“Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik durmak için, gerçekten çok şey gerekir.” [2] Oktay Etima...
“Kalabalığa karışmak için
hiçbir özellik gerekmez.
Ama yalnız ve dik durmak için,
gerçekten çok şey gerekir.”[2]
Oktay Etiman’dan söz etmek için öncelikle “acı”, “tatlı” ve yer yer de “kekremsi” yaşamından kareleri tartışmak gerekir.[3]
“Direnç(i)”, “Israr(ı)” ve “Onur(u)” Onun yaşamının aslî saç ayağıyken; “Doğal”, “Mütevazı”lığıyla “Dik Durma” özelliği -“Hoş geldi, sefa geldi” kararlılığıyla- “Göze Almak” fiiline mündemiçti.
Her “Muhasebe”sini, “Hesaplaşma”sını yapmış devrimci gibi, O da, “Sessiz” ve “Sitemsiz”di…
Hayalleri olan, bedelini ödeyerek hayal kuran O, “Ölümsüzlük”le betimlenen bir “Sonsuzluk”un; acı, tatlı ve yer yer de kekremsi anılarından yani bizlere bırakıp gittiklerinden müteşekkildi…
O hâlde Platon’un, “İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek,” deyişinden hareketle Onu O yapan özelliklerden söz etmeliyiz… Yani Charles Peguy’un, “Ger mirov ji bo fikrê xwe bimre vî ya îdeal e/ İnsan fikirleri için ölebiliyorsa, bu idealdir,” notunu düştüğü; Cesare Pavese’nin, “Uçurumdan kurtulmanın tek yolu,/ ona bakmak, derinliğini ölçmek/ ve kendini o boşluğa bırakmaktır,” dizelerindeki şey(ler)den!
Ondan söz etmek; aynı zamanda -müthiş ihtiyacımız olan- öğrenmek olacaktır;[4] “Tamdiu discendum est, quamdiu vivas/ Yaşadığımız sürece öğrenmeliyiz,”[5] diye uyarmaz mıydı Seneca?
Hem de “Geçmiş uçsuz bucaksız, taşlık bir arazidir, kimileri sanki otobandaymış gibi geçip gitmekten hoşlanırken kimileri de sabırla bir taştan ötekine seker, taşı yerden kaldırır çünkü altında ne olduğunu öğrenmek ister,”[6] sözleriyle José Saramago’nun hatırlattığı üzere…
YAŞAMINDAN KARELER
Orhan Kemal’in Çukurova’da tarım ve fabrika emekçilerini destanlaştırarak anlattığı ‘Bereketli Topraklar’ romanındaki kahveci Nadir’in (Nadi’nin) oğludur Oktay Abi.
“Nadir, oğlunun düzeltmesiyle Nadi, Orhan Kemal’in roman karakterlerinden biridir. ‘Eskici ve Oğulları’ romanında büyük oğulun sık gittiği çay ocağını işleten kişidir. Nurer Uğurlu’nun yazdığı Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’ni okuduğunuz zaman görür, tanırsınız Nadi’yi ve kahvesini…
Nadi’nin kahvesi Orhan Kemal’in sabaha kadar romanından pasajlar okuduğu 1927 Adana Demiryolu Grevi’ne katılmış ustaların, Orhan Kemal’in Babaevi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları romanlarında yer verdiği sınıf bilincine sahip ustaların gittiği bir çay ocağıdır, Nadi’nin çay ocağı… O çay ocağında Orhan Kemal’i Yaşar Kemal’i, direnişçi işçileri tanıyan onlarla şakalaşan, Çukurova’ya dimdik gelip, hasta vücutlarla memleketine dönen, dönemeyen ırgatları, fabrika işçilerini tanıyan Nadi’nin oğluydu Oktay Etiman…”[7]
THKP-C içinde Mahir ve yoldaşları ile eylemlere katıldı; cesur bir insandı; Ephraim Elrom ile yaşanan hadisenin gizli kalmış aktörlerindendi. Gençliğinde savunduklarını, 70’inde hâlâ daha savunacak kadar yürekli, tutarlı devrimciydi.
Üç kez ağır işkence gördü, yılgınlık yaratmamak için arkadaşlarına anlatmadı. (Bu konuda Ragıp Zarakolu, “Bir ekip özel sorgulama teknikleri için Amerika’ya gitmişti. (İkinci Dünya Savaşı sırasında Gestapo’dan teknik öğrenip tabutlukları kurmaları gibi). Bunun ilk uygulamalarından biri Oktay Etiman üzerinde yapacaklardı. Oktay Etiman bu sınavdan onuruyla çıkmayı başaracaktı. Saflarda yılgınlık yaratmamak için bunu Dev Genç içinde anlatmamayı tercih edecekti,”[8] der.)
Cezaevi idaresi annesinin cenazesine katılmasına izin vermedi. 12 Mart’ta hakkında idam cezası talep edildi. Af yasası ile cezası 30 yıla düşürüldü. İnfaz hükümleri ile ömrünün 14 yılını zindanlarda geçirdi. Dışarı çıktığında parkta yattı, aç kaldı…
Ona dair “Aynı kuşaktan olsun olmasın, belirli bir gelenekten gelsin gelmesin, kendisini az da olsa tanıyan herkesin saygısını kazanmış bir insandı.
14 yıl hapis yattı, ‘dağıtmadı.’ 1980 sonrası esen rüzgârlarla savrulmadı.
Hapishaneden çıktıktan sonra bir fikir emekçisi olarak 31 yıl daha yaşadı,”[9] notunu düşer Metin Çulhaoğlu, “Devrimci Romantik” vurgusuyla.
Cezaevinden bir boşluğa çıktığını, ancak kendisini ayakta tutan şeyin devrimci bilinci olduğunu söylüyordu.
Bu konuda sözü Muazzez Uslu Avcı’ya bırakıyorum: “Onun sert yüzünün arkasına sakladığı yumuşak yüreği ve naifliğini keşfetmek için uzunca zamana gerek olmadı. Bazen, çocuk, bazen baba, bazen ağabey, bazen arkadaş/ yoldaşça başlardı sohbete…
Oktay Ağabey hapishaneden çıktıktan sonra zaman zaman çok ekonomik sıkıntılar çekti. Sokaklarda fotoğraf çekti ve zaman zaman parklarda yattı. Tüm bunlara rağmen hiç bir yardım teklifini kabul etmedi, hemen elinin tersi ile iterdi. Gerçi dönem arkadaşlarının çokta onun sıkıntısının farkında olamaması ise ayrıca üzücüdür.
Kendisinden övgü ile yüzüne karşı bahsedilmesinden hiç hoşlanmazdı. İçinde bulunduğu sıkıntısını anlatmayı sevmez ama karşısındakinin içinde bulunduğu ruh durumunu kavrar ve dolayısıyla rahatlatmaya çalışırdı. Tüm inceliğini, kalın bir kabuk içinde saklamayı yeğlerdi. Belki de o yüzden asık yüzlü durmayı tercih ederdi…
Onun kuşağından kimilerinin bir kariyer sahibi olması, siyaset, sanat ve edebiyat içinde bir yerlere varmak için çabalarını Oktay Ağabeyde göremedim. Ve belli mevkiilere gelmiş arkadaşlarından da uzak durduğunu gözledim… Televizyon programlarında, gazetelerde, senin dönemini senden daha az bilen herkes anlattı konuştu ama seni göremedik neden?’ dediğimde, ‘Devrimci olmak yetmiyor mu?’ demişti.”[10]
Ve ekliyor Murat Bjeduğ: “THKP kültürünün, yarım yüzyıl geçmesine ve ortada artık böyle bir yapı olmamasına rağmen hâlâ devam edegelen gündelik hayattaki nezaket ve zarafetinin kalitesinin tezahürüydü. Ağırbaşlılık; kararlı ve ne istediğini bilen insanların neyi niçin yapıyor olduklarının netliği ile birleşmişti…
Oktay Etiman; ‘68’in efsane ismi’, Ankara’ya 14 yıl hapisten sonra döndüğünde kalacak yeri olmadığı için Kurtuluş Parkı’nda, bankların üstünde aylarca yatmış. Bilim ve Sanat dergisinin bir biçimde haberdar olmasıyla dergi bürosunda akşamları kalabileceği söylenmiş kendisine. Oktay derginin bürosunda akşamları herkes gittikten sonra yanyana dizdiği iskemlelerin üzerinde uyumaya çalışmış kış boyu. Sonra Ana Britanicca ansiklopedisine çeviriler yapmış, haftada 35 lira ücretle. İşte bu ücretle simit, çorba gibi son derece sağlıklı ve zengin mönüyle beslenmiş.”
Bunlar ve daha nicesine rağmen, “Kavganın dışında kaldığınızı düşündünüz mü hiç?” sorusuna verdiği yanıt şuydu:
“Hiç düşünmedim. Dışarı çıktıktan sonra herhangi bir örgütün içinde olmadım ama fikirlerimden uzaklaşmadım. Politik bir yapılanma olmamakla birlikte bireysel yaşantımı ona göre düzenlemeye çalıştım. Evet dağa çıkmadım ya da daha farklı aktiviteler içinde bulunmadım ama birey olarak insan hakları hareketlerinde, kitlesel mitinglerde yer almaya çalıştım. Böyle bir Türkiye’de sağa sola savrulmadan yaşayabilmek de bir mücadeledir. Bir insan elinden geldiğince mücadeleye katkıda bulunuyorsa kavganın içindedir demektir. Yüreğimle ve aklımla içinde var olacağım bir parti olduğu zaman onun içinde bulunurum. Tarihin belirli bir anında öyle bir gelişme olabilir ki Türkiye’de çok daha farklı bir eylemde bulunmak gerekebilir. Ben onun içinde yer alabilecek ruh hâlinde hissediyorum kendimi.”
Arkadaşı Kemal Berişler’in, “Gerçek bir devrimciydi,”[11] diye betimlediği O, “Konuşurken ‘68 gençleri’nin hırçın ve ödünsüz yüz ifadesini takınırdı. Ama her hâliyle çok okuyup çok yazmış bir insan, yani başından iyi ve kötü çok işler geçmiş bir insan olduğunu belli ederdi.”[12]
70 yaşında hayatını kaybetti. (Onun gidişiyle Ankara daha da ıssızlaştı!)
GÖZE ALAN, DOĞAL VE MÜTEVAZI DİK DURUŞ
O; “… ‘Göze göz, dişe diş’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin,”[13] diyenlere inat düşünce ve davranışlarının gereğini, bir an dahi duraksamadan yerine getirip, olası sonuçlarını göze alanlardandı.
Göze aldıklarının tüm sonuçlara katlanıp, kabullenen O; “İnsan göze alabildikleri kadardır” gerçeğinin kanıtıydı.
Kolay mı?
“İnsan bitiyordu topraktan, gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen, pek yakında yer küreyi sarsarak baş verecek olan, öç almak için yanıp tutuşan, kapkara bir insan ordusu boy atıyordu,”[14] diye müjdelenen işçi sınıfı davası için ölümü göze almanın hayatı anlamlandırmanın “olmazsa olmazı” olduğu bilinciyle büyük yolculuğa çıkanlar, devasa çileleri de göze almak durumundaydılar.
Çünkü göze almak, kendini gerçekleştirmek isteyen insanların harcıydı.
Çünkü göze almak insanın en güçlü olduğu andı.
İşçi sınıfı davası için yaşamak ölümü göze almak; hakikâti arayan insanı sebatkâr kılması yanında hakikâti bulmak uğruna yok olmayı göze almak riskini de içeriyordu. Ama, o riskleri göze almak, yeniden doğmak gibiydi.
Tıpkı kazanmak için her şeyi kaybetmeyi göze almak gerekiyordu; Endülüs’de gemilerini yakanlar gibi!
Franz Kafka’nın ifadesiyle, “Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor”ken[15] O; Victor Frankl’ın, “Işık yayabilmek için yanmayı göze almak gerekir,” tanımıydı sanki.[16]
Bu elbette doğal olmayı, mütevazılığı gerektiriyordu; değişime uğramamış ve özgün olmayı… Yani olduğu gibi, katıksız, yalansız, riyasız, yalın... Veya ilk hâlindeki gibi değişmemiş, bekleneni gerçekleştiren… Ya da katışıksız, yapay olmayan, orijinalliğini koruyan; “Eşyanın tabiatı gereği”, “Beklendiği gibi” hâli(ni).
Ancak böylelikle bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulan insanın hikâyesindeki ‘Dönüşüm’[17] yaşanmazdı.
Evet, evet Franz Kafka’nın hikâyesinde ‘böcek’ metaforu biz(ler)e bir şeyler hatırlatmalıdır; Ahmet Cemal’in ifadesiyle: “Dönüşüm, toplum içerisindeki bireyin tragedyasıdır. Gregor Samsa, ‘dönüştüğü’ güne değin çeşitli kölelikler içerisinde yaşamış bir toplum tekidir; işyerinde köledir; aile çevresinde köledir ve zincirleri içerisinde uslu oturduğu sürece de benimsenip sevilir...”
“İnsan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu,”[18] tümcesinin özeti olan Oktay Etiman, Gregor Samsa’laşmadan baktı, gördü, fark ederek yaşadı;[19] zalim güç, kuvvet ve arkası kesilmeyen baskının önüne geçebilecek yegâne şeyin bilinçli direnç olduğunu unutmadan. (Dört yanını ihanetin sınırlarını zorlayan insanların çevrelediği bir ortamda...)
Bütün alçaklıkların doğallaştığı bir dünyada O, yalnızlığı, popülariteden soyutlanmayı seçti. Düşünmek, araştırmak, ders alınacak şeyler üzerinde durmak, anlamların derinliklerine dalmak için. Bu eğilim de ancak yabancılaşmaya inat,[20] yalnızlıkla gerçekleştirilebiliyordu.
Özetlersek: Hesiodos’un, “Yeryüzünde bet bereketin kalktığı/ Acı ve kederli bir yokluk çağı yaşıyoruz,”[21] diye betimlediği tabloda O; “Herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. (...) İnsan madem ki ölecektir, bunun nerede ve nasıl olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu…”[22] Ya da “Dünyanın en çaresiz çocuklarına en büyük hayalleri kurduran, umut denilen o doğal felaketten nefret ediyordum!”[23] Veya “Yokluk hakkımdır-en doğal hakkım; yaşamdan iptalimi istiyorum,”[24] diyenlerden değil; “İnsan, vazgeçebileceği şeylerin sayısı oranında zengindir.” “Dünyayı karanlığa ve bana bıraktılar,”[25] diyenlerdendi.
Plutarkhos’un, “Alçakgönüllük her türlü sıkıntıyı ortadan kaldırır”; Sokrat’ın, “Alçakgönüllü olmakla ilacı olmayan dertlerinize derman bulabilirsiniz”; Friedrich Nietzsche’nin, “Her şeyden zor olan, sevilen olma kapılarını kapatıp mütevazı biçimde sadece sevgi veren olmaktır”;[27] Samuel Beckett’in, “Beni bilindik yerlerde arama, çünkü ben oralarda bulunmam”;[28] betimlemeleriyle nitelenen mütevazılık; kendini övmeyen, kendisi övüldüğünde mahcup olan; çalımsız gösterişsiz bir hâldir.
Tevazu, kendini başkalarıyla denk gören; maskesiz, derinliği olan, yaşamış insana değindir. (Fiziksel olarak yanınızda olmasa da, yüreğinizi pır pır attıran kimse(ler)dir...)
Sizi yargılamadan dinleyen, empati kurmaya çalışan, moralinizi bozmaya değil, çözüm üretmeye yönelik cümleler kurandır.
Yanında sımsıcak hissettiğin; nadir bulunan; hatta pek bulunmayan; zaman aktıkça sayıları hızla azalan; nesli tükenmekte olan insan türüdür.
Zor zamanda öne çıkan; iyilik bırakıp, giden yani yokluklarıyla içimize sızı bırakan insanlardır. (Varlıklarını hissetmek derin nefes almak gibidir...)
“İnsan” kelimesinin karşılığı; hayatımızdan çıkartılmaması gereken; en çok ihtiyaç duyulan kişilerdir.
Az konuşan; suskunluğu paylaşabilendir; soru sormadan, açıklama beklemeden, rahatsızlık duymadan sabırla bekleyen ve anlayandır; yalın kişidir; kişiliksizliğin, omurgasızlığın panzehiridir.
Her defasında “iyi ki hayatımda” diye düşündüren; söylediklerinin, bir karşılığı olan; varlıklarıyla huzur veren; gittiklerinde ise hayatınızda derin boşluklar bırakanlardır.
Dost elini omuza dokundurandır; yepyeni pencereler, yepyeni umutlar açarlarken; hiçbir şeye gereğinden fazla değer vermeyen pozitif insandır.
Söylemek istediğini bakışından anlayan, söyleyemediğin cümlelerini ise eksiksiz tamamlayan insandır. İnsanı kendini anlatmak, açıklamak, kanıtlamak hissinden kurtardığı için hep bir rahatlık duygusu yaşatan insandır.
Gösterişsiz, kalender, sade, yalın, kibirsiz, kendine güvenen; sevebilen; sizinle düşünebilen, susabilendir.
“İyi insan” tanımına uygun yaşayan; yeteneklerinin farkında olup, bunları reklam etmeyen; “El âlem ne der?” nöbetlerine kapılıp mütevazı dünyasını terk etmeyendir.
Diyebilirim ki, kurşunkalem kadar mütevazı bir şey daha görmedim. Yazmaya devam edebilmesi için devamlı küçülmesi gerekir onun.
Tam da bunlardan ötürü; Jane Austen, “Zenginler için mütevazı olmak bir hayli zordur…”[29]
İbn Rüşd, “Kimseden daha iyi olmadığınızı anlayacak kadar mütevazı, herkesten farklı olduğunuzu kavrayacak kadar bilge olun…”[30]
Ali Fuad Başgil, “Alçak gönüllü ol. Mütevazı insan, meyve ağacına benzer. Meyve dalının yere eğilmesi meyvesinin çokluğundandır…”[31]
Şeyh Sadi Şirazi, “Meyveli dal başını aşağılara uzattığı gibi, akıllı insan da mütevazı olur,”[32] der Oktay Etiman’dan söz edercesine…
Bunların tek nedeni Onun dik durup, eğilmemesindendir.
Kolay mı? Dik durmak, umutların tükenmesine müsaade etmemektir.
İki ayak üzerinde durmak değildir dik durmak; öle öle, direte direte, farkına vara vara, gide gide, bite bite yol almaktır.
Omurga gerektiren dik durmak, insanın gerçek imtihanıdır. Çünkü cesur olmak, her koşulda dik durmak zorunda olmanızı sağlar. Bu da kendine tutunmayı öğretir kişiye. Oysa mağdur olmak başkasının sırtlanmasına ihtiyaç duyar. Bu da kolay; yük taşımak değil yük olmak! Cesur olmayı seçmezseniz mağdur olmayı seçmişsiniz demektir!
Dik durmak, sürekli eğilmeye alış(tırıl)anlar için çok zorken; dik durmak güzel şeydir; onunla duruşunuz güzelleşir kendinize güveniniz gelir.
Özetin özeti insanın doğal durumudur dik durmak, uzun mesafeleri aşan adımlar atarken; bükülmeden; her şeye karşın gülümseyerek; mesela, uçurumun kıyısında bir ağaç gibi yalnız, tek başına...
DİRENÇ(Lİ), ISRAR(LI) ONUR(LU)
Kemal Sayar, “Tahammül ve direnç, insanın erdemleri,”[33] derken; Anna Segher’in de, “İnsanın güçlüklerle karşılaştıkça bilenen direnç duygusu”nun[34] altını çizmesi boşuna değildir. Çünkü “Karmaşanın doğasında her zaman arzu ve direnç vardır.”[35] “İnsana en büyük direnç kuvveti, en büyük bela zamanlarında gelir.”[36]
Bunun için her şeyi karartan, karabasana dönüşen bir ortamda var olmak bilinçli direnç gerektirir. En zor günlerde hayal kurmak insanın direncini güçlendirir. Çünkü herhangi bir şeye karşı gösterilen zorlama, mukavemettir; kırılma noktası olmayan sabırdır; zulme karşı koymaktır direnç.
O, ümit demektir, gelecek demektir ve değişimin olduğu her yerde mutlaka direnç oluşacaktır.[37] Coşkuyla çarpan kalbin yarattığı dirence hiçbir baskı dayanmazken; bilinçli, dirençli olmak hatırlamaktır ısrarla defalarca…
Kapitalist yabancılaşmanın kollarında para “insan(cık)ı” tanımlar, insana ait her şeyi unutturur, kulu kölesi yaparken; itirazdır, gözü karalıktır direnç ve gerektiği gibi davranmaktır.
Maksim Gorki’nin, “Yaşam koşulları benim için ne kadar güçleşirse, o oranda kendimi daha güçlü, daha akıllı hissediyordum. İnsanı insan yapanın, kendini saran çevreye gösterdiği direnç olduğunu fark edeli epey zaman olmuştu,”[38] ifadesindeki üzere değişimin olduğu yerde mutlaka direnç de vardır. Direnç göstermek güçlü olmaktır. O zayıflarsa çöküş yakındır! Zaten Stefan Zweig’ın, “Dirençsiz bir yaşam zamanla gevşeyip çözülüyor,”[39] demesi de bundandır…
İş bu nedenle vazgeçmeden yapmakta, sormakta, istemekte, devam etmekte somutlanan dirence; ısrara muhtacızdır.
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Hem akıl çağıydı, hem aptallık. Hem inanç devriydi, hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi. Hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı,”[40] tarifine benzer zamanlarda “Israr etmeyen, karşı koymayan herkes suç ortağıdır,”[41] der Stefan Zweig…
Evet, insanlar çoğu zaman güçleri olmadığını düşünerek vazgeçerlerken ısrar; başarılı olana kadar vazgeçmemektir. Ya da Mark Twain’ın, “Halatlarını söküp at. Güvende olduğun limandan ayrıl. Yelkenlerini rüzgârla doldur. Araştır. Hayal et. Keşfet,” formülasyonundaki tutumdur.
Mahatma Gandhi’nin, “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun,” vurgusuyla karakterize olan ısrar, bir şans oyunu değil, seçim sorunudur; beklenecek değil, elde edilecek bir şeydir.
SESSİZ(CE), SİTEMSİZ(CE)
Hayat(ımız)ın, sessiz bir mim oyununa dönüştürüldüğü kapitalist vahşet dünyasında gölgeler gibi sessizliğe mahkûm edilmişken; gecelerin/ karanlıkların sessiz olduğuna sakın ola inanmayın!
Gözü kara sevdalara kucak açan; gece gibi sessiz ve üzerine toz konduramayacak kadar kararlı şeyler de vardır karanlıkların içinde; çıkarsız sadeliğiyle, asi ve korkusuz…
Yani sessizliğin de sesi vardır; sessiz/ sitemsiz olmak insani bir güçtür/ tavırdır; La Rochefoucauld’nun, “Öyle sitemler vardır ki, bir övüştür ve öyle övmeler vardır ki, kötülemedir,” saptamasındaki üzere…
Evet, susma da bir çeşit konuşmadır; “Bazı sessizlikler farklıdır”;[42] Susmak bazen sesini duyurmanın en iyi yoludur; “Milyonlarca kişi kaderlerine sessizce isyan ediyordur. İnsanların sessiz hayatlarında kim bilir kaç isyan mayalanmaktadır,”[43] saptamasındaki üzere Virginia Woolf’un…
Ya da “Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya/ Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya/ Anamız çay demliyor ya güzel günlere/ Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa/ Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız/ Bu, böyle gidecek demek değil bu işler/ Biz şimdi yan yana geliyor ve çoğalıyoruz/ Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını/ İşte o gün sizi tanrılarız bile kurtaramaz,”[44] dizelerindeki gibi…
Elbette “En korkunç acılar, sessiz çekilen acılar”dır;[45] ama sessiz/ sitemsiz “konuşmak” da, anlayabilenlerin dilinden haykırmaktır.
O da “Yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün,” dizeleriyle Ahmet Telli de…
Nihayet sessiz/ sitemsiz duruşta uç verir sonsuzluk. Çünkü o, bir yandan düşünülenden fazlasını düşünmektir ve “Sonsuzluk kirpiğimizde serçe kuşu/ Bir kanadı hayal, bir kanadı hatıra,”[47] dedirtir insan(lık)a…
NİHAYET
Toparlarsak Oktay Etiman, devrimci insani bir muhasebenin/ hesaplaşmanın özetidir.
Kolay mı? Geçmişle hesaplaşarak, geleceği kurgulamak açısından mesele hepimize dayatılan berbat düzen(sizlik)le hesaplaşmaya mündemiçken; her muhasebe zordur kuşkusuz; ancak bir başlangıçtır.
İnsanın başkalarından hesap sormasının, her zaman pek yararı olmaz. Ama kendinden hesap sorması her zaman yararlıdır/ gereklidir. Çünkü bir devrimci için aktif ve pasifli bir hesap kitaptan ötedir muhasebe; hayatı anlamlı kılan bir yüzleşmedir…
“Hiçbir şey yoktan var olmuyor, hiçbir şey varken yok olmuyor,” diyen devrimci akıl sürekli hesaplaşma hâlindeyken; devrimci muhasebe (=muhakeme), kapitalizm koşullarında insan olmak ve kalmak eyleminin önünü açıp, olgunlaştırır...
İnsan(lık)ı kötülük yapmaktan alıkoyan ve Alfred Adler’in, “Gemisini bir kayaya bindirip de, iş o duruma gelinceye kadar ne gibi hatalar işlediği üzerinde düşünen kimselere seyrek rastlanır,”[48] notunu düştüğü muhasebe, vicdana dönüştür; özeleştiridir; doğru ve yanlışlarını ortaya koymaktır.
Oktay Etiman abi(miz), bu muhasebeyi, “Umutlarımız abluka koşullarından kaçmak için değil, abluka koşullarından alternatif bir gelecek yaratmayı içerir. Akıl dediğimiz anda umudun sadece şimdi ile olası gelecek arasındaki kendiliğinden bir ilişki değil, şu ana ait olumsuz koşullara içkin olan potansiyelleri açığa çıkarmayı gerektiriyor... Akıl umut olmadan serpilemez, umut akıl olmadan konuşamaz, ikisi Marksist birlik içindedir- başka türlü bilimin geleceği yoktur, başka bir geleceğin bilimi yoktur,”[49] dercesine onurla, tevazuyla, sesiz sedasız yaptı.
Alacaklı çıktı; hayattan ve hepimizden…
7 Şubat 2018 14:28:24, İstanbul.
N O T L A R
[1] Oktay Etiman’ın Dostları tarafından 10 Şubat 2018 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Oktay Etiman’a Saygı Toplantısı”nda yapılan konuşma… Kaldıraç Dergi, No:200, Mart 2018…
[2] Charles Bukowski, Pis Moruk İtiraf Ediyor, Çev: Avi Pardo, Parantez Yay., 2016.
[3] “Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz.” (Albert Camus, Düşüş, Çev: Hüseyin Demirhan, Can Yay., 2000.)
[4] “İyilik, yola düşen, yoldan toplanan bir şey değildir. Tesadüfen ele geçen bir şey değildir. İnsan iyiliği ancak başka bir insandan öğrenir.” (Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, Çev: Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, 1999.)
[5] Seneca, Ahlâki Mektuplar/ Epistulae Morales, Çev: Türkan Uzel, Türk Tarih Kurumu Yay., 1999, 76. 3
[6] José Saramago, Filin Yolculuğu, Çev: Pınar Savaş, Turkuvaz Kitap, 3. Basım, 2011, s.28.
[7] “Mülkiyeliler Birliği’nin Ankara’daki Genel Merkez binasında düzenlenen ‘Edebiyat Buluşmaları’ Konuşmamda; Orhan Kemal’in Çukurova’da tarım ve fabrika emekçilerini destanlaştırarak anlattığı ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanının yazılış hikâyesini de anlatıyorum.
Orhan Kemal şöyle anlatır diyorum: ‘Her yıl binlerce ırgat Güney ve Orta Anadolu’dan bereketli Çukurova topraklarına inerler… Binlerce on binlerce emek ırgatı ‘ekmek kapısı’ dedikleri büyük şehirde aç, acı çekerek ve ümitsiz gezerler. Durumları o kadar kötüdür ki, onlara elini uzatacak bulunmaz, doktor, ilaç yok… Onlar ya bu dünyayı erken terk ederler ya da bir deri bir kemik kalarak garip bir hayat sürerler… Nadir’in ufacık kahvesinde bir demli çay içerken görmüştüm onları. Sırtında yorganları, kamyonlara, traktörlere, arkası açık arabalara saldıran, onlara toslayan, geri kaçan, tekrar hamle yapan yığın yığın kalabalıktı…’
Konuşmam bitince dinleyicilerden söz alarak konuşan, katkı sunanlar oluyor. Bunlardan biri de arşiv için çekim yapan yüzünde beyaz korunma maskeli kişi oluyor: Oktay Etiman…
Oktay Abi sakin bir konuşmayla, konuşmamda ve Orhan Kemal’in romanlarında geçen Nadir’in adının Nadi olduğunu, kendisinin babası olduğunu söylüyor. 68 Kuşağının önderlerinden yiğit devrimci Oktay Etiman, 1947 Adana doğumluydu.” (Tahir Şilkan, “Nadi’nin Oğlu: Oktay Etiman”, 5 Ekim 2017… http://mulkiyehaber.net/nadinin-oglu-oktay-etiman/)
[8] Ragıp Zarakolu, “Soluk Alışları Bile Dinlenenler: Oktay Etiman’ın Anısına”, 10 Ekim 2017… https://www.kuyerel.org/yazarlar/ragip-zarakolu/soluk-alislari-bile-dinlenenler-oktay-etimanin-anisina
[9] Metin Çulhaoğlu, “Etiman’ın Ardından ya da Devrimci Romantizm”, 10 Ekim 2017… http://ilerihaber.org/yazar/etimanin-ardindan-ya-da-devrimci-romantizm-77309.html
[10] Muazzez Uslu Avcı, “Bir Devrimci, Bir İnsan Oktay Etiman”, 5 Ekim 2017… http://www.realitehaber.com/2017/10/05/bir-devrimci-bir-insan-oktay-etiman/
[11] Kemal Berişler-Dursun Gürler, “Arkadaşları Etiman’ı Anlattı”, 7 Ekim 2017… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/840132/Oktay_Etiman_ugurlandi..._Arkadaslari_Etiman_i_anlatti.html
[12] Ahmet Say, “Oktay Etiman”, 10 Ekim 2017… https://www.evrensel.net/yazi/80036/oktay-etiman
[13] İncil’den, Kutsal Kitap (Tevrat, Zebur ve İncil), Yeni Yaşam Yay., 2009.
[14] Emile Zola, Germinal, Çev: Volkan Yalçıntoklu, Can Yay., 2011.
[15] Franz Kafka, Dönüşüm, Çev: Aziz Rüstem Kocayürek, İndigo Kitap Yay., 2017.
[16] Tıpkı, “Bir tek şey önemliymiş eskiden: Ölümü göze almak! Oysa bugün yaşamak gerekiyor, yenmek gerekiyor... Ne pahasına olursa olsun,” (Ilya Ehrenburg, Paris Düşerken, Çev: Atilla Tokatlı, Evrensel Basım Yay., 5. Baskı, 2014.) dercesine…
[17] Franz Kafka, Dönüşüm, çev: Emre Alagöz, Panama Yay., 2015.
[18] Paulo Coelho, Simyacı, çev: Özdemir İnce, Can Yay., 1997, s.181.
[19] Bakmak, görmek, fark etmek: Çoğunlukla birbirinin yerine kullandığımız, aralarında ayrım yapmadığımız kelimeler... Hâlbuki çoğu zaman bakarız fakat baktığımız şeyi göremeyiz, gördüğümüzü zannederiz. Bize görünen çok ufak bir noktadır belki de. Bazen görmek de yetmez, fark etmek gerekir. Aynı insana bakarız, aynı insanı görürüz ama her birimiz ayrı özellikleri fark ederiz. O yüzden görmek pek çok unsuru içinde barındıran bir dünyadır aslında.
[20] Yabancılaşma ağır bir duygu, çünkü dünyasından kopma süreci bir kez üzerine çökmeye başladığında, insanın dünyasıyla yeniden buluşması mümkün olmayabilir. İlişkisizlikle, beklentilerin tükenmesiyle, anlamsızlıkla ve boşluk duygularıyla başlayan yabancılaşma, uç durumdur. İnsan ancak dünyasıyla birlikte var olabildiğinden, böyle bir durum, doğal olarak insanın kendi benliğinden de kopmasıyla sonlanabilir.
[21] Hesiodos, İşler ve Günler, Çev: Suad Yakub Baydur, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., 1991.
[22] Albert Camus, Yabancı, Çev: Samih Tiryakioğlu, Can Yay., 1996.
[23] Hakan Günday, Daha, Doğan Kitap, 2013, s.34.
[24] Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yay., 8. baskı., 2017, s.83.
[25] Henry David Thoreau, Doğal Yaşam ve Başkaldırı- Sivil İtaatsizlik Makalesi ve Wolden Gölü, Çev: Seda Çiftçi, Kaknüs Yay., 2007, s.149-96.
[26] Lev Nikolayeviç Tolstoy, Diriliş, Çev: Ayşe Hacıhasanoğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2009.
[27] Friedrich Nietzsche, Hayat Dediğin Nedir ki?, Çev: Erkan Aslan, Aylak Adam Yay., 2015, s.48.
[28] Andrew Gibson, Samuel Beckett, Çev: Orhan Düz, Yapı Kredi Yay., 2018, s.16.
[29] Jane Austen, Hayata Geç Kalma, Çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.10.
[30] İbn Rüşd, Faslu’l-Makal Felsefe-Din İlişkisi, Çev: Bekir Karlığa, İşaret Yay., 1992.
[31] Ali Fuad Başgil, Gençlerle Başbaşa, Kubbealtı Yay., 2005.
[32] Şeyh Sadi Şirazi, Bostan ve Gülistan, Hazırlayan: Can Alpgüvenç,: Nesil Yayınevi, 2011.
[33] Kemal Sayar, Yavaşla, Timaş Yay., 2007.
[34] Anna Segher, Transit, Çev: Ahmet Arpad, Everest Yay., 2016.
[35] Carl Gustav Jung, Rüyalar, Çev: Aylin Kayapalı, Pinhan Yay., 2015.
[36] Namık Kemal, İntibah, Parıltı Yay., Bilge Kültür Sanat Yay., 2012, s.108.
[37] Korku, öğrenilmiş çaresizliği kışkırtır. Bir diğer söyleyişle öğrenilmiş çaresizlikle beslenen depresyon, nevrotik korkunun beslediği gündelik bir ruh hâlidir. Çünkü nevrotik korku, insanın direnç dinamiklerini kırarak, mücadele isteğini yitirmesine yol açar. Öğrenilmiş çaresizlik de, insana ne yaparsa yapsın boşuna olduğunu, hiçbir şeyi değiştiremeyeceği düşüncesini pompalar.
[38] Maksim Gorki, Benim Üniversitelerim, Çev: Mazlum Beyhan, İş Bankası Kültür Yay., 2016.
[39] Stefan Zweig, Olağanüstü Bir Gece, Çev: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yay., 2015.
[40] Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi, Çev: Meram Arvas, Can Yay., 2011.
[41] Stefan Zweig, Mecburiyet, Çev: Serhat Tunar, Zeplin Kitap, 2016, s.32.
[42] Annelies Verbeke, Uyku, Çev: Gül Özlen, Ayrıntı Yay., 2005, s.30.
[43] Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü, İletişim Yay., 2002, s.76.
[44] Cemal Süreya, Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yay., 2000, s.289.
[45] Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Çev: Tahsin Yücel, İş Bankası Kültür Yay., 2006.
[46] Tezer Özlü, Kalanlar, Yapı Kredi Yay., 2000.
[47] Şükrü Erbaş, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yay., 2017.
[48] Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, Çev: Kamuran Şipal, Say Yay., 2013.
[49] Ernst Bloch, Umut İlkesi - Cilt 1, Çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., 2012, s.801.
Yorumlar