetin olmadığı bu toplumsal düzenin kurucuları hakkına Faik Bulut şunları belirtir:
“Karmatîler, İslâm imparatorluğu sınırları içindeki Fas’tan Afganistan’a kadar olan bölgede ciddi bir Batinî-Alevî hareketlenmesi, iktidardaki Sünnî sultasına karşı ciddi isyanlardır. Bu isyanlar, bazen başkaldıranları iktidara taşımıştır. İran, Fas ve Tunus’taki özerk yerel beylikler veya yönetimler biçiminde yahut Mısır’daki Fatımîler gibi devlet şeklinde olsun alternatif bir toplum ve sistem arayışı içinde hareket etmişlerdir. Karmatîler bunların en radikalleri: Çünkü onların bulundukları Mezopotamya, sınıfsal ve siyasal çelişkilerin en yoğun yaşandığı bölgeydi ve köklü bir devrimcilikten başka çıkar yolları yoktu…
Hem mevcut düzeni ideolojisi, inancı ve üretim ilişkileri açısından reddetme hem de paylaşım açısından eşitlikçiliği, ortakçılığı esas alan bir radikal akımdır Karmatîlik. Suriye’de Misyaf denen yöredeki Karmatîler’den, Hasan Sabbahçı İsmailîlerin bir kolu olan Şeyh Sinan hareketi vardı; kelimenin tam anlamıyla radikal bir eylemci ve komüncüymüş. O tarihte başkenti Lahsa olan günümüzdeki Bahreyn’de oluşmuş bir toplumdan, devletimsi bir sistemden söz ediyoruz. Tam olarak devlet diyemiyoruz çünkü onlar devlete de karşı bir devlet anlayışına sahipler. Günümüzde Anadolu Alevîlerine miras kalan en önemli şeylerden birisi iktidarı benimsememe anlayışına sahip bir toplum özlemidir. İktidarın ezen, baskı altına alan yönünü değil sadece idare eden, düzenleyen, insan ilişkilerini, üretim ilişkilerini tepeden gözleyen, denetleyen bir yapıyı esas alıyorlar.
Karmatîlerin tarih sahnesine çıkışları 900’lü yıllara dayanır. Hasan Sabbah hareketini de hesaba katarsak Moğolların büyük istilasına kadar bir süreci kapsıyor. Bu dönem de genelde Abbasi yönetimi sırasında ve Basra, Kûfe merkezli, bugün Irak sınırları içinde kalan, ama İran’a yakın bir coğrafyada ortaya çıkmış. Bütün o toplumsal huzursuzluklar, adil olmayan üretim ilişkileri, eşitsizlikler, sınıfsal ayrımlara karşı felsefi, ideolojik, siyasi, düşünsel açıdan radikal bir hareketin doğmasına zemin hazırlamış. Mesela ilk İslâm ansiklopedicileri sayılan İhvan-ı Safa hareketi çok ciddi bir fikirsel uyanıştır. O dönemde de insanlar çok sorgulayıp, çok tartışıyorlar. Aklı ön plana alarak sadece Tanrı’nın varlığı ile kaim değil, kendisinden hareketle deneyimsel olarak bir yere varmayı hedefliyorlar Niçin bu böyle diye sorarken de önünde yeni ufuklar açılıyor.
Bunlara İslâm’ın baldırı çıplaklar hareketi denilebilir…
Evet, öyle. Öncesinde Basra yöresinde Zenc(î) ayaklanmaları da var. Fatımîler, mesela Ehli Beyt sevgisi ve eşitlikçi anlayış ile geldiler. Mısır’da bir devlet kurdular; felsefe okulu açtılar, belli oranda eşitlik yarattılar. Ancak süreç içinde tutuculaşıp, gericileştiler. Karmatîler, Fatımî geleneğinin uzantıları olmakla birlikte köylü-emekçi (şehirde çalışanlar) ittifakına dayanan, bir anlamda baldırı çıplaklar hareketiydi. Başlangıçta destek aldıkları Fatımîlerin tutuculuğuna da isyan ettiler. Dikkat edilirse Karmatîler, iktidar karşıtı bir hareket ama nihilist değiller. Yıkmakla yetinmiyorlar; yerine alternatifini inşa ediyorlar. Devrimcilikleri de burada yatıyor zaten. Bir alternatif toplumsal düzen yaratıp uyguluyor ve bunu da 150 yıl Bahreyn çevresinde yaşatabiliyor…
Karmatîler, İsmailîdirler. Hasan Sabbah, İsmailîliğin Nizarî koluna isyancı ve eylemci bir nitelik kazandırıyor. ‘Hasan Sabbah Gerçeği’[5] isimli kitabımda belirttim: İran ve çevresinde yüzü aşkın kalesi var. Ama Hasan Sabbah yönetiminde klasik devlet örgütlenmesi yok. Bu, Anadolu Alevîlerine de böyle tevarüs etmiştir. Anadolu Alevîleri de devlet istemiyor fakat bir toplumsal düzeni istiyor.
Hasan Sabbah cephe savaşı da yapıyor arada bir de suikast tarzı mücadele yöntemine de başvuruyor. Selçuklu baskısına karşı savunma refleksiyle hareket ediyor. Selçuklu ordusu kendi üzerlerine geldiğinde karşı harekete geçiyor. Suikastlar o toplumu korumak amaçlıdır. Çok ilginç bur durum daha var: Hasan Sabbah’a bağlı Suriye’deki fedailer, Kudüs’te Haçlılarının canlarına okumuş; onları yıprattıktan sonra Selahattin Eyyubi gelip şehri teslim alabilmiştir. Kudüs’teki Haçlı yönetimini dize getiren Hasan Sabbahçı militanlardır. Kaymağını Selahattin Eyyubi yemiştir.
Karmatîlerin sosyal yaşamı Nasır-ı Hüsrev seyahatnamesinde şöyle anlatır: ‘Çok barışçıl bir toplum. Üretilen her şey ortak. Hiç kimsenin özeli yok. Çocuklar toplumun tümünün sahip çıktığı ortak değerlerdi. Kreş benzeri yapılarda çocuklar hem ciddi bir eğitim alıyor hem de kadın erkek herkes tarafından bakılıyor. Dışarıyla ticarette dürüstmüşler. Yüksek bir kültüre sahiptirler. Yeryüzünde insanların kurduğu eşitlikçi bir cennet. Sendikal örgütlenmeleri var. Örgütlü bir toplum.’
Zaten bu düzendir onların başlarını yiyen. O günkü üretim ilişkileri tarihin seyrine uymuyordu. Yani tarihsel bakımdan yükselen feodal düzenle eşitlikçi Karmatî toplumu arasında kan uyuşmazlığı vardı. O zamanın ruhuna aykırı bir cennet.”[6]
Hallac-ı Mansur’dan Hasan Sabbah’a birçok tarihsel figürü doğrudan etkileyen Karmatîler, “İsmailîlik Öğretisi”nden doğrudan etkilenmişlerdi…
“İSMAİLÎLİK ÖĞRETİSİ” VE HALLAC-I MANSUR
İsmailîler, Pisagor-Platon-Plotinus felsefi izleğini, kadim Mısır bilgisi ve İslâmın batınî yorumuyla harmanlayarak kendi felsefelerini oluşturdular. Pisagorculuğun devamı niteliğindeki İsmailîlik, beyaz giyimlerini de oradan alarak “saf”lığa vurgu yapar. Matematik, geometri, astronomi, felsefe ve teolojiyi harmanlayan temel metinleri olan İhvan-ı Safa Risaleleri, günümüze kadar ulaştı. Eşitlik ve kardeşlik temelli bir devlet kurmak isteyen İsmailîler, sürekli olarak Sünnî İslâm egemenliğinin tehdidi altındaydılar. Bu nedenle gizli örgütlenmeyi seçtiler. “Pisagorculukta olduğu gibi, örgüte katılmak isteyen herkes önce felsefi bir sorgulamadan geçerdi. İlk İsmailî devleti olan Karmatîler, M.S. 874’de İran Körfezi’nin güneyindeki Lasha’da kuruldu. Yaklaşık 150 yıl varlığını sürdüren bu devlet tamamıyla laikti. Karmatîler adı verilen ve komünal yapıyı esas alan, eşitlikçi bir meclis tarafından yönetiliyorlardı.”
İsmailîlerin Mısır’da kurduğu Fatimî devletinin en temel özelliği, Mısırlı eski sanatkâr loncaları geleneğini devam ettirmek oldu. Fütüvve adıyla 9 inisiyasyon derecesinden oluşan bir örgütlenme kurdu. İş hayatının ahlâki yapısını, ilke ve kurallarını ve devletin askerî gücünü bu örgütlenme oluşturuyordu. Fütüvve teşkilâtı, Anadolu Selçuklularına Ahilik olarak devrolacaktı.
İsmailîler hakkında en güvenilen akademik araştırmaları yapan ve bu konuda birçok kitap yazan İranlı akademisyen Farhad Daftary şöyle anlatıyor:
“Sabbah’ın, bir Oniki İmamcı olarak ilk eğitimini aldığı yer olan Rey, İsmailî merkezlerinden biriydi ve henüz 17 yaşındayken, yerel İsmailî müridlerinden birisi olan Amira Derrab aracılığıyla ilk kez İsmailî öğretisiyle tanışmıştı. O zamana dek Hasan Sabbah, İsmailîliği ciddiye alınması gerekmeyen bir sapkınlık olarak görmüştü. Ancak, çeşitli İsmailî kitaplarını okuduktan ve Amira Derrab ve Rey’deki diğer İsmailî eylemcileri tarafından aşamalı biçimde mezhebin inançları hakkında aydınlatıldıktan sonra, Fatimî davasına katıldı. Yetenekleri hemen fark edilen Sabbah’a dava örgütlenmesinde görev verildi” (Farhad Daftary).
Sabbah, eğitimini tamamladıktan sonra Dai (çağrıcı-propagandist) ve hatta Hucceti (açık bir imamın yokluğunda imamın kanıtı) mertebesine kadar yükseldi. Alamut’u üs edinerek İran Nizari İsmailî devletini kurdu. Sürekli olarak Selçuklu Devleti tehdidi altında bulunan bu küçük devlet, cephe savaşı veremediği için düşman liderlerine suikastlar düzenleyip korku salma taktiğini kullandı. Bu suikastlar korkunun boyutunu yükseltmek için özellikle herkesin görebileceği bir yerde yapılıyordu. Sağ kurtulma ihtimalinin çok zor olduğu bu suikastları davaya son derece inanmış fedailer gerçekleştiriyordu. Fedailerin, ölüme korkusuzca gitmelerinin temeli İsmailî öğretisinde yatar. Öğretiye göre ruh, bedende bulunduğu sürece yaptıklarından sorumludur. Kişi erdemli bir yaşam sürmüşse, bir sonraki hayata, daha üst düzey birisi olarak gelebilecektir. Toplumsal adaletsizliklere ve din bezirgânlığına karşı koymak ise en erdemli eylemlerdir. Öğretinin müridleri, iddia edildiği gibi zevk, sefa yerine ruhun ihtiyaçlarına önem verirdi.[7]
Hallac-ı Mansur’un İsmailîlerin bölge sorumlusu olduğunun altını özenle çizerek ekleyelim:
İbn Haldun tarafından ‘bir yıl savaşa, bir yıl hacca giden’ sofu ve mücahit bir şahsiyet olarak tarif edilen Harun Reşit’in (786-808) oğullarından Halife Emin’in (808-813) kardeşi Me’mûn, 813’te kanlı bir darbe ile halifeliği alınca, ‘zındıklık’ tanımı yeni bir içerik kazandı.
Me’mûn, kelâmcıları tasfiye etmek için, Batılı araştırmacılar tarafından İslâm Engizisyonu diye adlandırılan Mihna mahkemelerini kurdu. Sözlük anlamı ‘sınamak, denemek, işkence etmek, zorluğa düşmek, şiddet, sıkıntı, bela, eziyet’ olan Mihna, Me’mûn’dan sonra işbaşına gelen halife Mu’tasım (833-842) ve onun yerine geçen Vasık (842-847) zamanında da devam etti.
Kelâmcıların bile kurtulamadığı zındıklık suçlamasından tasavvufçuların kurtulması düşünülemezdi elbette. Hallac-ı Mansur, sihirbazlık bildiği, bütün gizli ilimlere, ayrıca kimyaya ilgi gösterdiği için suçlandı. Ama en büyük suçu, Allah’ın insan bedenine geçtiğine inanmasıydı. İnancını ‘Ene’l-Hak’ şeklindeki ünlü sözüyle formüle eden Hallac-ı Mansur, 922’de, kolları ve bacakları kesilmek suretiyle öldürüldü, cesedi uzun süre teşhir olunduktan sonra yakıldı ve külleri Dicle’ye atıldı. Hallac’ın takipçilerinden Şihabeddin-i Sühreverdi-i Maktul 1191’de zındıklık suçuyla idam edildi ama ‘Vahdet-i vücut’ (yaradanla yaradılanın bir olduğu) düşüncesini doktrin hâline getiren Muhyiddin İbn’ül-Arabi Suriyeli Emevilerin hoşgörüsünden yararlanarak 1241’de eceliyle ölmeyi başardı.[8]
HASAN SABBAH MESELESİ
“Nizam-ül Mülk’ü öldürten, Haşhaşi tarikatının lideri” ya da “Alamut Kalesi” söylenceleriyle anılan Hasan Sabbah’ın öğretisi, “Hiçbir şey gerçek değildir, her şey mubahtır,” biçiminde özetlenebilecek batınî bir söylemdi.[9]
Hasan Sabbah, Şiîliğin İsmailîye koluna bağlı, eğitimli bir Farisi veya Arap ailesinin çocuğu olarak 1052 veya 1053 yılında İran’ın Kum şehrinde dünyaya gelmişti. Kum, 12 İmam inancına dayalı Şiîliğin kalelerinden biriydi. Bazı kaynaklara göre Sabbah ailesi Yemenli Himyerilerdendi. Bazılarına göre Deylemli bir Farisî idi. Rey’de ve Kum’da eğitim gören Hasan Isfahan’da Re’îs Ebü’l- Fadl’ın yanında İsmaîlî doktrinini öğreneceği iki yıl geçirdi. İsmailîlik, Altıncı İmam Cafer es-Sadık 765 yılında öldüğünde, Yedinci İmam olarak Musa bin Cafer el Kâzım’ın yerine Cafer-i Sadık’ın kendisinden önce ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ’fer el-Mûbarek’i Yedinci İmâm olarak kabul eden Şiî mezhebiydi.
899 yılında Bahreyn’deki İsmailîlerin (Karmatîler deniyordu bunlara) giriştiği katliamlar; 925 yılında Karmatîler yüzünden Hac farizasının gerçekleştirilememesi, 930 yılında Karmatîlerin Mekke’ye saldırması, hacıları katletmesi, Kabe’ye zarar verilmesi, Hacer’ül-Esved taşının sökülüp götürülmesi (taş ancak 20 yıl sonra Fatımî Halifesi Mansur’un ricası üzerine iade edilmişti) ve 10 yıl boyunca Mekke’ye Hac’cı engellemeleri yüzünden İsmailîye mezhebi, Sünnî yazarlar tarafından hep kötü anılacaktı.
Parantezi kapatıp devam edersek, Hasan Sabbah bir gün hocasına “Sadece güvenilir iki dosta sahip olsaydım, bu hükümdarlığı (Büyük Selçuklu Devleti’ni kastediyor) yıkardım” deyince, hocası, Hasan’ın aklından endişe ederek, onu özel yemekler ve ilaçlarla tedaviye koyulmuş, bunun üzerine Hasan Sabbah İshafan’dan ayrılarak İsmailî mezhebinin kalbi olan Mısır’a doğru yola çıkmıştı.
1080 yılında Isfahan’a geri dönen Hasan Sabbah’ın Selçuklu Devleti’ni yıkma planlarından vazgeçmediği anlaşıldı çünkü Hasan Sabbah, 1090’da müritleriyle birlikte Hazar Denizi yakınlarındaki Kazvin bölgesinde, Şahrud Vadisi yakınlarındaki sarp kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni (Arapça Aluh-amu’t) bir iddaya göre cahil bir köylüden satın aldı. (Deylem dilinde ‘Kartal’ın Öğretimi’ anlamına gelen bu adı, Batılılar ‘Kartal Yuvası’ diye tercüme edeceklerdi.)
Hasan Sabbah’ın 1124 yılında ölümüne kadarki 34 yıl içinde hiç ayrılmadığı Alamut’ta Faik Bulut’un deyimiyle ‘eşitlikçi dervişan cumhuriyeti’ kurmuştu. Ayrıca muazzam bir kütüphane oluşturduğu, dönemin ünlü bilginlerini burada ağırladığı rivayet ediliyordu. Arap tarihçi İbnü’l-Esîr, Hasan Sabbah’ın sihir, matematik, astronomi ve diğer ilim dallarında kabiliyetli ve mahir olduğunu anlatacaktı.
Sünnî kaynaklara göre Hasan Sabbah Alamut’ta İslâm’ın sapkın bir versiyonunu uygulamış, şarabı serbest bırakmıştı. Faik Bulut’un Şiî kaynaklardan edindiği bilgilere göre ise (Faik Bulut’un sözleriyle) “Mizaç olarak çileci ve münzevi bir hayat süren Hasan Sabbah, hükmettiği kalede çalgı çalmayı, içki içmeyi yasaklamıştı. Son derece eşitlikçi ve kuralcıydı. Kimseyi kayırmaz, yakınlarını asla kollamaz; herkese karşı aynı adaleti uygulardı. Oğullarından Muhammed’i içki içti diye, üstad Hüseyni’yi de ünlü davetçi Hüseyin Kaini cinayetine karıştığı için gözünü kırpmadan öldürdü. (...) İzleyen yıllarda çevreyi kasıp kavuran kuraklık yüzünden, hanımını ve kızını kaledeki diğer kadınlarla birlikte sade hayata alışmaları ve halkla dayanışma babından çalışmaya gönderdiği köylerden bir daha geri” çağırmamıştı...
Ancak Hasan Sabbah’ı çağdaşı liderlerden ayıran, suikastı bir siyaset aracı olarak etkin biçimde kullanmasıydı. Bu suikastlardan en ünlüsü 1092 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olandı. Ancak bugün ilk hamleyi Nizamü’l-Mülk’ün yaptığı biliniyor. Nizam’ül-Mülk’ün askerleri Alamut’u kuşatmışlar ama başarısız olmuşlardı. Ardından da Nizam’ül-Mülk şüpheli biçimde öldürülmüştü. Bu cinayetin Melikşah’ın kendisi tarafından veya oğlunu tahta geçirmek isteyen Terken Hatun ya da Nizam’ül-Mülk’ün rakibi Tac’ül-Mülk tarafından işlemiş olduğunu yazan kaynaklar da var.[10]
Dünya tarihinde “dağların yalnız adamı” olarak adlandırılan Hasan Sabbah’ı “iyi” ya da “kötü” biri olarak adlandırmak doğru olmaz. Ama eğer yaşadığınız zamanın gücü elinde bulunduranlarına aykırı fikirdeyseniz, her zaman “kötü” olursunuz, hakkınızı arıyorsanız da “terörist” olarak adlandırılırsınız.
Nizam-ül Mülk’ü ve Melikşah’ı öldürtmüştür. Ve ne olursa olsun, başlıbaşına Selçuklu devletinin en önemli yıkılma nedenidir. Yani dönemine hükmetmiştir.
BÖLGE İSYAN(LAR)I
Bölge üzerindeki uzun süreli Osmanlı egemenliğine karşı irili-ufaklı isyanları, ayaklanmaları bir yana bırakırsak, Mezopotamya’nın doğrudan emperyalist müdahaleyle “Ortadoğu”lulaştırılmasıyla birlikte yani 1920’li yıllarda Mısır’da İngilizlerden kurtulmak için gösterilen çaba, Suriye’de İzzeddin el-Kassam önderliğinde Fransızlara başkaldırı, Kudüs’te Filistin’e Yahudi göçüyle birlikte alevlenen çatışmalar, Libya’da Ömer Muhtar’ın mücadelesi vb. görülecektir.
Bu hat çeşitli farklılıklarıyla “Arap Baharı”na (sonradan hazana dönüştürülse de!) devam edecektir.
Ancak bölge isyan(lar)ında en anılmaya değer süregenliktekiler Kürtlerin ve Filistinlilerin başkaldırılarıdır.
KAWA’NIN KÜRTLERİ
Newroz’la özdeşleştirilen Kürt isyanı, halkın demirci Kawa önderliğinde Dehak zulmüne başkaldırısıyla betimlenir. “Yenigün” anlamına gelen Newroz, yeniliktir, hareketlilik ve canlılıktır. Monotonluktan, donukluktan silkinişidir.
Gerçekten de Mezopotamya’nın asi çocukları olarak anılmayı hak eden Kürtler, öncesiyle 1806’da Baban Aşireti’nden Abdurrahman Paşa… 1833-1837’de Mir Muhammed (Soran)… 1843’de Bedir Han… 1855’de Yazhan Şer… 1878-1881’de Şeyh Ubeydullah Nehri… 1919-1922’de Simko (İsmail Ağa)… 11 Mayıs 1919’de Ali Batı… 21 Mayıs 1919’de Mahmut Berzenci… 6 Mart 1921’de Koçgiri… 4 Eylül 1924’de Beytüşşebab... 13 Şubat 1925’de Şeyh Sait... 10 Haziran 1925’de Nehri... 7 Ağustos 1925’de Reşkotan-Raman... Kasım 1925’de Birinci Sason... 16 Mayıs 1926’de Birinci Ağrı... 21 Ocak 1926’de Hazro... 7 Ekim 1926’de Koçuşağı... 26 Mayıs 1927’de Mutki... 13 Eylül 1927’de İkinci Ağrı... 7 Ekim 1927’de Bıcar... 6 Temmuz 1929’de Resul... 20 Eylül 1929’de Tendürek... 26 Mayıs 1930’de Savur... 20 Haziran 1930’de Zilan... 21 Temmuz 1930’de Oramar... 7 Eylül 1930’de Üçüncü Ağrı... 24 Ekim 1930’de Pülümür... Eylül 1930’de İkinci Mahmut Berzenci... Kasım 1931’de Şeyh Ahmed Barzani... Ocak 1937’de İkinci Sason... 21 Mart 1937’de Dersim... [11] direniş ve başkaldırılarıyla anıldılar!
Evet Osmanlı İmparatorluğu’nun teb’ası olan Kürtler XIX. Yüzyıl boyunca defalarca başkaldırdılar. Bazı kaynaklara göre ilk milliyetçi temalar, 1847’de Botan Emiri Bedirhan Bey’in ayaklanması ile 1880 Şeyh Ubeydullah’ın ayaklanmasında ortaya çıkmıştı…
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Britanya ile Fransa’nın Ortadoğu’yu paylaşmak için imzaladıkları Sykes-Picot Antlaşması’nda Araplar ve Ermeniler hakkında hükümler vardı ama Kürtlere değinilmemişti. Savaş biterken, Britanyalı siyaset yapıcıları Kürtlere bağımsız bir devlet kurma fikrini tartıştı ancak Kürtlerin aşiret düzeyinde yaşadıkları, coğrafi ve toplumsal olarak bölünmüş oldukları, dolayısıyla kendilerini yönetme yeteneğine sahip olmadığı fikri galip geldi. Bağımsız Kürdistan’a, Musul-Kerkük’ü kendi hakkı gören Fransa da karşı çıktı. Buna Britanya’daki siyasal çatışma ve ekonomik sorunlarla, Ermeniler ve İran’la ilgili engeller eklenince Britanya siyaset yapıcıları, bağımsız “Kürt Devleti” planlarını rafa kaldırdı. Bunun yerini federasyon planı aldı.
1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasını takiben Ali İhsan Sabis Paşa Musul’u İngilizlere terk etmeye razı olduktan sonra Binbaşı Noel, Süleymaniye’ye giderek, başta Şeyh Mahmud Berzenci olmak üzere Kürt aşiretleriyle bir Kürt federasyonu için anlaştı. Şeyh’e silah, mühimmat ve yüklüce bir aylık verilecekti. Ancak İngilizler, hayal ettikleri federasyonun aşiretlerin dinsel, ailesel ve tarihsel kavgaları yüzünden hayata geçmesinin güç olduğunu; Şeyh’in de kendilerini pek dinlemediğini görünce Şeyh’in yetkilerini kısıtladı. Bunun üzerine Şeyh Mahmud Berzenci, İran’dan bazı Kürt gruplarının yardımıyla 21 Mayıs 1919’da “cihat” çağrısı yaptı, Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini esir alıp bağımsız Kürdistan Hükümeti’ni ilan etti. İngilizlere karşı isyan ederek kendi hükümetini kuran ve kendisini de Kürdistan Kralı ilan eden Berzenci, 1932 yılına kadar İngilizlere karşı amansız bir direniş gösterdi.
Şeyh Mehmud Berzenci 1878 yılında Süleymaniye’ye bağlı Berzence köyünde dünyaya geldi. Berzenci babası şeyh Seid, amcası şeyh Ehmed ve 50 adamıyla birlikte 1913 yılında Osmanlı imparatorluğu tarafında yakalanıp öldürüldükten sonra babasının yerini aldı. Şeyh Mehmud Berzenci ya da diğer adıyla Şeyh Mehmud Hefîd, Kadirî tarikatına mensup bir şeyhdi. Kendisi Kürtçe, Arapça, Türkçe ve Farça’yı çok iyi biliyordu. Bunun yanı sıra birçok şiiri de bulunuyor.
Berzenci Birinci Dünya Savaşı yıllarında bağımsız Kürdistan Devleti için çaba harcadı. Bunun için İran’da bazı Kürt aşiretlerle ittifak yaparak İngiliz ve Araplara karşı savaştı. Bu süreçte üç defa Kürdistan hükümetini kurdu ve kendisini de Kürdistan Kralı ilan etti. Berzenci İngilizlerin denetiminde kurulacak bir Kürdistan hükümetini asla kabul etmedi. O dönemde Irak’ta İngiliz temsilcisi olan Major Soane’un Kürt güçlerini silahlı milis gücü olarak kullanmak istediğini fark ederek buna karşı durdu.
İngilizlerin tepkisi sert oldu. 17 Haziran 1919’da Baziyan Geçidi’ndeki savaşta Berzenci güçleri ağır yenilgiye uğradı. Yaralı ele geçirilen Mahmut Berzenci idam cezasına çarptırıldı ama idamının yaratacağı toplumsal sonuçlar düşünülerek, Ağustosta Hindistan’a sürgüne gönderildi. Ayaklanmaya katılan Kürt köyleri havadan bombalanarak cezalandırıldı. İngilizler kendilerine yeni müttefikler aramaya koyuldu. Güney Kürdistan’da başarısız olan Binbaşı Noel şansını Kuzey Kürdistan’da denedi. Ancak Noel’in merkeze raporu bölgedeki Kürt aşiretlerinin ‘ulusal’ bir yapıyı taşıyacak güçte ve gelişmişlikte olmadığı yolunda oldu.
Kürtler için ikinci şans 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Barış Antlaşması’yla doğdu. Antlaşmanın 62, 63 ve 64. maddeleri bağımsız bir Kürt devleti kurulmasına ilişkin kararlar içeriyordu. Ancak antlaşma, imzacı ülkelerin parlamentoları tarafından onaylanmadığı için yürürlüğe girmedi. Dolayısıyla Kürtlerin devlet kurma hayali bir kez daha suya düştü…
Ayrıca Kuzey-Batı Kürdistan’da 1920’de Milli Aşireti ve Bahtiyar (Cemil Çeto) Aşireti gibi Kemalist Türk milliyetçilerine açıkça meydan okuyanlar da vardı ama bu isyanların hem siyasi talepleri net değildi, hem de yerel kalmışlardı. Dolayısıyla kolayca bastırıldılar ve kolektif bellekte önemli yer tutmadılar. Mart-Nisan 1921’de Sivas havalisindeki 135 köyden oluşan Koçgiri Konfederasyonu’nun isyanı ise bunlardan farklıydı...
Tarihi Dersim Sancağı’nın batısında yer alan Hafik (Koçhisar), Zara, İmranlı, Refahiye, Kemah, Divriği, Kangal, Kuruçay ve Ovacık coğrafyasında 135 köyde yaşayan, ezici çoğunluğu Kızılbaş Kürt/Zaza olan Koçgirililer, Dersim bölgesinin geneli gibi, XX. yüzyılın başlarına kadar devletle, İstanbul’la pek sıcak ilişkiler içinde olmamışlardı. Sorunlar devletin resmi belgelerinde ağırlıklı olarak ‘asayişsizlik’ başlığı altında toplanıyordu. Ancak 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesiyle ortaya çıkan özgürlük ortamında kurulan Kürt cemiyetlerinden bazıları Dersim’de de faaliyet göstermeye başlayınca milliyetçi uyanışın ilk filizleri de belirmeye başladı. Koçgiri aşiretleri 1918’de kurulan Kürt Teali Cemiyeti (KTC) ile temasa geçtiler. 1919’da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği’yle özerklik için görüşenler arasında Koçgiri eşrafından kişiler de vardı.
Şubat 1920’de, Koçgirililer, ABD Başkanı Wilson’un ünlü ‘14 İlkesi’nden, savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan halklarına özerklik verilmesini öneren 12 ilkesi uyarınca özerklik taleplerini yaşama geçirmek üzere harekete geçti. Hareketin liderliğini II. Abdülhamid tarafından paşalık rütbesi verilen İboların (Koçgiri aşiretlerinin en büyüğüydü) reisi Mustafa Bey’in oğulları Alişan ve Haydar beyler ile bu beylerin maslahatgüzarı olan Alişer (Alişir) Bey yapıyordu. (Mustafa Bey, 1902’de Kürtlerin bayramlarını müsabakalarla kutladığı gerekçesiyle, devletçe zehirlenerek öldürülmüştü.) Alişer Bey’in Birinci Dünya Savaşı sırasında bir süre ortadan kaybolduğu, bu süre içinde Ermeniler ve Ruslarla bölgenin siyasi geleceği için görüşmeler yaptığı, ancak bu görüşmelerin bilinmeyen bir nedenle başarısız olduğu ileri sürülmüştü. Nitekim Alişer Bey, 1917’de Rus ordusu Erzincan’a doğru yürürken ortaya çıkmıştı.
Hareketin fikri önderi ise KTC üyesi olan Baytar Nuri Dersimi’ydi. Bu şahsiyetlerin hepsi de bölge standartlarına göre iyi eğitim görmüşler, devlet işlerinde tecrübe edinmişler, güzel konuşma ve yazma becerilerine ve en önemlisi milliyetçilik bilincine sahiplerdi. Ancak Koçgiri aşiretlerinin ana kitlesi için böyle bir bilinçten söz etmek imkânsızdı.
Bu yüzden ekipten Alişan Bey, kendisini ‘Halife Ordusu Müfettişi’ ilan etti ve Kızılbaş da olsalar, Koçgirililerin bildiği tek otorite olan padişahın asker toplanmasına izni olmadığı propagandası ile Ankara’nın aleyhine çalışmaya başladı. KTC’nin bölgede dağıttığı bildirilerde, bölge halkından, huzursuzluk çıkarmamaları ancak Milli Mücadele’ye (Ankara güçlerine) de katılmamaları, çünkü büyük devletlerin yakında Kürtlerin haklarını verecekleri propagandası yapılıyordu.
Öyle ki, Temmuz 1920’de Alişan Bey’in güçleri Kangal-Zara bölgesini kontrol etmeye başladı. Ağustos ayında, Refaiye yöresinden Şadan Aşireti’nin reisi Paşo’nun adamları Ankara’ya bağlı bir birliğe saldırdı. Ardından Alişan Bey Refahiye’yi, kardeşi Haydar Bey İmranlı’yı kontrol altına aldı. Kasım ayında aşiret liderleri Hozat’ta bir araya geldi. 25 Kasım 1920 tarihli toplantıda Ankara hükümetine yönelik bir bildiri hazırladılar. Bildiride Ankara’ya 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Barış Antlaşması’nın Elazığ, Diyarbekir, Bitlis ve Van vilayetlerinde bağımsız Kürdistan kurulmasını öngören maddeleri uyarınca Dersimli aşiretlere özerklik verilmesi çağrısı yapılıyordu. Ayrıca Elaziz (Elazığ), Malatya, Sivas ve Erzincan hapishanelerindeki tutulu Kürtlerin salıverilmesi; Türk memurların ve askerlerin Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerden çekilmesi talep ediliyordu…
İsyancılar 6 Mart 1921 günü Ankara’nın gönderdiği birliklere saldırmaya başlayınca (6. Süvari Alayı’nın kumandanı Binbaşı Halis Bey’i de öldürürler) asileri tepelemek için Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan edildi. Ardından 13 Mart 1921’de ‘Sakallı’ Nureddin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu bölgeye gönderildi. Rivayete göre Nureddin Paşa görev yerine giderken “Zo [Ermeniler] diyenleri temizledik. Lo [Kürtler] diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” demişti. Gerçekten de Giresunlu Topal Osman’ın 47. Müfrezesi’nin de yardımıyla Nureddin Paşa kısa sürede görevini başarıyla (!) tamamladı. 500 asiyi kendi deyimiyle ‘temizledi’, ‘tepeledi’. 2 bin kişiyi Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürdü.
Koçgiri isyanı bastırıldıktan sonra üç aylığına Sivas Valiliği yapan Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey’in Nureddin Paşa’nın faaliyetlerine ilişkin olarak TBMM’ye sunduğu raporda şunlar yazılıydı: “Ümraniye bucağı ve Zara ilçesinin merkezine bağlı (...) 132 köy, savaşan düşman istihkâmları gibi yakılmış, yıkılmış ve yüzlerce nüfus öldürülmüştür. Ayrıca bütün mal, eşya, zahire ve hayvanları yağma olunmuştur. Binlerce nüfus da dağlarda, kırlarda, açlıktan ve yoksulluktan ölüme bırakılmıştır...” (Vali Bey, yıllar sonra kaleme aldığı anılarında “Yazmadıklarım, yazamadıklarım, yazmak azabına tahammül ettiklerimden az değildir” diyecekti!)[12]
Bunların ardından Mart 1924’te TBMM neredeyse oybirliği ile Halifeliği kaldırırken Sünnî-Şafii Kürt milletvekilleri karşı çıkmadılar ama bu kararı bahane ederek, Şubat 1925’te Nakşibendî Şeyhi Said’in önderliğinde Sünnî Zazalar isyan ettiğinde, henüz Kürt milliyetçiliğinden söz edilemeyeceği iyice netleşti. Çünkü Kızılbaş Kürtlerin yurdu Batı Dersim’den bazı aşiretler isyancılara destek vererek Hozat’ı ve Bitlis’i basmak için görüşmeler yapmışlarsa da Dersim’in geneli ayaklanmaya ilgisiz kaldı. Varto’daki Kızılbaş Hormek, Lolan ve Heydaran aşiretleri hükümet kuvvetlerinin yanında savaştı. Ama daha önemlisi, Diyarbakır ve Elazığ gibi Sünnî Kürtlerin ağırlıkta olduğu şehir merkezleri de isyancılara destek vermedi. İsyancıların lideri Şeyh Said akrabası Binbaşı Kasım Bey’in işbirliğiyle yakalanınca hem siyasi, hem askeri açıdan örgütlü olan Türk tarafı, isyanı bastırdı.
1920’lerin Türkiye’sinde Kürt hareketinin iki büyük ve önemli ismi var. Cibranlı Halit Bey ve Şeyh Said...[13] Halit Bey Şeyh Said’in kayınbiraderi, aşiret mekteplerinden yetişmiş bir subay, Şeyh Said ise medrese eğitimi görmüş bir Nakşibendi şeyhi...
İsyan Şeyh Said’in 4 Ocak 1925 tarihinde Şuşar’ın Gökoğlan bucağının Kırıkhan köyünde kendisini ziyarete gelen bölge eşrafıyla yaptığı toplantı sonrası yazdığı şu fetvayla başladı:
“Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedi’nin temellerini yıkamaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kur’an ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah’ı ve Peygamberi inkâr ettikleri ve halife-i İslâm’ı sürdükleri için gayrı meşru olan idarenin yıkılmasının bütün Müslümanlar üzerine farz olduğu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı garayı Ahmediyye’ye göre helal olduğu...”[14]
“Ulusal” nitelikleri tartışmalı ve İslâmî motif ve Saikleri öne çıkan hareket ile ‘Xoybûn’a göre, 1926-1928 arasında Muş’tan Osmaniye’ye kadarki katliamın bilançosu: “8 bin 758 ev yerle bir edildi. 15 bin 206 kadın, çocuk ve eli silah tutmayan yaşlı bu köylerin yıkıntılarında katledildi. Kıtlık, hastalıklar ve doğa şartları sonucunda hayatını kaybeden sürgünlerin sayısı, ölenlerle birlikte 200 bini aşıyordu.”[15]
1926-1930 yılları arasında Sünnî, Alevî ve seküler Kürtlerin (ve dahi Ermeni milliyetçilerinin) Ağrı Dağı’nda bir Kürt cumhuriyeti kurma çabaları ise gerek Türkiye ile İran’ın Kürtleri ezmekteki ortak kararlılığı, gerekse Türkiye’deki ve İran’daki Kürt aşiretlerinin Ağrı’daki oluşuma destek vermemesi üzerine başarısızlığa uğradı.[16]
Ağrı İsyanı için ‘Cumhuriyet’ ve ‘Vakit’ gazetelerinin 1 Ocak 1930-31 Aralık 1930 arasındaki nüshaları incelendiğinde olayın daha çok “dış düşman” yaklaşımıyla ele alındığı görülür. Genellikle de İran, Ermeniler, İngilizler olarak adlandırılır bu düşmanlar!
Resmî Türk tarih tezi, “İngiliz kışkırtması” olarak göstermeye kalkışsa da, Ağrı isyanının bastırılmasında İngilizlerin Türk ordusuna yardım ettiği ortaya çıktı. Yeni açıklanan İngiliz istihbaratına ait belgelere göre, Ağrı isyanı sırasında İngiliz uçakları kullanıldı.
Ağrı isyanı sırasında Türk ordusunun kullandığı uçakların İngiliz yapımı olduğu ortaya çıktı. İngiliz istihbaratının belgelerine göre isyanın bastırılması sırasında İngiliz uçaklarının savaşa dayanıklılığının test edildiği belirtiliyor.
İsyanda kullanılan uçaklara ilişkin yaklaşık yüz yıl sonra ortaya çıkan belgeler aynı zamanda resmî Türk tarih tezinin “İngiliz kışkırtması” iddiasını yalanlıyor. ‘Blackbirdmodels’ adlı internet sitesinin yayınladığı belgelerde Ağrı isyanı “en büyük Kürt isyanı” olarak nitelendiriliyor.
Belgelere göre “İngiltere’nin Türkiye’ye sattığı uçaklar kısa sürede monte edildiği ve çoğunun da Kürt direnişçiler tarafından düşürüldüğü” belirtiliyor.[17]
İsyan ancak 1932’de tümüyle bastırılabildi. Ermeni kaynaklarına göre Türk tarafı 50 bin kişi kaybetmiş, buna karşılık 500 Kürt köyünü yakmıştı. Kürt kaynaklarına göre, isyancılar 12 Türk uçağını düşürmüştü. Buna karşılık Türk birlikleri 203 köyü harap etmişti. Türk tarafına göre bu sayılar çok abartılıydı.
İsyancıların yargılanmasına ait dosyalar hâlen açılmadığı için tam sayı bilinmemekle birlikte, 23 Mayıs 1932 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’deki bir habere göre, Adana’da yapılan yargılamalar sonunda 44 ölüm cezası verilmiş, firardakiler ve yaşı küçük olanlar dışında kalan 31 kişi (adları bilinmemektedir) idam edilmişti. Celali Aşiretinin bir bölümü İran’ın Tebriz ve Tahran bölgelerine; bir bölümü Türkiye’nin Ege ve Trakya bölgelerine sürgün edilmişti. İhsan Nuri, Ağrı yenilgisinden sonra İran’a sığındı. (1976’da Tahran’da bir trafik kazasında öldü.)[18]
Nihayet Mahabad Cumhuriyeti…
Kürtlerin üçüncü siyasi oluşumu 1946-1947’de 11 ay yaşayan Mahabad Cumhuriyeti oldu. Mahabad, İran’ın kuzeybatısında, Türkiye ve SSCB sınırına yakın Urumiye Gölü’nün güneyinde yer alan yerleşimin adıydı. Bölgede çok eski zamanlardan itibaren kayda değer bir Kürt nüfusu vardı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, Rıza Şah’ın Alman sempatizanlığı göze batacak kadar belirgin olduğunda, Ruslarla İngilizler el ele vererek ülkeyi işgal etmişti. Rıza Şah, 1941’de tahtı genç oğluna bırakıp Johannesburg’a gönderilmişti.
İşgal yıllarında, SSCB kuvvetleri İran-Türkiye sınırında yaşayan Kürt aşiretlerinden Celali, Şikak ve Herkilerle ilişki kurmuş, hatta 1942’de bazı aşiret liderlerini Bakû’de ağırlamıştı. Bu sayede Kızıl Ordu’nun bölgede rahat hareket etmesini sağlamışlardı. 1943’te kısaca ‘Komela’ diye tanınacak Kürt gençlik komitesinin kurulması, sadece bölgenin değil tüm Kürdistan’ın siyasi tarihini etkileyecekti. Sadece Kürt anne-babalardan doğan gençleri üye kabul eden Komela, gizli hücreler hâlinde Musul, Kerkük, Erbil, Süleymaniye, Revanduz’da faaliyet gösteriyordu. Kerkük’teki petrol bölgelerini gözleri gibi korumaya çalışan İngilizler, örgütten rahatsızdı ancak müttefikleri olan SSCB, İran’daki azınlıkları (Kürt ve Azerileri) İran’a karşı örgütleyerek Nazilerin geçemeyecekleri bir güvenlik koridoru oluşturmayı aklına koymuştu. Nitekim kısa süre sonra Sovyet subayı Yüzbaşı Jafarov, üzerinde Kürt giysileriyle Mahabad’daki aşiretlere askeri eğitim vermeye başlamıştı.
Bir süre sonra ilişkiler öyle gelişti ki, Komela’nın başvurusu üzerine SSCB bölgede ‘Kürdistan-Sovyet Kültürel İlişkiler Cemiyeti’ni kurdu. Nisan 1945’te cemiyetin binası törenle açıldı. Açılış töreninde bir opera sergilendi. Operanın başkahramanı olan genç kadın (anayurdu temsil ediyordu) üç düşmana (Irak, İran ve Türkiye) karşı yiğitçe duruyor ve nihayet üç oğlu tarafından kurtarılıyordu. Opera, izleyicileri çok duygulandırmıştı. Bunlardan biri bölgenin en önemli dini ve toplumsal önderlerinden olan Gazi Muhammed’di. Gazi Muhammed o tarihe kadar Komela’nın gizli örgütçülüğünden ve Sovyet yanlılığından rahatsızdı.
Bu tarihten sonraki olaylar çok hızlı gelişti. Sovyet istihbaratçılar, bölgeyi Azerilerle paylaşmaya razı etmek için, Kürt kanaat önderlerini Bakû’ye götürdü. Sovyet Azerbaycan’ı lideri Bagirov tarafından kabul edilen Kürt liderlere İran’daki komünist Tudeh partisi ve Komela kötülendi. Komela’nın Irak’ta İngilizler tarafından ele geçirildiği söylendi. Dönüşte Gazi Muhammed, Demokratik Kürt Partisi adıyla bir parti kurduğunu açıkladı. Kürtlerin demokratik özerkliğini tarif eden 12 maddeli parti bildirisine 105 Kürt lideri imza koymuştu. Yeni partinin kuruluşu Komela’yı sarstı, pek çok Komela üyesi yeni partiye geçti. Gazi Muhammed’in siyasi gücünü 1932 ve 1945’te İngilizlere iki kez yenildikten sonra Irak’tan ayrılarak Mahabad’a gelen Melle (Molla) Mustafa Barzani’nin 3 bin kadar silahlı adamı pekiştiriyordu.
1945 yılının ekim ayında, Sovyetler’in planları uyarınca, İran Azerbaycanı’nda bir isyan başlatıldı. Azerbaycan Demokratik Partisi (ADP) İran Azerbaycanı’nının en önemli kenti Tebriz’i ele geçirdi. 11 Aralık 1945’te Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti ilan edildi. Bunu 22 Ocak 1946’da Çarçıra Meydanı’nda Mahabad Cumhuriyeti’nin ilanı takip etti.
Mahabad Cumhuriyeti Başkanlığına Gazi Muhammed seçildi. Önde gelen Kürt şefleri Sovyet ordusunun giysilerini giyerek silahlandırıldılar. Kürt şair Dildar’ın 1938’de Bağdat’ta hapisteyken Sorani lehçesiyle yazdığı ‘Ey Reqîb’ şiiri bestelenerek milli marş ilan edildi. Üstte kırmızı, ortada beyaz, altta yeşil, onların üstünde de 21 köşeli, sarı bir güneş olan milli bayrak seçildi. Meclis, genel ve zorunlu ilköğretim için karar aldı. Camilerde vaazlar Kürtçe verilmeye başladı.
Her şey yolunda görünüyordu ama içten içe büyük gerilimler yaşanıyordu. Bazı aşiretler Gazi Muhammed’e karşı çıkıyordu. Barzaniler bile Gazi Muhammed hükümeti onları besleyemez hâle geldiği için yollarını ayırmak istiyordu. İngilizler, Iraklı Kürtlerin Mahabad’ı ziyaret etmesini engelliyordu. Urumiye Gölü’nün batısındaki bölgede yaşayan Azeriler Mahabad Devleti’ne hiç sıcak bakmıyordu. Sovyet yetkilileri 1946’nın nisanında Gazi Muhammed’le Azerilerin lideri Cafer Pişravi’yi Tebriz’de bir araya getirdi, bir dostluk anlaşması imzalandı ancak bu sefer de Tahran’daki merkezi hükümetin itirazları şiddetlendi. Nitekim, 9 Mayıs 1946’da SSCB kuvvetlerinin İran topraklarından çekilmesiyle en büyük destekçisini kaybeden Mahabad Cumhuriyeti’ne nihai darbeyi İran ordusu vurdu. İran 15 Aralık 1946 günü Mahabad’a girdi ve 11 aylık Mahabad Cumhuriyeti’ni tarihe gömdü.
31 Mart 1947’de Cumhurbaşkanı Kadı Muhammed, Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Han Seyfi Kadı, Başbakan Hacı Baba Şeyh cumhuriyetin ilan edildiği Çarçıra Meydanı’nda asılarak idam edildiler. Zero Beg ve Mustafa Barzani haricindeki tüm Kürt beyleri İran ordusunun emrine girmeyi kabul ettiler. Barzani Aşireti, Irak’a döndü ve bazı liderleri Irak’ta idam edildi. Melle Mustafa Barzani ise, Haziran 1947’de bazı aşiret mensuplarıyla birlikte Aras Nehri’ni geçerek Sovyet topraklarına (Bakû’ye) ayak bastılar…[19]
Nihayet tüm bunların toplamı olarak Kürt Özgürlük Hareketi…
FİLİSTİN’İN SİYONİZM’E İSYANI
13 Kasım 1974 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, “Size sol elimde bir zeytin dalı, sağ elimde bir mitralyözle geliyorum. Zeytin dalını düşürmeyin,” diyen Yaser Arafat’ın haykırışıyla betimlenmesi mümkün olan Filistin, Siyonist saldırganlıkla her yıl, her mevsim biraz daha küçülen/ küçültülen bir vatandır.
Bunun böyle olduğunu haritalar ve ölümler söylüyor…
Eli kanlı Siyonist liderler barbar icraatlarıyla kanıtlıyorlar!
Siyonistler hedefinden vazgeçmeyip, tüm güçlerini Filistin’i yok etmeye adamışlardır. Buldukları tek yol ise terörist sömürgeci şiddettir.
“Nasıl” mı?
İsrailli insan hakları örgütü ‘B’Tselem’in 2006’da açıkladığı bir rapora göre o yıl 660 Filistinli öldürüldü. Ölenleri çoğu Gazze’deydi, 141’i çocuktu. 2000’den 2014 Temmuz’una kadar ise yaklaşık 4 bin Filistinli öldürüldü, 20 bin Filistinli yaralandı.[20]
İsrail’in eski Başbakanlarından Ariel Şaron, Filistinlileri “sandviç” yapma hayali kuruyordu. Batı Şeria’nın, yani Filistin topraklarının her yerine Yahudi yerleşim birimleri kurarak, Filistinlilerinin birbirleriyle iletişimini ve toprak bütünlüğünü tamamıyla ortadan kaldırma peşindeydi.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da, “Filistinlilere altından kalkmaları çok zor olan acı dolu sayısız darbe vurmalıyız” diyordu.[21]
Kasap Ariel Şaron’un oğlu Gilad Şaron da, “Filistin’le savaşta orta yol yok. Gazze’de taş üstünde taş bırakmamalıyız. Bütün Gazze’yi dümdüz etmeliyiz. Japonlar yeterince çabuk teslim olmadıkları için Amerikalılar Hiroşima ile durmadı, Nagazaki’yi de vurdu,” diyordu ‘The Jerusalem Post’daki ‘Kesin Sonuç Gerekli’ başlıklı makalesinde![22]
İsrail’in, 30 Temmuz 2014’de Gazze Cebaliye’de BM mülteciler için sığınak olarak kullandığı bir okulu vurup; 15 kişiyi daha öldürdü! Aynı gün BM ‘Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı Direktörü’ İngiliz Christopher Gunness (54) yaşananları ‘Al Jazeera’da, “Filistinli çocukların dahi hakları yok sayılıyor; yaşananlar korkunç” diye anlatıyor; ardından kendini tutamayıp, yutkunarak ağlıyordu.[23]
Devam edelim: İsrail, 21 Ağustos 2014’de bölgeyi bombardımana tuttu. Havadan, karadan ve denizden yapılan saldırılarda en az 20 Filistinli öldü, 120 kişi de yaralandı. Ölenlerden dokuzunun çocuk, üçünün kadın olduğu ifade edildi. Ölen kadınlardan birinin de hamileliğinin son döneminde bulunduğu ve doktorların bebeği kurtarmaya çalışmasına rağmen çabalarının yeterli olmadığı belirtildi.
İsrail saldırısında Hamas’ın silahlı kanadı İzzettin el-Kassam Tugayları’nın komutanı Muhammed Deif’in evi de vuruldu. Saldırı sonucu Deif’in eşi Vidad ve 7 aylık oğlu Ali hayatını kaybetti.[24]
Yine Gazze’ye saldırıları protesto etmek amacıyla Ramallah’tan Kudüs’e ulaşmaya çalışan binlerce Filistinliye İsrail askerlerinin müdahalesiyle 3 kişi hayatını kaybetti, 200 kişi yaralandı. Öldürülenlerden birisi bir Yahudi yerleşimci tarafından vuruldu![25]
Biraz gerilere dönersek: İsrail ordusunun 28 Aralık-18 Ocak 2009 tarihlerinde tam 22 gün boyunca Gazze Şeridi’ni yerle bir eden 926’sı sivil 1434 Filistinli’nin öldüğü, 5 bininin yaralandığı ‘Dökme Kurşun’ operasyonuyla savaş suçu işlediği ithamı bu kez ‘Sessizliği Bozmak/ Breaking the Silence’ adlı İsrailli savaş gazilerinin oluşturduğu insan hakları örgütünden geldi.
İsrail ordusunun ‘saygın’ diye nitelediği örgütün, operasyona katılan 26 yedek askerin ifadelerini içeren rapor, ‘askeri amaç olmaksızın yüzlerce yerleşimin yıkıldığını, sivillerin öldürüldüğünü veya canlı kalkan olarak kullanıldığını ve bedeni yakan fosfor bombası kullanıldığını’ ortaya serdi. Örgütün konuştuğu askerlerden biri, “Ordu Filistinlileri Gazze’de ev baskınında canlı kalkan olarak kullandı. Teröristlerin saklandığına inanılan eve bir Filistinli gönderildi” derken; göreceli çok hafif bir direnişle karşılaşmalarına rağmen gereksiz yere büyük bir ateş gücü kullanıldığını aktardı.
Askerlerin çoğu “Önce ateş et, sonra sor” parolasıyla hareket etmelerinin istendiğini söylerken, ruh hâllerini “Düşmanı hedef alırken tereddüt etmektense bir masumu vur” diye özetledi. Bir asker Gazze’nin hâlini “Vurulmayan tek bir ev göremiyorduk. İkinci Dünya Savaşı filmlerindeki gibi korkunç görünüyordu” sözleriyle ifade etti.[26]
Ordunun çatışma kurallarının militanlar ile siviller arasında ayrım gözetmediğini belirten askerler, kendilerine “ne kadar Filistinlinin hayatına mal olursa olsun, İsrail’in kayıp vermesini önlemeleri gerektiğinin” söylendiğini ifade etti.
Örgüt raporunda, askerlerin anlattıklarının, “askeri amaç olmaksızın, yüzlerce evin ve camilerin yıkılması, nüfusun yoğun olduğu yerleşimlere fosfor bombası atılması, hafif silahlarla suçsuz insanların öldürülmesi, özel mülklerin tahrip edilmesi ve çoğunlukla komuta yapısı içinde askerlere Ahlâki sınırlama olmaksızın davranmalarını sağlayan bir atmosfer yaratılması” gibi uygulamaları ortaya koyduğunu bildirdi.
Raporda birçok askerin, düşmanı gözleriyle görmeden savaştığını anlattığı belirtildi ve bir askerin kendini karınca öldüren çocuklara benzettiği aktarıldı. Gazze’de bir eve yapılan baskında Filistinli sivillerin üzerine rasgele ateş açıldığını anlatan bir asker de, bu ateş sırasında bir Filistinlinin öldüğünü söyledi.
Başka bir asker, kendilerine “Şehir savaşında herkes düşmanınızdır, masum yoktur” denildiğini aktardı, bir diğeri ise aynı timde görev yaptığı silah arkadaşları için “hapse atılmayı hak eden insanlar” değerlendirmesinde bulundu.
Raporda, “Bu ifadeler, savaşta izlenen ve etik değerlerle bağdaşmayan yolun, bireysel olarak askerlerden değil, uygulamadaki sistemlerden kaynaklandığını ispatlıyor” denildi.
İsrail ordusu ise raporun güvenilmez olduğunu öne sürdü. Ordu, buna gerekçe olarak anlatımların sahiplerinin kimliğinin gizli tutulmasını gösterdi. Ordu sözcülüğünden yapılan açıklamada, “Sessizliği Bozmak gibi saygıdeğer bir insan hakları örgütünün, doğruluğunu kontrol etmeksizin isimsiz ifadeleri yayımlamasının ve orduya asgari nezaket göstererek bunları gözden geçirme fırsatı vermeden raporu yayımlamasının esefle karşılandığı” bildirildi.[27]
“Beni en çok rahatsız eden inanılmaz yıkımdı. Sivillere açılan ateşti. Birini öldürmekten zevk alan askerlerden nefret ettim. Aramızda fosfor kullananlar vardı. Niye mi fosfor? Çünkü eğlenceliydi onlar için...” Bu dehşet verici ifadeler, 2008’in aralık ayında Gazze Şeridi’ne giren İsrail ordusuna bağlı kimi askerlere aitti…[28]
Daha ne eklenebilir ki?
Bu sömürgeci Siyonist saldırganlık, aynı zamanda insanlık düşmanı bir vahşettir!
‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) 2009 Ağustos’unda yayımladığı raporda, İsrail ordusunun, 27 Aralık 2008’de başlayıp yaklaşık 3 hafta süren ve 1400 civarında Filistinlinin hayatını kaybettiği operasyon sırasında, sivil olduklarını gösteren beyaz bayrak taşıyan 11 Filistinliyi katlettiğini açıkladığının[29] altını çizmek yanında; sadece bir örnekle yetineceğim!
İsrail, adli tıp uzmanlarının 1990’larda Filistinliler de dahil salgın hastalıklar, kazalar yahut çatışmada ölenlerin organlarının ailelerinin izni olmaksızın alınması uygulamasına başvurduğunu itiraf etti. Organ tartışması, geçen yaz İsveç’in Aftonbladet gazetesinin İsrail askerlerinin Filistinlileri organları için öldürdüğü iddiasını haber yapmasıyla gündeme taşınmıştı. İsrail sert tepki verip ‘anti-Semitizm’ ithamlarında bulununca İsveç’le diplomatik kriz çıkmıştı. Son itirafı getiren haberleyse ‘organ hırsızlığı’ kısmen de olsa doğrulanmış olundu.
İsrail’de dikkatler İsrail’in Ebu Kabir Adli Tıp Enstütüsü’nün 1990’lardaki başkanı Dr. Yehuda Hiss’le yapılan bir söyleşiye odaklandı. Söyleşiyi 2000’de gerçekleştiren California-Berkeley Üniversitesi’nden antropoloji profesörü Nancy Sheppard-Hughes, tartışmalar üzerine bunu yayımlamaya karar verince Kanal 2 olayı haberleştirdi. Hiss, söyleşide, “Korneaları alarak başladık. Yapılanlar resmi değildi. Ailelerden hiçbir izin istenmedi” diyor.
Kanal 2, 1990’larda Ebu Kabir’deki adli tıp uzmanlarının deri, kornea, kalp kapakçıklar ve kemik kullandığını aktardı. Bu organlar ölen İsrail askerleri ve İsrailli sivillerin yanı sıra Filistinliler ile İsrail’de çalışan yabancı işçilerden alınmış. Hiss doktorların korneaları ailelerin haberi olmaksızın bedenlerden nasıl çıkardıklarına şu izahatı getirmiş: “Gözkapakları yapıştırılırdı. Gözleri açabileceğini bildiğimiz ailelerden kornea almazdık.”
İsrail ordusu haber üzerine hakikâti itiraf etti. Yapılan açıklamada, ‘Bu faaliyet 10 yıl önce bitti ve tekrarlanmadı’ denildi. Sağlık Bakanlığı tüm organların izinle alındığında ısrar edip ‘O dönemde uygulama esasları net değildi’ gerekçesini kullandı. Hiss 2004’te organ hırsızlığı iddiaları nedeniyle görevden alındığında söyleşinin pek çok detayı ortaya çıksa da başsavcılık Hiss’e dair ithamları düşürmüştü. Hâlâ enstitütüde baş patalojist olan Hiss, söyleşisinin yayını karşısında sessiz kaldı![30]
Nihayet Jonathan Cook’un, “Etnik temizlik, İsrail zaferinin ortak teması”[31] diye betimlediği aparheid rejiminin İsrail kabinesi, Yahudi olmayanların vatandaşlığa kabulünde devlete bağlılık yemini edilmesini öngören Vatandaşlık Yasası’ndaki değişikliği de kabul etmesi[32] yanında; herkesi Yahudileştiriverdi!
Kolay mı?
İsrail Parlamentosu, İsrail’i “Yahudi halkının ulus devleti” olarak tanımlayan yasal düzenleme taslağında, ‘etnik-dini’ bir devlet tarifi yapıyor. Nüfusun yüzde 20’sinin Yahudi olmadığı, Müslüman ve Hıristiyan gibi diğer dini kimliklere sahip olduğu ülkede tasarı sadece İsrail’de yaşayanların değil tüm dünyada Yahudilerin ‘anavatanı’ olarak konumlandırıyor.
Yasal düzenlemenin içeriği “Yahudi geleneği” ve “İsrail’in peygamberleri”ni yasal ve adli otoritenin birincil kaynağı olarak tanımlıyor. 1.5 milyon Filistinlinin de yaşadığı İsrail’i, resmi olarak Yahudi inancına ait bir ülke olarak tanımlıyor.[33]
Özetle Siyonist İsrail’in Filistin’lilere reva gördüğü her seferinde daha da ağırlaştırılan bir Nakba’ydı!
“Filistinlilerin büyük bir çoğunluğu her sene takvimler 15 Mayıs’ı gösterdiğinde el-Nakba’yı, diğer bir adıyla Felaket’i hatırlar ve ona göndermelerde bulunur. Bu olay bir milyona yakın Filistinlinin yerinden edilmesi ve köylerinin yakılıp yıkılması anlamına gelir. 1947-48’de Filistin’in harap edilmesi, İsrail’in doğuşunun habercisiydi. Önceki nesiller, toplumsal deneyimlerinin haşin ve ezici hatırasını, şu an kendi Nakbalarını yaşamakta olan yeni nesil Filistinlilere aktarmaya devam ediyor…
Aslına bakılacak olursa el-Nakba belirli bir tarih ya da zamanın tahmini değil, devam etmekte olan yılların bütünüdür. Mülteciler hâlen mülteci iken, yerleşimciler Filistin topraklarını talan etmeye devam ederken bu olay tarihin tozlu raflarına kaldırılmamalı, geçmişle sınırlandırılmamalıdır,”[34] diyen Ramzy Baroud sonuna kadar haklıdır…
Ve Filistinlilerin İntifada’ları hep bundandır!
İntifada, “silkinmek, ayağa kalkmak” demekti Arapça’da. Gittikçe artan baskı ve zulüm altında, bir İsrail askeri aracının Filistinli işçileri taşıyan bir kamyonete çarparak dört Filistinli’yi öldürmesi ve bu olayı protesto eden Filistinlilere İsrail askerlerince ateş açılmasının kıvılcımıyla, her gün yavaş yavaş ölmeye bir tepki olarak bir halkın ayağa kalkışıydı.
İlk İntifada Aralık 1987’de Gazze’de Cebaliye mülteci kampında başladı…
Birkaç günde Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te bu olaya tepki gösteren Filistinlilerin benzer olaylar yaşamasıyla gösteriler yaygınlaştı ve Filistin halkı kitle olarak İsrail işgaline karşı ayağa kalktı. 1967’de Batı Şeria ve Gazze’yi işgal ettikten sonra gerçek bir faşizan yapıya dönüşen İsrail Devleti zulmü altında yaşamaktan bıkmış ama daha önce hiç direniş tecrübesine sahip olmayan yüz binlerce kişinin katılımı ile başlayan büyük bir halk hareketiydi bu. 1985’te İzak Rabin’in başını çektiği, İsrail yerleşimlerinin agresif yöntemlerle genişlemesini sağlayan sürgün politikası ve ardı ardına gelen Filistinli ölümleri sonucu başlayıp 1987’de toplu bir ayaklanmaya dönüşen protestolar sivil itaatsizlik şeklindeydi. Grevler yapıldı, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara işgal karşıtı yazılar yazıldı, barikatlar kuruldu. Ağır silahlı İsrail askerlerinin karşısında sapan, taş ve sopalarla karşılık veren Filistinler vardı. İsrail’e taş atmak bir sembol oldu.
Taş atanların yarısından çoğunu çocukların oluşturması, İsrail’i okul kapatma, toplu tutuklama ve diğer toplu cezalandırma yöntemlerine yöneltti. İsrail 1100 civarında Filistinli sivili öldürdü, 120 bin kişiden fazlasını tutukladı. Batı Şeria’da üniversiteler kapandı. Sokağa çıkma yasağı uygulandı. Filistinlilerin elektrik, su, akaryakıt gibi ihtiyaçları karşılanmadı. Filistinlilerin ağaçları söküldü, tarım ürünlerinin satışı engellendi. İsrail, baskıyı artırdıkça Filistin direnişinin sona ereceğini düşünüyordu. Ancak bu inancı karşı karşıya kaldığı irade sonunda zamanla zayıflamaya başladı. Zira İntifada ne nizami ne de gayrinizamî bir savaştı, halkın topyekûn ortaya koyduğu bir direnişti ve Filistinliler için kısmen olumlu sonuçlar doğurdu. 1993 Oslo Anlaşması’na giden süreçte, İntifada Filistin sorununu ilk defa uluslararası kamuoyunun gündemine getirebilmiş, işgal edilen topraklarda Filistinlilerin de var olduğu konuşulmaya başlandı ancak İsrail’in Filistin’e karşı tutumu açısından değişen pek bir şey yoktu.
Birinci İntifada’nın sonlarına doğru İsrail ile barış görüşmelerine oturan FKÖ’nün anlaşmaya yönelik tutumu, Filistin’deki işgalin devam ettiği ve hiçbir şeyin değişmediği gerekçesi ile HAMAS tarafından kabul görmedi ve FKÖ’nün kendileri ile birleşme çağrılarını cevapsız bıraktı. HAMAS’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugayları 1992’de süregelen Oslo görüşmeleri sırasında kuruldu.
İkinci İntifada (El Aksa İntifadası) barış süreci Birinci İntifada’nın ardından kaplumbağa hızında sürerken başladı. Sabra ve Şatilla katliamının kasabı Ariel Şaron’un, tamamı silahlı 1000 İsrail askeriyle birlikte, Eylül 2000’de Haremüşşerif’e girişi yaklaşan seçimler için İsrail aşırılarına bir göz kırpmaydı ve Filistinliler tarafından tepkiyle karşılandı. Çıkan çatışmaların ikinci gününde, silahsız şekilde ateş hattında kalan Cemal el Durra’nın 12 yaşındaki oğluyla Muhammed’le beraber kameralar önünde öldürülmesi İkinci İntifada’nın başlangıcı oldu.[35]
El Aksa İntifadası’nın ikinci ayında Gazze’de İsrail tanklarına taş atarken İsrailli askerler tarafından vurularak öldürülen Faris Odeh’in birkaç gün önce yine tanklara taş atarken bir gazeteci tarafından çekilen fotoğrafı Gazze’nin işgaline direnişin sembolü hâline geldi. 5000’den fazla Filistinlinin, 1000 civarında İsrailli’nin öldüğü İkinci İntifada, kimilerine göre Yaser Arafat’ın ölümüyle kimilerine göre İsrail’in tek taraflı çekilmesiyle bitmişti.
“İkinci Filistin İntifadası (2000-2005) İsrail’den çok şiddetli bir karşılık gördü. İsrailli yetkililer aynı zamanda dönemin Filistin başkanı Yaser Arafat’a da bir mesaj göndermek istiyorlardı. Yaser Arafat İntifadayı kolektif bir reaksiyon olarak barış görüşmelerinde bir koz olarak kullanmak istiyordu; fakat sonrasında bunun bir palavra olduğu ortaya çıkacaktı.
Amerika destekli İsrail savaş makinesi her ay yüzlerce insanın canını aldı ve kendi liderlerinin basiretsizliği yüzünden Filistinliler silaha sarıldı, kimi yerlerde ise canlı bomba eylemleri düzenlendi, bir sürü farklı şiddet içeren yollara başvurdu…
İsrail’in çok daha şiddetli saldırısına maruz kalan ikinci İntifadanın çok önemli politik sonuçları oldu. Bu politik sonuçlar en sonunda Filistin liderliğini ikiye bölmüştü. İsrail’in taktiklerine karşı verilen mücadelede bunların bir kısmı ‘ılımlılar’ diğer kısmı ise ‘radikaller’ olarak adlandırıldı.”[36]
Siyonist İsrail’e karşı verilem mücadele açısından Filistin’in kaderi bugün de, “ılımlılar” ile “radikaller” arasındaki mücadeleyle biçimlenmektedir!
Aslında bu dikotomi Mezopotamya (Ortadoğu)’da, her zaman ezilenlerin acil gündem maddesi olmuştur, olmaktadır ve olacaktır da!
Mezopotamya isyanlarının tarihi, Ortadoğu’ya heterodoks olmayan ve egemenlerin sistemiyle uzlaşmayı reddetmeyen ayaklanmaların geride hiçbir iz bırakmadan yitip gideceğini öğretir çünkü…
16 Aralık 2014 15:42:01, Ankara.
N O T L A R
[*] 18 Aralık 2014 tarihinde Taksim AKA-DER’de (İstanbul) yapılan konuşma… Kaldıraç, No:169, Temmuz-Ağustos 2015…
[1] Emil Michel Cioran, Tarih ve Ütopya, Çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2010.
[2] Moğol İstilasının Anadolu’nun siyasi, sosyal, dini ve tasavvufi hayatının şekillenmesinde ehemmiyeti büyüktür. Anadolu, Moğollardan kaçan keşif Türkmen nüfusunun, çeşitli Şiî ve Sünnî inanca mensup sufî derviş ve şeyhlerin göç alanı hâline gelmiştir. XIII. yüzyıl Anadolu’su Haydarîlik, Yesevîlik, Vefaîlık ve Kalenderîlik gibi daha birçok tarikat ve sufî çevrenin yer aldığı ve bu sufî çevrelerin birbirleriyle kaynaştığı alan durumunda idi. Bu durumun oluşmasında en büyük etken, dini-siyasi bir ayaklanma olan Babaî İsyanı sonrası süreçte Selçukluların zamanla gücünü yitirmesi ile Anadolu’da hüküm sürecek ve Anadolu’yu kontrol edebilecek güçlü bir merkezi siyasi otoritenin olmayışı idi. Selçuklu sonrası oluşan parçalanmış yapı ve teşekkül eden uç beylikleri, tasavvufi çevreler ve tarikatlar için elverişli bir ortam doğurdu. Bu çevreler, rahat bir şekilde kendi inançlarını yaşama ve yayma imkânı buldular. Kalenderîler de bu sufî inanç grupları ve tarikatları gibi, Anadolu’da geniş bir sahaya yayıldılar ve geniş bir taraftar kitlesi elde ettiler.
İlk defa yaklaşık olarak X. yüzyılda Orta Asya ve İran’da, Horasan Melametiliğinden kaynaklanan, henüz teşkilâtlanmamış büyük bir sufîlik akımı olarak ortaya çıkan Kalenderîlik, XII. yüzyılın sonunda Cemaleddin-i Savı adlı İranlı bir sufînin gayretiyle teşkilâtlanmaya kavuşmuş ve Kalenderîyye veya Çavlaki’yye adıyla Ortadoğu’da ve Orta Asya’da heterodoks bir tarikat olarak geniş taraftar toplamıştır. (Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Dergah Yay., 2011, ss.66-67.)
Büyük bir sufîlik akımı olan Kalenderîlik; Hinduizm, Budizm ve Maniheizm gibi eski Asya dinlerinden etkilenmiştir. Kalenderîlik genel itibariyle Sünnîlikten ziyade, eski İslâm öncesi Türk inançlarının ve sosyal yaşantısının oluşturduğu bir sentezin yansımasıdır. Bazı kaynaklarda, Anadolu Kalenderîliği içinde eski Hürremî, Zerduştî ve Mazdekîleri andıran inançlar bulunduğu; Şiîliği hatırlatan itikadlara sahip oldukları ve hatta yaygın bir Hz. Ali kültü var olduğundan bahseder. (Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Sufîliğine Bakışlar, “Kalenderîler ve Bektaşilik”, Timaş Yay., 2001, s.121.) Bu açıdan baktığımızda bu sufî akımın sahip olduğu ve savunduğu inancın, XIV. ve XV. yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkan ilk Bektaşi tarikat inancının çıkış noktası veya menşei olduğunu söyleyebiliriz. XIII. yüzyıl Anadolusu’nda görülen Yesevîlik, Haydarîlik ve Vefaîlik; Kalenderî sufîliğin farklı isimler altında teşkilâtlanmasından başka bir şey değildir. Bu sufî akımlar Kalenderîliğin içinden çıkmış ve onun alt kolları olarak sayılabilir.
Kalenderîler eski kaynaklarda “taife-i ibahiyye (helal-haram tanımayan), taife-i zenadika (dinsiz), cevalika ve kalenderan” gibi isimlerle zikrolunurlar. “Taife-i ibahiyye ve taife-i zenadika” isimleri resmi kaynakların Kalenderîlere verdiği isimlerdir. Diğerleri ise kendilerinin kullandıkları isimlerdir. Osmanlı müverrihlerinin “Abdal, aşık, torlak, seyyad, haydarî, edhemî ve şemsî” gibi manen hemen hemen müteradıf kelimelerle kastettikleri hep bu Kalenderîlerdir. (Mehmed Fuad Köprülü-Franz Babinger, Anadolu’da İslâmiyet, Çev: Ragıp Hulusi, İnsan Yay., 2000., s.50.)
Kalenderîlerin Anadolu’da karıştıkları ilk dini-siyasi hareket “Babaîler İsyanı” idi. Baba İshak, Amasya civarında bir mağarada veli hayatı geçirmekte ve Anadolu’nun muhtelif sahalarındaki Türkmenler arasında kendi savunduğu inancı yayarak, birçok taraftar oluşturarak, Gefersud ve Maraş civarındaki müritlerine haber göndererek isyanı başlatmıştır. (Mehmed Fuad Köprülü-Franz Babinger, Anadolu’da İslâmiyet, Çev: Ragıp Hulusi, İnsan Yay., 2000., s.50.) Nitekim belli düzeyde başarılı da olmuşlar ve “Malatya, Tokat ve Amasya” gibi şehirleri ele geçirmişlerdir. Ancak daha sonra bu isyan zor da olsa bastırılmıştır.
Bu isyan Kalenderîlerin merkezi iktidara karşı giriştiği ilk isyan olmamakla birlikte sonuncusu da olmamıştır. XVI. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı döneminde de bazı ayaklanmalara katılmışlar ve bazılarını ise bizzat gerçekleştirmişlerdir. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa isimli Kalenderî şeyhleri Manisa ve Aydın yöresinde isyan etmişlerdir. Bu isyan bastırılınca 1416’da Şeyh Bedrettin’in yönetiminde Rumeli’de yeniden isyan başlatılmış ve çok geçmeden o isyan da bastırılarak, yakalanan Şeyh Bedrettin idam edilmiştir. Kalenderîlerin bu isyana da katıldıkları eski kaynaklarda belirtiliyor.
[3] Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, 2011.
[4] Faik Bulut, İslâm Komüncüleri: Karmatîler, Berfin Yay., 1998.
[5] Faik Bulut, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği: Berfin Yay., 2000.
[6] Miyase İlknur, “Faik Bulut: İslâm Asi Çocukları, Komüncüleri: Karmatîler”, Cumhuriyet Pazar, No:1455, 9 Şubat 2014, s.2.
[7] Erol Malkoç, “Haşhaşiler ve Hasan Sabah”, Radikal İki, 20 Nisan 2014, s.7.
[8] Ayşe Hür, “Zındık Muhtesipleri ve Mihna Mahkemeleri”, Radikal, 21 Nisan 2013, s.24-25.
[9] Bkz: Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri, Yurt Kitap Yay., 2008; Farhad Daftary, İsmailîler-Tarihleri ve Öğretileri, Doruk Yay., 2005; İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yay., 2004; Amin Maalouf, Semerkant (Roman), Yapı Kredi Yay., 1997.
[10] Ayşe Hür, “Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin Çarpıtılmış Tarihi”, Radikal, 19 Ocak 2014, s.24-25.
[11] Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1, Kaynak Yay., 1992.
[12] Ayşe Hür, “Sene 1921: Koçgiri İsyanı, Alişer ve Zarife”, Radikal, 10 Mart 2013, s.20.
[13] “Bitlisli Yusuf Ziya’yı tanırım. İki sene evvel (1923) Hınıs’a, benim köyüme misafir geldi. Orada: ‘Bir Kürdistan hükümeti teşkil etmek İçin ittifak edelim,’ dedi. Fikrim bunu kabul edemiyordu. Sonra Erzurum’a gitti. Ben onun da umudunu kestim, kendi de kani oldu. Erzurum’dan avdetinde (dönüşünde) bir daha görmedim. Benim maksadım bu dine hizmet etmekti. Bu çeşit niyetim de yoktu. Allah-u Teâlâ’nın kaderi beni bu çeşide düşürdü. Muvaffak olamadık.” (Şeyh Said, Mahkeme Zabıtları)
“Şimdiki hükümet İslâm hilafetini, saltanatı, meşihatı İslâmiyeyi (şeyhülislâm makamı) ve ilim medreselerini ilga etmiş. Evkaf Nezaretini (Vakıflar Bakanlığı) kâfirük maarifine ilca etmiş (çevirmiş), kadınlık mesturunu (örtünme) kaldırmış, zinayı ve içki içilmesini, kadınların yabancılarla dans yapmasını mubah kılmış, bu gibi fuhşiyata mahsus mesela dans salonu, tiyatro, sinema, bar ve umumhane gibi geniş binalar inşa etmişler, Allah (celle celaluhu) ve Resulünün (sallallahu aleyhi ve sellem) dini olan dinimizle istihza etmekte bulunmuşlar, onların namına olarak ahkâmı İslâmiyeyi tahkir ve İslâmîyetin esaslarını değiştirmişler, erkanı (ileri gelenleri) sarsmışlar, dine karşı ve bu din erbabına karşı ilan-ı harp eylemişlerdir...” (Şeyh Said, Aşiretlere gönderdiği mektuplardan) (aktaran: Bahadır Kurbanoğlu, “Kemalist Diktatörlüğe Karşı İslâmi Direnişin Sembolü: Şeyh Sait”, Haksöz, No:255, Haziran 2012, s.24.)
[14] Avni Özgürel, “Şeyh Said’i İsyana Sevk Eden Neydi?”, Radikal, 4 Temmuz 2010, s.15.
[15] Nuri Fırat, “200 Bin Kürt Öldürüldü”, Günlük, 29 Kasım 2011, s.7.
[16] Ayşe Hür, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Kürtler”, Radikal, 15 Eylül 2013, s.18-19.
[17] Sedat Ulugana, “Ağrı İsyanı Üzerine Yeni Belgeler”, kuyerel@googlegroups.com, 26 Nisan 2011
[18] Ayşe Hür, “Ağrı Dağı’nda Bir Kürt Cumhuriyeti”, Taraf, 24 Mayıs 2009, s.12.
[19] Ayşe Hür, “Kürd Federasyonu’ndan Mahabad Cumhuriyeti’ne”, Radikal, 4 Ağustos 2013, s.26-27.
[20] Robert Fisk, “Filistin, Medya ve Hafıza Silimi”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:384, 20 Temmuz 2014, s.12-13.
[21] “Filistinlilere Acı Dolu Sayısız Darbe Vurmalıyız”, Vatan, 20 Temmuz 2010, s.20.
[22] Orhan Bursalı, “İsrail’in Büyük Özgürlüğü ve Kaynakları Üzerine”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2012, s.6.
[23] Alihan Mestci, “İsrail Nereyi Vurduğunu İyi Bilir”, Haber Türk, 3 Ağustos 2014, s.5.
[24] “İsrail, Hamas Komutanının Eşini ve Bebeğini Vurdu”, Hürriyet, 21 Ağustos 2014, s.21.
[25] “Batı Şeria’da İsyan”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2014, s.14.
[26] “Gazze’deki Savaş Suçlarını İsrail Askerleri Anlattı”, Radikal, 16 Temmuz 2009, s.9.
[27] “Karınca Öldüren Çocuk Gibiydim”, Evrensel, 16 Temmuz 2009, s.10.
[28] “Önce Vur Sonra Düşün”, Sabah, 16 Temmuz 2009, s.26.
[29] “… ‘Beyaz Bayrak’ Soruşturmaları”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2009, s.10.
[30] “İsrail’den İlk Organ Hırsızlığı İtirafı”, Radikal, 21 Aralık 2009, s.11.
[31] Jonathan Cook, “İsrail Sırları”, Evrensel, 25 Ağustos 2010, s.8.
[33] “Irkçı ‘Sadakat Yemini’ Onaylandı”, Evrensel, 12 Ekim 2010, s.8.
[33] “İsrail’de Irkçı Yasa Tartışması”, Evrensel, 28 Kasım 2014, s.9.
[34] Ramzy Baroud, “Filistin ve Nakba: Hafızanın Sürekliliği”, Gündem, 21 Mayıs 2012, s.11.
[35] İsrail’in 1948 yılında Doğu Kudüs’ü işgal etmesinin ardından hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsal olan Mescid-i Aksa, 1967 yılından bu yana ilk defa Müslümanlara yasaklandı.
1948 yılında Yahudi askeri birlikleri Kudüs’ün yüzde 85’ini işgal etti. 1967’te İsrail Kudüs’ü ‘bölünmez başkent’ ilan etti. Mescid-i Aksa’ya yönelik ilk saldırı ise 1969 yılında gerçekleşti. Denis Ruhan adlı bir Yahudi Mescid-i Aksa’yı kundaklama girişiminde bulundu ve caminin belli bölgelerine zarar verdi.
‘Haremüşşerif Sadıkları’ adlı grubun lideri Yehuda Etzion isimli bir Yahudi ise 1984 yılında, Aksa Camii’nin yıkılması ve yerine Üçüncü Yahudi Tapınağı’nın inşa edilmesi hayaliyle Aksa Camii’ne saldırı girişiminde bulundu ve tutuklandı. 1988 yılında İsrail ordusu bölgede Müslümanlara ateş etti. Birinci İntifada’nın en sıcak günlerinden birinde, Aksa Camisi’nde ibadet eden Müslümanlara İsrail askerleri göz yaşartıcı gaz ve plastik mermiyle saldırdı. 40 kişi yaralandı.
1990 yılında ise Mescid-i Aksa’yı yıkarak yerine Süleyman Mabedi’ni inşa etmek isteyen Yahudilerle Filistinliler arasında çıkan çatışmada İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucu 21 Filistinli öldürüldü, 800 Filistinli yaralandı. 2000 yılında İsrail lideri Şaron’un Aksa yürüyüşü sonucu İkinci İntifada başladı.
[36] Ramzy Baroud, “Kahramanlar ve Vaizler”, Gündem, 11 Ağustos 2014, s.14.
Yorumlar